17 Eylül 2016 Cumartesi

Ey Özgürlük Neredesin?

Ey Özgürlük Neredesin?
 
Ben yol yorgunu garip bir yolcuyum ya, er vakit kendiliğinden doğan dizelerimde gözü dönmüş bahaneler ağırlarım. Arada bir lodoslara kapılmış balkon sevdaları da düşer kucağıma. Tez unuturum. Baktım da pencere camındaki buğulu şiirlere hiç biri sen değilsin. Katarakt inmiş sanki seyrime ve canımı adadığım dizeler ise hayırsız ada yolcusu. Demek ki yıllardır boşa seyirtmişim, rıhtımda selpak satan çelimsiz çocuk gibi ardına. Göz rengimde birikmiş öfkenin soyut resmi. Fırtınanın resmigeçidini, göremedim. Göremeden de gideceğim. Sen de görünmedin.
 
Belki de sen sen değildin, ben bendim. Sen oydun.
 
Evet, geç kalmış olabilirim biraz. Gecikmişim, gecikmişiz birbirimizi bulamadığımız bulvarlarda dolaşarak. Sen kendince haklı, ben sessizliğin sesi sevdalı. Seni sana bıraktımsa ateşin ortasında affet. Sen affetsen bile ben kendimi affetmeyeceğim yine de. Ve terkedildiği sanılan her şeyi aşkı öğrenmeden, öğretmeden, aşka vedaya bağlayacağım kurşun başlı harflerle.  Seçilmiş nağmeler yağıyor arnavut kaldırımlı yokuşlara. İnadım inat ve yorgunum. Bırak olmuş bitmişleri, asla ve asla tamamlanamaz yapbozlarla resmedilmiş sevgileri. Çünkü külliyen yalan ateşler dağlıyor açılan yaramı. İşe yaramaz adamlar kervanında sürükleniyorum, kararmış ak düşlere dalarken sistem. Sana tam uzanacakken ellerimde derman gözümde fer sönüyor. Ve bir bakıyorum başka boyuttayım. Su gibi akıyor bedenim sonsuza. Gövdem küçülüyor, küçülüyor ve kırmızı bir nokta oluyorum bitmeyen kavganın gözbebeğinde. Bebeğim de bak onu anlatamıyorum işte. Yeterince. Bağışlanmak adına Tanrı’dan sonra sana, senin için secdelere varıyor ağrılı başım. Nafile. Anlıyorum çok seferler olacak ucu sana varmayan, tam buldum derken delice kaybedilen.
 
“ külçe aşklar ağlar, ağlaşır,
  hayat ağlaştıkça ağırlaşır.
  Ve bayrak bezinden barınaklardan
  çit arkası tek katlı evlerden, yükseklerden tümseklerden
  külfetli hikayeler depolar
  kül rengi ormanlar “
 
Ağlatır da ağlatır sonsuz ayrılık. Soluklayan sesindeki hüzne kapılıp sellendiğim her an tombolak kollarını açarak üstüme üstüme gelir bozuk düzen. Bu derin kucaklaşmalar anıdır ve sana ağıt olarak arşa yükselir. Dizeler durup sımsıkı sarıyor dağılmış bedenimi, kemiklerim sımsıcak birbiriyle yeniden kaynaşıyor ve doğuruyorum yeniden. Sen yenidünyaya hamileyken, kıpır kıpır sevinçle yerinde duramazken, ben sanki ölüyorum her doğumla. Ağıtı bağıtı böyle işte.
 
Devasa bir arenada beyaz elbiseli beyaz bir dev gibi can havliyle koşuşturuyorum. Al desenli kravatım sana bir mesaj için yumuşak bağlanmış. Arenayı dolduran seyirci gül danesi gencecik. Yaşamdan beklentileri her neyse o. Çok geç uyanmışım uykudan, hediyeler dağıtıyorum boyuna. Boyumdan büyük işlere yeltenmişim sanki. Demet demet öpücükler savruluyor dört bir yanıma. Çıkartıp atıyorum ceketimi, dev posterler imzalatıyorum ona. Aklım sıra tribünlere atıp sakinleştireceğim çıldırmış seyircileri. Klan boyu gelmişsin davetime, ama bilmiyorum ve o yüzden gözlerim aramıyor içindeki bebeği.
 
Bir ateş topu olup yuvarlanıyor arenaya delirtici hayranlıklar. Bilmiyorum gerçekten geleceğe sağırlaştırıcı bir tokat atan bu hastalığı. Haytalığın son perdesindeyim ama haydayamıyorum aklımdan geçenleri. Süzgeçten geçirdiğim onca günün ve anımın bir yerindesin elbet çok iyi saklanmışsın kuytulara, tutup çıkaramıyorum seni dipsizliğimden. Mavi kelebekler uçuşuyor aklımda tazecik bahar kokularıyla. Halelere dolaşıyor sendeleyen ayaklarım. Keyfini süremediğim ne keyifler varmış meğer. Kesin kaçırmışım. Kesinlikle Eylül akşamları suçlu.
 
“ Ateşi çalma nolur şarabımdan
   tütünümden de ölgün şafağı.
   Al şafaklarda yüzer Alsancak.
   Transit madenci geçişlerini de yasaklama
   eylemsizliği sunma kadehime.
   Karşı dururum karşı yakalıyım.
   Direnirim hayatta içmem.
   Kör kuyusunda gönyeyle çizili bir başınalığı
   ve kan uykuda aldanmışlığı da meze yaptırma soframa.
   Ölümüne aç kalırım da bir lokma olsun yutmam.
   Nöbete dursa da en azılı düşman yerleşse de en ücralara düşmanlık
   dünya her dem kardeşliği yaşar.
   Onu bilir onu söylerim“
 
Devasa arenada durdum. Beyaz elbisem üstümde, kefenimdir boynumu vurun dedim. Boğazımda pembe hayallerden boyun bağı. Sıkılıyorum. Artık bir oraya bir buraya çocuklar gibi seğirtemiyorum. Seyyanen kana ve ete bürünüyorum. Tekrar ayrışan kemiklerimi yapıştırıyor sevgi, damarlarımı onarıyor kara sevda. Ama içinde sen yoksun.
 
 
Sanki yalnız ve kocaman bir ağacım. Ne ağacıyım çıkaramadım. Cinsini cibilliyetini tanımam da zaten. Merakım kökümün sürgün verdiği, eğilmemecesine sürüldüğü toprakların bereketliliğine. Dağ bayır gezginliğini özleyişle kırmızı gelinciklerin canlandırılışına tavrım. Tavım sana, sevdim bu dimdirek yalnızlığı. Sevdim ama içimde birikmişsin rüzgar paneli gibi yaprak kımıldamıyor sensiz. Ben zaten bir varım bir yokum. Ne haltlar karıştırdım da bu ayıraçsız sonu görüyorum. Elimde tül yumuşaklığı bir davetiye ve o davete icabet. İçin için yanıyorum, içim burkuluyor. Ey kökü derinde gafil yine en son duydun ve yine geç kaldın. Bu acayip bir son durak çelişkisidir. Son duraktan öteye araç işlemez iner yürürsün zamanında yaşanan. Yollar, kaldırımlar çamur deryası, paçana bulaşır yoksulluk ve yoksunlaşırsın ilelebet.
 
Açık havaya heybetli günler ve romantizm tütüyorken savunulamaz kelimelerle vurmuşsun yoksulluğu bünyeme felek. Olanca zenginliğimi göz açıp kapamadan çalmış yitmişsin. Yitirdiğim zenginliğe mi yanayım hırsızlığına mı? Hırs bürümüş atlas yelkenli gemiyi. Güvertesi inanılmaz zengin.
 
Bir soru var yıllardır yanıtlayamadığım. Sorudan çekindiğimden değil ama hep susmuşum sesli düşünmek zor gelmişçesine. Ta kendisiyim o gökyüzü savaşlarının. Barış gönüllüsüyüm üstelik. Sonsuz maviliğin perdesini duygularına saran öksürüklünün de, ta kendisiyim. İltifatlara boyun eğmeyen ama lakin zindanlarda boğulanım. Kendim olamayışı yaşatıyorsun bana. Nedensiz.
 
İlk gün son gün, o gün bugün kendimde değilim hiç. Sabah ezanları ile selamlanan ne darbesel ayrılıklar yaşamışım bilsen. Aykırılığım ondan. Reçinesine düşmüşüm ayaküstü, ayıklayamıyorum doğanın rengini. Ayılamıyorum kaç kere de hatırlatılsa da o masum denilen kanlı öpüş yüzünden. Kulağım çınlıyor, beynim sızlıyor, yüreğim tekliyor. Anlıyorum artık o sen değilsin.  Sen o değilsin.
 
Ey özgürlük neredesin?

Hiç yorum yok: