28 Eylül 2017 Perşembe

PARANTEZ İÇİ

PARANTEZ İÇİ 
 
Üç kuruşa parende atanlar toplumuna parantez içi söylemlerde az gelir…
 
Öyle yoz satırlar var ki parantez içi ile desteklendiğinde en uzak araziler için bile mucizeyi gösterir. Sayısız mucizeye de yol verir. Parantez içleri uygun olsun olmasın her ortama ilişkin mantıklı kararları da içinde saklar. Ve hiç istisnasız, sıfır siftahsız yaşamları da bir bir açıklar. Açılır zaman, kapanır zaman ve her şey parantez içiyle belirginleşir. Yani acı gerçekler, görselliğin teması hep parantez içinde saklıdır. Parantez dışına taşanlar ise sadece kirli bir yakınlaşmadır ve aklı şaşırtır.
 
Enteresan bir enginliktir parantez içi kullanmak, yerli yerinde parantez açıp kapatmak. Durduk yere azıtanlar su götürmez gerçekliğe hizmet ederler daima. Ve parantez içleri az buz demeden o en özel ve en güzel halleri irdeler. Günler akıp geçerken akışın girdabına kapılır tüm parantez içleri. Tutuk ve tutuklu yaşamlara özgürlük üzerine önermelerdir tümüyle. Tavsiye ve telkin değildir asla.
 
Her koşulda güçlü ve zayıf kimliklerin hainleşmesidir parantez içine girenler. Parantez arası, satır ortası bazen moral bazen cılız bir pırıltıdır. Ama parantez içine saklanılan hiç edilen yıllardır, saplanılan aykırı yollardır. Dün ve din inançlarıdır. Çoklukla tekelleşmedir. Eğri büğrü çizgilere çakılan sıradan bir duruşa güzellemedir. Temelinde tünelinde yalnızlaşmadır.
 
En nihayetinde en göreceli al gülüm ver gülüm duvar paslı güdülemelerdir. Bile bile bazen parantez dışına çark eder iç veya dış verimlilik. Ve kar ortaklı, rant odaklı olunca siyasal erekler, baskıya ve baskılamaya yönelir kara melekler. Gelmiş geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman hesapları, kimleri ve kipleri resmen bilinçaltına işler. Ve her şey parantez içine düşer.
 
Bu bağlamda ele alınan tüm baştan çıkarmalar, aldatı ve aldatmalar, kafakol ilişkileri parantez içi bir dünyanın ürünüdür…
 
Parantez parende attıran bir ritmik dokunuştur yazıya. Yazarın epeyce güngörmüşlüğünü ve gecikmişliğini de perçinleyen bir dik duruştur.  Veya dipnotu ve izahat çıkmazından da kurtuluştur. Davranışların tümü ve eylemlerin hepsi detaylarda boğulur. Bu bozgunda beraberindekilerle dirilmeyi güncelleyemeyenlerin içi dışına çıkar. Ve doğrudan devamlılık da olmayınca tüm ağır deliller parantez içine hapsolur.
 
Bahanesi ve sahtesi anlaşılınca, düzenlenmişi ve dizginlenmişi berat eder. Belki paranteze aldırmayanlar sonucu merak eder. Kesinlikle çeşitli isimlerle gelişir keşik ve eşik atlanır…
 
Parantez içinden dışına düşen ve düşürülen kişilere, kişilerin öykülerine kadar alfabetik sıralanışın sırrına ağıttır parantezler. Fazla derinleşemeyişin tatlı bir bulgusudur da. Veya diğer yazılara tur bindirme gücüdür. Küçülür azınlığın azgınlığı, büyür azgınlığın bolluğu ve bolluğun zenginliği çeker çıkar işin içinden. Parantez içi stratejilerde parçalanmaktır oysa toptan katlanılan. Karşı koyulmayan.
 
Bazen dar gelir parantez içlerine her şey. Çünkü tırnak tırnak işlenir tarih. Parantezli işlemler artar. Değiş-tokuş edilmiş nice sözcükle sürer, sürgün verir parantez içleri. Hem de hiç hissettirmeden en alışılmış veya ısrarla yok sayılmış çağrıları bir anda simgeleştirir. Derler ki postmodern bir çırpınıştır akıl ve akıl dışı arasında sıkışmalar. Ve aşlar başlar tırpan. Hal böyle olunca hangi memleket hangi çağ vurgusu yapılsa da parantezler dağılır cümlesine.
 
Bu yozlukta cümleleri cümlesi bir yana içi dışına çıkan parantezler kurtarır. Üç kuruşa parende atma hevesiyle yanıp tutuşanlar yine parantez içi sitemlerde buluşurlar. Tüm sitem ve sinkaflara razı olmak ise başka bir parantez içi konudur.
 
Gün olur o parantezler de bir bir açılır, içi doldurulur ve kapanır…

23 Eylül 2017 Cumartesi

KAÇMAK…

KAÇMAK…
 
Gün gelip ak akçe havuzunda huzursuzluk yaşandığında ve yaşananlara yakınlaşma veya yabancılaşma arttığında başka çare kalmaz. Gizlenen gizlenemeyen tüm şifreler, kodlamalar ele geçirilir, kesilir kopyalanır, yapıştırılır ve ahenk bozulur. İşte o vakit tek çıkar yol kaçmaktır…
 
Kaçmak ve kaçamak yollara başvurmak süreklilik kazandıkça tutkular ve toplumsallık duygusu filtrelenir, zamanla da yiter. Bir anda sosyal uyum yoksunluğu baş gösterir. Kalmak mı zor gitmek mi zor yoksulluğu da bir akşamüstü kapıyı çalar. Gelinen noktada kavgacı role girmek, cesaretli pozuna bürünmek, muhallebi yumuşaklığında böbürlenmek ise bu kaçmak kurtulmak içgüdüsünün yapay görüntüsüdür. Ve bu kaçıştan herkese fazlasıyla ekmek çıkar.
 
Dünyayı değiştiren öyle kavramlar vardır ki başta önemsenmez. Ama zamanla olağanüstü biçimde varlığını hissettirir. Hele iş başa gelince kaçıncı bahar yaşanırsa yaşansın tez elden kaçılır. Çünkü yaratılan toplumsal sorunlar içten içe siyasal kurumları da kuşatınca topa giren ‘baş bireyler’ kendilerine koyulan, uyulması gereken kurallardan kaçamak bahanelerle kurtulmaya çalışırlar. Bu ilk akla gelen tavırdır. Aslında bir nevi tavırsızlıktır. Oysa hiçbir işin üstesinden bu yollu iş tutarak gelinmez. Varsa yoksa gerilim artar. Yüksek gerilimden kolay kolay kurtulmak olmaz, serçe parmaktan da olsa ceryan çarpar. Ve son dakka sürprizi bandıyla parlayan ışıkların önünden bilinene kaçılır.
 
Her seferinde hüsrana uğramakla şekillenen durum ve bozulan hayaller dışlanması dünya çapında örneklemeler ile yinelenir. Bu da öylesi muammalardan biri diye tarihe geçer. Ancak yenilir yutulur cinsten olmayan yaklaşımlar hep kaçmayı güdüler. Güçler yer değiştirir. Güç dengesi bozulunca da beklenen kaçış başlar.
 
Akıl erdirilemeyecek derecede nice facia durum varken kaçak gökçek güreşmekle maç kazanılmaz. Güneş dört bir yana ulaşır. Denizlerin yüzü kararır. Yankısı kapitele dek uzar. Meydanı ademe dar ederler. Toplu başkaldırılar artınca da Allah yarattı demez çok çile çektirirler. O yüzden sadece kadir gecesi doğdu diye Karagöz Hacivatvari repliklerle kaleler fethedilemez. Ele geçirilen kalelere hükmedilemez. Takınılan kalender tavır da devam eden hayatın cilvelerine uzun süre karşı koyamaz. Soru ne aldın olur, neden aldandın olur. Neden kaçtın olur.
 
