14 Ekim 2014 Salı

O USTANIN KÖY EVİ…

O USTANIN  KÖY EVİ…

Her anlatılışta sonsuzluğu haykıran ve bitmeyen masalımızı yaratan o gözünü sevdiğim yapraklarla gizlenmiş köy evidir. O ustanın usturuplu desenlere kucak açmış, maziye kökten bağımlılık duygusu veren o gözünü sevdiğim bağ evidir. O ustanın köy evi…

O ustanın evi mısırı patlatan közünü sevdiğim yapraklara sinmiş ahşap bir evdir. Artık inşa edenleri tarih olan, toprak olan. Tahtalarına kazınmış yakın tarih cilveli cilasıdır. Kaç gelin almıştır, kaç kızı gelin vermiştir. Kaç göçü bir arada misafir etmiştir, kaç yasak savmıştır. İki oda, bir sofa ve bir aşenede titrer hala o hayatlar…

Aşenenin yalımlı ateşinde çorba kazanları kaynarken, kaç çocuk mide gurultuları eşliğinde sofraya selam durmuştur. Sofanın pencerelerinde asılı aksu’nun şırıldayan manzarasının ardında saklıdır tüm bu rakamlar. Ve umut daima bir ümit dolaşır tavan arası kayınlardan kestane dikmelerine kadar.

Acaba kaç zaman önceydi, hatıralara üşüşen eğreti sarsılmalar ve içten kasılmalar. Üzengisi boşanmış bir kısrak gibi gittikçe yakalanamayacak, taşınamayacak biçimde ağırlaşınca mazi üzülür insan. Çünkü korkudan topal eşeğin semerine yapışan cılız çocuk anılarında ağıtlaşır usta ve o ustanın evi. O evin silueti patlar her gece köy ortasına. Hayaleti sılaya vurur, yağmur damlaları sarhoşu çinkolu çatısıyla. Ve köhneleşen zaman çotanakların çatına tüneyince, kaşları çatılır o usta evinin.

O usta evinin çatmalarında altı cemekli motifler ve Arapça dualar serpilmiş. Besmelelerin ortasında Allah ve Muhammed hat levhaları. Kara kalemle çiziktirilmiş ve epeyce benzemiş ata portresi başköşede. Bir oda dolusu aşk manzumeleri, karındaşların denizlik imzaları ve özlü sözler. Bir değişmez ve kaybolmaz  mühür vurulmuş ki tahta sıcağına mürekkebi hala ıslak.

Köz düştükçe öze, gözlerden sakınılan o ustanın evi artık saklanmaz. Yüreklerde eksik kalmış kara sevdalar, akıllarda tam kıvamına gelmiş sözler. Sarfa nazar anında Çepni çekiği gözlü veletler öze, söze, göze gülümser.  Sahanlık rafında kutsal kitabın şifresi göğe asılı. Efendisiz efendilerden öte bir yiğit duruşu sergiliyor ağlaşan ve ağlaştıkça açılan ve ağırlaşan köysel senfoni. Ve o ustanın evinde ayni sazlar ve sonsuzluk senfonisi. Keskin bir aydınlanma bağlamında merhamet kıvılcımları kıvrılıyor ocak başına. Duvarda istem içi, sitem dışı kelime kelime veda hutbesi ve diğer yanda çözümlemeler ve çözülmeler. Her öğleden sonra kendiliğinden duran saatler geçmişe köprü ayağı. Geleceğe ise dal köprüler asılmış. Hangi mevsim, hangi an, hangi gün olursa olsun analar ve komutanlar güllerle bezeli ot döşeklerde uyur, o ustanın köy evinde.

Mısırı patlatan köz söndüğünde ise anılara serpilmiş ve dar patikalara yol vermiş tarzıyla o ustanın köy evinde mutluluğun son perdesi sahnelenir. Doğa doğal dekordur, gönüllerdeki masalsı yangın rekor seviyededir. Sabun ve lavanta kokulu tahtalarına kazınmış tüm bu satırlar.

