29 Eylül 2018 Cumartesi

OYUNCAKÇI BABALAR


OYUNCAKÇI BABALAR

Hayat bir oyundur. Hem de hünerle sahnelenen ve katı kuralları olan bir oyun. Hayat denen büyük sürgünde oyun, ömür ilerlerken köken, tarihsel, toplumsal ve ekonomik etkenler ile yoğurulur. Evrensel kültüre uzanan yönleri de bazen ağır basar. Hayat oyununda önemli olan asalet ve adalet çizgisinden ayrılmadan asil oyuncular sınıfına dâhil olmaktır. Asla oyuncak olmak değil…

Öyle veya böyle oyunda bir kez oyuncak olunursa hayat iyice zorlaşır. Başta oyuncakçı babalar ve başkaları bu vasıf kaybetmişleri kullanılacak bir araç olarak görürler. Kura boza kullanırlar. Çünkü çaptan düşülünce zayıflık bin bir taklaya rağmen asla gizlenemez. Hep ortaya çıkar. Ve çocuğun elinde oyuncak olmaktan beter günler sunar hayat. Hiçe sayılmak gün gün belirginleşir. Hayattayken hiç olunur. Yani asıl zorluk toymenlerin toynağına tortu olmaktır. Toylukla toylara gelmektir…

Oyuncaklaşmak daima uç bölgelerde, ön tarafta, ilk safta görülüp sonradan evcilleşmektir. Çoğunlukla oyuncak askerlerden olmaktır. Açık havada gece gündüz oynanan çeşitli oyunlarda her seferinde kör ebelere ebelenmektir. Rizikolu görevlere bölünmektir. Belenmektir. Zaten her türlü bitmişlik anında ebesi oyuncakçı babalara kalası hayat hiç vakit geçirmeden genele eğlencelik belli kurallar da içermeyen bambaşka oyunlar tezgâhlar. İcat edere. Özünde hayat mı oyuna gelir, oyuncakçı babalar mı oyuncak piyonları ileri sürer orası karışık. Karışık olduğu kadar da alenidir her türden allayıp pullamalar.

Hayat denizinde oyuna gelen daima yazgı kabullenmesi üst perdeden hayalci oyuncaklardır. Bu oyun araçlığı şaşkınlık verici seviyelere dek yükselir. Yükünü tutanlar oyun içinde oyun yaptıklarını sanarak geçmişte kalmışları ileriye dönük hamlelere sıvarlar. Ama serde oyuncaklık olunca bu küçük oyunlar da kabak tadı vermeye başlar. Ve bu ayak oyunları oyuncakçı babaları asla ürkütmez. Çünkü oyuncakçı babalar oyuncakçı dükkânındaki tüm oyuncakları, figürleri tek tek bilirler. Ayrıca oyuncakçı babalar tüm bu oyuncakları bir fikir, tavır ve arzu hayata geçirmeleri için dizayn etmişlerdir. Her sıkışıklıkta diz dizedirler.

Her batıkta dizaynlanan hayat denen oyunda bilgi, donanım ve yaratı noktasında işinin hakkını veren bir oyuncu olmak en vazgeçilmezidir. Dünya yolculuğunun temel ögesidir. Ancak temel değerlerden vazgeçildikçe oyundan kopulur. Aranan oyuncu olmak biter. Oyuncağa dönüşülür. Bu tersine evrimsel canlanma aslında ebedi yok oluştur.

Şu üç günlük dünyada üç günü de ziyan edenleri, böylesi edilgen duruş ve derin umursamazlık gösterenleri doğanın kanunu af etmez. Zaten bu köşe kapmaca hep oyuncakçı babaların işine gelir. Zamanla işi eline yüzüne bulaştıran toyları toylarda şaplar, şartlar ve doymazlar sofrasına sunarlar. Kural koyucu ve tahammülün son noktasındaki isyan anında şoklanır. Yani hayat üç günlük de olsa sonsuz da olsa her şey oyuncakçı babaların dünyasına göre biçimlenir.

Babalara gelmek ise belli başlı coğrafyalarda oyun içinde oyuna direnmemektir…

AYIRLI CUM'ALAR...

AYIRLI CUM'ALAR...
 
Hakikaten hayırlı cumalar diye diye ayrıştırıldık. Ayrıldık. Ayrıştık. İşin ta buralara geleceği meğer en baştan belliymiş. Anlayamadık. Ayılmadık. Aykırı duramadık. Dinde olup olmadığı bir yana adetten saydık. Ayıp olmasın ama resmen ayan beyan bidatlara kandık. O halde Ayırlı Cumalar...
 
Hayırlı cumalar; yolda, izde, işte, cepte, duvarda, panoda, hemen her yerde. Herkesin dilinde. Olsun. Kim istemez Cumanın da diğer günlerin de hayırlı olmasını. Hayır getirmesini. Hemen herkes. Ama kazın ayağı öyle değilmiş gerçekte. Pisiden, cepten, site işgalleriyle, zarflarla, sinyallerle, mesajlarla, trolleşmeyle olmuyormuş işler. Gülmüyor kişiler. Yine de hadi hayırlı olsun bakalım. Ayırlı cumalar, hayırlı işler.
 
Zaten bu cumadan sonra memleketin ekonomisi de kovboy şirketine emanet. Kovboylara karşı ekonomik cihada sanki yeşil bir çizgi çekildi. Düşmanlıklar bitti. Ekonomi yönetimi kovboy firmasına nakledildi ve devredildi. Teslim edildi. Memleket insanı afla, gafla, lafla meşgul edilirken ekonomi at çobanlarına geçti. Kimsenin haberi de yok. Hayırlısı olsun. Hayırlı cumalar…
 
Bundan kelli kim ola ki hayır şer edebiyatı yapar şüpheyle bakılacak sanki. Memleketi ve milleti saran bu havadan bir an önce kurtulmak gerekiyordu. Çare bulundu. New York'ta yoğun temaslarla diplomatik kanaldan iş bitirildi. Ekonomi ve finans işi yupilere paslandı gitti. Şimdi memleket insanı kovboyların ürünlerini boykot ederken, Reis bu şirketlerin temsilcileri ile yemek yerken, dümene birden onlar geçirildi. Boşunaymış tafralar. Bu ne dümendir çok yakında foyası ortaya çıkar. Olan yine forsalaşan millete olur. Olsun bakalım.  Hak etti biraz. Hayırlı cumalar.
 
Hazine, para pul, altın, külçe, döviz, bol yeter derken büyük ideaya 2023, kofti kovboyların arzusuna kaldı. Turup da her şeyi görecek mi, bilecek mi? Bilinmez. Para finans tablosu böyle. Ayak topunda da durum benzer. Meşin top ayaklarda döndü dolaştı Merkel de kaldı. Yine yaraya tuz basılacak demek ki. Oraya buraya derken yine ortada kalındı. Haslet, hasret, nusret, vuslat derken hevesler başka bahara kaldı. Top yine demokratik kulvarda sektirilecek. Şutlar çektirildi gol yenildi. Tarifi mümkün olmayan bir üzüntü. Hayırlısı olsun. Hayırlı cumalar…
 
Yani ekonomide ve ayak topunda top başkalarına geçti. Milletçe en bilinen ahkam kesilen şeyler  bir günde el değiştirdi. İmaj sıfır. Olsun varsın. Hayırlı cumalar demek yeter. Bu perspektiften bakıldığında durum ala. Bu tercih külliye dışındaki kriz ile beraber memleketin onca modern statlarına rağmen, modern standartlarda seyretmeyen kent yaşamı yüzünden değil nasılsa. Evet, bütün her şey kursaklarda bırakıldı. Organizasyon uçtu gitti. Lobi yine tutmadı. Tanıtım iş görmedi. Futbol üzerinden tanrılaşanlar bir kez daha sıfır çekti. Oysa bu organizasyonu koca Avrupa'da şu zengin memleketin dışında herkes düzenlemişti. Bir tek bu memleket kalmıştı. Olmadı. Olmadı ama niye, yine Yahudi oyunları. Yahudi lobisi. Dış güçler buraya kadar uzanmış. Elleri ne uzunmuş meğer. Yani siyonist toplantılarda top taca atıldı yine. Ondan. O halde ne demeli hayırlı cumalar.
 
Şu muhteşem dinin dünya üzerindeki mükemmel temsilcisi mübarekler bidat söylentileri de varken, aldırmayıp hayır mesajlaşmaları ile oyalanırken nereden çıktığı belli olmayan şekilde şekilsizlere tüm hesaplar devredildi. Kitapları yazıldı. Bu basmakalıp tebrikleşme mailleri ile maksat nereye kadar. Yol almaca nereye kadar. Ufaktan görüldü. Top organizasyonu gitti. Ekonomide bitti gitti. Goller atıldı. Yedik mi; şimdilik öyle görünüyor.
 
Şimdilik bu ikisi bu cumadan itibaren at cambazlarına emanet. Emanetin gerisi başka varyasyonlarla yakında tescillenir. O yüzden bundan kelli kelime anlamıyla bizden de Ayırlı Cum’alar...

HAVA AKIMINA KAPILMAK

HAVA AKIMINA KAPILMAK        
 
Yurt içi ve dışında atmosfer çok karışık. Memleket ve millet hava akımına kapıldı gidiyor. Biraz çevresel, tamamen siyasal bir bozukluk ile başıboşluk kuşattı tüm katmanları. Akışkan bir ortam, dramatize günler ise kapıda bekliyor. Durum tam ambulanslık. Hilesiz hurdasız yaşamakta iyice zorlaştı. Kara kış dönemi yaşıyor memleket. Millet donmuş ve suskun…
 
Robot medya hala fantastik çırpıda çırpınıyor. Durum kolluyor. İş, güç, geçim derdiyle millet çırpınırken onlar atmosfer ne muhteşem değil mi kıvamında. Mahşeri manşet cambazlığı zirvede. Gidişatı yedirme telaşındalar.  Yancılığın da bu kadarı. Pes doğrusu. Kendilerinin sunumları toptan vakıa, diğer yayınlar tamamen ajitasyon. Yani kışkırtma. Akıllar akımların hangisine kapılırsa kapılsın sonu yok. Akıl tutuşması. Buz Çağı. Çünkü her flaş durum anında buz kesiyor.
 
Akım, hele de hava akımı olunca bunca havanın, hava atmanın elbet bir bedeli olacaktır. Havalar bozulur, asfaltlar buzlanır. Mantıksal gerekçelerle bile duracak fren kalmaz. Zaten son sıralarda kesin olan tek şey var kürsü atmosferinden faydalanmak. Paylanmak. Geceden sabaha sırtını güvenilir balyalara dayamak. Oysa hava akımlarına tutulmaktan dolayı kaygılanmak gerekiyor.
 
Bu ve benzeri hava akımları epeyce özveri fedakârlık gerektiriyor. Gönderi anlı şanlı dalgalandırmak çoktan geldi geçti. Şimdi resmen akıl tutulması günleri. Milletin makûs talihi masalı. Büyük necip millet atmasyonu. Millet havadan sudan takılıp, havanda su dövüp, akıl dağıtan hava akımına dayanamaz ise hayat zor. Soğuktan sokakta duramayacak, kemoterapi sonuç vermeyecek, kem gözler yalanlarıyla durum kurtarılamayacak soğuk günler kapıda. Yurtiçi yurtdışı hava akımları dolayısıyla muhteşem atmosfer çok kötü şartlara evrildi hikâyesi de tutmaz artık. Yani yırtık da yama tutmaz.  
 
Yıllar yılı evrim yok, devrim yok derken ağırlaşan dünyada hava muhalefeti yüzünden konkordatolar daha çok birbirini takip eder. Bir Millet Uyanıyor şahikasından bir millet uyuyor, uyudukça batıyor iklimine devrilir memleket. Öyle ki hava şartları değiştikçe akıma çarpılanlar yüzyıllar öncesini de hakkınca taşıyamaz olurlar. Mevsim bunalımı içinde bocalarlar. Periskop aşağı yukarı inip çıktıkça izlenilen doğru mecra kalmaz. Çare kalmayacağı açık seçik öğrenilir. Hava akımını hiçe saymanın sonucu işte budur.  
 
Her şeye zam yağmurları ve gam yelleriyle oradan oraya savrulan memleket yeni ekonomik hipotezler ile tezelden küresel piyasalara endekslenir. Böyledir biten ekonominin xvyz hesabı. Hava akımları yeni yeni hava patlamalarını da beraberinde getirir. Ver papazı al parayı tarzında gerilen hava da yumuşamaz. Buz günler geri gelebilir. Hava akımları daha neler doğuracak ve doğurtacak neleri çalıp götürecek çok yakında görülecek. Ama memleketin her kötü pozisyonunda iyi propagandaya çevirme havasına kapılan yarı milletin, saray rejimi ve rant ekonomisinin sonuçlarına da katlanması gerekir.  Bunlar iyi günler millet daha neler görecek ki görecek.
 
Hava akımına kapılmanın bedeli epey ağır olacak gibi…

ÖLÜM YOLCULUĞUNDAKİ EŞİTLİK

ÖLÜM YOLCULUĞUNDAKİ EŞİTLİK 
 
Memleket otuz yıl öncesinin rantçı yıllarını, rantiye günlerini yaşıyor. Hiçbir yerde yaprak kımıldamıyor. Demir yerinde ağırdır türünden bir bekleyiş hüküm sürüyor. Zenginler yüzde otuzlara tırmanan faizlere yüklenmiş. Garip guraba ise geçim derdinde. Dahası can derdinde. Yani memlekette çıldırık bir düzensizlik hegemonyası egemen. Adı ileri demokrasi odaklı tek adamlık düzeni…
 
Yalan dünyaya yakışan yalan sözcüklerle günler harmanlanıyor. Bu harala gürele içinde bu da yalandan bir makale. Böyle demek kolay ve elbette, ve dahi çaresizlik. Ama kurtuluşu yok binilen bu alametin de, gidilen kıyametin de. Öyle ki bin odalık saraylar, yüz binlik makamlar, milyonluk jetler, milyarlık jestler, trilyonluk uçan hayaller topu topu bir okul üniforması etmiyor maalesef. Canlara kıyılıyor. Resmen adamlık ölüyor.
 
İnsanlar ölür, doğanlar büyür ve yüreklere düşen kor asla unutulmaz. onurlu duruş sergileme aczindeki insan tipleri ne kadar çoğalırsa çoğalsın, yaratılırsa yaratılsın yalanlar ve yapılanlar asla unutulmaz. Günü gelir hesap geriye sarar. Ve slogan patlar.
 
Yaşasın fakirlerin ölüm yolculuğundaki eşitliği…
 
Aslında insanlık ölüyor. Çoğunlukla tek kişilik, bazen de milyon kişiliktir ölüm. Hele de öze kıyım hepten yalnızlıktır. Çaresizliktir.  Zordur. Odur budur ama gurur incindiğinde o melun tercih ağır basar. Ve İnceldiği yerden kopar hayat. Cinnet, cennet ve cehennem üçgeninde bilinmeze yolculuktur paya düşen. Ayrıca bir şeyler öğretmesi ve örgütlemesi içindir ince ayrıntısında gizlenen.
 
İzi gizi kalmadı hiçbir şeyin. Sağ sol derken ondan kalmadı bunu verelim babındaki yeni Ankara rejimi ve rejimin yerleştiricilerinin önleyemediği ekonomik ek krizin bedelini yine fakir fukara ödeyecek. Ödemeye başladı bile. Hemen okullar açılınca hem de. Ahıyla vahıyla, pahasıyla canıyla. Bu vahada daha kışı var yazı var, yazısı yazgısı var. Sanki bu siyasi tercihin ne denli yanlış olduğu madden tescillenecek. Manen ise sebepsiz veya minicik sebeple başa gelen ölümlerle güncellenecek. Sonra köhne sistem sorusu sorgusu, sorgulaması bırakılıp, özüne kıyan mevtanın cenaze namazı kılınır mı kılınmaz mı ya bağlanacak.  İşte meselenin halli bu kadar basit.
 
Yaşasın fakir fukaraların ölüm yolculuğundaki eşitliği…
 
 
Gururdan ölümlerde veya onurla direnilen doğanın kanunu çaresizlikler de buluşur tüm yoksullar ve yoksunlar. Üç aşağı beş yukarı herkes eşittir. Yani dünyada bir türlü olmayan zengin fakir eşitliği son yolculukta da kendini gösteriverir. Varı yoğu darlık, darlıktan bir lokma bir hırka olanların ölümleri ise soğuk ve uğurlanışları ise şaşırtıcı derecede birbirinin benzeridir. Şu yaşlı ve yaslı dünyada tek gerçeklik garip gurabalık ve onların ölüme gidişlerindeki cesarettir. Varlıklının ki bir başka sıcak ve şaşalı ve farklıdır.
 
Dünya kuruldu kurulalı milyarlarca can için arta kalan hep gelip geçici bir rüyadır…
 
Elbette eşitliğe özlem duyar zar zor geçinenler. Onur ve gurur ölçülerinde yaşam mücadelesi veren ana baba ve çocukları. Tümü ölümlerde eşitken birilerince dünya nimeti kandırmacasıyla ayrıştırılırlar. Bir yere kadar işler bu kurmaca kurnazlık. O yüzden ‘Yaşasın fakirlerin ölüm yolundaki eşitliği’ sloganı yerini bulur.
 
Zaten merkezinde insan olmayan, doğayı ve tüm canlıları kutsamayan, dualarıyla bile tüme varamayan, sadece tümden geldiği ile övünen bir irade evrensel dünya özlemine elbette yanıt veremez. Özü de, özlemleri de öldürür. Okula gidiş vatana millete hayırlı evlat olma özlemlerini de. Ebeveynlerin mürüvvet görme dileklerini de. İşte memleket gerçeği bu. Yürek paralayan cinsten. Ne denir ki Merol hakkıyla demiş;
 
Yaşasın fakir fukaraların, garip gurabaların ölüm yolculuğundaki eşitliği…

KERBELA; DİNDE KIRILMA NOKTASI…

KERBELA; DİNDE KIRILMA NOKTASI…
 
Yüz yıllar evvel din ve ahlak örgüsü zenginlik perdesinde kaybolunca ister istemez Kerbela’da korkunç sona yakınlaşıldı.  Dinsel değerler yere ve zamana göre değişince de rota şaştı. Şaşkınlık kemikleşmeyi de keskinleştirdi. O acı katliam yaşandı…
 
Sonrasında iyice kalınlaşan kabuk kırılamayınca da din ve ahlak ülküsü çöktü. Din adına sapkın eğilimler sokuluverdi hayatlara.  Asırlar boyu siyasete endekslenen din ve ahlak öğretileri epey garipleşti. Zamanla çok yetenekli dinbazlar ve dilbazlar dine egemen oldu. Ve sarı zenginliğe dayandırılan dinci siyaset farklı kültürleri din kisvesi altında küçük bölgelere sıkıştırdı. Zaman aktı gitti, bin küsur yıl sonra ayni noktaya dönüldü. Yani Kerbela dinde kırılma noktasıdır…
 
Maddesel yatkınlığın artması ile arsız hırsız saplantılı düşler günaha, sırça köşkler harama ayarlandı. Her gerisingeri sarışta, siyasal dinci katılık, tamamlanamamış din açık seçik etkisini gösterdi. Hem de ahlaken fakirleşmiş, dinen yoksullaşmış kendi katı katılımcılarını, kendi müritlerini de yaratarak. Tıpkı Kerbela öncesi ve sonrası gibi.
 
Çoğunlukla hikâye mertebesinde ertelenir gerçekler. Görmezden gelinir din adına yol göstermesi muhtemel evraklar. Sadece körlemesine ve bireysel vicdanlara hükmeden basmakalıp bir kalıplaşmayı din sayar taraflar. Hele Kerbela şerbetinden içildikçe sözde Tanrı armağanı sayılan her şey anlamını yitirir. Diğer taraftan din budalaca ve tehlikeli biçimde maddi manevi yatırımlara yönlendirilir. Bu yön tayiniyle trajik ve beter acı verecek bir sona sürüklenilir. Durun maazallah diyenler din dışı yaftalanır. Sonsuzluğun şifresi derin sessizliğe ve kurmaca kehanetlere bağlanır. Oysa sona savruluşun hızlandırılışıdır din adına savlanan.
 
Kerbela sonrası yaşananlara benzer insafsız ve hayırsız iradeye hükmedenler yüzünden din adına ileri sayılan her çağda çöker din. Ayrıca din, tin, beden terbiyesi beynin hükümleri dışına itilir. Lafta gelişen dinle aklın dehlizlerinde hapsedilenler bir bir öne çıkar. Doğru beller, dürüst eller, sakınmaz diller dinsizlik safına indirgenir. Vahşileşen din bilinmezliklere maddi manevi yolculuğu başlatır. Haktır helaldir unutulur. Ara geçişlerle din motifli tabela da tablo da yenilenir. Mühür o tersine yenilenişin tam üstüne vurulur.
 
Oysa Dinler tarihinin acı bir gerçeği, peygamberlerin değişmez yazgısıdır; dinler peygamberlerinin hayata vedasıyla bitmiştir. Hatta hayatta iken bitenler bile vardır. Vedaların hemen sonrasında ise ilk ayrılıklar ateşlenmiştir. Ayrıca tüm ayrışmalar da çok kanlı olmuştur. Hepsinde tıpkı Kerbela Vakasıdır yaşanan. Tam bir kırılma noktası.  
 
Din adına hala mazur gösterilen bu katliam, adı Kerbela Tanrı katındaki hiçbir dinin kalıbına sığmaz. Bu olayla resmen dinin yörüngesi kaydırılmıştır. Kutsal Kitap dini orada kan revan toprağa gömülmüştür. Peygamberin soyu tüketilmiştir. Peygamberin soyu sopu resmen yok edilmiştir. İşte o gün bu gün tüm İslam coğrafyası ve İslam ülkeleri bitmez tükenmez kavgaların içine düşmüştür. Düşürülmüştür.
 
Peki, bu kırılma noktasından sonraki Din, bu gün bu dakika itibariyle can hıraş yaşanan, kıyamete dek Kutsal Metninde tek bir harfe dokunulamayacağı ve değiştirilemeyeceği mührü olan din, hangi dindir? Dünya idealleri uğruna maddeci zihniyet ve o zihniyetin kurguladığı böylesi bir dine kölelik Kerbela’ya nasıl bakacaktır. Yüzleşebilecek midir, elbette hayır.
 
Peki, bu sözde maneviyatçı geçinenler, bu maddeci kurgu dinin saflaştırdıkları Kerbela’dan beri uyudukları uykudan nasıl uyanacak. İslam coğrafyalarında ortalık harabeye dönmüş, dört bir yan kan gölü iken bu kanayan yara nasıl izah edilecek. Başa gelen belaların hiçbir izahı yok denemez. Vardır. Belki de Kerbela kırılma noktası kabul edildiği an bin küsur yıllık zulüm de, gerileme de durdurulur. Ama yürekler ebediyete dek kanamaya devam eder.
 
Evet. Çünkü Kerbela dinde kırılma noktasıdır…

GAGAVUZLAR; KAN VE DİN…

GAGAVUZLAR; KAN VE DİN…
 
Epeydir Gagavuzlar üzerine yaptığım kısmi bir araştırmayı bir makaleye çevirmek istiyordum. Kan ve Din adıyla. Ama notlarım karıştığından daha önce yazdım mı bilemiyorum. Ufak bir araştırma yaptım geçmişe dönük ama yayınlayıp yayınlamadığımı da pek anlayamadım.  O yüzden elde kalanlarla bir kez daha tarihe not düşmek istedim. Tekrarı oluyorsa affola…
 
Gagavuz anlamı nedir kime denir elbette çok önemli kısa bir araştırma yapan değişik değişik birçok sonuca ulaşabilir. Ama özünde yüzyıllardır verilen ayakta kalma çabasıdır. Bu çaba bazen dile getirilir ama tek sebepten din yüzünden hep yok sayılır. Öyle ki yaşanan histori ve yazgı hislerin ötesinde içlidir. Gagavuzlar varlığını geliştirememiş görüntüsü verseler de dönemler itibariyle, birçok devlet bünyesinde töreleri ve törenleri ile öz be öz Türk atalarına benzeyen azınlıklardır.
 
Azınlıktırlar ancak asimilasyonlara uğrayarak belleğini yitiren etnik motiflerden değildirler. Her şeye karşın eriyip yok oluştan kurtulamayınca, tarih sahnesindeki Türklüklerinin ispat edilebilir değerleri de kaybolmuştur. İşleri ve izleri takipleri zorlaşmıştır. Ancak yılmamışlardır hiç. Çünkü politikanın ve bilim dünyasının unutturmaya çalıştığı değerlerdir onlar. Bunu iyi bilirler. Özellikle Balkanlarda kaybolanlar, gidenler, bilinmeyenler gibi Gagavuzlar da aynı sonu yaşamışlardır hep. Ya da ufacık coğrafyalara tıkanıp kalmışlardır.
 
İşte o kalanları şimdi de birkaç devlet üzerinde vardır ve oralarda yaşarlar. Onlar ki eğer 2. Dünya Savaşı bastırmasa ana vatanlarına döneceklerdir. Romanya hükümeti ile İsmet Paşa tamamen anlaşmıştır. Ki savaş başlayınca plan bozulur. Onlar Doğu Trakya’ya yerleşmek isterler. Bir bölümü küçük bir azınlık savaş öncesi Trakya’ya geçmişlerdir. Yerleşmişlerdir. Ve hala yaşarlar. Diğerlerine ise kapılar kapanır.
 
Hele de Romanya istila edilince, Besarabia Romanya'dan alınıp Sovyet güdümünde Moldovya’ya bağlanınca bu bölgede yoğun yaşayan Gagavuzlarla yakın ilişkiler kurulması daha da zorlaşır. Güneydoğusu da Bulgarlara verilince ana vatana dönüş projesi hepten son bulur. Demir Perde dağılana kadar bir Türk kolu olan Gagavuzlar orada kendi başlarına kalırlar.
 
İster istemez unutulmuşlardır. Zamanla veya en baştan din Ortodoks, dil ve töreler Anadolu ile birebir benzer kavimleşmişlerdir. Yani Gagavuzların varlığı ve yazgısı Balkanların diğer Türkleri ile ortaktır. Hep ezilmişlik ve asimilasyon. Bugün Romanya'da varlıklarını sürdüren yüzbinlerce Gagavuz vardır. Bulgaristan’da Moldova'da da vardırlar. Başka ülkelerde de. Ana yurtlarına özlem duyarak, sevgi besleyerek oralarda yaşarlar. Balkanlarda Türklük güderler. Evlatlarını Anayurtta okutmak için fırsatlar yaratıp kollarlar. İdealleri artık burada yaşamak değilse bile ortak bağlarının kopmaması için direnirler. Dillerini, törelerini, ahlak öğretilerini o yüzden korurlar hala.
 
Belki de Türk soyunun en bağımsız kollarından, en özgürlükçü kavimlerinden birisidir Gagavuzlar. Gerçi tarihte Gagavuzlar'ın Balkanlar'a göçü ile ilgili birçok yerleşim tanımlamaları da vardır. En makulü Türk soyundan ve boyundan olan Gagavuzlar Tuna buz tuttuğunda yol iz bulmuşlar ve sislerin ötesine kadar yayılarak, yol sürerek, varlıklarını sürdürmüşlerdir. Ama tarih onlara daima yoksunluğu reva görmüştür.
 
Yüzyıllar boyu Tuna boyundan Edirne'ye kadar küçük gruplar halinde yaşamışlardır. Hala yaşarlar. Onca asimilasyon programlarına karşın milliyetlerine bağlı, dillerini, kültürlerini, ahlak ve törelerini koruyarak bu günlere gelmişlerdir. Sonuç olarak töre ve törenler özbeöz atalardandır ancak Hristiyan ve Ortodoks’turlar.
 
Kan ve din…

16 Eylül 2018 Pazar

MAAŞ, BAĞIŞ VE DAĞILIŞ EĞİTİMİ…

MAAŞ, BAĞIŞ VE DAĞILIŞ EĞİTİMİ…
 
Son on küsur yılda eğitim sistemi her yıl değiştirildikçe, üzerinde oynandıkça sistemsizlik zirve yaptı. Hırpalanan model asla istem dışı denilemez türden dini ritüeller, siyasal ve kurumsal yozlaşma dizgesinde biçimlendirildi. Bu anlamsız istila ve istiflemeye zamanla içten dışa direnenler de azaldı. Sanki durum kabullenildi. Maaş, bağış ve dağılış eğitimi reel hayatın formülü oldu. Oysa gerisingeri gelişen hayatın ve rejim değiştiren devletin önsözü; Öğrenciler ve öğretmenleridir…
 
Bu eğitim sistemi memleket nüfusunun yaklaşık yirmi milyonunu direkt, altmış milyona yakınını dolaylı etkileyen ve hükmeden bir sistemdir. Zaten yıllar yılı sistemle mütemadiyen oynanarak zihinler tutsak edildi. Bu tutsaklık artan dozda eğitim yoluyla öğrenci katmanlarına yedirildi. On yıllar boyu başkası ve başka imkânı yok sarmalında reyleşen biçareler yaratıldı. Ve eğitim yoluyla içsel yolculuk sistemin efendisinden, evrenin efendisine devrildi. Sonuç memleket devrildi. Millet daraldı. Maaşlar belli. Maşalar da.
 
Maşallah eğitimde yöneticilik adına uydurma proje sınıfları ayarlayıp salmalanan bağışlara bel bağlayış modalaştırıldı. Bu modda nereye gittiği belirsiz geçerli akçe sağlaması yolu da aşıldı. Hatta veliler akçeyi eksik verince veya veremeyince çocukları düşük şubelere aktarılacak korkusuyla belirlenen miktarı ödemeye zorlandı. İstenecek belki ama üstelenmeyecek sınırı aşıldı. Baştan sona dağıtmak ve dağılış merkezli eğitim sistemi güncellendi. Bilim dışına kayıp, kayba gidişi öğretmek üzere özel maksatlı eğitim kurgulaması bir yana. Diğer yandan kısıtlı dünyalarla kasıtlı eğitim kaç paraya kaç yaşa denk düşer onun hesabıyla sınıf çizelgeleri hazırlanır oldu. On yıllardır yoksulluk ve yoksunluk girdabında direnenlerin çocukları okumasın babında meseleyi toptan halletme yoluna gidilmesi doğal sayıldı. Durum bu maalesef.
 
Zaten on yılardır derinden gizliden zamanın birinde bir fakir memlekette milletvekili maaşları öğretmen maaşlarını geçince memleketin çivisi kopar diyen muhteremden kopartılmaya çalışılan bir süreç yaşıyor eğitim sistemi. Koca sistem dağıtılmış. Şu garip memlekette vekil ve öğretmen ilişkisi de hiç yeni değil. Çok yıllar önce vekil öğretmenler vardı, yine de var gibi. Ama o yıllar eğitimin altın yıllarıydı, öğretimin mükemmel dönemleriydi. Yani sık aralıklarla yapboz öncesiydi. Sadece sıfırdan başlayıp bir zambaklar ülkesi yaratmaktan söz eden, öğretisi “Sizleri bir kıvılcım gibi gönderiyorum alev topu olarak geri dönmelisiniz…” diyaloğunu tarihe kaydeden başöğretmenden esinlenilmişti…
 
Eller aya biz yaya kaldık ve esinti durdu. Devran değişti. Şimdi her alanda Başkan örgüsü.  Tek ağızdan kısır döngüsü. Örgün eğitimin bilimsel temelleri mutasyona uğratılmış. Eğitim öğretim stratejisi çekirdeğine sıkıştırılmış. Hiç önemli değil gözüyle görülüyor. Karanlığa bu denli hapsoluş on yıllar öncesinde yoktu. Şimdi eğitim sözde ışıl ışıl parlıyor. abartılı övgüler ışığında maalesef geriye, tarihin dehlizlerine yuvarlanılıyor. Deistlik bile bile yaygınlaşıyor. Öğretmen çıkanlar açısından bir türlü atanamayış var ama neden ise Ata'ya da tersten bakış var. Hayretengiz bir durum.
 
Bu aymazlık hangi gizli servis projesidir. Öğrenci ve öğretmenlerdeki bu asosyallik, bu tarih düşmanlığı nedendir. Topu toptan anlaşılmaz boyutta. Bu sistematik yavan anlayış öğrencilerden başlayarak topyekûn milleti de geriletiyor. Gerisingeri ilerleyişin vazgeçilmez koşulu ise din odaklı olacak biçimde ayarlanıyor. Dur diyen çıkmıyor. Özellikle ortaokul yabancı dil ağırlıklı bir deneme sınıfında bile haftalık dört saatten fazla din dersi koyulabiliyor. Hafta sonları ise ücretsiz verilecek Kutsal Kitap kursu bonusu var. Resmen dönem fırsatçılığı. Zamane düzen ayıbı.
 
Değiştirildikçe değiştirilen, bu maaş, bağış ve dağılış eğitim modeliyle öğrenci, aile, okul ve devlet bütünlüğünde bilimsel ve demokratik temelden iyice uzaklaşılıyor. Çağdaş eğitim resmen hayal oluyor. Öğrenciler resmen kobay görülüyor. Toplumsal çözülme riskine karşılık din dışına taşan ritüeller ve sürükleyiciliğini çoktan kaybetmiş sosyal siyasal kurumlarla bütünleşiliyor. Eğitim ve öğretim yöneticileri, idareciler gelecekte bu tepkisiz kalışın bedellerini ödeyeceklerini de görmezden gelerek günlerini gün ediyorlar.
 
Yani mevcut kaypak düzene kökten bağlı ve bağımlı idarecilerle ve çarpık düzenlemelerle ziller çalıyor. Ziller kimin için çalıyor, ders teneffüs zilleri ne zaman birbirine karışıyor hiç anlaşılmıyor. Dur duraksız muhteşem bir boşluğa sürükleniliyor.
 
Eğitimde genetik inkârcılık modası ruhen ve bedenen yaygınlaştırılıyor. Sonuç maaş, bağış ve dağılış bezeli eğitim sistemi merkezinde sistemsizlik yaşanılıyor…

3 PİRAMİT: TER, KAN, GÖZYAŞI, TAHTAKURUSU, PİRE, BİT VE ÖLMEYESİYE AZIK…

3 PİRAMİT: TER, KAN, GÖZYAŞI, TAHTAKURUSU, PİRE, BİT VE ÖLMEYESİYE AZIK…
 
Geleceğe büyük eserler bırakmak piramitler bağlamında değerlendirildiğinde yaklaşık beş bin yıllık mazidir. Elbette başka alanlarda daha öncesi de vardır. Ancak her biri insani boyutta değerlendirildiğinde elde kalan ezelden ebede emek sömürüsüdür. Terdir, kandır, gözyaşıdır. Tahtakurusu, toz piresi, bit ve ölmeyesiye azıktır. Ve hiç uğruna ölümlerdir. Azıktır, kazıktır, yazıktır bir yana emanetçi geleneğin dayattığı geçmişten bu güne disiplinli iş temelinde faşist uygulamalardır. Yani maziden atiye emek cephesinde iyiye ve güzele değişen hiçbir şey yoktur…
 
Piramitler, mitolojik çağrışımlar uyandıran, çoğu antik Mısır ürünü karesel taban oturumlu köşeleri zirveye doğru ortak noktada birleşen üçgen prizmalardır.  Birçok bilinmezi bünyesinde taşımasına rağmen özünde Firavunun güneş tanrısı Ra’ya yükselişini simgelerler. Piramit denildiğinde akla ilk önce Mısır gelir ama antik dünyanın vazgeçilmezi piramitler, sadece Mısır ve Güney Amerika'ya özgü değildir. Dünyanın her kıtasında dört bir yanında yakın geçmişe uzanan irili ufaklı piramitlere rastlamak mümkündür…
 
Ancak Mısır’da kral-tanrı Firavunların mezarları biçiminde çeşitli bölgelerde yapılmış yaklaşık 80 piramidin varoluşu ve en çok da Nil’in sol kıyısındaki üç Gize piramidinin bilinmesi dolayısıyla piramit denilince onlar anılır ve ziyaret edilir. Ayrıca Dünyanın yedi harikasından biri sayıldığından ve günümüze dek ulaşan tek sihirli yapı olduğundan Gize Piramitleri diğer piramitlerden daha öne çıkar. Keops, Kefren, Mikerinos olarak adlandırılan bu üç piramit özellikle Piramitler çağını belgelediği için birçok açıdan önemlidir.
 
Yanlış bilgi olmasın ama bu üçü Kahire’de 2551-2560 yılları arasında yaklaşık 70 yılda tamamlanmıştır. En büyüğü 5 ton ağırlığında 2,5 milyon adet taştan inşa edilmiştir. Her bir taş 127x 127×71 cm ebatlarındadır. Toplam ağırlık yaklaşık 6,5 milyon ton olarak hesaplanmıştır. Bu 3 kraliyet mezarı 6 milyon blok kireçtaşı kullanılarak yapılmıştır. İşçiler, köleler, köylüler ve esirler yaklaşık üç beş dakikada bir, her biri 2,5 ton ağırlığında taş blokları yerden kaldırıp, piramitlerdeki yerlerine yerleştirmişlerdir. Kim ne derse der ama piramitler ampirik yöntemlerle sadece iş gücüne dayalı bir sistem ile yükselmişlerdir.
 
Ayrıca kimler adına yapıldığı belli ama kimlerin yaptığı hala muammadır. Nedense piramitlerin gizemleri ile bilimsel manada yakından ilgilenilir de, yetmiş yılda piramitlerin harcına karışan canlar realitesinden bahsedilmez. Oysa günde 20-30 bin arasında İşçi, köle, köylü ve esirler tarafından emek gücü, alın teri dökülerek, kan ter çalıştırılarak yapıldığı tarihsel gerçekliktir.
 
Allahtan yaklaşık otuz sene önce gizemli bir mahzen bulundu da işin rengi değişti. Buranın piramit yapımında çalışan işçilerin, ustaların, ustabaşıların mezarları olduğu anlaşıldı. Kubbeli mezarın duvarları işlemeli ve ihtişamlıydı. Böylesine bir mezarın işçi sınıfındaki birisine yapılması, piramitlerde çalışanların sadece köleler ve esirler olmadığının da bir göstergesiydi.
 
Piramitlerin çevresindeki evlerin ortaya çıkarılmasıyla toprak işlemekten arta kalan zamanlarda köylülerin de gündüzleri piramitlerde çalışıp, geceleri köylerdeki evlerine döndükleri belirlendi.
 
Köyler bölgesindeki mezar kazılarında ise piramitlerde çalışan işçilerin statülerine göre dizayn edildiği görüldü. Ayrıca mezarlarda işçilerin minyatür heykelleri olduğu sanılan sanat eserlerine de rastlandı. İskeletler incelendiğinde omurgaların inanılmaz bir yüke maruz kaldığı ortaya çıktı. Omurgaya binen aşırı yük piramitlere taş taşıma işi yapıldığına ve işin zorluğuna işaretti. Piramitlerin yapımı için on binlerce işçinin ne denli özveri ve emekle çalışmak zorunda olduğu ortaya çıktı. Sadece insan gücü…
 
İnsan gücü o devre göre çoktu. Piramitlerde kullanılan insan gücü büyük oranda kölelerdi. Savaş tutsaklarıydı. Başkaca esirlerdi. Tarlalarında işi olmadığı zamanlarda Mısır köylüleriydi. Kral-tanrı iradesiyle kadın, erkek, çoluk çocuk piramit çalışmalarına katılmak zorundaydı. Yani piramitlerin inşa dönemlerinde firavunlar yüzünden hayat dayanılamaz derecede ağırdı. O yüzden firavunların yolu değişik zamanlarda tek tanrılı üç peygamberle kesişti. Tanrı ve din temelinde insana reva görülen eza ve cefaya isyan başladı.
 
Öyle bir acımasızlıktır ki bu yaklaşık dört bin yaşındaki mısırlı iskeletler incelendiğinde dörtte üçünün ağır yük taşımaktan eklem bozuklukları olduğu saptandı. Yarısında en az bir kaç kemik kırığı görüldü. Firavunlar alt sınıftan işçilere dahi içi hazine dolu görkemli tapınaklar inşa ettirirken piramit yapımında çalışanların sağlığını ve çalışma şartlarının islahını önemsemedikleri ortaya çıktı. İnsanlık onuru ayaklar altına alındı. Ayrıca kemik analizleri yetersiz beslenme ve çok ağır yük taşıma, sürükleme, ittirme yüzünden hastalıklara yakalanıldığını ve sakatlanıldığını gösterdi. Çoğunun erken yaşlarda, otuzların başında öldüğünü de. Hele çocukların düzgün ve yeterli beslenememe yüzünden gelişimlerini tamamlayamamış olduğunu. Yine tek beslenme kaynaklarının çoğunlukla ekmek ve bira olduğunu…
 
O günden bu güne dünyanın dört bir yanında birbirinden habersiz uygarlık tarihini oluşturan, ilelebet saygı duyulması gereken işte o insan gücü, o emek gücüdür. Emeği değil de emek sömürüsünü ve aşırı zenginliği kutsallaştıranların sonu da firavunların sonu gibidir. Öyle bu son din, başka din gelmeyecek diye güvenip firavunluğa özenmek ise tanrısal boyuta ve sonsuzluğa ihanettir.
 
Nasıl ki üç piramit, üç put derken devrimler gerçekleşti, yepyeni dinler doğdu unutmamak gerekir…

FAİZ VE CARİ AÇIK

FAİZ VE CARİ AÇIK
 
Memleketin en büyük ve tek krizi belli aslında. Yaklaşık on küsur yıldır ayni düstur. Destur diyen de çıkmayınca çıkmaza girildi. Gidilen yol yol değil. Ancak mevcut iktidarın artık en küçük bir eleştiriye dahi tahammülü yok. Milletin dediği olur, millet iradesi deyip son yıllarda her muhalifi terörist, vatan düşmanı veya fetöcü ilan etmek moda…
 
Millet iradesinin tecelli ettiği son seçim sonrası lira yabancı para birimleri karşısında birden erimeye başladı. Papaz yüzünden papazın para birimi öyle bir değerlendi ki piyasalar allak bullak oldu. Peşinden enflasyon canavarı azdı. Çarşı pazar karıştı. Hele faiz, faize karşı bir iktidara rağmen faiz günden güne tepe yaptı. Resmen ekonomi çöktü. Reel sektörde acayip durgunluk baş gösterdi. Çare uçuk zamlar görüldü. Ve dibe doğru sürüklenildi.
 
Gelinen nokta şu fakir memleket dünya sıralamasında enflasyonda beşinci, faizde üçüncü ülke durumuna geriledi…
 
Peşi sıra seçim öncesi ve sonrası yapılan hataların sonucunda, ekonomik tedbirlerin zamanında alınmaması yüzünden, destek tabanına şirin görünmek maksatlı tüm faiz salvolarına rağmen iktidar faizi başta %17’lere sonra %24’e çekmek zorunda kaldı. Bankalardaki mevduat faiz oranları ise şimdilik %24 ila %28 civarında. Daha da artacak eğilimde. Elbette bu çekiş kendi dışında gelişmişçesine Merkez Bankası ve hazinenin başındaki ile birinci dereceden akraba denilmeden çekişmelere devam edildi. Görsel manadaki bu çemkirmeleri piyasalar pek dikkate almadı. Oldukça sert görülebilecek bu faiz artışına karşın amarikan parası reaksiyon vermedi. Beklenen rakamlara düşmedi.
 
Demek ki zamanında alınmayan önlemlerin cezasını piyasalar ve dolayısıyla millet daha çok çekecek. Ayrıca ekonomi idaresine çok ciddi bir güvensizlik söz konusu. Yani bu faiz ve faizdeki tarihi artışlar zamanla memlekete dayatılan rejime güvensizliği de beraberinde getirebilir. Şimdilik sorulması gereken soru hani faize karşıydık, faiz yükselmeyecekti sorusudur. Özellikle de Tek adam rejimini övmekle bitiremeyen ve milleti saflaştıranların bu soruyu yanıtlaması gerekir. Tabii ki ekonomi bilgileri yeter ise.
 
Aklı başında ekonomistler buraya varılacağını baştan beri söylerken ve eninde sonunda faciaya yakalanma belliyken, birileri millet millet diyerek, milletin başına bunca derdi açanlar şimdi faizi %50’lere çekseler de kar etmeyeceğini görecekler. Meseleyi ayrıca yıldan yıla artan cari açığa bağlamak da lazım. Şimdi bu cari açık da neymiş dememek lazım. Hem de yerim cari açığı mantığıyla yürütülen ekonomi modelinin patladığı ortada iken. Bakmak ve görmek meselesi aslında tümden.
 
Memleketin kuruluşundan bu yana dönemlere göre cari açığa bakıldığında durum besbelli. Böyle olduğunda elbette faiz yükselir, döviz zirve yapar. Cari açıklar: 1923-1938 döneminde 84 Milyon $, 1939-1949’da 219 Milyon $, 1950-1959’da 1.21 Milyar $, 1960-1969’da 1.76. Milyar $, 1970-1979’da 10.3 Milyar $, 1980-1989’da 10.41 Milyar 1990-2002’de 20.3 Milyar $ olmuş. Yani 1923’ten 2002 yılana kadar toplam cari açık 44,1 Milyar $ civarında.
 
Burası çok önemli; 2003 ile 2018 yılları arasında oluşan cari açık ise 580 Milyar $. Yani hep başkalarının kesesinden yemişiz. şimdi kara kaşımıza kara gözümüze verenlerin hesap kesme vakti. Böylesi bir tabloda elbette faiz de, döviz de zamlar da hız kesmez. Bu hız tuzağında olan yine gariban millete olur.
 
Bu mesele rakamların diliyle çözülecek meseledir. Buraya gelişin müsebbipleri belli, banane ne olursa olsun diyerek işin içinden çıkılamaz. İşte son günlerde memleketin en büyük ve tek krizine bir de bu duruş eklendi…

DARBI MESEL

DARBI MESEL
 
Tüm formatlarda aynı çizik. Aynı eziklik. Birikimi kişilik bunalımları ve tanımlarda zemin kat buhranları. Her zemheride zehir zemberek ayaklanır anılar. Olursa düzeyinde çekilen acılar. Anıların anısı. Anılara yöneliş faili meçul bilançosu derecesinde yürek yakan yüksek zamanlar. Toprağa düşen ilk cemre. Darbeler…
 
Neler çekti şu darbeler mağduru toplum, darbe sonrası türeyenlerden. Kayıp kuşaklar da. Anılardan açıktan açığa koparan zalim operasyonlardan. Operasyon ihaleleri dünya çapında. Çok milletli. Çapsız bir dönem. Hepsi faşist mühürlü. Dahası bölgesel halkın tek kategoride toplanması. Ve derleme toplama anıların kayıt dışında kalmışlığı. Tuzak.
 
Herkes zoraki beyinsel ekonomi yapmadıkça anılar biriktirilebilir. Korkmadıkça da. Asıl marifet ise anı değeri olacak biçimde yaşamaktır hayatı. Ve som altından, sam yelinden, seminsi sezgilerden daha değerlidir her an. Küçükten belirtilenler coşar, gönüller kaynar. Ve taşeronlar ile mertlik kalır geride. Hesaptan bakiye düşülür. Darası da.
 
Dahası ekonomi yapmadıkça anı birikmez, hesap birikir. Hesapta para kalmaz. Anılar paralar, anılar prangalar düşünceleri. Başlar ince hesaplar ve emeklilik fırsatı bulmuş faslı yukarıdan aşağıya paylaşılır. En küçük tanımı budur harcanmışlığın. Oysa marifet bu değildir. Vizyon kaybına uğramak kaçınılmazdır. Çünkü öyle işte cevabı da yoktur. Zira herkes bilir bunları. Öyle bir ağlar ki zevat zıttına gelenleri sıralarken zırtapoz akıl devreye girer. Ve israf eder, ziyan eder canları. Başlar terliksi hayvan bir yarış.
 
Mesele inceden yarışmadır. Cinsi sinsi en çıplak anılar da hatırlatmaz geçenleri. Sürgüler çekilir. Tam bir gizli hırs, isyandır yakalanılan. Saklı aleni plan sırasında güvenceye verilen ceryan akımıdır. Akım takım oyununa bağlanır her şey…
 
Ve ekonomi ters düz edilir. İçi dışına çıkarılır her şeyin. Her gün balkona aynı saksı yerleşir. Saksılarda aynı şey. Hiçbir şey saklanamaz artık. İçten dışa seyreden ne varsa birikintiler, havalı bağlantılar,köprü altına kaydedilir. Ahlar vahlar başlar ancak nafiledir. Her şey her dem o atı alan denizi geçer hikâyesidir.
 
Mesele akla takılan anılar. Biriktiğinde anlaşılır ama herkese kesilen ceza aynı değildir. Eza, cefa, feda da. Kendini fedai zannedenlerin elinde patlamıştır fedailik. Ve ekonomisini düzeltenler devam eder anılara. Düzlenenler ise marifeti kendinden menkul fuar alanı ararlar. Forsa gibi. Yelkenler fora fesatlık artar. folyolanır hazırı bozulmasın diye kırpık anılar.
 
Hala anımsanmayı istemeyen anılar var. Bozma düzeni. Dem düşer…

YARIM ÖMÜR 12 EYLÜL’DE YAŞANMAZI YAŞAMAK...

YARIM ÖMÜR 12 EYLÜL’DE YAŞANMAZI YAŞAMAK...

12 Eylül de o gece yarısı sonrası sabaha karşı bastıran evren tufanına, 78 kayıp-yitik kuşaktan biri olarak genç yaşta bir çok devrimci yakalandı ve bitti. Bittik…

Tarih 12 Eylül 1980 idi. Talihsizlik bu ya yarım kaldı bir şeyler içimizde, dünyamızda ve rüyalarımızda. Yazılası ne varsa yazıldı hakkında ucundan bucağından, bize de yaşadıklarımız veya yaşayamadıklarımız kaldı darbe hediyesi...

Dayanması güç bir dönem, hangi duygularla neyi yazalım ki; darbe sonrası ve bu günkü iktidarlar hep o melun darbenin eseri. İçimiz kanıyor hala, yüreğimiz ağlıyor. Hangi birini anlatalım ki hiç uğruna harcanışların.

Bir çırpıda otuz küsur yıl geçmiş 12 Eylül faşist darbesinin üzerinden. Atatürk 100 yaşına daha yeni girmişti. Sözde ‘Atatürk’ adına, özde kapitalizmin ve emperyalizmin menfaatleri adına düğmeye basıldı. Pentagon merkezli ve işbirlikçi destekli kafalar ülkede her şeye el koydu. Hemen herkese yediden yetmişe musallat oldular pervasızca.

Kırılası putlar kırılacaktı puta tapılır oldu, putlaştırıldı tüm değerler. 17 yaşındaki çocukları bile sahte kemik raporlarıyla astılar, sehpaya göndermediklerini pencerelerden attılar, boşluğa...

Hayasızca ‘Asmayalım da besleyelim mi’ dediler utanmadan, ‘İntihar etti’ dediler arsızca. Omzu kalabalık bir ‘beşibiryerde’ ye peşkeş çekildi koca ülke. Ve ülkenin onurlu, dürüst, yurtsever insanlarının hayatı karartıldı. Geleceği kotaracak, yeniden kuracak devrimci-ilerici gençler zindanlarda çürütüldü, sindirildi, yok edildi…

Yolcusu, solcusu, devrimcisi, ilericisi, demokratı işkenceden geçirildi Allah yarattı denmeden. Gomonisttir, Allahsızdır, mezhepsizdir dediler asıl Allahsızlığı kendileri yaptılar gözü dönmüş caniler gibi.

Şimdi 30 küsur yıl sonra hangi birini hatırlatalım, 12 Eylül’ü görmemişlere ve görmezden gelmişlere...

