O USTANIN KÖY EVİ…
Her
anlatılışta sonsuzluğu haykıran ve bitmeyen masalımızı yaratan o gözünü
sevdiğim yapraklarla gizlenmiş köy evidir. O ustanın usturuplu desenlere kucak
açmış, maziye kökten bağımlılık duygusu veren o gözünü sevdiğim bağ evidir. O ustanın
köy evi…
O ustanın evi
mısırı patlatan közünü sevdiğim yapraklara sinmiş ahşap bir evdir. Artık inşa edenleri
tarih olan, toprak olan. Tahtalarına kazınmış yakın tarih cilveli cilasıdır.
Kaç gelin almıştır, kaç kızı gelin vermiştir. Kaç göçü bir arada misafir
etmiştir, kaç yasak savmıştır. İki oda, bir sofa ve bir aşenede titrer hala o hayatlar…
Aşenenin
yalımlı ateşinde çorba kazanları kaynarken, kaç çocuk mide gurultuları
eşliğinde sofraya selam durmuştur. Sofanın pencerelerinde asılı aksu’nun
şırıldayan manzarasının ardında saklıdır tüm bu rakamlar. Ve umut daima bir
ümit dolaşır tavan arası kayınlardan kestane dikmelerine kadar.
Acaba kaç
zaman önceydi, hatıralara üşüşen eğreti sarsılmalar ve içten kasılmalar. Üzengisi
boşanmış bir kısrak gibi gittikçe yakalanamayacak, taşınamayacak biçimde
ağırlaşınca mazi üzülür insan. Çünkü korkudan topal eşeğin semerine yapışan
cılız çocuk anılarında ağıtlaşır usta ve o ustanın evi. O evin silueti patlar
her gece köy ortasına. Hayaleti sılaya vurur, yağmur damlaları sarhoşu çinkolu çatısıyla.
Ve köhneleşen zaman çotanakların çatına tüneyince, kaşları çatılır o usta
evinin.
O usta evinin
çatmalarında altı cemekli motifler ve Arapça dualar serpilmiş. Besmelelerin
ortasında Allah ve Muhammed hat levhaları. Kara kalemle çiziktirilmiş ve epeyce
benzemiş ata portresi başköşede. Bir oda dolusu aşk manzumeleri, karındaşların
denizlik imzaları ve özlü sözler. Bir değişmez ve kaybolmaz mühür vurulmuş ki tahta sıcağına mürekkebi
hala ıslak.
Köz düştükçe
öze, gözlerden sakınılan o ustanın evi artık saklanmaz. Yüreklerde eksik kalmış
kara sevdalar, akıllarda tam kıvamına gelmiş sözler. Sarfa nazar anında Çepni
çekiği gözlü veletler öze, söze, göze gülümser.
Sahanlık rafında kutsal kitabın şifresi göğe asılı. Efendisiz
efendilerden öte bir yiğit duruşu sergiliyor ağlaşan ve ağlaştıkça açılan ve
ağırlaşan köysel senfoni. Ve o ustanın evinde ayni sazlar ve sonsuzluk
senfonisi. Keskin bir aydınlanma bağlamında merhamet kıvılcımları kıvrılıyor
ocak başına. Duvarda istem içi, sitem dışı kelime kelime veda hutbesi ve diğer
yanda çözümlemeler ve çözülmeler. Her öğleden sonra kendiliğinden duran saatler
geçmişe köprü ayağı. Geleceğe ise dal köprüler asılmış. Hangi mevsim, hangi an,
hangi gün olursa olsun analar ve komutanlar güllerle bezeli ot döşeklerde uyur,
o ustanın köy evinde.
Mısırı
patlatan köz söndüğünde ise anılara serpilmiş ve dar patikalara yol vermiş
tarzıyla o ustanın köy evinde mutluluğun son perdesi sahnelenir. Doğa doğal
dekordur, gönüllerdeki masalsı yangın rekor seviyededir. Sabun ve lavanta
kokulu tahtalarına kazınmış tüm bu satırlar.