Çağın kabul gören karakterine uygun yaşamak için en elverişli koşulları görmezden gelmek, yığmak yıkmak, kaçamak tavırlarla saklanmak, gerçekten çağ gerisi hastalığıdır. O kara humma gün gelir ademi de vurur, kazıklıhumma bedene yayılır. Zaman ve mekân ortaçağ karanlığına dayandığında ise kaçacak delik de kalmaz. Bana ulaşmaz ben de o karanlığın muhafazakârlarındanım rahatlığı da ters köşe yapar. İşte teşhiste zorlanılan varlık algısı ve kaşıkçı kavgası budur.
 
Elbette hayatta belli dönüm noktaları vardır. Bu noktalar uç uca birleştirildiğinde, çıkacak resmi bulmaya girişildiğinde kaçışın yolu belirlenir. Ancak kaçmak hiç de göründüğü kadar incelikli ve de kolay bir iş değildir. Her hâlükârda, kaçanın anası ağlar, kaçıranlar ise bir güzel kaçanın yerine sabitlenir. Kaçmak veya en azından kaçamak davranmak, kaçarken dahi kaçak göçek yollara başvurmak tüm alışkanlıkları örter, gerçekliği öteler. Böyle davranıldığında ise bir anda ötekileşilir. Verilen görev buraya kadar mantığıyla yollar ayrılır. Karşılıklı kaçışlar gündeme oturur.
 
Sonrasında güncellenen problemler bir bir ortaya dökülür, ademlik masaya yatırılır. Bu fahiş artışlı problemlerle gün olup yüzleşileceği de kesindir. Bu yüz yıllık bilgisizliğin ve bilinçsizliğin dışa vurumu ise inat liginde zirve yarışı yapmaktır. Veya yalpalamak ve gönül rahatlığı ile köşeye çekilmek arasındaki kısır döngüdür. Ancak ademe on yılların saklı anılarını yazmaya dahi fırsat komazlar.
 
Anılar kayda dökülse de kaçaklık ve kaçamak uğraşların hiçbiri doğurgan kitaplarda yer almaz. Alırsa veya aldığı iddia edilirse de o kitaplar yüzyıllar boyu kendinden bahsettiremez.  O yüzden rehber kitabın rehberliğinde gerçeklerden kaçmamak şarttır. İlk emir okudur. Durumu iyi okumak gerekir.
 
İyi okunduğunda görülecek olan kaçaklık ve kaçıklık birbirine huzursuzluk aşılayan bir uzun yol hikâyesidir. Tüm uzun soluklu yarışlarda bu iki kavram birbirine sırnaşır ve giderek ademe bulaşır. Vadesi dolduğunda kaçmak üzerine nimetlendirilen, bereketlendirilen ve hikmetlendirilen sözde toprak işçiliği de bu topraklarda uzun süre tutmaz. Önemli olan bu baştan tutarsızlığın ilk ciddi fireyi vermesidir. İlk fireyle beraber gerisi çorap söküğü gibi gelir. Yeter ki akılcı yönde işin peşine düşülsün. Çünkü daha nice düşükler maun masaların ardında, ardına batan koltuklarda sırasını bekliyor.
 
Ayrıca asla unutmamak gerekir ki son ulaşılacak veya kaçılacak mertebe üç beş metre patiska, bir kaç metrekarelik kara topraktır…

22 Eylül 2017 Cuma

MAAŞ VE NAAŞ EĞİTİMİ


MAAŞ VE NAAŞ EĞİTİMİ

Zamanın birinde bir fakir memlekette milletvekili maaşları öğretmen maaşlarını geçince memleketin çivisi kopar. Oysa eğitimdir önemli olan. İşte gerçek ve yaşanan hayatın formülü budur.  Hayatın ve devletin önsözü; Öğrenciler ve öğretmenleri. Sıfırdan başlanır ve zambaklar ülkesi yaratılır…

Ne Anayasa ne baba yasa ne de Başkan örgüsü gerekir. Minnet örgüsü gerekir sadece. En başta emek. Örgün eğitimin bilimsel temelleri mutasyona uğramayacak biçimde bir eğitim öğretim stratejisi gerekir yalnızca. Ve aslan yürekli öğretmenler. Maaş ve naaş arasına sıkışmış, sıkıştırılmış eğitimciler değil.

Her öğretisine “Sizleri bir kıvılcım gibi gönderiyorum alev topu olarak geri dönmelisiniz…” benzeri bir diyalogla başlayanlar değiştirir maaş ve naaş sistematiğini. İşte budur eğitim, devrimciliktir. Budur yıkık dökük ülke gerçeği. Ve ne yazık ki acı gerçeğin tecellisi bambaşkadır şu garip memlekette. Eğitim yolculuğu kendi içine bir yolculuktur aslında. Temenninin ötesinde eğitimli alçak gönüllülük, temeli realizm ve her şeyi sevgi saygıdır.

İki ayrı hayatı yaşayan, iki ayrı insanı olan ve ortadan ikiye bölünmüş bir memlekette elbette öğretmen maaşları da önemlidir. Her ne kafadan olursa olsun öğretmendir. Ve öğretmen insanca yaşamalıdır. Tabii ki öğrenciye ideolojik açıdan direkt ilişmedikçe. Ancak nedense hangi kafaya hizmetse her fırsatta ilişiyorlar. Vicdanlarda değersizleşiyorlar aklınca bu saydırmayı doğru sayıp.

Ayrıca artık başkanlık modelinde milletvekilleri de değersiz. Sanki değersizleştiriliyor vekiller ve yüce meclis. Peki, milletvekili maaşları ne olacak, yine artacak mı? Öğretmen maaşı düzeyinde mi olacak yoksa. Veya öğretmen maaşlarına mevcut milletvekili maaşlarına göre bir düzenleme mi yapılacak. Hayal ama düşünülebilir. Yapılabilir. Çünkü iki hayatı sürdürenlerden iktidar erkine tapanlar her ikisinin de alacağını vereceğini biliyorlar ve değiştirebilirler.

Şu garip memlekette vekil ve öğretmen ilişkisi yeni değil. Çok yıllar önce vekil öğretmenler vardı, yine de var gibi. Ama o yıllar eğitimin altın yıllarıydı, öğretimin mükemmel dönemleriydi. Yapboz öncesiydi. Ve büyük zaferlerden sonra beyin gelişiminin çağıydı. Bugün bile üzerinde en çok durulan en çok savunulan köy-kent öğretmenliği vardı. Köy Enstitüsü şahinliği vardı. Ve o karalanan süreç nice yaşam öykülerini değiştirdi. Bu dönem memleket değişti, gelişti. Benzersiz bir inşa modeliydi. Çünkü maaş ve naaş üzerine kurulu bir dünya yaşatılmıyordu. Bir nebze de olsa mutluluk veren aş ve aşk katılmış bir yeniden oluş ve kendini buluş iddiasıydı.

Ya şimdi tasarımsız, tasarısız, yaması bol maaş ve naaş üzerine kurulu bir eğitim düzeni var. Düzensizlik deryası veya. Karanlığa bu denli hapsoluş on yıllar öncesinde yoktu. Şimdi eğitim sözde ışıl ışıl övgüler ışığında maalesef geriye, tarihin dehlizlerine yuvarlanıyor. Bugün hangi platformda kulak verildiği belirsiz bir çağ bunalımı yaşıyor eğitim modeli. Öğrenciler ve öğretmenlik mesleği. Örneğin bir türlü atanamayış ama Ata'ya tersten bakış var. Hangi gizli servis projesidir bu bozuk sistem belli değil. Öğrenci ve öğretmenlerdeki bu asosyallik, bu tarih düşmanlığı nedendir hiç önemsenmiyor. Bu derin devletleşme millete resmen dayatılıyor.

Bu antidemokratik algı biçimlenişi yazgı sanılıyor, yazıya çiziye dökülüyor. Ve küçüklerin dünyasında büyük olmak, küçük düşünmek ve küçük küçük düşünmeyi öğretmek gözlerde büyütülüyor. Sonra ‘adam yerine konulmamak birilerini üzüyor’ hem de çok üzüyor. Daha çok üzülenler olacak bu destursuz ortamda.

Bilim dışına kayıp öğretmek üzere özel maksatlı eğitilip kurgulanmışların kısıtlı dünyaları kaç paraya kaç yaşa denk düşer acaba. Maaş ne kadar yeter bu mevcudun öğretmenlerine. On yıllardır yoksulluk ve yoksunluk girdabında direnen tüm yurtsever öğretmenler ve vekiller iğne deliğinden neler geçiriyorlar acaba.  Bir anlaşılsa mesele toptan hallolur.

Anlar anlamazlara bu yüzden tavır koymak gerekir. Çünkü sıkıntılar tanıdık. Dersin derdi derdin dermanı açık. Çözüm yolu bir. Ama gözünü karartanların eline geçince köprüler önce rahat geçilir. Geçildiği sanılır. Köprüler geçildikten sonra bir bir yıkılır. Bu ne insafsız bir hesaptır. Ne çarpık bir hesaplaşmadır. Eğitimsizliktir resmen. Kimseler ödeyemez bu faturayı. Sorun yok sıkıntı yok babında da halledilemez mesele. Bir sınav kaldırılır bir sınav bindirilir. Hayatlar ters yüz edilir.

Maaş ve naaş rezaleti hayatın realitesi ve devletlilerin önerileri ile anayasa ve babayasaya kadar dayanır. Yok pahasına yıkık harabe bir memleket geleneğinden başlayan asri gelecek yoz gelenek girdabına hapsedilir. Dayanılmaz boyutta bir tutsaklık dayatılır öğretmen ve öğrencilere…

Bilenler bilir hak edenlere verilen değeri; “ Vekil maaşları öğretmen maaşlarını geçmesin.” Bilmeyenlere ve bilmezden gelenlere ise mevcut maaş yeter de artar…

20 Eylül 2017 Çarşamba

EĞİTİM SİSTEMSİZLİĞİ…

EĞİTİM SİSTEMSİZLİĞİ…
 
Eğitim sistemi değiştikçe, değiştirildikçe can çekişiyor. Sanki sonu geliyor. Getirilmek isteniyor. Sistemsizlik sahne alıyor. Sistem, istem dışı olmadığı açık dini ritüeller ve siyasi kurumsal yozlaşma dizgesinde biçimlendiriliyor. Bu biçimlenmeye içten dışa direnenler direniyor. Ancak yine de anlamsızca bir istila ve istifleme dizayn ediliyor…
 
Bu ruhsuz değişim kendi malı mülkü üzerine oturmayan bir çizgide sınırları zorluyor. Başka kuş tanımam tarzı yanılsamalarla sistem tırpanlanıyor. Dur durak tanımayan güçlüye yazılmalar ile başlayan bireysel kurtuluşlar canlandırılıyor.
 
Ve eğitimi bu sistematik yavan anlayış geriletiyor. Gerisingeri ilerleyişin vazgeçilmez koşulu ise din odaklı olacak bicimde ayarlanıyor. Özellikle ortaokul yabancı dil ağırlıklı bir deneme sınıfında bile haftalık dört saatten fazla din dersi koyuluyor. Hafta sonları ise ücretsiz verilecek Kutsal Kitap kursu. Resmen fırsatçılık. Zamane ayıbı.
 
Yaklaşık yirmi milyona direkt, altmış milyona dolaylı hükmeden bir sistem eğitim sistemi. Sistemle mütemadiyen oynanarak zihinler tutsak ediliyor. Bu tutsaklık artan dozda eğitim yoluyla katmanlara yediriliyor. Başkası ve başka imkânı yok sarmalında biçareler yaralanıyor, örseleniyor. Ve içsel yolculuk sistemin efendisinden evrenin efendisine devriliyor. Devrilince de zihinsel bağlılık ballanıyor, al bayrak dalgalanıyor. Öğrenciler ulusu ulus yapan devrimlerden evrimsel sürece inat ders ders uzaklaştırılıyor. Amaçlar ve amaçlananlar tek türden sıralanarak özgürlük karşıtı bir örgü planlanıyor. Ve sistem özsüz sözleşmesiz dayatılıyor.
 
Bu sistem son yıllarda özgür bir dünya kurmanın engeli olduğu gibi ütopik dünyaya heveslendiren bir formata da bürünüyor. Uzaktan yakından herkesi binlerce yıldır süren sarmala hapsediyor. Tüm evrensel değerleri yok ediyor. Öğrencilere verilen aynı ekol aynı tür eğitim iflas etse de sistem iktidar merkezli bu metodu hala yönetiyor. Dayatıyor.
 
Yani nüfuzu elinde tutanlar nüfusun yarısına özel veya devlet okullarında ayni pencereden hükmediyor. Bu model; aile, okul ve devlet üçgeninde gittikçe bilimsel ve demokratik temelden uzaklaştırılıyor. Çağdaş eğitim resmen hayal oluyor. Zaten sistem bilimden ve estetikten yoksun. Varsa yoksa dinbaz takipçisi bir silsile. Bu gericileşen sistemin uyurgezerleri ise iktidarın tetikçiliğine soyunuyor. Düğün dernek kışkırtıcı bir role bürünüyorlar.
 
En vazgeçilmez sanılan değerlerden kopuldukça da ucuz kahramanlar yaratılarak onlar bileyleniyor. Veya geçmişin en karanlık, iç hesaplaşması halen süren dönemleri yeniden bileniyor. Topu ders kitaplarına giriyor. Dizelere, şehirlere, şiirlere konu olacak bir eğitim sistemi. Zamanda yolculuk hissi veren sistem yıllardır aynı sistem. Ama sözlerle, değiştirilen sınavlarla gizleniyor.
 
Yetmezmiş gibi memleketi tersine döndüren otoriter bir modda her üç beş yılda kökten değiştiriliyor. Öğrenciler resmen kobay görülüyor. Eğitim sisteminin çözülme riskine karşılık din dışına taşan ritüeller ve sürükleyiciliğini çoktan kaybetmiş sosyal siyasal kurumlarla bütünleşiliyor.
 
Mevcut düzene kökten bağlı ve bağımlı düzenlemelerle ziller çalıyor. Ziller kimin için çalıyor, ders teneffüs zilleri ne zaman birbirine karışıyor hiç anlaşılmıyor. Sistem eğitim ve öğretimin tüm resimlerini iki cihanda muhteşem bir boşluğa sürüklüyor. Genetik inkârcılık modası ruhen yaygınlaştırılıyor. Sonuç sistemsizlik.
 
Hem de eğitimde…

17 Eylül 2017 Pazar

FINDIKTA BİR NEVİ CEZALANDIRMA…

FINDIKTA BİR NEVİ CEZALANDIRMA…
 
Bu yıl fındık Bakan ve bakanlık düzeyinde açıklamalara göre sözde 10-10,5 lira taban fiyattan piyasaya inecekti.  İnemedi. İnmediği gibi fiyat 7 liraya kadar geriledi. Bakanın milyonlarca üreticiyi birebir etkileyen vahim olaya sadece baktığı tez anlaşıldı…
 
Fındıkta bakıp da görülmeyen, görülüp de işe gelmeyen çok şey var. Anlaşılmayan konuların başında göz göre göre son on yıllarda ihracat sayısı 150’lerden 10’lara, ihracatçı sayısının üçe beşe inmesi indirilmesi. Üretici resmen çokuluslu firmaların denetiminde yerli yabancı tüccarın vicdanına bırakılmış. İşler ayna neden fiyat artırsınlar ki. Atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş. Ve gelinen son kertede, iyice geliştirilen bu vahşi kapitalist pazarda üretici fındığını yaklaşık on yıldır bir önceki yılın fiyatına bile satamaz halde...
 
Satamaz çünkü devlet fındık üretim fazlası var diyerek kenara çekilmiş, usulden göz boyamacı alımlar yapıyor. Uzun yıllar öncesindeki gibi aldığının parasını da ödeyemiyor. Hükümet on yıllardır fındık ocaklarının sökülmesi ve alternatif ürünlere geçilmesi için üreticiyi teşvik ediyor. Fiskobirlik zaten iflas etmiş. Ettirilmiş. Kooperatif ile üretici arasındaki organik bağ çoktan kopmuş. Ne yapsın üretici devletten medet umuyor ama boş.
 
Yani fındık üreticisi bu yıl da resmen kaderiyle baş başa, zararın da ötesinde zararda…
 
Böyle giderse, ciddi önlemler alınmaz ise Kuzeyde yükseklerden akan toprağı tutan, erozyona kafa tutan; fındık ocakları çok yakında tarihe karışacak. Güç birliği, imece, yevmiye ve ela gözlere güneş kırmızısı değen ve eş zamanlı loş derinlikte toplanan bu altınımsı bereket başa bela olacak. İstikrar yerine düşkünlük kapıyı çalacak...
 
Ve kuzey doğudan batıya beli bükülmüş yatak, batak, yatık bahçelerde ocak diplerinde canla başla toplanan fındık zerresi kor ateş gibi yüreğe oturacak. Atadan baki bir ormanda bala bulanmış fındık tanesinde buluşmalar can yakacak. Cep yakacak. Fındıkkabuğuna saklı dünyalar hayatın cilvesi buymuş, Allah kitap dedikçe fındık rençberliğine tutsak edilmişlik daha da yaygınlaşacak.
 
Kuzey doğudan batıya bir yerlerde, ana baba hatırına üç beş dönümlük bir bal ormanı derinliğinde üçbeş veya on kantar ağırlığında fındık üretme pahasına çotanak çotanak savrulup karşılığını bulamayanlar arttıkça artacak. Oysa deniz yosunundan yoksun, küflü ve garip bilinmezlikte, diplerde yükseklerde toplam rekoltenin %65’ini işte bunlar gerçekleştiriyor. Yani ezilen yine çetin doğayı yenme mücadelesini yükseltenler.
 
İşte bu fındık üreticileri bu yıl ettikleri zararı bir kez daha sineye çekerek yarınlarda nasıl bir yol haritası çizeceklerinin de kararını verecekler. Başka çare yok, bu gemi böyle gitmez. Alaşağı hesap günü yakında…
 
Elbette bir karara varılacak. Gelen yıl ekim dikim, seçim geçim yılı. İşin aslı bir yerlerde, tepelerde bir yanlış var. Yakında anlaşılacak türden zarar veren, zararı dokunan bir hiyerarşinin getirdiği ve dayattığı türden, yalandan çözümlemeler ve çözülmeler var. Yıllardır başa kakılan ‘çok üretirsen kim alacak, o yüzden kesin fındık ocaklarını zaten fındık bir orman yemişi, yerine getirisi bol şunu bunu ekin’ hikâyesi var.
 
Ayrıca fındık denildiği gibi sadece çıtır çerez, çalı çırpı meyvesi değil. Babalar gibi vazgeçilmez bir sanayi ürünü. Boru değil dünyada yılda tam 800 bin tondan fazla fındık işleniyor. Yalnızca çikolata ve benzeri ürünler sektörüne 700 bin ton fındık gerekiyor. Eloğlu karteli kurmuş bu kadar fındıkla 7-8 milyon ton çikolata üretiyor. Fındık asıl bu demek. Ve her yıl 600 bin tondan fazlası şu fakir memlekette üretiliyor. Yedirirler mi hiç. Yıllardır zarar eden zavallı üreticinin dört bir yanını iki ayaklı fındık fareleri sarmış kemirip duruyor. Kan saçan yarayı gören yok, duyan devlet yok. Hükümet yok.
 
Zaten işler kesatlaşınca, zihinler kasetlenir. Ve fesat ile hasetler farkındalıkları ve farklılıkları sonlandırarak bu fındık farelerine bir güzel hizmet ederler. Yaşanan resmen bu…
 
Yani atalar babalar, analar bacılar memleket sevdası ile doğayla bitmeyen kavgada, ölmeyen kara sevdayla tutmuşlar bir fidan dikmişler. Meyvelerini tıka basa hep başkaları yiyecek bir ürün seçmişler. Küçük kıyametler peşi sıra kopmuş. Evliya düzünde, Paşa çimeninde ve değirmen çayırında seyirten çocukların hepsi büyümüş. İçteki çocuklar bir bir ölmüş. Vakti zamanı gelmiş onları yaşatacak ve doğan bebekleri kaşla göz arası büyütecek fındık para etmiyor. Çoluk çocuk tane tane peşine düşülen fındık vahşi serbest piyasada sabır taşını çatlatacak fiyattan bile gitmiyor.
 
Ömürlerinde kendi emeği ve parasıyla bir fidan dahi dikmeyenler bu çaresizliği elbette anlayamaz. Baltayı, orağı, girebiyi kapıp ocakları, fidanları keserek odunlaşanlar şöyle bir geçmişlerine baksınlar yeter. Yanlışlarını şıppadak anlarlar. Çünkü hayatın nabzını elde tutabilmektir mahirlik. Baltayla, girebiyle öykünmek şov yapmak değil marifet.  O yüzden özellikle haneleri deniz boyuna, nehir kıyısına sıralanmış toprakların dışında büklüm büklüm gelişmiş fındık ocağı şelalesi ile şenlenenler, akılları sıra on yıllardır kimleri payelendirmişler bir baksınlar. Besbelli dönüp kendilerine bir baksınlar
 
Zor oyunu bozar o yüzden özellikle gurbetçi fındıkçıların memleket sevdasına asla dokunmamak gerekir. Kısmen kent hayatına bulaşmışlar felsefesi bozuk uydurma gelenekleri gün gelir tanımaz, reddeder. Hele çatmalarında altı cemekli motifleri kazımışlar ve Arapça dualar serpilmişler değişme. Ve kaybolmaz mührü tahta sıcağıyla tam yerine vururlar. Yani öze köz düştükçe, gözlerden sakınılanlar da artık saklanamaz.
 
Diğer yandan yaşı ilerleyenler öncesinde doyamadıkları, ağaçları, ocakları ve ormanı nihayetinde severler. Ondan ötesi tüm faniler için ölümsüz hasat zamanıdır. Bu kez en çok zararı da onların çektiği aşikar. Yol paralarını çıkaramadılar.
 
Her şey bir yana üçüncü dünya ülkelerinde bile üretimi azalt, üretim yapma diye teşvik yok. havadan sudan ödüllendirme yer yurt parası yok. İnsanı toprağına tohum serpmediği için sevindirme nerede var. Sadece şu fakir memlekette var. Alırken verirken iyiydi. Ama gün olur tılsım bozulur.
 
 
Şimdi geleceğin nasıl yok edildiğinin farkına varma zamanı. Dayanaksız kıytırık geri ödemesiz ödüllendirmeler ile fındık tarımcılarının geleceğinin nasıl ipotek altına alındığını artık görme zamanı. Zararın neresinden dönülse kardır.
 
İkili hanelere bir türlü ulaşmayan fındık fiyatına gelince;  bir nevi cezalandırma…

16 Eylül 2017 Cumartesi

SİYASETTE RUHSAL KARGAŞA KÖRLÜĞÜ...

SİYASETTE RUHSAL KARGAŞA KÖRLÜĞÜ...
 
Siyasal kargaşa bazen kader, bazen tesadüflerle şekillenir. Bazen de ruhsal kargaşa körlüğü siyasetin önüne geçer veya siyasal kargaşaya aksi yön verir. Eğer siyasette yer yön bunalımıyla ruhsal kargaşa körlüğü içine düşülürse başta kimlik kaybı başlar. Sonra arka dayı arayışı çıkmazına düşülür. Ve resmen ve anında hafızalar sıfırlanır. Akıl kiralanır. En sonra tekdüze davranıp siyasi gaflet içine düşenler bocalar ha bocalarlar. Bu bocalamalar ise açıkça siyasal kargaşadan çare bulan ve çetele tutan kurnaz tepe siyasetçilerinin işine gelir. Gerilen atmosfer içten dışa yaşanan ruhsal çatışmaların tipik ürünüdür.
 
Üstünlük taslayıp aşırı yönlendirmelerin etkisinde kalan ve bir şeyler ve birilerinin uğruna çabalayan tüm güdük yönetimler her zaman çalkantılı dönemler yaşar. Yaşadıkça yaşarlar. Birilerinin arzularına göre sağa sola savrulan içi boş yaratıklara dönüşürler. Yaratanın kurucu ayarlarının bozulması ve o bozukluğun siyasete bulaştırılması durumunda kandırmaca, yalana kapılma, ilahi gerçeklerden uzaklaşma hızlanır. O uzaklaşma ile bir arada nasıl olunur, siyasal kapkaç nasıl oluşturulur ve hâkimiyeti alınmış hâkimiyet nasıl sürdürülür üzerine uzmanlaşılır. Uzmanlıkla azmanlığı karıştıran, azmanlığı sürdürme kıskacında kıvranan yanar döner ruhlu bozuk siyaset ve siyasetçileri mucizevi boyutta kör ve itaatkar tavra bürünürler.
 
Öyle ki yüce ve itibarlı varlık mertebesine çıkarılan bir aşağılanma ruhu bozuk siyasal sürecin ve dünyanın hâkimi hakimleri, yönetilen yönetenlerin gözünü kamaştırır. Hak kazanılan platformda işveli başıboşluk ve başıbozuklukla önce etkin ve değerli görülenlere tasfiye hareketi başlatılır. Siyasal ve ruhsal farklılığa dayalı her kazanımın önü kesilir. Siyasal yağmaya ve bildik yığılmaya yol verilir. Özgürlüğün ve özgürleşmenin çemberi daraltılır. Ve içerde biriken sebebi nefti ruhsal çaresizlik, dışarıdan müdahalelerle giderilmeye çalışılır.
 
Bu öyle bir ruhsal kargaşa körlüğüdür ki Ben şu fakir memleketin Lokman Hekimiyim böbürlenmesine dek gider. Hâkimiyet tahta çıkmak ve günah çıkarmak babında tescillenir. Hak ve hakikat tecelli eder sözü unutulur. Sekterleyen Mirkelam bin kelam edebiyatının ipine sıkıca tutunulur.
 
Tüm tutum ve tutunmalar yetmez, yalap çalap yapılanlar mubahtır ve elbette dahası var ruhsal kargaşa keskinliğinde; kuralsızlık iç çalkantıları artırırmış, iç çatışmalar dışa vururmuş,  ak kara aleme aksettirilirmiş, tebaa utancından kavrulurmuş, tabansız dayanıksız kondurmalarla egemenlik bireyselleştirilirmiş hiç umursanmaz. Varsa yoksa programlanan ruhsal çelişkilerin ve ruhsal garabetin siyasi çıkar devşirmeliğidir. Delegasyon derebeyliğidir. Elde kalan ise her zamanki gibi karanlık ve korumalık şaşasında, krallık ve kodamanlık aşamasında  beliren ruhsal şaşkınlıktır. Tüm çatışmalar da işte böyle zamanlarda anında zirve yapar. Belki de arzulanan odur.
 
Bu siyasal kargaşada ruhi eziyet yeni kurbanlarını hemen bulur. Ve o bir arayıp hiç tartıp bulunan binbir suratlar siyaset dünyasının başına bela olur. Duvarlar örülür ve ben dünyanın tek hakimiyim zırvasına payandalık başlar. Peki, bu siyasette ruhsal kargaşa körlüğü ne kadar gider; dereler tepeler aştığını sanılır ama bir arpa boyu.
 
Aslında oynan oyun milyarlarca yıl milyarlarca insanı feda etmenin bu güne denk gelen izdüşümüdür. Yolu oradan buradan geçenler bu gerçeği çok iyi bilir. Bilgiçliğin alevi toprağı saçılır ve yakar. Hazırlanan süreç fikirler kirlenir, ideolojiler bozulur ve gerçek yoldan sapılır sürecidir ama çoğu kere ideolojisinden sapmayanlar sayesinde planlar tutmaz.
 
Ben siyasete tapulanmış, insanlığın bey efendisiyim pozunda ruhsal bozukluk evresine geçerek aymazlıkla plan program, polim kurgulamak kusursuzluğa tapınmaktır. Son on yıllarda dikilen cam evlerde, cam şehirlerde ve camdan bir memlekette yaşandığını unutmaktır. Unutmayla beraber doğruyu yaşadığı hissiyle inancı boş veren ve kırıp dökme arzusu ruhu sarar. Bu siyasal ruhsuzlaşmaya neden ise pek yok gibi gösterilen derin fikir ayrılıklarıdır .
 
Sonra sonrası malum parasal terazide ağır basan ruhsal kargaşa körlüğü yaşayan siyasal portreler. Ve o portrelere piyonlaşma. Yıllardır tüm isimler ve olaylar birbirinin benzeri. Envayi çeşit bir aynılık. Sıradan manevralar. Yıllar içinde benzeşilmiş bir ruh körlüğü.
 
Ben efendilerin efendisiyim, buraların tek geçilen yöneticisiyim at cambazlığı baş edilemez sayıda düşmanlığı da yaratır. Bu kurgusal öyküler asla şaşırtmaz. Çünkü her seferinde siyasette aynı grift ruhsal kargaşa ve ruhsal kargaşa körlüğüne kölelik prim yapar.
 
Sürdürülmek istenen işte budur. bu siyasal kargaşa ruhsal körlüğünün sadık takipçilerine duyurulur; asla aldanmayın siyasette ruhsal kargaşa körlüğü içine düşmüşlerin kitlesi kütlesi bulunduğu kadar yer yakar…

14 Eylül 2017 Perşembe

KÖR IŞIK SİYASETİ

KÖR IŞIK SİYASETİ 
 
Siyasette değişkenliğin doyumsuzluk noktasında etkisizleşmesi ile siyasal kara delikler oluşur. Aykırı ışıklar körelir ve kör ışık siyaseti film üstüne film çevirerek prim yapmaya başlar. Yani çöküş resmen başlamıştır. Bu gün için yaşanan gayrı resmi dilekçeli, imalı imzalı haliyle tamamen budur…
 
Ama her çöküş sonrası en kör noktaya bile yeniden ışık tutulur. Alternatif teoriler de ışığın için hapsedilir. Ve asla tek adam merkezli veya enkaz yaratacak güdük mizaçlı olmayacak bir yönetsel geleceğin tanzimi gerçekleşir. Ve yüz yıllık çınar özde sözde birliktelikle bu çöküş günlerinden kurtarılır.
 
Bu uğurda öylesine kılavuz yol göstericiler vardır ki kör ışık siyasetçileri anında onların önünü keserler. Kısır döngü edebiyatıyla, dedikodu ve ispiyon mekanizmasının işletilmesini sağlarlar. En acımasız yakıştırmalara daima hep göz yumarlar. Yetinmeyip elden geleni ardına komazlar. Oysa bu kokuşmuş tavrın getirdiği kalkınma kıskacında gelecek kuşaklara düzensizliği ve adaletsizliği aktaran bir duyurudur. İşte bu günlerde yaşanan resmen budur.
 
Resmen eğriyi doğruyu söylemenin suç sayıldığı günlerde, değişimin devrimin zamanıdır demenin ise günah olduğu saatlerde basiretsiz siyasilere düşen durumdan vazife çıkarmaya endeksli bir tür ışık siyaseti körleşmesidir.
 
Bu yüzden klişe kalıplarla perdelenen, ışık saçanları da körleyen bir yığın rezalet yaşanır, yaşatılır. Doğruyu söylemek gerekirse etik çöküş, palazlandırılan dinsel anarşi, yalazlandırılan mezhepsel sinerji ve sözde dünyayı değiştirmek üzerine şartlanmış monarşik tavırdır takınılan. Ne yazık ki bu kör ışık kayganlığında kaygıları gidermek ise günün koşullarını tersine çeviren insani yani çözülmüşlere kalır. Kör ışık siyaseti ve siyasetçilerine yakışan pozda bir kindarlığa kapılanılır. Ne yapılır ise yapılsın özenilen bu imaj cilalı ışık kaydırmacası uzun sürmez. Çünkü çöküşe bir kala son tahlilde etik ve terbiye mahrumlarına bedel ödetmek sıfırdan başlamak gerekse dahi şart olur. Zor durum.
 
Zordur mucizevi dirilişe tanıklık etmek. Zordur ama her çöküş aşamasında gözde eylem insanı lisanıyla ve lisansıyla, politik ve toplumsal düzen planlayıcıları hep ortaya çıkar. Onlar aşırı entelektüeldirler. Memleketine göre bukalemunlaşanlara ve maymunlaşanlara mertçe direnirler. Yerine göre milli, zemine göre dini, azılı gelenekçi kesilenlerle, negatif ışık saçanlarla çekincesiz restleşirler. Sonuçta kaos ve savaş üzerine kurgulanmış kör ışık siyaseti ve siyasetçilerine haddini bildirmek, bir amaç ve hedef birlikteliği kurmak tam burada kayda geçirilir...
 
Değil mi ki kör ışık siyasetinin girdabına çakılmışlık erdemli olmak ve erdem peşinde koşmakla önlenir. Bu uzun soluklu direniş elbette eleştirildikçe eleştirilir. Lakin toplumun bakış açısı her zaman kalıcı inançlara kemikleştirilemez. Ve her çöküş ertesinde sığ ortak bir dil ve yapay din inancı ile saltanat kurmak da bazen zorlaşır.
 
Kör ışık siyasetçilerine göre mühür, kaşe, plastik damga kimdeyse siyasal karadelikler yaratmak da onların hakkıdır safsatası eninde sonunda toptan halledilir. En karadeliklere bile yeni bir ışık sızar. Sızar çünkü her çöküş sonrası pusula sollanır. Ezilenlerin trajedisi daima geleceğe ışık tutar.
 
Kör ışık siyaseti militarist argümanlarla güçlendirilse de, kör ışık siyasetçileri disiplinist  kurumlanmayla cakalansa da boş. Çünkü topunun felsefesi de politikası da karadır. Bunların yarattığı sadece karanlıktır. Tapındıkları kara deliktir. Kara deliklere hapsolmuş kör ışık siyaseti ve siyasetçiliğidir. En iyi bildikleri sadece budur.
 
Budur ancak kukla yönetimlerin piyonlarından olmaktansa özgür siyaset yolcularından olmak günün pratiğine yakışandır. Geleceğin teorisine dönük yüzüdür…

10 Eylül 2017 Pazar

KÖR KAPI SİYASETİ KAPI KULLARI…

KÖR KAPI SİYASETİ KAPI KULLARI…

Şu fakir memleket solculuğu, özellikle solu taşıdığı öngörülen ana lokomotif parti son günlerde saplantıları apaçık belli, bir tutarsız eylem, kısır tutum, katı tavır ve sorumsuz davranışlara evrilmiş durumda. Her kongre sürecinde olduğu gibi dağılan, dağınık görüntü veren ve yürek dağlayan bir süreç daha yaşanıyor ve yaşatılıyor…

Sessiz yığınlar da kendi çapında bu çatlak yapıya, çatlak ses verenlere, uluorta yapılan asılsız yorumlara hayal kırıklığı yaratacak biçimde karışıyor, karıştırılıyor. Katlanması zor ama yine bir kör kapı siyaseti programlanıyor ve lanse ediliyor. Oysa sessiz yığınların yılgınlığı ve yorgunluğu kör kapılı saraylar sultasını bile tedirgin eder. Edecek güçte.

Eder çünkü bu alengirli yılgınlık ve yorumsal kargaşa gün gelir kendi içinde başlayıp gelişir sonra sivil toplum ve devlet çarkının çehresini bozacak düzeye erişir. En sonra içten dışa totalı yeniden dizayna zorlar...

Ayrıca popüler kültürler bazen özgür bir toplum olma yolunda tılsımlı bir anahtar bile olabilirler. Ancak kilit asma kilit ve de çok çok eski olunca kör kapılar nasıl açılır veya kör kapı siyaseti nereye açılır işte mesele budur. İşte bu bilinmezlikler meseleyi büyütür ve çözümü siyasi mezarlıktır. Sonuç siyasi meftalara sonsuzluktur.

Değil mi ki siyasette her kör kapının ve tüm kör kapıların gündelik hayat pratiği içinde itaate dönük bir rolü vardır. Direncin dengelenmesi ise sivil itaatsizlik ve alternatif üretimlerdir. Şimdi kör kapı siyasetinin apolitik kamerasından ucuz yollu çekilenlere bakarak kültürel birlikteliği özgür bir toplum olma yolunda bedavaya harcamak ise sınıfsal kusursuzluğu zedeler. Kör kapıları daha da körleştirir.

Şu fakir memlekette her türlü sıvılaşma, sağcılaştırma yöntemlerine karşı dozu artırılan faşizan dayatmalara karşı solculuk akıl ve cesaret gerektirir. Cahil cesareti ile aşırı kompleks basma ve koftiden sebeplerle kariyer yarıştırma ve tabansız atışmalar ile sadece aracısız iş görülemez konuma ve bağımlı kurumsal düzeneğe sürüklenilir. Bu noktada mevcudun devamını savunmak bu katıksız kompleksli tiplere kalır.

İşte siyaseten o düşkünlerden olmamak adına kör kapı siyasetinden bizzat ve resmen uzaklaşmak gerekir…

Yoksa ilahi boyutlu ve çılgın aksesuarlı bu kulvarda, kolay kullanılacağı besbelli  kapı kullarınca rasyonel aklın ötesinde dedikodu ve jurnal destekli refleksler gösterilir. Bu şartlı refleksin adına da siyaset denir. Oysa baş tacı edilen kör kapı siyaseti ve kör kapı siyasetine kapı kulluğudur…

Şu fakir memlekette ustalık ve devrimcilik kılcallaşan kör kapı siyasetinin uzağında kalabilmektir. Böylece inatla darboğaza sokulan zeminde, kamuoyuna açık yersiz yurtsuz tartışmaları üstünlük sağlama aracına dönüştürenler tek tek açığa düşürülebilir. Önünde sonunda düşerler.

Çünkü kör cahil imaları ve imanları kurcalayarak, az bulunur insanları harcayarak siyasette kör kapıların açılacağını sanmak postmodern körlüktür. Külüstür zihniyettir…

Sözde azizler ve azizeler yolunda kelle almak ise cesaret veya marifet değil bizatihi beyin uyuşmasıdır. Asla etik olmayan sınırsız sığ afyonlanmadır. Yergi babında siyasal bahtlanma girişimleridir. Asla mubah görülmemesi gereken bu siyasi körlük ve kör siyasete kapı kulluğu siyasette yenilenmeyi güncelleyemez. Kadrosal hareketi örgütleyemez. Sadece kör kapıların ardında sahte düzmece iddialarla güncellemeler yumurtlar o da resmen kapitalci küreselleşmeye hizmettir. O halde sol modern dünyanın küresel dünyaya itirazı için miladı doğru başlatmak, siyasetteki kör kapıların yıkılması ile mümkündür. Baştan ayağa açıkça kendilerini kullandıran kör kapı siyasetinin kapı kullarının alaşağı edilmesi ile mümkündür.

Bu yıkım işçiliği ise en başta kör kapılar ardında siyasal geleceği masaya yatırılanlara düşer…  

Şu fakir memlekette önyargı, yargısız infaz ve insafsız ithamların bırakacağı izin kolay kolay değişmediğini bilerek şark kurnazlığına soyunmak ise birebir kör kapı siyaseti kapı kulluğudur. Demek ki kör kapı siyasetine kapı kullarının kuluçka dönemi başlamıştır. Kıyıdan kenardan sabit ve düz mantıkla olaydan vazife çıkarmak ise resmen siyasi körlüğe havale çıkarmaktır. Bu havarilik de kör kapı siyasetinden beslenmenin ve beslenmişliğin dik alasıdır. Kapı kulluğunun açık göstergesidir.

Bu günden yarına savunma maksatlı hangi keskin söylemler atılırsa atılsın sadece ahde vefa suçu sabitlenir ve koşulsuz komikleşilir. Çünkü ciddiyet en başta bozulmuştur. Aklı yeten kara kalpaklı birileri de çıkar bu oyunu bozar. Çünkü kirli kapaklı oyunlar ve ben merkezli açılımlar uzun vadede tutmaz.  Asla tutmaz. Elde kalan sadece kısa vadeli kazanımlardır. Oysaki reel siyaset uzun soluklu bir yolculuktur.

Bu kutlu ve kutsal Yolculukta yol kenarları ise kör kapı siyaseti yapanların ve yaptıranların, körleme siyasete kapı kulu devşirenlerin ve kapı kullarının mezar taşlarıyla süslüdür…

Şu fakir memlekette kör kapı siyasetini ve ne yaptığını bilmez kör kapı kulu siyasilerini ağız dolusu, yakın uzak belgeli, ilgili bilgili çekimli fiillerle anlatmak mümkün. Ama şu fakir bencileyin anlatı şimdilik anlayanlara türden kısa bir anlatı. Onlar kendilerini bilirler manzumesi.


Kör kapı siyaseti kapı kulları şunu bilsin ki; enine boyuna, tersinden yüzünden, yüz yüze direkt, doğrudan ve en anlaşılır uzun uzun anlatılacak birçok şey var. Şimdilik üstü örtülü ve duvar örülü yığınla konu var. Kolay anlatılır çünkü süreç o süreç. Ve de o günler nasılsa çok yakında…

7 Eylül 2017 Perşembe

FINDIK EMPERYALİZMİ

FINDIK EMPERYALİZMİ
 
Çotanak nedir, fındık çeç olduğunda tek tek nasıl toplanır bilmeyenler, harer sırtında ter dökmeyenler, kabukluyu patozun kuvvetle emici hortumuna kıvamında vermeyenler elbette üreticileri anlayamazlar. Üreticinin derdini bilmezler. Veya bilir ve anlarlar ama işlerine öyle gelir. Hele köşeye sıkıştıklarında fındık çerezlik bir orman meyvesidir deyip aradan sıyrılmaya çalışırlar.
 
Oysa fındık öyle eften püften bir dağ meyvesi değil. Çalılık fundalık ürünü hiç değil. Çim halı gibi özen gösterilen, yıl boyu bakılıp kollanan enfes bahçelerin ürünü. Fındık neredeyse seracı ihtimamı gösterilen bir yemiş türü. Sanayi hammaddesi. Bu yüzden küçük veya büyük hiç fark etmez, fındık üreticisi de sahipsiz bırakılıp yalnızlaştırılacak üretici değil. Dokuz on milyonluk bir kitle.
 
Mesele ekonomik açıdan irdelendiğinde de manzara ayni. Emperyalizmin son on yıllarda Karadeniz’e neden tuzak üstüne tuzak kurduğu besbelli. Buna kimyasal gübre, ilaç, dönüm parası ve HES’ler de dâhil. Çünkü şu garip memleket dünya fındığının yüzde yetmişini tek başına üretiyor. Ve fındık şu garip memlekette şu harman günlerinde tek elden oluşturulduğu bariz kıytırık serbest piyasada 2 Euroya zor satılıyor. İki buçuğu ise bu hasatta zor görür. Avrupa’da ise 8 Euro. Maharetli mevcut iktidar sözde 10 lira taban fiyat açıklamış ancak kilo maliyeti devlet kurumlarınca 10 liranın üzerinde açıklanmış. Demek ki fındık değerli bir ticaret ve sanayi hammaddesi ve emperyal aracı ve komisyonculara acayip bir rant kapısı. O yüzden memleketin devlette devamlılık esastır gereği değişmez bir fındık politikası olmalı.
 
Her şey bir yana fındık şu garip ülkenin dişe dokunur düzeyde dışarıya sattığı tek tarım ürünü.  Yıllık girdisi onca karşı darbeye rağmen 2, 3 milyar doların üstünde. Daha ne olsun.
 
Ayrıca kim ne derse desin gerçekte Karadeniz solundan sağına, batısından doğusuna fındığa bağlı bir hayatı sürüyor. Ancak fındık bahçelerine emperyalizm öyle bir dadanmış ki aile odaklı küçük fındık üreticilerine dek can çekişiyor. Fındık borsasını yöneten emperyal firmaların vahşi kapitalist yaptırımlarıyla şimdilik fiyat bazlı yaygın aile üreticileri canından bezdiriliyor. Emperyalist sömürü küçük büyük üreticilerin bu işten uzaklaşmaları, alternatif ürün takası, verimli bölgelerde ocakların kesilmesi, arazilerin yok pahasına kendilerine devretmelerini veya emperyalizme göbekten bağlı büyük fındık kantonlarına dönüşmeyi güdülüyor…
 
Fındıkta iktidarın uzaktan uzağa izlediği ağır bir sömürü ve en küçük üretim bahçelerine bile bulaşan emperyalizm olgusu gün geçtikçe daha da egemenleşiyor. Renk verilmiyor, kıpırdanmıyor. Oysa bu mevzuu din iman merkezli gözden kaçırılan veya Allah kitap dayanaklı rıza gösterilen yaklaşık on beş yıllık bir mevzu.
 
Din kitap bir yana doğru mevzuu bahis şudur; “ Mevcut iktidarın ilk dönemlerinden itibaren yaklaşık on yıl memleket fındığının yüzde yetmişini iktidara yakın tek bir firma ihraç etti. Yani üreticinin zararına ismi cismi belli bu kraldan çok kralcı fındık tüccarı namına büyük bir rantsal tırpan söz konusu. Memleket menfaati düşünüldüğünde onlu milyar dolarlık rakamlara ulaşabilecek bu yerli tekelleşme çokuluslu emperyalist firmaların da gözünü döndürdü. Tezelden bu yerli işbirlikçiyi satın alarak aradan çıkardılar.
 
Geçen üç beş yılda emperyalizm ağlarını sıkı ördü ve şu garip memleketin fındığının yüzde yetmişine ‘göstermelik’ ihraç adı altında resmen el koyuldu. Yani çok uluslu sermaye mevcut iktidarın uyuması ve uyutulması neticesinde fındığı kendisi alıyor kendisine satıyor konuma evrildi. İşin kötüsü artık şu garip memleket fındığının yarısından fazlası tek bir çokuluslu firmanın tekelinde. Hal böyle olunca elbette memleket dâhilinde rekolteyi ucuza kapatıp, kapitalizmin tutsağı serbest piyasada fiyatı artırmayarak dünyaya hükmeden fabrikalarına ucuza hammadde gereksinimini karşılayacak. Çünkü şu garip memleketin fındığını yarım lira, bir lira eksiğine kapattığında milyar dolarlar kazanacak…”
 
Yetmezmiş gibi emperyalizmin dayattığı doğrultuda son on yılda yıllar evvel memleket fındığını sekiz on dolar arasında dünyaya satan Fiskobirlik iyice çökertilmiş. Arkasızlaşan üreticiler vahşi kapitalizmin temsilcilerinin acımasız ellerine terkedilmiş. Şimdi şu garip memleket ürettiği fındığa yabancılaşma sürecini yaşıyor. Yaşatılıyor. Yarınlarda elden yok pahasına zararına çıkardığı fındığından dünya markalı vakumlu poşetlerde bir avuç yiyemeyecek. Garip bir fındık emekçisi Aksu aslı astarı bu kadarını biliyor ise kalanı erinde geçinde Fındık krallığından süper emekli Ferrreroya binen Zapsuya sorulmalı.
 
İşte bu ve benzer sebeplerle son on yıllarda fındık hep kilo maliyetinin altında gidiyor. Piyasada resmen para etmiyor. Ve fındık üreticileri göstermelik ve anlık veryansın ediyor. Dört veya beş yılda ele geçirilen yetki kullanımında ise halinden memnun mevcut iktidara basıyor mührü. Yine ve tekrar basıyor.
 
Yani çotanak nedir, fındık geç çeç olduğunda tek tek nasıl toplanır alasını bilirler, harer sırtında kanlı ter dökerler, kuru yaş kabukluyu patozun vakumlu  hortumuna kıvamında verirler, yağmur ve güneşle köşe kapmaca oynayarak harman ederler de; üreticinin derdini asla bilmezlere, bilir ama anlamazlara ya da işlerine öyle gelenlere meyil ederler. Hele hele sahil boyu köşeye sıkıştıklarında fındık çerezlik bir orman meyvesidir deyip aradan sıyrılmaya çalışanlara tam yol verirler.
 
Sonra ah vah içinde timsah gözyaşları...

6 Eylül 2017 Çarşamba

PASKALYA ÇÖREĞİ

PASKALYA ÇÖREĞİ

Kimselere söylenmez sözler arasında
Kiliseler yıkılır yapayalnızlıktan
Paskalyalarda…
Çamlıklarda çalan dökme çanları çalar çingen çocukları
hanlı pazarda çam sakızına satarlar.
Paslı anahtar paspasın altında yatar.
Ve tuğla tuğla günah çözülür Tuna’da
ıpıslaktır tuğrası toylar ıssız.
Her taşın altında yeşillenir din bezirganları.
Çarmıha çivilenmiş İsa yaşamın içindedir
Çağlar çağladıkça Muhammed ile söyleşir
Paskalyalarda…
Mumlar yakılır kuytularda yapayalnızlıktan
söner canlar canlarda
ardı sıra cam kırıkları
sönmez asla yürek yangınları.
Yumurtadan çıkar sarı sarı yumurcaklar
sıcacık bir nefesten akar yarınlar
umuda keser yalnızlıklar.
Soğuktur geceler buz keser akıl
her gece her geceden daha fazla beyaz karanlık.
Yatak odalarından sobalıya misafir edilir garipler
Bir gariplik yağar pamuk şekeri pembesi.
Her kış sonu yaz başı sevap reçetesi.
İki alemde de Muhammed yaşamın ta kendisidir
Mısır püskülü denizde Musa ile söyleşir.
Paskalyalarda…
Kiliseler yıkılır yapayalnıztan
Camilerde kırılır mavi çiniler
simgeleşmiş simleri çalınır.
Buzlu kaldırımlarda kılınır gecikmiş cenaze namazları.
Her taşın altında meleşir mezhep bezirgânları.
Çan sesleri akşam ezanına karıştığında
Aklım savrulur yapayalnız
Yanarım yapayalnızlıktan…
Üstüme üstüme çöreklenir buz tutmuş Tuna.
Yüz çevirdiğim ne varsa kapı komşumdur artık
Sanrılar ve tanrılar kızılca kıyametimdir.
Her alaca karanlıkta rahmet adına
softa rahiplerle safta hocalarla hesaplaşırım
istisnasız kara pelerinli rahibelerle halleşirim.
Kırk kilisede geçen gençliğimden beri öyledir
Kırklara varmak uğruna sarı sıcak bir pencere ararım hep.
Paskalyalarda…
Ve Kimseler bilmez paskalya çöreğini neden bunca sevdiğimi…

4 Eylül 2017 Pazartesi

ESKİ TAS ESKİ HAM…

ESKİ TAS ESKİ HAM…

Şu garip memlekete ne kadar ara verirsen ver, dön gel her şey hep aynı kalmıştır. Zaman değişir, çağ gelişir, dünya ileri ileri akar o hep aynı yerde durur, yerinde sayar veya geriler. Sadece dostlar, yakın dostlar ötekine göçmüştür…

Geleceğin habercisi gri bulutlar yağmur olup damladığında bile bu köklü eskimeye çare olmaz. Hatta durum daha da vahimleşir. Laf kalabalığında yalnızlaşılır sadece. Üstelik geleneğin mirası çarçur edildikçe karmaşa ve kargaşa düzenine geçilir anında. Hep aynı farfara hep aynı gargara. Asla fındık kabuğunu doldurmaz, maksadı aşan laf cambazlığı. İsyan gazlı rutubet. Tas kafalılardan ham muhabbet. Gurbet sürdürülen günlere koşut daha bir beterleşme. Ve her eve dönüşte karşılaşılan iyice yaygınlaşmış umutsuzluk. Uyarsızca köy kent umursamazlığı. Kılcal kuruma. Dur duraksız reddolunan ise hep aynı paradoks.

Şu garip memlekette yıllar yılı hep akıl kotalı, eksik ayak notalı bir kapışmadır siyaset. Ekinoks ortası ekinlik ve siyasal hasat. Fırtınadan kalan ise spontane gelişmelerin izindelik, avare peşindelik ve yıllar yılı kronikleşen bir saklanma örtüsüdür başa takılan. Başa kakılan. İklim karışıklığında gittin geldin kırışıklığıdır yüzleşilen. Kendi çapında orijinal bir açmazlar ve aşırılıklar aymazlığıdır saplanılan.

Zaten zoraki katlanılan bu gezegende ‘eski tas eski hamam’ bir düzenektir işleyen. Ne varsa ham etme yarışıdır startı verilen. Sözde ilerici hamasi nutuklar çerçevesinde gerilemeci bir çevrelenmedir çitlenen. Veya hamlıktan devşirme hasdur makamcılığı ve bedavaya bastırma kapmacılığıdır övgülenen. Bozuk makam çığlığıdır okkalanan. İnsanlıktır iç saflaşma ve iç hesaplaşma güzergâhında çürüyen. Spor niyetine sorgulama gevşekliğidir teneke kentlerde tertiplenen.

Ve asla kanıksanmayandır sünepe siper siyaseti. Erketeye yat bekle. Yani yapay projeli dünyalığı kurtarma rejimidir aklı sulandıran, fikri savuran, suyu bulandıran. Akvaryum adaleti, kafes özgürlüğüdür inceden hissettirilen. Palazlandırılan parametre de bozukluktur. Asalet, kutsiyet ve külliyat üçgeninde adaleti unutmaktır kanatlanılan. Hayırlısı Yaradandan, resmen bir tür parçalanmışlık sendromudur serde serpilen. Parça püskül servet tanrısı Mammon’a yakışır hizmettir sistemleştirilen.

Şu Garip memleketten ne kadar zaman, ne kadar vakit uzak kalınsa da gelindiğinde hemen anlaşılır, gazeli güzeli hep aynı kalmıştır. Hep hüzzam makamı. Mevsimler değişir, kesimler el değiştirir dağların alı moru hiç değişmez. Kısa veya uzun her yolculuktan sonra akılda kalan ise limon tuzu ve metezori molalardır. Bir de arttıkça artan yalanla dolanlardır. Ve de dinci faşist bağlamda eşsiz mucitlik. Üzerine kaç cilt yazılsa da nakaratı hep ayni manzume. Hiç değişmeyecekmiş sanılan ayni manzara.

Sadece tam gaz yol verilen filmsel kalkışmalar ve politikal hesaplaşmalardır gidişatı sarsan. Yani banyo keyfinin en dağınık halidir ‘eski tas eski hamam’ metodu ile harmanlanan. Hukuksal boyutsuzluğa resmi kılıf, fırçalanan resme kayıtsızlıktır baş tacı edilen. Ecdat temelli sonuçsuz yarışmalar ile her şeyi olduğundan farklı gösterme marifetidir mal edilen. Eziyet meziyet mezbeleliğidir meyledilen.

Oysa işin gerçeği dünyadaki her şey gösterilenden çok ama çok farklıdır. Sonsuzluğa anlama veya anlayamama da ise hep aynı mantıksızlık somurtur. Ezelden ceza, ebedi mükâfat presidir karşı koyulamayan. Korkulası olan ise gece gündüz düş görenler ile düş dizayn edenler cehenneminde soğuk duş almaktır üst üste. Cumhuriyetçi yol ve yolculuğun cennetsi tortusu ise hep döşleri acıtır. Ayrıca saf tutulan sömürgelerin en iyi coğrafyalarda değil en verimli bölgelerde yayılması gerçekliğidir fark edilemeyen. Ve bam teline her dokunuşta başka bin bir ah ve başka bir yönetme tutkusudur pazarlanan.  O yüzden tüm kavramlar ters yüz edilmiştir.

Şu garip memleketin değişmez ana teması ise on yıllardır lafta ucuza yönetmek ve safça en pahalıya yönetilmektir. Yani edim ve adam kavuran bir memlekettir bu memleket. Bilinen odur ki tüm tırpanların, tüm tiranların bozguna uğraması, eziyetlerin bitmesi, memleketlerin gariplikten kurtulması küçük küçük hikâyelerinin bileşkesinde saklıdır.


O yüzden ‘eski tas eski hamam’ da olsa da, şu ‘ya hep ya hiç’ dünyasında hala bilgece ve ruhları coşturan hikâyeler yazmak ve inatla yaşamak gerekir…