Kanlı darbeyle etnik ve dinsel ayrımcılığın temeli sağlamlaştırıldı, kart-kurt, çaput-bez denilerek bu günler planlandı. Terör yasallaştırıldı, palazlandırıldı ‘yok ettik` denilerek, el altı desteklendi daha neler neler…

Sokak ressamı Marmaris paşasının takımına kupa bile hediye edildi. Şike o günlerde başladı resmen. O şike abidesi kupa alınlarda kara bir lekedir sağcısına, solcusuna, futbolcusuna…

On yüz binlerce haksız gözaltı, savunmasız tutuklama, sebepsiz faili meçhuller, insanlık onurunu sıfırlayan işkence ve öç alıcı idamlar. Hala hesabı açık, kapatılamamış envanter, insan eti yemiş lanetli bir çiçektir 12 Eylül. Can alan, kan içen, kanla beslenmiş kafadan bacak, etobur bir bitkidir 12 Eylül faşist darbesi.

Ve o günden beri Türk Solu bir daha belini doğrultamadı. O günlerde belini doğrultamayacak biçimde tırpanlandı, doğrandı, yok edildi ülke solu.

Dabbe-Darbe şakşakçıları şaşalı yaşamlar sürerken, daha dün berat edenler, bugün aklanmaya çabalayanlar var otuz yıl süren davalarda. Kimine iktidar tahtı, kiminin kara bahtı oldu bu hain mi hain 12 Eylül.

Ülkeyi yüz yıl geriye götüren faşist bir darbeydi 12 Eylül...

12 Eylül 1980 ve sonrası, yüz yıl geçse de anımsanacak, anımsatılacak ve unutturulmayacak melun bir hastalıktır, kangrendir, virüstür, mikroptur ülkenin gövdesine bulaşan...

Anadolu şark çıbanı gibi ülkenin gül yüzünde durur hala hesaba çekilememiş 12 Eylül ve korku zoruyla yasalaştırılan`faşist darbe anayasası’…

Acımasızca beslemeyip asan vicdansızda bunca yıldan sonra hala utanmadan eser yok. 30 küsur yıldan sonraki yargılamalarda hala ayni şeytan düdüğünü öttürüyor. Marmaris`te hala bu memleketin evlatlarının vergileriyle kuş sütü eksiksiz besleniyor. Kursağında hala dul, yetim, anasız, babasız, evlatsız bıraktıklarının kahır lokması.

Asmayalım da beslemeyelim de Allah’ından bulsun ama Azrail bile tenezzül etmiyor canını almaya. Ötesini artık Allah bilir...

Bu köşeden yazı yazmaya başladığımız, ısınma turları attığımız günden bu güne en zor günü yaşadık yine.  En çok zorlandığımız günde, darlandığımız, dağlandığımız o günü yeniden yaşadık kıyısından köşesinden. Biliyoruz yeterince hakkınca yakalayamadık konuyu can damarından, yazamadık yani yeterince.

Çünkü biz “ Yarım ömür 12 Eylül`ü yaşadık..."

12 EYLÜL FAŞİZMİ…

12 EYLÜL FAŞİZMİ…
 
Seksen 12 Eylül tüm sonraki eylülleri zehir etti. Zehir oldu yıllar. On yıllar önce hayırsız Evren faşisti darbeyle genç yaşlı demeden nice can aldı. Nicesini sakat bıraktı. Faşist Evren cuntası suçsuz nice narin boyuna hiç acımadan urgan çaldı. Nicesi ve ailesi bir daha kendine gelemedi. Zamanında faşist Evren ve Evrencilerin zangoçvari zaptiyeleri yolları tuttu. On yıllar içinde şu garip ülkenin fakir insanları faşizme nice kurban verdi...
 
Elbette rejime kasteden zalimler ve kahpe kalemşorlar önce göz boyadı. Ve memleketin üstüne üstüne inceden çöktü faşizm. Çöreklendi. Özellikle resmi elbise giydirilmişleri ve apolet takılmışları yıllarca kaosu tırmandırdı. Ayrıca devlet içine yerleştirilenler militanlaştırıldılar. Ve egemen güçlerin değme maşası faşist Evren’e düğmeye basmak kaldı. Yükseltilen anarşi ise darbe ile şıp diye kesiliverdi.
 
Evren ve şürekâsı faşistti, faşizmin gereğini yaptılar. Sabah pusundan akşam alacasına apaçık askeri darbe gerçekleştirildi. Şer aktı ortalığa. Allah yarattı demeden faşizm havarileri devrimci demokrat milletin üzerine çullanıverdi.
                                                                                                                  
12 Eylül hep tepede sarı pis bir ampul çıplak sandalyelere oturma ile sembollendi. Eşiklerden içeri kan aktı. Mazgallardan delirtici boran sarktı. Gariplerin kucağına ateş topu düştü. Tavanlar beynin içine içine damladı. Her şey birbirine karıştırıldı, birbirine benzetildi. Kemik sayımları sahte belgeyle idam sehpasına sabitlendi.
 
12 Eylül Seksen’i gören, Evren dönemini yaşayan, yaşamasa görmese de en ince ayrıntılarına kadar da bilen hayat boyu Evren’e düşman kesildi. Ve bir daha hiçbir şeyden korkmadı. Allah’ına kadar korkusuz oldular.
 
Evet çok aktı kan, gök kan kırmızıya boyandı. Gönder gitsin sürgünler, göndere çek bitsin gençler parolasıyla canlar alındı. Evren hiç kimseye acımadı. Utanç verici vakalarda bile Evren’in içi hiç yanmadı. Ama Evren sağlam attı temeli. O saklı temel bu günlere taşıdı memleketi. Türk İslam sentezi.
 
On iki Eylül Seksen yılan başlı homoludensler ve mostralıklar mozolesi. Kulluk ve kapılanmalara resmigeçit töreni. On yıllarca töreler yok sayıldı, gelenekler tersyüz edildi. Evren’e tapıldı, günaha tapınıldı. Çıyan başlı yumuşakçalar balmumundan heykellerle donattılar memleketi. O günlerde Evren’in kağnısına binenler yıllar içinde çıbanbaşlı canilerle iş tuttular. Bir nevi yarınlara ders niteliğinde 12 Eylül tüm bahar esintilerini oburca yuttu. Evrenin evrene yaptığına yürekler dayanmadı.
 
Faşist seksen darbesi on yıllardır memlekete yayılan keskin bir çığlıktır. Duymak, bilmek, anlamak gerekirdi sonradan olacakları. Olmadı. Duyulmadı. Tarih tekerrürden ibarettir tarzında trend hep pisliğe bulaştı. At izi it izine karıştı her defasında.
 
12 Eylül hikâyeleri, darbecik hikayecikleri hiç bitmedi bitmeyecek şu fakir ülkede.  Tam bitti denildiğinde ayni faşist el güçlenecek, güçlendirilecek. Yeniden düğmeye basılacak ve bin beter kıyımlarla yüzleşilecek. Daima emperyal güçlerce kirli savaşa dönüşmesi istenen ve planlanan bir kara yazgı dolaşacak memleket üzerinde.
 
Eğer demokrasi kervanı böylesine feci faşizanca ilerlerse, devir değişmez devran dönmez ise daha çok faşist darbeler veya cunta darbecik girişimleri kör pencerelerin paslı demirlerine asılır. Ve gözlerin yaşına bakılmaksızın nice masum kurbanlar bir bir acımasızca boğazlanır.
 
Evren asla evrenini bulmak da zorlanmaz. Durum, kurum, tarif ve tarih fark etmez. Hep analar ağlar ve gelenler de daima gideni aratır…