Her şey tek
tek karılmıştır ve yer yarılmıştır, özenle seçilince kelimeler tek tabanca varılır sahte
cennete. Bal ormanından yolu geçenler bilir, okuyanı çok, anlayanı yok
modundadır silik adres. Ve bir kayboluşu ve varoluşu resmeder ilham perisi
tavanlara. Kaç gün ve kaç geceden sonra şelek yükü yorgunluk yağarken bedene
akıl melekeleri meleklere bile sırtını çevirir. Ve bir yaşına tam bin yaşına
ulaşılır o taşkınlıkta. Yazılar zırlayınca delik tahtalı duvarlarda çekim
fiilleri çekilmez ve okunur sadece.
“ Bir fidan
diktin bir yürğe, fidanlar diktin yüreklere. Ama meyvelerini hep başkaları
yiyecek. Küçük kıyametler peşi sıra koparken evliya düzünde, paşa çimeninde ve
değirmen çayırında yine çocuklar seyirtecek. İçteki çocuklar öldükçe onlar
yaşayacak ve dışarıdaki bebekler kaşla göz arası büyüyecek. Ve üst üste
başarılardan, kazanımlardan sonra kayıplar da yaşanacak ve o ustanın sakinleri
ve sakineleri sabır taşı çatlatacaklar.
Bir fidan dikmeye yetmese de ömürler, gerektiğince güç olmasa da
bileklerde bilenecek yine de girebi. fidanları kesmemek için ama odunlaşanlar
için. Ve öyküsever gönüllerde bir avuç toprakta boy verecek yemişlerini daima
başkasının yediği fidanlar…”
O ustanın köy
evi sen başka bir yarsın başka bir diyarsın. Kurda kuşa yem olmadan düpedüz, gece
ve gündüz ve güneş ve ay ile yıldızlarda yaşayacaksın denizcesine. Ve sözlerde
var olacaksın sözleşmişçesine ve de gönüllerde.
Şu arı
diliyle şekillenen şu dört günlük dünyada büyümek, büyülenmek her devrin
değişmez modası olunca o ağaçların yetiştirilmesini sevecek geride kalanlar. Geleceğe
umutları kalanlar yetişeni yetiştireninden ötürü sevecek ve yeni fideler,
fidanlar dikecek akıp giden toprağa. Yaşı ilerleyenler önce doyamadıklarını,
sonra ağaçları, ocakları ve ormanı sevecek nihayetinde. Ondan ötesi ölümsüz
hasat zamanıdır, tüm faniler için.
İşler
kesatlaşınca, zihinler hasetleşince aslında farkındalıklar da sonlanır. Safa
sürülen aykırılıklar, aykırı düşmeler saflaşır ve insafsızlığın hükmüne son
verir. Ancak o ustanın köy evinde sen bir ceviz ağacı, ben bir söğüt, siz bir
orman, biz bir bal ormanıyızdır, onlar ise öğütlere tetikçi. Her akşam ufuk
kızarınca üstü yeşile boyanan bir renk cümbüşüdür o ustanın köy evi. Aklı,
haklı veya haksız anıların sıcağına çeken ve yol bölgesine kurulan sirk
çadırları gibidir her zamansız çekip gitmeler. Hem gökte hem yerde yetkili
olana ve tutmayan fidanlara ağlamakla iç içedir vekâlet yaşamlar. İşte o toprağa
tutunan fidanlar yaşatır dünyayı. Yeşermeyen tohumlar ise meyvesini görmemişlikten
yiyenleri değil ama Allah razı olsun, bereket versin demeyenler suçlar. Onlarında
dünyalık görevleri odur.
Bu işin özü o
ustanın evinde kayıtlıdır. Kıyamete kadar emek çiçeği ve söz ve şiir ve
kitaplardır ustasının gözü kulağı. Şahit olunan dünyayı yaratan ve yaşatan ise
gözünü sevdiğim yapraklara kazınmış gizliliğin gizidir, izidir. Ve yapraklar
ardına saklanan o ustanın köy evi de yüce bir lisan ile o gözün gör dediğidir.
Dünyan
bileğimdeki nabızda atar usta, kara dosyalar ise yedi kat çekmecelerdeki büyük
bir zarfta saklıdır ve üzerinde nama nam katar cinsten adım yazılıdır. O ustanın
köy evinin emanetçisi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder