24 Temmuz 2016 Pazar

BÜTÜN DARBELERE GÖNDERME…

BÜTÜN DARBELERE GÖNDERME…

Asla ulaşılamaz bir emele, o emelin ameleliğine ve akıl melekelerinin bir kez daha lekelenmesine önsözdür bu zil zurna kalkışılan ayaklanma ve harakirivari girişilen bu figüratif isyan…

Yurtta elli yaş ve üzerini sürenlerin en az kırk yılını çalan tüm darbelere daima karşı duruşları ve darbeli yıllara her fırsatta ağır göndermeleri 15 Temmuz dinci-cuntacı darbe girişimine canı pahasına izin vermeyen halk direnişine bir nebze de olsa kılavuz olmuştur. En azından kılı kırk yaran cümlelerle ve o cümlelerde büyüyen aşırı dozda sitemlerle darbeler ve darbeci mantığının acımasızlığı kamuoyu zihninde hep canlı tutulmuştur. Bu darbe girişimini her kim yaptıysa yaptı ama karşı koyana acımadığının da resmi çizildi, filmi çekildi yirmi iki saat boyunca. An ve an yaşananlara bakıldığında hele bu dinci cunta emeline ulaşsaydı daha ilk günden başlayarak neler yaşanabileceğini kestirmek hiç de zor değil. Üç noktalı ve çok köşeli haberlere de yansıyan, hala böyle olabileceklerini bilmezdik tanımazdık öz eleştirileri ve öz savunmaları ile geçiştirilebilecek bir durum yok, her şey ortada. Yüzlerce can kaybı ölü maviye hükmedecek yıllar geçse de. Ve anımsanacaklar.

Elli yaş üstüler için yine kızardı can rengi. Kanlandı meydanlar. Meydanlarda bu dinci yapılanmaya ilişkin yazılı ve sözlü tüm anlatıların haklılığı da tescillendi. Dinci faşizm dindarlara bile hiç acımadı. Meydanlar tamamen yerel karakter taşıyan, birbirleriyle benzeşen pratikleri olanlara bile dar edildi. Hayali egemenliklerin, boyun eğmelerin yerine kitlesel başkaldırının sınırları biçimlendi. Zaten karşıtlığı öne çıkaran tüm unsurlar her hal ve durumda tüm barikatları yıkar geçer, kendilerine reva görülen tüm sınır ve sınırlamaları da tanımaz. Öyle de oldu o kara gece.

Dinci cunta ahmaklık boyutundaki bu kalkışma da bir şeyi unuttu. Hiç sayıp sevmedikleri ebedi Başkomutan Kara Kalpaklı Sarı Paşa’nın “Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” cümlesinde ifadesini bulan yıkmaya heveslendikleri Cumhuriyetin genel kuralını.
Bir şeyi daha unuttular bu dinci cunta darbe girişimcileri. Darbelere ve darbeli yıllara yapılan göndermeleri. Ve daha çocukluktan dinci cuntaya satıldıklarını ve yıllardan sonra da kofti adamlar, softa subaylar olarak egemen güçlere satılacaklarını, satıldıklarını. Ancak bu kez darbeli matkap insan duvarını delip geçemedi.

“ABD tarafından oluşturulup geliştirilen darbe sosyolojisi, darbe psikolojisi ve vahşi kapitalizm kuramlarının karışımı ile planlanan askeri darbeler yerli işbirlikçileri sayesinde hayata geçirilir ve sadece emperyalizme hizmet eder. Bu tutucu gelenek dünyaya yayıldıkça dünya yaşanılası olmaktan çıktı. Egemen sermayenin çıkarları uğruna kendi yağı ile kavrulan ülkeler dahi anında cehenneme çevrilir, düğmeye basılır ve paslı mekanizma işlemeye başlar. Sözde iyi çocuklar, bizim çocuklar bağlamında mesele tatlıya bağlanır, acıyı ise geniş halk yığınları, yiğit yurtsever halk çocukları çeker…”

Ülke siyaseti evrenselliğini kaybettikçe, ülke demokrasisi bir dizi reform ile güçlendirilmedikçe, karşıt devrim ekonomisi sosyal dengeleri alabildiğine bozdukça bu Amerikancı darbe öğretisinden nasiplenmişler ve gizli işbirlikçiler darbe deneyimlemeleri için meşru zemin bulurlar. Veya ülkenin doğru yönetilmediği doğrultusunda darbeyi meşrulaştırma tabanı yaratırlar.

Bu kez bilim düşmanı bir dinci tutuculuğu benimseyenlerin on yıllardır siyasetin içine konumlanması, devletin her kademesine üst düzeyden sızması, halkın içinde her can alıcı mevkiye konuşlanması, katı ve keskin dinciliklerin kırk yıldır saklanması, sızıntılar görüldükçe her seferinde namazında niyazında sessiz sakin çocuklar denilerek aklanmaları ile gelinen son noktadır bu lanetlenmesi gereken kalkışma. Bunca bitlenme elbette darbe mecralarına ve darbeci maceracılığa bir gün kayacaktı. Kaydı da.

Demokrasi karşıtı, mantık dışı felsefe ve hurafe bir din çerçevesinde sadece biat kültürü ile şahsileşen veya genelleşen, genişleyen ve güçlenen bu fetbazlığa bağlı dinci cuntacı devlet beslemeleri günü gelecek kendi şeri iktidar heveslerini rayına koymak için devlete ve millete karşı harekâta geçeceklerdi, geçtiler de. Hiç de beklenmeyen bir durum değildi aslında. Şimdilik önü alındı belki ama bu istihbaratçı ve komplocu zihniyete karşı uyanık olunmalıdır. Bu dinci monarşist hükümranlığı cereyanına kapılmışlık kolay kolay temizlenemez. Ayrıca bu darbe girişimi sayılan, korsan kanlı hesaplaşmanın kimlere, hangi benzer karakterlere asansör olacağı da sıkı takip edilmeli ve kontrol altına alınmalıdır.

Bu harcamak ve harcanmak ikileminde planlanmış dinci darbe kalkışmasında uzun yıllardır salgın bir hastalığa tutulmuşçasına, göz yumulan, kol kanat gerilen, yaş larla baş edilen, devlette çöreklenmelerine ses çıkarılmayan bu dinci taşeron tipler kadar onlara yol verenler de suçludur. Yılların birikimi haksız palazlanma ve palazlandırmayı yok sayarak,  bu dinci cuntacı kalkışmanın ülkeye yaşattığı bu çöküntüyü sadece emperyal istilacıların pompaladığı kirli bir girişim diye adlandırmak da kolaycılıktır. Bu görüşte aşırı ısrarcılık birilerinin darbe girişimini geçmiş zaman kiplerine bağlamasıyla işin içinden sıyrılmasını kolaylaştırır.  Derin uyku ve uyuzlaşan uyuşmuşluğun hesabını ödemek ve ödetmek ise zaman aşımına uğrar. Varsa bir ihanet ki var toptan ret edilmelidir. Her zamanki alışkanlıkla varla yok arası boş inanç tortuları ile daha çok sürprizlere açık ve çok sancılı geçeceği belli bu süreç yönetilemez.

Önsözü çok önceden yazılmış, giriş ve gelişmesi tamamlanmış bu hikâyeye bir son var ise o da din ve dinci odaklı darbe girişimiyle ülkede bir yıkım, kıyım yaşatılmışlığı ve yaşanmışlığıdır. Devletin her katmanına taraftarını ve müridini yerleştirmiş akıldışı hurafeler ve sapkın ritüellerle donatılmış klişe dinci kiliseci bir yapılanmanın demokratik işleyen bir yönetime askeri kanaldan resmen el koyma girişimidir. Ve bu kalkışmanın cezası da ağır olmalıdır.

Dip not olarak kayda geçecek tek nokta ise şudur. Kalkıp ta hiç kimse son kertede militarlaşan ve militanlaşan bu dinci kiliseci örgütlenmeyi ve uzantısı cunta savrukluğunu mağdur olan tüm günahsızların yaşadıkları yok sayılarak hafifletmeye çalışmasın.

Hafifletmesin çünkü on yıllardır savunulan ve övünülen dinden ve inançtan uzak bu algı ve duygu dünyası bu dinci cuntacı darbe girişimiyle yıkılmıştır, çökmüştür…

20 Temmuz 2016 Çarşamba

BİR ÖMÜR DARBELERLE YAŞAMAK...

BİR ÖMÜR DARBELERLE YAŞAMAK...

Elli yıldan bu yana faşist darbeler ve askeri darbe girişimleri ile geçti elli yaş üstündekilerin ömrü. Hep sabaha karşı uyanılırdı darbeye, bu kez darbe girişimi akşam sonrası yakaladı memleketi. Ve yirmi iki saatte yaşananlar bir yana, tarihte kaldığına inanılan ve yüreüe gömüldüğü sanılan darbelere ait anımsattıkları bile korkunçtu. Hele hele genç yaşta yakalanılanlar hiç unutulmadı, unutulamaz. İzleri mezara kadar da silinemez.

Darbenin ne demek olduğunu ancak yaşayanlar bilir...

YARIM ÖMÜR 12 EYLÜL'Ü YAŞAMAK...

“ 12 Eylül de o gece yarısı sonrası sabaha karşı bastıran evren tufanına, 78 kayıp-yitik kuşaktan biri olarak genç yaşta yakalandık ve bittik…

Tarih 12 Eylül 1980 idi. Talihsizlik bu ya yarım kaldı bir şeyler içimizde, dünyamızda ve rüyalarımızda. Yazılası ne varsa yazıldı hakkında ucundan bucağından, bize de yaşadıklarımız veya yaşayamadıklarımız kaldı darbe hediyesi...

Dayanması güç bir dönem, hangi duygularla neyi yazalım ki; darbe sonrası ve bu günkü iktidarlar hep o melun darbenin eseri. İçimiz kanıyor hala, yüreğimiz ağlıyor. Hangi birini anlatalım ki hiç uğruna harcanışların.

Bir çırpıda otuz küsur yıl geçmiş 12 Eylül faşist darbesinin üzerinden. Atatürk 100 yaşına daha yeni girmişti. Sözde ‘Atatürk’ adına, özde kapitalizmin ve emperyalizmin menfaatleri adına düğmeye basıldı. Pentagon merkezli ve işbirlikçi destekli kafalar ülkede her şeye el koydu. Hemen herkese yediden yetmişe musallat oldular pervasızca.

Kırılası putlar kırılacaktı puta tapılır oldu, putlaştırıldı tüm değerler. 17 yaşındaki çocukları bile sahte kemik raporlarıyla astılar, sehpaya göndermediklerini pencerelerden attılar, boşluğa...

Hayasızca ‘Asmayalım da besleyelim mi’ dediler utanmadan, ‘İntihar etti’ dediler arsızca. Omzu kalabalık bir ‘beşibiryerde’ ye peşkeş çekildi koca ülke. Ve ülkenin onurlu, dürüst, yurtsever insanlarının hayatı karartıldı. Geleceği kotaracak, yeniden kuracak devrimci-ilerici gençler zindanlarda çürütüldü, sindirildi, yok edildi…

Yolcusu, solcusu, devrimcisi, ilericisi, demokratı işkenceden geçirildi Allah yarattı denmeden. Gomonisttir, Allahsızdır, mezhepsizdir dediler asıl Allahsızlığı kendileri yaptılar gözü dönmüş caniler gibi.

Şimdi 30 yıl sonra hangi birini hatırlatalım, 12 Eylül’ü görmemişlere ve görmezden gelmişlere...

Kanlı darbeyle etnik ve dinsel ayrımcılığın temeli sağlamlaştırıldı, kart-kurt, çaput-bez denilerek bu günler planlandı. Terör yasallaştırıldı, palazlandırıldı ‘yok ettik` denilerek, el altı desteklendi daha neler neler…

Sokak ressamı Marmaris paşasının takımına kupa bile hediye edildi. Şike o günlerde başladı resmen. O şike abidesi kupa alınlarda kara bir lekedir sağcısına, solcusuna, futbolcusuna…

On yüz binlerce haksız gözaltı, savunmasız tutuklama, sebepsiz faili meçhuller, insanlık onurunu sıfırlayan işkence ve öç alıcı idamlar. Hala hesabı açık, kapatılamamış envanter, insan eti yemiş lanetli bir çiçektir 12 Eylül. Can alan, kan içen, kanla beslenmiş kafadan bacak, etobur bir bitkidir 12 Eylül faşist darbesi.

Ve o günden beri Türk Solu bir daha belini doğrultamadı. O günlerde belini doğrultamayacak biçimde tırpanlandı, doğrandı, yok edildi ülke solu.

Dabbe-Darbe şakşakçıları şaşalı yaşamlar sürerken, daha dün berat edenler, bugün aklanmaya çabalayanlar var otuz yıl süren davalarda. Kimine iktidar tahtı, kiminin kara bahtı oldu bu hain mi hain 12 Eylül.

Ülkeyi yüz yıl geriye götüren faşist bir darbeydi 12 Eylül...

12 Eylül 1980 ve sonrası, yüz yıl geçse de anımsanacak, anımsatılacak ve unutturulmayacak melun bir hastalıktır, kangrendir, virüstür, mikroptur ülkenin gövdesine bulaşan...

Anadolu şark çıbanı gibi ülkenin gül yüzünde durur hala hesaba çekilememiş 12 Eylül ve korku zoruyla yasalaştırılan`faşist darbe anayasası’…

Acımasızca beslemeyip asan vicdansızda bunca yıldan sonra hala utanmadan eser yok. 30 yıldan sonraki yargılamalarda hala ayni şeytan düdüğünü öttürüyor. Marmaris`te hala bu memleketin evlatlarının vergileriyle kuş sütü eksiksiz besleniyor. Kursağında hala dul, yetim, anasız, babasız, evlatsız bıraktıklarının kahır lokması.

Asmayalım da beslemeyelim de Allah’ından bulsun ama Azrail bile tenezzül etmiyor canını almaya. Ötesini artık Allah bilir...

Bu köşeden yazı yazmaya başladığımız, ısınma turları attığımız günden bu güne en zor günü yaşadık yine.  En çok zorlandığımız günde, darlandığımız, dağlandığımız o günü yeniden yaşadık kıyısından köşesinden. Biliyoruz yeterince hakkınca yakalayamadık konuyu can damarından, yazamadık yani yeterince.

Çünkü biz “ Yarım ömür 12 Eylül`ü yaşadık..."

12 EYLÜL TRENİ…

On yıllar geçse de kalplere nice feci kara delikler açtı açar şu melun 12 Eylül. 12 Eylül Resmi faşizmi. Kimler binmedi ki ucundan köşesinden 12 Eylül trenine. Unutulmuş sanılan ama hala yürekleri yanan, yürekler yakan kimler de kimler. Kimler geldi kimler geçti ayni terane. Tarih tekerrürden ibaret, yıllardan sonra tren ayni tren, trend ayni trend, anlamasını ve görmesini bilene…

O uzun kara gecelerde faşizm güneş gibi kavurdu evreni, evrenin evrene yaptığına insanlık onuru bile dayanamadı. O güzelim Eylülün tüm bahar esintilerini oburca yuttu 12 Eylül. Eylül ismini kirletti. Kırık can zerrecikleri dağılıverdi maviliklere.

Ücretli trenler şimdi bedavaya yolcular taşır dinozorlar çağına. Geçmişin o simit gevreği günlerinde mısır patlağı saatlerde sınıflara ayrılmış insanlık artık teneffüste. Kudretin simgeleştirdikleri her neyse buluşur kirlenmiş havayla, temizlik eskidendi cinsinden. Eğer ağır manzaralı yollarda yolculuklar koleksiyonlarda var ise, demiryolda işçi ve yolcu olmak vurur azalan ücretleri, daralan yürekleri. Ve tren her on yıl sonrası, on küsur yılda bir tıynetsizce raydan çıkar veya çıkarılır, işin fıtratı gereği. Her fetret döneminde ak gardenyalar gölgesinde kara gardiyanlar susuz dereler ve engebeli araziler boyunca alfabeyi silbaştan öğretir. Yamaçlardan süzülen rüzgârların etkisiyle telgraf direkleri titrer, dijital mesajlar takibe takılır. Ve donanımlı dağcılar, bağımlı bağcılar ücretli trenlerin yolunu bekler boşu boşuna. Köprülü kavşaklarda yeni yetme yavşaklar ücreti peşin alınmış hizmet babında makiniste ucu karanlık bir yol gösterir. Bir nevi ders niteliğinde tünelin ucundaki ışığın kendi halesinde boğulmasıdır 12 Eylül.

Ve bir güneş çığlığıdır yayılan memlekete, duymak gerek, bilmek gerek, anlamak gerek, işin özü 12 Eylülü yaşamış olmak gerek.

Kim ne derse desin kasa, kese heybe haybeyedir, bir namazlık saltanattır koca ömür. Bıçak yere körlemesine düştüğünde kimi keser, adressiz kör kurşun hangi cüsseyi deler hiç belli olmaz. Sözün kıssası bir yakışıksız devrialemdir 12 Eylül. Ve balmumu kaplı yüzlerden taşan kırmızımsı lekedir yiten yıllar. Yürek sarsan ve bir derinden etkileniştir şu vurdumduymazlar dünyasında çocuk yaşta göndere çekilmek. Saman ve duman kokusudur ıtırlı boş arazilere, altın başak kaplı tarlalara yayılan. Ve barut patladığında beyaz kefen örtülü mükellef bir sofradır bir hiç uğruna ölüm. Ve ömürde bir kez tadılır bir piç uğruna değil de bin hiç uğruna ölümler. Yani asla bitmez 12 Eylül hikâyeleri. Tam bitti denildiğinde dişler bileylenir, diller bereketlenir. Ve gemi her karaya oturduğunda kendini anımsatır kör olasıca melun 12 Eylül. Yani barış yeryüzünde kıvrım kıvrım kıvrılarak kaybolduğunda ayni faşist el güçlenir, güçlendirilir. Düğmeye basılır ve yni beter kıyımlarla yüzleşilir yeniden.

Sanki her 12 Eylülde gökyüzünde bir izli fişek patlar ve izmli bambaşka hayatlar o ziftli trene bindirilir ve şimşekli sağanaklara sürülür.
Aynaların ve heykellerin üzerini toz kaplayan, ciğerlere kurum bağlatan sığınaklarda süründürülmektir 12 Eylül. Ve 12 Eylüle yakalanmış olmak kanı çekilmiş sokakların can damarlarında paniğin dolaşmasını izlemektir korkmadan. Bu öyle bir korkusuzluktur ki her yenide yitip giden nedir sorusunu aramaktır senelerce. Her şey bir yana geride kalan, uslarda iz bırakan sinir ölümü, hücre kaybı ve tıp ayıbıdır sadece. Deniz karası boşlukta ve kusurlu kuytularda yankılanan ise bir tutam gün ışığına hapsolmuşluktur, denilir geçilir yiğitçe.

12 Eylül bol ayıplı, affı zor günahlı, çok kayıplı bir maratondur. Tonlarca ağırlık basan gri çelikten prestir. Renkli renksiz kataloglardan kopan ise bir yığın fırtınanın at koşturduğu bir acayip yenilgidir. Derin ve gizemli bir çılgınlık ve sebepli sebepsiz bir büyülenişi resmi mühürle edepsizce damgalamaktır 12 Eylül. Bezirganlarına hafiften pişmanlık bile duyurtmayan neye olduğu belirsiz çok tanrılı bir tapınmadır.

Sessiz sitemsiz bir suskunluk taşır ölüm. Toplumsal sessizlik ve ilgisizlik ise tuhaf bir fanilik barındırır bünyesinde. İşte insanı kahreden tam burasıdır. Antika görüşler sergilenişinin dikalasıdır 12 Eylül ve mideler bulanır takvim yaprağı gongu vurduğunda. Tarih bile utanır ama kullaşmaya ve putlaşmaya cesaretlenenler asla utanmazlar. Oysa kırk değil seksen kere tövbe gerektirir büyük kabahat.

Ve 12 Eylül her şeye kolayca sahip olmanın, topluma açık her fırsattan paylanmanın dönüm noktası ve tüm beytül mala bedelsiz erişimdir.

12 Eylül huzurlu huzursuz bir kara sessizlik içine süzülmenin, korkunç bir alınyazısına hakkınca direnemeyişin egemen güçlerce topluma ezberlettirilmiş ilk versiyonudur. Kara duvarlarda nefessiz gölgeler bir bir dökülürken, yüreklerden sökülen canlara bir dost selamı veremeyiştir 12 Eylül, Allah’ın selamını dahi.

İlahi bir sevgidir içten içe duyulan ve son dakika ortaya dökülen yasaklı ağlamalar. Tehditkâr bir korku, pespaye bir ortama paçasından tutunduğundan bir daha bacalar tütmez eskisince özgür. Tutuşur gönüller ve tutuklanır akıllardaki son ışıklar da. Son ışıkların da canavarca yutulmasıyla koca memleket kül rengine döner ve küllenir tüm gerçeklikler. Sonradan tık nefes ihtiyarların hastalıklı bedenlerine sığınır zebani kılıklı cellatlar ve acıklı bir hikayenin acınılası yaratıklarına dönüşür tüm ihtişam.

Oysa en acıklı hikâye demiri eriten yangından kendini zar zor kurtaranların tarihi kürenin dört bir tarafına savruluşudur.

Ve bir daha 12 Eylül gibisi görülmesin diye yalvarır yakarır etinden et koparılmış analar. Yalandır her şey nafiledir hayat, yine en faşist darbelere yakalanır ana yüreği. Ömür onlar için bir yudumluk ama en tatlı içecektir. Ömür boyu bir daha içilemeyecek olanı ise melun 12 Eylüldür.

Şu garip günlerde temelleri sağlam atılmamış tarzından cesaretlenen sanki egemenlerce savaşa dönüşmesi istenen ve planlanan bir kara yazgı dolaşıyor memlekette. Kara bir duman halkasına hapsediliyor tüm iyimserlik ve makul düşünceler. Kervan böyle giderse, devir değişmez devran dönmez ise güller açar her kör pencerenin paslı demirlerinde.

Her 12 Eylülde, 12 Eylül treni ayni trend düzülür yola, demirden korkmayan yolcularını toplar…”

15 Temmuz cuntacı darbe girişimi iki yüz küsur can alarak, peşinde bin küsur sakat ve yaralı bırakarak geri tepti, püskürtüldü de yıllar sonra acısı dinmeyecek yoğunlukta ve çoklukta mağdurlar yaratmadı…

Buna da şükür…

19 Temmuz 2016 Salı

DARBE GİRİŞİMİ ERTESİ, İLERİ DEMOKRASİ VE DOĞA AŞKI…

DARBE GİRİŞİMİ ERTESİ, İLERİ DEMOKRASİ VE DOĞA AŞKI…

Artık kime arz ise; “Yapmadığım bir paylaşım yüzünden ceza almamak için, JGK Bilişim Suçları Sosyal Ağ Bildirgesi çerçevesinde, F’nin güvenlik açığından ötürü hesabım üzerinde bulunan tüm verilerimin, çarpıtma yolu ve yasa dışı bir şekilde sahte kişilerce kullanılmasından ve doğabilecek tüm zararlardan ilgili TCK maddeleri gereğince ‘F’ sorumludur. Bu hesabımdan başka bir hesabım olmadığını bildirir ve gereğinin buna göre yapılmasını tarafınıza arz ederim!”. Arz ediliyor…

Durum çok ciddi başlığıyla menzile giren bu yalan metin hemen darbe ertesinde İleri demokrasiden korkmanın ve doğa aşkından vazgeçmenin kurtuluş bildirgesi olarak sanal âlemde dolaşıyor. Kurtuluş cephesinde yer alması gereken, akıllı fikirli görülen tiplerin bile bu paylaşımlarda bulunması âcizane bir teslimiyetin ürünü. Bir yandan da içten içe yayılan hastalık kopyala yapıştır metodu maharetiyle demokrasiye nöbet duyuruları ile giderilmeye ve kirlenmişlik saklanılmaya çalışılıyor. Hangi yağmurlar bunca kirlenmeyi temizler ki düşünen yok. Böylece bilgisayarı ile baş başa kalarak evine kapanan yığınlar, bin bir mesaj, sala ve telkinle akşamları meydanlara birlenen binler ülkenin tüm güzelliklerini yaşamayı ise birkaç günlüğüne tek tük turiste ve bu günün arap mültecileri yarının asli yurttaşlarına bıraktılar.

Cuntacı darbe girişimi bir yana şimdilik evine kapananlar ve mesaj yoğun meydanlara toplananlar cuntacı tehlike geçince kendilerine yakıştırılan tüm vasıf ve titrı bir yana bırakıp, kışlaların kapısından çekilip, sıradan garip bir yurttaş gibi bir şehir turu attıklarında hangi ülkede olduklarını karıştıracaklar. Asıl karmaşa ileride. Elbette durum çok ciddi. Birkaç ipe sapa gelmez paylaşımdan korkmaktan daha beter korku duyulası gerçekler var sıralanacak. Ve gerçekten kaygılanılacak çok daha ciddi şeyler var, kaşla göz arası güncellenecek. Ayrıca devekuşu uyanıklığına da hiç gerek yok. Zaten herkes herkesi tanıyor şu küçüldükçe küçülen ve de cebe giren şu alemde.

‘Yalan geçim darlığına yoldur, azalan rızka araçtır ve sebebi ne olursa olsun kötüdür…’

Cuntacıların hükümeti ele geçirme hevesiyle başlattıkları darbe girişimi devletin birkaç saatliğine zayıf düşmesi dışında başarılı biçimde başarısız kılınmış ve devlet kendini oluşturan tüm unsurların el birliğiyle güç birliğiyle şimdilik tehlikeyi atlatmıştır. Ancak tehlike geçmiş değildir. Paralel de bitmiş değildir. Paralel hala devlet içinde devlettir. Akılcı biçimde ayıklanması da şarttır.

Devlete çalışan on binlerin dakikasında görevlerinden el çektirildiği bir dönem yaşıyor memleket. Ve kangrenleşen uzuvlarını bir bir neşterliyor. Doğrudur da yapılanlar. Ama yanlışlar da devam ediyor. Şimdi bunca badireden sonra sahaya sürülen ve bilindik başka şeylere heveslilerin ertelenmiş duygularına gem vurma veya yem sunma zamanı başlatılmıştır. Sokağa salınanlara din silahı ile resmen üstünlük sağlatılmaya çalışılıyor. Bu bizdenci başıbozukluk topluma daha da zarar verecek günlere gebe kalındığının açık göstergesidir. Bu mantıkla Devlette ve toplumda aklın üstünlüğünü hiçe sayan bir saydırma ve kaydırma egemenleşir. Bu egemen anlayışla hemen herkes kendi gibi düşünmeyenleri tespit edip, sonra jurnallayıp, önüne çıkana da saydırıp saygınlık kazanma peşinde koşturur.

Kuruluşunda dünyanın üçüncü laik ülkesi olan şu garip ülke de devlet güçlüdür mantığı daima egemen olmuştur. Olmalıdır da. Bu asla öyle darbeyle falan yıkılamaz bir inançtır. Şimdi bu egemen güçten alınan destekle dinci felsefe doğrultusunda Tanrı adına savaş, uğrunda ölmek, yolunda katletmek fikrine kapılar aralanıyor. Bu çağdışı yaklaşımla evrensellikten kopuş hızlandırılır. İşte bu yanılgının sonucudur ciddi bir karşı duruşla bertaraf edilen cuntacı darbe girişimi.

Her savaş, her yıkıcı darbe göstermiştir ki en iyi asker rütbesi ne olursa olsun barıştan yana olan askerdir. Ayrıca her darbe veya darbe girişimi sonrası göstermiştir ki, siyaset müzakerelerle derlenir toplanır, hukuk genel hukuk çerçevesinde kalındıkça yıkım önlenir, mesele çözülür. Yani insanlar, millet, millet iradesi ve de hükümetler bu dönemlerde bencillikten uzak durmalıdır. Kaza ve beladan kurtulmak ve kurtarmak için barışta birleşmek yerine bananeci bencillik yeğlenir ise hadiseler uzar gider.

Paralelci cunta darbe girişimine öncesinde sonrasında veya anında karşılık verilmesi gerektiği ancak verilemediği düşünülmeden, yiten canlar üzerinden demokrasi kazandı demek ise tartışılır bir tutumdur. Nisabı ekseriyet nöbetlere ise denilecek hiçbir şey kalmaz.

Tarihteki her darbe ve darbe girişimi göstermiştir ki, ertesinde daima antidemokratik değişmeler anında gündeme gelir. Veya getirilir. Yeni veya mevcut iktidar partileri bu işe soyundurulur. Durum çok ciddi bir hal alır. Negatif gelişmelere korkmadan karşı koyabilmek iyice zorlaşır ve nice bedeller ödenir. Kısa zamanda demokrasinin tüm kurum ve kuralları ile işlemesi veya işletilmesini beklemek de hayal olur.

Bu cuntacı darbe girişiminde de toplumsal uzlaşma ve birlikte yaşama kültürü bir gece sürdü. Tüm yarenlik paralel cuntacı darbe bertaraf edilinceye kadardı, aşk bir gecelikti. Milleti meydanlara dolduran ‘birlikte darbeye hayır diyoruz, şehitlerimizi anıyoruz ve demokrasimize sahip çıkıyoruz…’ nöbetçiliği ile hangi sonuca varılacağı ise tam bir muamma. Hazır topyekûn ayaklanılmışken aradan bir şeyleri de çıkarmak zamanıdır düsturuyla hazırlıklar yapıldığı da besbelli.

Darbe veya darbe girişimleri ertesi acı bir gerçekliktir ama uygulanır. Eğer idam cezası varsa darağaçları kurulur, yoksa da idam cezasının gerektiği yüksek sesle konuşulur. Paralelci cuntanın darbe girişimi sonrasında da idam en başta konuşulmaya başlandı. İmzalar şimdiden hazır. Yeni ordu, Taksim’e topçu kışlası, Kışla’ya camii, laikliğe baskı ve benzerleri de peşinden geliyor. Sözde doğa âşıklıları çok geç kalındığını yakında görür. Sağlık olsun ile geçiştirilemeyecek demokrasi bağlamındaki tüm zarar ziyan ileride çok başları ağrıtır.

Darbenin önlenmesinin üzerinden daha üç beş gün geçmeden darbe karşıtlığının birleştirdiği halkı ayrıştırma sevdasının devam ettiği görülüyor. Yani gerilimden beslenme alışkanlığı sürüyor. Demokrasi nöbetleri gece yarısı mitinglerine dönüştürülmüş tükenmez arzular sokağa dökülüyor. Darbe, demokrasi, rejim, kimin umurunda belli değil.

Kürsülerden atılan nutukların yazman üyesi ben değilim ki alenen suçlanayım diyen yok. Dost doğru yaptığım bir paylaşım yüzünden niye ceza alayım ki diyen yok. Varsa yoksa ‘Durum çok ciddi’ diye başlayan paylaşımlar peşinde herkes.

Ne hikmettir paralel cuntacı darbe girişimi ertesinde birden ileri demokrasi havariliği depreşti ve doğa aşkı da bitti. Arz ederim…

17 Temmuz 2016 Pazar

YALNIZLIK KAPISI; KARA CUMA…

YALNIZLIK KAPISI; KARA CUMA…

Şu garip memleket adı daha en başından ‘kalkışma’ olarak koyulan alenen demokrasiye kasteden molla, hoca ve imam lakaplılardan oluşan paralelci bir cunta darbe girişimi yaşadı. Bu dost doğru saptamaya anında refleksvari tepki oluşur ama alınmaya da hiç gerek yok durum alenen bu. Çok yakında paralelci cuntacıların bu lakaplarla yani hoca, imam, molla ve benzeri lakaplarla anıldıkları görülecek ayrıca divanı harp tutanaklarına da aynen böyle yansıyacaktır. Yansıtılmasa da tarih böyle kaydedecektir.

Dosta düşmana, dünya aleme, el aleme rezil olundu bir kere daha. Yaşanmaz olası bu kara Cuma devletin üst kademeleri ve kurumları arasında ayrışmanın, kirlenmenin ve kinlenmenin katmerlenen birikimidir. Devlete hükmeden hükümet ile hükümete hükmedemeyen paralel devletin çatışmasında araya milletin katıldığı, meydana sivillerin sürüldüğü bir çağdışı feda kakışması olarak şimdiden tarihte yerini aldı. Gittikçe geleceği kararan memleketin bir kara Cuması eksikti, o da oldu...

Cuma ertesinde bir süreliğine kararan tablo tam kararmadan paralel cuntacı girişim devlet millet el ele geri püskürtüldü. Ama ülke demokrasisi yara aldı. Belki son bir girişimdi tutmadı. İleride can havliyle yapıldığı söylenecekse bile paralelcilere hiç yakışmadı. Resmi rakamlara göre çok insan mahvoldu. Kurunun yanında yaşında yanacağı cadı avı tez elden başladı. Her cuntacı girişim vahşidir ve darbeler karşıt vahşilikleri de tetikler. Onlar da yaşandı maalesef. Tatbikata çıkıldığına inandırılan veya öyle bilen suçsuz Mehmetçiğe acımasızca cephe alındı. Minarelerden müezzinler sala verirken, imamlar milleti resmen galeyana sevk etti. Elbette devlet hiyerarşisi içinde onların da üstleri amirleri vardır emir böyledir ama yalnızlık kapısı aralandı birden ve emirler hiç sorgulanmadan uygulandı. Ağır silahlar darbe girişimlerinde en acemi ve en cesur unsur sayılan er ve eratın elinde idi ama onlar Allahtan en zor koşullarda bile ustaca davranıp tetiğe dokunmadılar. Ve kopacak kıyameti önlediler…

Anıların kucağında, demir kapıların ardında, yakasız yamasız, omuzsuz rütbesiz, dinsiz imansız, kitapsız mezhepsiz yıllarca beslenen bu iç beslemelerin beslendikleri evi içten içe vurması girişimidir bu kara Cuma. Öyle ki başkomutanım diyen başkomutana rağmen kışlalardan çıkılmıştır. Telkinler ve nasihatler saatlerce dinlenilmemiştir. Ve kalkışmada dilenilince devlet kademesi kendi kolluk güçleriyle bitirmesi gereken bu iç meselesini halka havale etti. Millet resmen kullanıldı. Bu derin ve ileri demokrasi sürecinde aradan sıyrılan kim olur, olacaktır yakında anlaşılır.

Şimdi kimse yanlış anlama ikircikliğine düşmesin ama bu emir komuta zincirsiz kalkışma devlete bağımlı çalışanların ve kurumlarının yıllarca politika yapmasının en doğal sonucudur. On yıllardır devletin en kilit mevkilerine yerleştirilen paralelcilerin paralel devlet mantığı çerçevesinde bir araya gelerek yine birbirini kandırmalarıdır. Bu kara Cumaya başka elbiseler giydirmeye çalışanlar elbette olacaktır. Ancak bu tıknaz bedene başka takım uymaz. Elbette paralel devletin çöküşü anlamına gelmez bu kışkışlanan saldırı ama devlet de milletin özenli gayretiyle çökmemiştir. Hem de bu kısır kalkışmayla tam da çökeceği sırada. Böylece ileride toplumu daha da tehdit edebilecek silahlı kuvvetler tandanslı silahlı veya konuşlanılan her merkezde daha yoğun silahlanabilecek bir paralel öncü gücün de bir süreliğine etkisizleştirilmesi sağlanabilmiştir. Bir başlangıç günüdür kara Cuma.

Ancak kara cumanın son üç saatinde sadece başkent ve İstanbul ile sınırlı kalınca ertesi sabahın ilk saatlerinde çaresizleşen paralelci kalkışmaya, ordusal düzeyde silahlı kuvvetler desteği, muhalefet kışkırtması ve hükümet karşıtlığı eklenseydi olay çok başka yerlere giderdi. Tahmini zor şimdikinden bin bir beter bir dünyaya açılırdı kapanan gözler. Belki de molla, hoca ve imam lakaplı paralelcilerin beklediği ve güvendiği buydu. Geç kalınmış veya sonuçlarına bakıldığında erken davranılmış bir intihar girişimiydi de denilebilir. Kıvılcım hangi maksatla çıkıldıysa çakıldı ama tutmayan bu kalkışma ve kakışmadan derhal dersler çıkarılmalı ve bu kısıtlı ve kısır cuntacı darbe girişimi çok iyi okunmalıdır.

Ankara ve İstanbul yoğunluklu bu kalkışmacı tezgâh tutmamış olabilir. Ancak paralelcilerden sayılanların ülkeyi yöneten bu iki büyük ilde bu kadar etkin olması ve bir araya toplanması başka bir kara nokta. Bu tabloyu oluşturan ve oluşmasında payı bulunanlar kimlerdir. Resmen bilinen bir durum değil midir bu garabet. Daha çok soruyu bünyesinde barındırır bu çatlak. Paralelci kalkışma tutmadı çünkü  ‘Ne rüyalardan geçti bu toplum. Ne çapraz sorgularda ne kurnaz sorularla sınandı. Gizemli sinsi tebessümler duvarlarda asılıyken bile hiç korkmadı. Dönmedi bildiğinden. Asla kaçmadı. Tabloda sönen gençliğin tabulaştırdığı mahmur bakışlardan bilirdi darbeleri. Ne adi darbeler gördü bu memleket…’

Ve top yekun şahlandı ve kanmadı bu kez…

Biraz daha akıl biraz daha bilim. Sala, ezan, namaz niyaz, büyük Allah naraları da bir yere kadar. Modalaşan gece yürüyüşleri de başka bir keder. Bu kamplaşmacı yozlaşma ve kadersi yalnızlaştırmayla sadece yalnızlık kapısı çalınır ve dahi en beter yanılgı üşüşür beyinlere. Ki yoluna yanmak o yanmak değildir.

Bu paralelci çıkar savaşında kara Cuma kalkışması sonrasında beliren karahumma da arada kalarak tek ezilen ise zavallı er erbaş Muhammet oldu. Derin sırlar ve keskin arzular ocağında yetişen hoca, molla, imam üçlemesinde şekillenen ve silahla kuşandırılan rütbeli cuntacıların kandırmasıyla tek suçları orada olmaları dışında bir suça bulaşmamışların milletçe merkez sayılması da ayıp kaçtı biraz. Devlete bulaşan illet biraz küçümsendi, gözden kaçırılmaya çalışıldı sanki. Zaten kara cumacı cuntacıların millete ve Mehmetçiğe acımadıkları da ortada. Yazık değil mi senin benim hepimizin çocukları olabilecek yirmili yaşlarını süren o toy vatan evlatlarına. Yapılanlar reva mı? Vahşice dine imana, din iman bir kenara insanlığa sığmayan kafa koparmalar, kayışla kırbaçlamalar, yutüplük ahkâm kesmeler, akıllı telefonlara poz vermeler, kameralara çaresiz çocukların başına basıp kıl kıl sırıtmalar, yürek yakan görüntüler vermeler, daha neler neler…

Askeri askere, askeri millete, ahaliyi askere, askeri polise, polisi hepsiyle karşı karşıya getirmeyle şekillenen bu paralelci cunta girişimi bu kara Cuma ucuz atlatıldı. Bu kalkışma ve kakışmanın ilk gayesi sonucçta orduya itibar kaybettirilmesidir. Kaybettirildi de. Politikacılar tarafından sivil milletin gözü dönmüş bu gurka paralelci silahlı güce karşı en çıplak haliyle meydanlara sürülmesi ise sonradan enikonu tartışılması gereken başka bir muammadır. İşin vahameti heyecan geçtikten sonra anlaşılır.

Şimdiden başlayarak tartışılması geren diğer bir muamma da kutsal mabetlerin minarelerinden zamanlı zamansız salalar, ezanlar okunarak ve dokunaklı kısa metinler ile sivil halkın resmen sokağa çağrılmasıdır. Bunu bu şekilde cami mescid minarelerinden dahi yapınca ileri demokrasi adına cihat, benzer çağrıları kısıtlı olanaklarla başkaları yapınca ileri demokrasi adına katli vacip görmek de ayıbın başka bir tarafı. Zaten her sıkışma anında şu yüce dinin politikaya alet edilmesi ayıptan öte feci günah. Bunca günahın hesabını kim verecek, verilebilecek mi acaba? Ayıbı kayıbı bir kenara sayıp dökülecek çok ayrıntı meşgul ediyor zihinleri. O zihin aritmetiğine de sıra gelecek.

Şimdi vakti zamanında bunlarla incelikli ve ağırdan kandırılma boyutunda olsa bile tek merkezli işbirliği yapanlar, sonradan birbirlerine paralelleşenler,  her kimse onlar, onların hiç mi suçları yok bu kara Cuma kalkışması ve kakışmasında. Paralelleşilmeden önce her şey güllük gülistanlık ise ne değişti şu birkaç yılda. Suçları var veya yok denilse de bu paralel öncesi ve paralel sonrası yalnızlık kapısında çakılı levhada kimlerin ismi yazılıdır vakti zamanı gelince bir bir dökülür. Özellikle bu kara Cuma ve kara cumaya gelininceye dek yapılanlar bir bir dökümlenir.  Kim paralelci konumludur kim sorumludur defterler dürülür.

Devletin her bir kadrosuna yerleştirilen bu hoca, molla, imam ve müezzin lakaplılardan oluşan paralelci zihniyet zamanla ahtapot kolları gibi en ücraya ulaşırken, memlekete yayılırken, kurumlara uzanırken susanlar ve göz yumanlar bu gün demokrasi havarisi kesilmiş ise yanlış giden bir şeyler var, yanlış yapılmış bir şeyler var demektir. Zamanın da camii bombalayacaklar diyenlerin bu gün milletin meclisini bombalamaya kadar varan tavrı asıl kırılma noktasıdır ve gerçek demokrasiye tutunmanın tam vaktinin geldiğinin de apaçık göstergesidir.

Kara cumadan sonra da bu mevcut hükümet ve paralel devlet kavgası sürer gider. Ta ki bu azınlıkta kalan arsız paralelci kalkışmayla ve yaşanan cılız kakışmayla sallanan, gidip de gelen hükümetin en baştan son ayakçasına gitmesine kadar…

Tanrı bu millete yakın zamanda böylesine ucuz bir senaryoyu bir daha izlemeyi veya benzer üçüncü sınıf senaryolu bir yapımda figüran olmayı bir daha nasip etmesin…

15 Temmuz 2016 Cuma

DİLE KOLAY, BİNLERCE CAN…

DİLE KOLAY, BİNLERCE CAN…

Dile kolay, silik ve maraza dini prototiplerin terör odaklı aldığı binlerce can. Çoğunluğu da sivil halk. Dile kolay, orta çağ karanlığını yarınların ihtişamı gösteren bir dinden kopuş ve dini gerçeklerden kaçış küreselleşiyor. Hangi kaynaktan beslendiği besbelli bir sıradanlaşma dini teslim alıyor. Öyle ki enlem ve boylam tanımayan, ürkütücü lanetli ve cani bir şeytan üçgeni hegemonyasına teslimiyet. Ölene yitene enikonu bakılırsa tablo resmen domuzluk…
 
“Ve Tanrı domuzu yarattı. Tarih boyu domuzluk etmek ise insanlara kaldı. Son yıllarda resmen dindarlığı harcar, adamlığı erteler, domdomu hak edee domuzluk istila etmiş akılları. Dini, imanı, mezhebi diline dolamış zihin ve din fakiri caniler domdomluk mertebesinde kin kusuyorlar dört bir yanda. En Allahsız boyutta saldırıyorlar etrafa. Zaten siyasi şekillendirmeler ile şekli şemali değişti her şeyin, dinlerin de. Dile kolay terör dincileşmiş, din terörün ve teröristlerin eline kalmış. Dünyada şu mükemmel din adına alenen kasaplık yapılıyor. Domuzluk yapılıyor. Maalesef…

Din bezirgânları, bedevileşen bedavadan dinciler terör saldırıları gerçekleştirmek üzere gerekli araçları ve olanakları ellerine geçirmişler. Akıl edemediklerince zenginliğe sahip olan bu dalkavuklar saldırıların yerini ve zamanını kendince belirliyorlar. Elbette bu zebaniler metazori el değiştiren araçlar ve olanaklardan yoksun olanların üzerinde dinsel egemenlik kuruyorlar. Dini kisve altında uyuşturan beyin yıkama yöntemleri ile zamanında sığınıp da kazandıkları uyruğa ve yaşadıkları toprağa ihanetçiler bir bir belirleniyor.

Bilinen o dur ki bu sahte dini egemenlik duvara tosladığında maziye bağlı tavan arasındaki fotoğraflar ve bilinç arkası karanlık anında biçimlenir. Korkunun sosyolojisi kulaklara çalındığında ise cesaretin psikolojisi bozulur. Dini rota şaşar. Yapışır aklın çeperine cennet için din zorbalığı. Kale içeriden fethedilir mantığıdır geçerli olan ve terör saldırganları, töröristler kendi ülkelerinden seçilir. Ve pimler çekilir, basılır tetiğe, diplenir gaz, patlatılır beden. Hayatı tek rotalı yaşamak, klasik ve kıvamlı bir hayat teorisinin benimsenmesinin sonucudur her saldırı. Yani yeni bir hayat arzulanır öteki dünya nimetleri adına, burada olmasa da orada. Ve insanlık tarihi onarılmaz yaralar alır.

Şimdi kendi savaşlarından, kendi topraklarından kaçıp göçen milyonlarca vatansızı, sormadan danışmadan vatandaştan saymak, vatansızlara vatan olmak da bir yere kadar. Bir yere kadar doğru. Sınır da, sinir de aşılmaması kaydıyla her iyilik. Dört bir yana arsızca dağıtımı yapılan kanlı kıyımlara bakıldığında, dini imanı bir kenara katliamlara aracı olan ruhları teröristleştirilmiş melunların tabiiyetine bakıldığında durum anlaşılır. Örneği daha dün yaşanmış, yarın da yaşanabilir. Makro dinden uzaklaşmanın ve mikro milliyetçiliğin kullaştırdığı, esirleştirdiği akılsız bedenler gün olup kendine kucak açan, kol kanat geren, hiç karşılıksız sadece insanlık namına kendinden sayanları da öteki âlemlere yollayabiliyor. Hem de göz kırpmadan kılları kıpırdamadan. Hem de hiç acımadan en kalabalığın ortasına son sürat, sinsice ve hiç ahde vefa duymadan.

Bu bedavadan bol kepçe dağıtılan yurttaşlıklarla memleket ileride bedeli ödenemeyecek yaralar alır. Bu dağıtmanın da bir hattı hududu olmalı. Çünkü hayat düşü din gücüyle en bariz biçimde çirkinleştiriliyor. Vatanlı veya vatansız ekonomik açıdan ortanın altında veya en dipte kalan yaşamlar bir tuhaf dini terör saldırganlığına veya hain bir dinci terörist kalıpsızlığına itiliyor. Dinde terör olmaz, terörün dini olmaz söylemleri sivillere musallat olunan bu baştan çıkarılışa resmen hizmet eder, ediyor. Bu girdaba katılan katılana, kapılan kapılana. Zaten insanlık tarihi din adına haybeden cana kıyan zalimler ve haybeden canına kıyılan suçsuzlarla dolu. Evvel ahir sultanları besbelli olan bu cellâtların çarpık merdivenlerini sözün bittiği yere dayamasına dur demek zamanıdır.

Dur demek lazımdır yoksa dile kolay kalabalık gösteri merkezlerine, açık alanlara, metruk meydanlara, tarihi mekânlara, ulusal gün kutlamalarına, hatta dini bayramlara kadar domuzluk sirayet eder ve dini terör çoluk çocuk demeden doğrar, kırar geçer.

Din evrensel ilkeleri tersine çeviren bir önyargı ve tutuculukla baş edemedikçe anarşi artar. Ve din adına davudi şişinmeli anarşistlik narsisleşir. Din adına Karunlaşan bu dünyanın belki de en yoksul, en renksiz ve en uygarlık dışı kimliği dini kimliksizliği doğurur. Doğurunca da birkaç fırça darbesi al sana eli kanlı katil. Başka bir boyuta endeksli düşünceler ve kör inancın zırvalayan gücüdür bireylere hakim olan. Algı oynamaları ile şekillendirilen bu yeni din ve inanç sistematiği yitik hayatlara yön verdikçe de daha çok canlar yanar.

Dile kolay, dünyanın bir ucundan diğer ucuna kan ve barut kokusu. Oysa bu din ne kutsal bir emanettir. Bu ebedi kutsallığa kurban arama sevdasıyla yanıp tutuşan dinbozların kime hizmet ettiği ve hizmetçiliği apaçık belli iken maymunlaşmak da ayıptır. Özenle ve törenle dünyaya yerleşen terörü üstü kapalı kınamak kutsamaktır ve katıksız kaypaklıktır. Dinsel motiflerle istiflenen terör karanlığın kanlı elidir, yılan başlı saçmalıktır. Damgalı yalnızlığa savruluş, sessizliği yırtan akbaba çığlığıdır.

Dile kolay ama din merkezli her terör saldırısı ve girişimi yoksulluk çınlamasıdır. Cahillik musluğunun dibine kadar açılmasıdır.

Tam dalavereci bir o kadar da duacı kalpazanlar akvaryumunda baloncuklar çıkararak dolaşmak ve melun tuzağa yakalanmaktır dinin yeni adresi. Tüm saldırılar da din ile siyasetin kol kola girmesiyle şiddetlenir. Yasakçı kafaların ininden çıkanlar azgınlaşan aymazlığı gelişigüzel çepeçevre bulaştırırlar. Eşek cennetine heves etmekle özdeşleşir derin uçurum. Ve din kaynadıkça buharlaşır.

Dile kolay merhamet tanımaz bir ihanet ve alınan binlerce can. Dine imana ihanetin sloganlaştırıldığı terörcü bir süreç. Zaten din teknesinde terör yoğurmak kayıp gezegenlerde boşuna sonsuzluğu aramaktır…

12 Temmuz 2016 Salı

GAZETECİ YAZAR…


GAZETECİ YAZAR…

Dostun düşman, düşmanın dost, sahtenin gerçek, yalanın doğru benimsetildiği günlerden geçiyor yaşam gemisi. Şu karma karışık dünyada sıkı sıkıya sarılınılan, canla başla savunulan ve gülün hatırına dikenine katlanılan tüm değerler erozyona uğramış, uğratılmış. Moral değerler çökertilmiş her anın getirdiği veya götürdüğü bizim olmayan, bizden sayılamayacak denli nesnel reaksiyonlar. Bu denli rasyonellikten uzak günlere gebe yıllar ve boş hayatlar baş tacı edilmemiştir hiçbir zaman. Edilmemeli de.

Gerçek gazetecilik ve yazarlık işine gelmeyenlere göre dostu düşman, düşmanı dost eder belki ama sahteyi gerçek, yalanı doğru eylemez asla. Tersine bir tutum ve eylemlilik ise gazetecilik sayılmaz. Köşecisi köşe dönmecisi bağlamında yazarlık da yazarlık olmaz.

Olmaz olsun bir edilgenlik ki sarmış dört bir yanı. Dur duraksız devlet kontrolündeki yasalar ve alışılmadık yazısız kurallar istenirse her koşulda belli biçimlerde düşüncenin ifadesini her şekilde cezalandırabilir. Böyle ve üst demokrat düzeyde dizayn edilmiş fıkralar. Dilini tutamayana, kırık kalemi işleyenlere aşk olsun.

Çember daraldıkça daralıyor. İçeride ve dışarıda hiç fark etmez, son yıllarda özellikle son günlerde en zor iş gazetecilik. Yazmak ve çizmek en zor. Düşünmek ise bir mekân aldatısı. Bu gün burada yarın Allah korusun. Oysa sembolsüz mekânlar veya sanal uzay hiç de mekansız değildir. Çünkü tümüne mekân insanların beynidir. İnsan beyinleridir, beyleri değil. Beyin dışındaki dünya ise uzaydaki bilinen veya bilinmeyen bir yerdir. Akla gelen başa gelir misali oralarda görülür ve bilindik olur anında. Lakin oraya da ilimle bilimle ulaşılır. Bildiğini her ne pahasına olursa olsun paylaşmakla olur adamlık. Ancak her şeyin bir bedeli vardır şu yalan dünyada. Çekinmeden ödenir.

Önlerine koyulacak hesabı ödemekten çekinenler gülün adı canın soyadı derken içte ve dışta derin paylaşım ve arada bir kullanım uygulanan politikaların parçası olarak tarihe geçtiler. Ama uygulamacıların adı sanı tarihte geçmeyecektir hiçbir zaman. Geçmemeli de.

Bu kazara geçirgenlikte elbette kitle iletimi çok büyük sermaye gerektiren bir kurumsallıktır. Bu kurumsallaşmada büyük sermaye de ayni veya farklı medya türlerine sahip olarak tekelleşmeye yönelecektir. Çünkü parapolitikler için iktidarda kalabilmenin en birincil yoludur bu tekel. Bu tekele tek elden sahip olmak ve onunla yönetmek ise faşizanlığın alameti farikasıdır. Bu fabrikasız bacadan tütenlerle ise olan fakire olur.

Zaten amaçlar örtüşmeyince krizler peşpeşe yaşanır. Ve peşkeş çekmeler de krizlerle başlar ve arttıkça artar. İşte o artı veya artık değer paylaşımında hakikatli gazeteciden sayılmak aç kalmaktır. Gerçek ötesini aralamak ise sayımda suyumda isim vermektir.

Birilerince birilerinin hiç de doğru yapmadıkları “yaptı ve yapıyor ve de toptan haklı” tümcesine tekerlenmesi bu toptancı yılışık yapışkanlığın yaptırımlarıdır sadece. Aslı astarı bezi dastarı yakındır neşrolunur. Tarihsel ölçüsü ise kim ne derse desin “geçmiş ile şimdi uyumsuzluğudur”. Uykudan uyanıldığında ise bet beniz atma meselesine tertiplenilir. Gazeteci yazar aşkıyla tekerlemelere karşı duranların karşıtlığı ise yaftalandıkları alışkanlığın ötesinde hakikatin tecellisidir.

Sağır sultanın duyduklarına bile sosyal denetim elbette olacaktır. Olmalıdır da. Ancak önemli olan bu denetimi hangi gücün ne amaçla yaptığı veya yaptırdığıdır. Yapılanın da kimlere ne sağladığı veya sağlayacağıdır. Veya kimlerden neleri alıp götürdüğüdür. Yapılanın yapanın yanına kar kalmayacak biçimde olmasıdır. Yani kontrolün varlığı yokluğu değildir asıl mesele. Salt tartışılması gereken kontrolün doğasının bozukluğu, başıbozukluğudur. İşte bu bozuk düzende gazetecilik de direnmek ile olur ve de çok zordur.

Her şeyi zora koşmak aslında medya özgürlüğüne indirilen darbedir…

Bu azgın süreçte gazetecilik namı hesabına veya gelecek kaygısından yazar vasfıyla ortaya koyulması gereken ise şudur; egemen kültür kendi normlarını oluştururken, karşıt kültürler de kendi kültürünü üretip mücadele edecektir. Bu mücadeleye ise kanı kaynatır yazılar ilhamdır. O halde yazmalı, yazılmalıdır.

“Yaz gazeteci yaz…”

İllaki iletişim hem maddi hayatın hem de manevi hayatın vazgeçilmezidir. Gazetecilik ise eksik ve yanlı bu iletisel üretimin değişen zamanla birlikte zar zor bütünleşmiş gözüken veya tamamen aykırı en zorunlu parçasıdır.


Gazeteci yazar ise dosta düşmana karşı doğruları haykıran ve aykırı kalandır…

DUVARLARIN ÖTESİ

DUVARLARIN ÖTESİ
Öte duvarlar ağlıyor çocuk gibi,
Duvarların ötesi de.
Yıllardan sonra Denize kaç yol iner
kaç şoseden gidilir şaha kalkan sahile
unutulur.
O unutkanlıkla
çıplak uçurumlar saklar dağları
dorukları ise kar.
Kar kış kıyamet
mavi yüzüyor Karadenizin kucağında
iç çekişleri duyuluyor kararan gökyüzünün.
Günden geceye bahar
binbir renk dağlar.
Asma kilitli kapılar ağlıyor çocuk gibi
kapıların ötesi de.
Ve dayanılmaz güzellikte manzaralar da.
Eriyen kar deniz yolcusu
kaçak mal yüklü sandallar
sallanıyor tutku
Takalar da hamsi furyası.
Fuleli adımlardan taşan memleket aşkı.
Çıplak koylar saklar onları…
Direkleri kıpkırmızı yelkenleri ipek atlas.
Gençlikte sahiden dağlar sevilir
Az biraz geçkinleşince deniz derya toprak…
Kaç yoldan gidilirse gidilsin adres birdir
kurnazca beklenir sonsuz ağlamalar.
Nazlanmaların hazzı bitmez
bitmez yankısı
ebediyen sürer yangısı…
Ve parfüm kokularına karışır yosun ıslağı…
Ve duvarları aşar çocuk gülüşmeleri
duvarların ötesinde
etrafa dağılır çocuk korkusu.

1 Temmuz 2016 Cuma

HAYATA MANDAL

HAYATA MANDAL

Uyuşmuş beyin hücrelerinin ayık tutulması ve uyarılması en zor iş. İşi gücü olmayan bu bir türlü kendini uyanık tutmayı beceremeyenlerin bir daha uyanmamacasına topraklanıp küllendiklerinde upuzun uyuma dönemleri başladığında işler tamamen arap saçına döner.

Dönme dolaplarda aşk solar.

Damarlarda kılı kırk yararak dolaşan yaşlılık ve kapıları kapatan kalpteki bilinmezlikler işte o yoğun uyku halinde hayata mandallanır. Madalyasız bir hayattır bacadan boca edilen. Ve pencerelere eski tanıdık bir ses vurur, uyku arası.

Eski laylona mandal…

O manda ve mandacılık boyunduruğu ne kapılar açar akılda birden anlaşılmaz. Ne oyunlar oynar aklı evvellere bilinmez. Zamanla belirir ciddiyet. Geleceği görenler hepten şaşırır. Hayat uyku ve ölüm üzerine yazılanlar ve okunanlar da yetersizleşir. Kalın ciltli kitaplar da. Ciltler parlasa da bin bir boyayla perdahlanıp kalpler kararır. Akıl küpü çatlar.

Oysa yaşam üzerine nice vaadler saklıdır sık yazılarda kelimeler arasında. Paragrafların raflarındaki cümleler içinde. Okundukça şatafatla özdeşleşir yad eller. Ellerin elinde kalır, kapanın yanına kar kalır diye bilinir ve bellenir ama hiç de öyle değildir. Eller boşu boşuna kızarır. Parmak uçlarında cetvel izleri.


Önemli olan özünü hiç kaybetmeden yaşamaktır, geçen günleri anmadan ama unutmadan…

Nasıl olsa geçip gidiyor diyerek düz mantıkla yaşanmazı yaşamak değildir ki, iki uyku arası mahmurlanmak. Aşk işgüzarlığı da pek işe yaramaz kapaklar kapatılınca zaten. Artık son adres kaç katlıysa katlı. Katlanır acı. Üstelik kefen bezinden örtü örtülünce toprağa çam ormanında piknik başlar.

Aslında işi gücü bozulan herkesin veya işi gücü ayarında her kerizin zaman ve boyut, mekan ve soyut üzerine düşünemeyişidir asıl mesele. Tüm mesele budur kuru kafalara sorulan veya anlatılan.

Heyhat diye başlayan tüm manzumeler hayata mandallanmanın ve yaşadığının hakkını verebilmişliğin derin uykusuzluğudur. Veya o derin mavilikten doğprulmak ve uyanmaktır kızıla çalan ufka. Hayatın derinliğinde devinip gülümsememekle de bağlanılmaz hayata. Kurumlanmamak üzerine kurulu bir falez yürüyüşüdür sığınılan liman. Ve sonsuz aşka çaredir tüm mandallanmalar.

Ancak keskin bir yürüyüş suçlusu duruşmasıdır eskide kalan ve sisler arasından çark eden bir tümceye tümlenmedir mahkumluk;

Eski laylonlarınıza laylon madallar…

Ölüm gelip kapıya dayandığında hangi gün olduğunun, hangi azgın duruşa duyurulmuşluğun hiç de önemi kalmaz. Heyhat işte o salise tüm sahtelikler inkar edilir. Ama aşı tutmaz. İhlallerin topu inkâr edilir ama duyulmaz. Ses yitmiş söz bitmiştir.

Uykucu olmayışın veya uykuculuk ısrarı da pek işe yaramaz, layloncular geçip giderken. Lay lomlarla da geçiştirilemez hakikatin kılıcının keskinliği. Öyle bir kıl köprüdür ki o değdi mi tene yakar, anıları doğrar. Sahtelikle iftihar edildikçe iyilik yapsın topunu unutalım akıl dolaşmaları ile dönem it dalaşları tetiklenir. Sadelik ve sakinlik yok olur.  Hayat alışkanlıklarla devam eder belki bir süre.

Ancak mantar hayatlar hangi boyuta ışınlanırsa ışınlansın, hayata mandallanmalar ve tümden yanlışa endekslemeler de kurtarmaz zevatı. Zevatı gavatı, zeri zerzevatı çare olmaz, sökük yama tutmaz. O yırtık üzerine yırtık süzmesinde kar beyazı kadar temiz hayatlar da kirlenir ve günah bataklığına gömülür herzeciler. Böyledir işte uyku hapnesiz uykuculuk, hanesiz uykuculuk.

Kirlenen hayat değil insandır aslında. İnsanlar kirlenir ve kirlendikçe kirletir. Ulu çağrı başladığında ise esrik delirmelerin kıpırtısıdır hayata gölgesi vuran. Hayatların ortasına gölgesi düşen. Ama o da çare değildir. İnsan kendi kendine, kendi benliğine en büyük zararı yine kendisi verir. Ve kişiliğini ve de kimliğini kirletir. En sonunda da hepten kaybeder.

Uyuyarak uyanmaya direnerek giderayak aşktan da uzaklaşır. Aşktan da ileri derken ondan da kopulur. Saplanılan illet jilet gibi keser atar atardamarları. Belki birileri toplar ufka dağılan kızıllığı ama hayatın kirlenmesine o toplayıcılık da çare olmaz.

Oysa tohum yeşerdikçe başak verdikçe uyuşmuş beyin hücreleri de yenilenir. O yenileniş ile kılcallardan can damarlarına aşkla ayakta kalmaya direnir beden. İki aşk arasında kalmak nasıl bir şeyse şelale gibi akar uçurumlara nara.

Eskimiş laylonlarınıza renkli laylon mandallar…

Ve o keskin virajda ol denir olur…