Her şey tek tek karılmıştır ve yer yarılmıştır, özenle seçilince kelimeler tek tabanca varılır sahte cennete. Bal ormanından yolu geçenler bilir, okuyanı çok, anlayanı yok modundadır silik adres. Ve bir kayboluşu ve varoluşu resmeder ilham perisi tavanlara. Kaç gün ve kaç geceden sonra şelek yükü yorgunluk yağarken bedene akıl melekeleri meleklere bile sırtını çevirir. Ve bir yaşına tam bin yaşına ulaşılır o taşkınlıkta. Yazılar zırlayınca delik tahtalı duvarlarda çekim fiilleri çekilmez ve okunur sadece.

“ Bir fidan diktin bir yürğe, fidanlar diktin yüreklere. Ama meyvelerini hep başkaları yiyecek. Küçük kıyametler peşi sıra koparken evliya düzünde, paşa çimeninde ve değirmen çayırında yine çocuklar seyirtecek. İçteki çocuklar öldükçe onlar yaşayacak ve dışarıdaki bebekler kaşla göz arası büyüyecek. Ve üst üste başarılardan, kazanımlardan sonra kayıplar da yaşanacak ve o ustanın sakinleri ve sakineleri sabır taşı çatlatacaklar.  Bir fidan dikmeye yetmese de ömürler, gerektiğince güç olmasa da bileklerde bilenecek yine de girebi. fidanları kesmemek için ama odunlaşanlar için. Ve öyküsever gönüllerde bir avuç toprakta boy verecek yemişlerini daima başkasının yediği fidanlar…”

O ustanın köy evi sen başka bir yarsın başka bir diyarsın. Kurda kuşa yem olmadan düpedüz, gece ve gündüz ve güneş ve ay ile yıldızlarda yaşayacaksın denizcesine. Ve sözlerde var olacaksın sözleşmişçesine ve de gönüllerde.

Şu arı diliyle şekillenen şu dört günlük dünyada büyümek, büyülenmek her devrin değişmez modası olunca o ağaçların yetiştirilmesini sevecek geride kalanlar. Geleceğe umutları kalanlar yetişeni yetiştireninden ötürü sevecek ve yeni fideler, fidanlar dikecek akıp giden toprağa. Yaşı ilerleyenler önce doyamadıklarını, sonra ağaçları, ocakları ve ormanı sevecek nihayetinde. Ondan ötesi ölümsüz hasat zamanıdır, tüm faniler için.

İşler kesatlaşınca, zihinler hasetleşince aslında farkındalıklar da sonlanır. Safa sürülen aykırılıklar, aykırı düşmeler saflaşır ve insafsızlığın hükmüne son verir. Ancak o ustanın köy evinde sen bir ceviz ağacı, ben bir söğüt, siz bir orman, biz bir bal ormanıyızdır, onlar ise öğütlere tetikçi. Her akşam ufuk kızarınca üstü yeşile boyanan bir renk cümbüşüdür o ustanın köy evi. Aklı, haklı veya haksız anıların sıcağına çeken ve yol bölgesine kurulan sirk çadırları gibidir her zamansız çekip gitmeler. Hem gökte hem yerde yetkili olana ve tutmayan fidanlara ağlamakla iç içedir vekâlet yaşamlar. İşte o toprağa tutunan fidanlar yaşatır dünyayı. Yeşermeyen tohumlar ise meyvesini görmemişlikten yiyenleri değil ama Allah razı olsun, bereket versin demeyenler suçlar. Onlarında dünyalık görevleri odur.

Bu işin özü o ustanın evinde kayıtlıdır. Kıyamete kadar emek çiçeği ve söz ve şiir ve kitaplardır ustasının gözü kulağı. Şahit olunan dünyayı yaratan ve yaşatan ise gözünü sevdiğim yapraklara kazınmış gizliliğin gizidir, izidir. Ve yapraklar ardına saklanan o ustanın köy evi de yüce bir lisan ile o gözün gör dediğidir.

Dünyan bileğimdeki nabızda atar usta, kara dosyalar ise yedi kat çekmecelerdeki büyük bir zarfta saklıdır ve üzerinde nama nam katar cinsten adım yazılıdır. O ustanın köy evinin emanetçisi…


Hiç yorum yok: