29 Nisan 2013 Pazartesi

ÇAĞIN EMEK ÖRGÜTLENMESİNE DİNAMİZM KATMAK…


ÇAĞIN EMEK ÖRGÜTLENMESİNE DİNAMİZM KATMAK…

 
Emeğin artık çağın gereklerine uyumlu biçimde yeniden ve tam örgütlenmeye gereksinimi var veya mevcut emek örgütlenmesine dinamizm katacak çabalara...

 
Günümüzde birçok eğitimli, hatta iyi eğitimli ve nitelikli insan kalifiye olmayı gerektirmeyen işlerde, sigortasız ve düşük ücretle veya part-time çalışıyor. Teknik ve teknolojik gelişmelerin yepyeni iş imkânları ve alanları yarattığı yadsınamaz bir gerçeklik olarak tanımlanabilir. Ancak bu yeniçağ gelişmelerinin günden güne artan ve göz ardı edilmemesi gereken teknolojik işsizliği de oluşturduğunu tanımlama içine almak gerekir.

 
Bu gün bilimsel yanı tartışılması gereken bu teşhis ve tanılardan hareketle emeğin, mevcuda göre yeniden ve geniş kapsamlı örgütlenmesi şart görüşü ağır basıyor. Artık emeğin aşamaları da kendi içinde oluşan ve birbirini tamamlar biçimde değerlendirilmesi önemli bir devinim taşıması gerekiyor. Statükonun, durağanlığın emekçileri getirdiği boyut ortada.

 
Bilinmeli ki;  emeğin örgütlülüğü ile demokrasinin tam anlamıyla işlemesi ve işletilmesi paralellik arz eder. İnsan hakları ile örtüşen bir sosyo-siyasal idari yapı güncellenmediği sürece de emeğin örgütlenmesi daima güdük kalır. İşte emeğin karşı karşıya kaldığı asıl mesele budur.

 
Oysa çalışma hakkı en temel haklardandır. Yaşamın idamesi demektir çalışmak ve alın teri dökmek. Örgütlülük bu en temel hakkı çalışma hakkını grev ve lokavt bir yana en ufak iş bırakmada bile, emekçinin elinden şıp diye kaydırıveriyorsa hak yerine haksızlık doğuruyor demektir o övünülen yeni yasalar ve yasaları tanzim eden o yepyeni-ama eski siyasi yapı.

 
Bir başka değerlemeye göre emeğe her şey yönetime katılma ve örgütlenme hakkına bağlı ve ancak örgütlenerek yönetime katılabilirsin denilip, en baştan örgütlenmenin önü tıkanıyor, örgütlenenler ise tırpanlanıyor. Böylece yönetim doğal olarak, istenilen tarzda ve biçimde emek dışında kalanların inisiyatifine geçiyor.

 
Bir başka ayrıntıya göre toplantı ve yürüyüş yapma hakkı tanınıyor, bu hak da işe geldiğine göre yeri gelip ters yüz edilebiliyor. Yapamazsın edemezsine getirilerek uygulanan ağır yaptırımlar ile yasal platformda direnen emekçinin eli kolu da bağlanmış oluyor.

 
Ve emek kesimleri yeni yepyeni iş imkanlarına rağmen mevcudu, elindekini koruma içgüdüsü ve iş kaybetme korkusu ile emir buyrulanı yapar hale geliyor. Köleymişçesine çalışıp, didinerek daima susan, sustukça susan bir yığın oluşuyor sermayeyi sevince boğan.

 
Günümüzde emek hangi açmazla-hastalıklarla boğuşacak hiç mi hiç belli değil…

 
Öncelikle en temel hakları hakkınca veren ve sınırlı-sınırsız geniş haklar tanıyan yasal düzenlemelere gerek var. Demek ki bu teknik ve teknolojik gelişmeler çağında tüm hakları kesinlikle garantileyen bir yasal güvence yeni anayasa da düzenlenmedikçe emeğin yeniden örgütlenmesi veya güçlenmesi zor görünüyor.

 
Ayrıca emeği, bu temel haklar çerçevesinde zorlayıcı, itici güç, baskı aracı ve yönlendirici kuvvet, bütünleştirici kudret olarak görmek istemeyen bir anlayış hükümran ise yeniden örgütlenmek bir yana, örgütlülüğün mevcudunu koruyabilmek bile güçleşir.

 
Ve yaşam kalitesini yükseltecek, sağlıklı bir toplum üretecek, adaletli bir gelir dağılımı da olmayınca emeğin sinmişliği-sindirilmişliği bir kat daha artar. Bir başkaldırıya, daha fazla istemeye ve toplumsal isteme dönüşecek bir hareketlik daha çok beklenir.

 
Ve de siyasi partiler, sendikalar, dernek ve meslek örgütlenmeleri, vakıflaşma ve kooperatifleşme ile uluslar arası anlaşmalar yoluyla veya evrensel dayanışma biçiminde, hayat bulacak demokratik dayanışma modeline emek gerekli katkıyı sağlamadıkça-sağlayamadıkça ülke yerinde sayar, sayar ve geriler…

 
Çağın gereklerine uyumlu biçimde geliştirilecek yeniden ve tam emek örgütlülüğü sayesinde emek, emeği esas alan mantalite;  başka türden-türdeş sınıf egemenliğine de son verecektir. Emek, Ezen ve ezilenin olmayacağı sosyal devlet bileşkesine kendi dinamizmini de katarak çemberi genişletecektir.

 
İşte bu yüzden bu ülkede yıllarca envai çeşit yaklaşımlar ve önermelerle emeğin örgütlenmesi sağlam temellere bir türlü oturtulmayarak, daima zayıf bırakılmıştır. Çünkü emeğin yıkılmaz ve kırılmaz örgütlülüğü ideolojisi ne olursa olsun hedefe giden yolda öncü güç olur, direnci artırır.

Ve yeniden örgütlenmek gerekliliği bir yana mevcut emek örgütlenmesine dinamizm katacak çabalardan bile bu nedenle çekiniliyor…

 

27 Nisan 2013 Cumartesi

ÇALIŞANLARIN ULUSAL GELİRDEN ALDIKLARI PAY YÜZ GÜLDÜRMEZ…

ÇALIŞANLARIN ULUSAL GELİRDEN ALDIKLARI PAY YÜZ GÜLDÜRMEZ…
Bu gün ülkede reel rakamlara göre çalışanların ulusal gelirden aldıkları pay yüzde yirmiler civarında, yani yüz güldürmez...


Asıl net rakamları bilen idealist olmayan realist ekonomistler kaldıysa eğer ve iktidardan çekinmeyeni de varsa çıkıp söyler, biz de öğreniriz. O vakte kadar bildiğimiz bu. Zaten çalışanlar doksanlı yılların başından bu yana azalan oranda pay sahibi olmuşlar toplam milli gelirden. Bu yıldan yıla düşerek oluşan oransal rakamlara karşın çalışanlar toplanan total verginin üçte ikisini de ödemeye devam etmişler. Tüm bu bilinen gerçekler ışığında her zam dönemi, her toplu sözleşme aşaması emekçiler yine horlanıyor ve hala dışlanıyorlar.

Ayrıca milli gelirin fonksiyonel dağılımından maaş ve ücretlilere yüzde onbeşler seviyesinde pay alabiliyorken milli gelirin yüzde yetmişbeşlere ulaşan kısmı faize, rantiyeye ve yandan safi-karlara aktarılıyor. Ülkenin doğusu batısı arasındaki toplamda ve kişi başına gelir farkı ise yıldan yıla artarak on-onbeş katları buluyor.

Ülkede ekonomik kriz yok deniliyor olsa da dört kişilik bir ailenin aylık asgari geçim miktarı ve açlık sınırı her açıklandığında örtülen hakikatler su yüzüne çıkıyor. İmf ile anlaşma zeminleri aramıyoruz, borç alan değil artık borç veren ülkeyiz denilmesine rağmen sıcak para girdileriyle sağlanan bu geçici rahatlık ve teğet geçmeler temelden çatlatmaya gün sayıyor.

Kamuda çalışan işçi ve memurların senelik ücret ve aylık artışları kesinlikle enflasyon altında belirlenmiyor görüntüsü verilse de yapılan zamlar açıklandıkça komikaze bir hal alıyor ilk altı aylık ve ikinciler. Özel sektör çalışanlarının, taşeron kitlelerinin yıllık sözleşme zorunluluğu ve asgari ücrete talimi ise başka bir muamma.

Ülkede sanayileşme durmuş, işsizlik almış başını gidiyor, işini kaybetme fobisi literatüre girmiş, en büyük korkular sınıfına dahil olmuş, sendikalı çalışan sayısı azaldıkça azalmış, kayıt dışı ekonomi sınır tanımayan yeni zenginler yaratmış, bölgeler ve kentler arası gelir adaletsizliği kalkınmanın temeli olmuş, bu hakaretvari duruma çare manifestosunu yazan yok.

Bu ülkede çalışanların hakkını kim arayacak ve kim koruyacak ve ulusal gelirden aldıkları yüzde yirmileri kim tırmandıracak belli değil…

Bu barış ortamı gerginliğinde; Teknolojik gelişmeler emeğe düşman, sigortasız çalışmak ve çalıştırmak baş tacı, taşeronlaştırma almış yürümüş duvara toslayacak, yaşanması güç-yaşatması zor ücretlere bile insanlar duacı-iddiacı ve ortalık süt liman.

Bu tabloya göre emeğin karşılaştığı sorunlar o kadar çok ki. Veya yok ki; Emeği en yüce değer sayanlar ve sayacaklar sessiz suskun.

Çok konuşanların ve bilenzorların mirası ise; millet çalışmadan, üretmeden, alın tersiz ekmek derdine ve peşine düşmek. Sanki bir şeyler değişti ya da çok şeyler değişti. Emek kavramı daraltıldıkça, değişik katmanlar kendi içindeki örgütlülüğe rağmen asıl safından sapıyor. Saptıkça da hızlı teknolojik gelişmeler ve yeni toplumsal ayrışmalar emeğe negatif getirileri olan yepyeni boyutlar kazandırıyor.

Ve böylece bu ülkede çalışanların ezilmeye, erimeye ve geçim derdine mahkûmiyeti müebbete dönüşüyor.

“1 Mayıs” a sayılı günler kala Bordroluların, bordrosuzların, tüm çalışanların, gizli işsizlerin, kol ve düşün işçilerinin, sanatçıların, iş yöneticilerinin, serbest meslek sahiplerinin, kendi işine işçilerin, esnaf ve zanaatkârların daha da genişletilecek sosyal statü yelpazesinde hemen herkesin mutlu, huzurlu, umutlu olduklarını var saymak hayalciliğin dik alasıdır her halde.

Ve devlet ekonomik manada güçsüzlerin yanında yer alıyorum diyerek, emeği ile geçinen yığınların, toplam ülke gelirinden aldığı payı kısarak sorunları ve geleceğin belirsizliğini çözebilirse ne ala…
 

25 Nisan 2013 Perşembe

EMEKSİZ GEÇİM DÜNYASI VE GELECEĞİN BELİRSİZLİĞİ…

EMEKSİZ GEÇİM DÜNYASI VE GELECEĞİN BELİRSİZLİĞİ…

1 Mayıs hangi meydanda kutlanacak tartışmaları sürerken¸ ne yazık ki çalışanların geleceği de belirsizlik içeriyor. Ayni her sene koca İstanbul’da sürdürülen kutlama meydanı belirsizliği gibi…

Oldubittilerle özelleştirme, çetelerle susturma, sürgünlerle kadrolaşma operasyonlarından geldi geçti bu ülke. Adil anlayışın hüküm sürdüğü şu son yıllarda ise kara bulutlar dolaşıyor, ekonominin, demokrasinin ve hukukunun üzerinde.

Ülke çetelere, kaynaklar kürelere, üretim ve paylaşım tekellere, yurtta sulh akillere, cihanda sulh ağa babalara ihale edildikçe iş zorlaştıkça zorlaşır. Ülke uçurumun kenarında nefeslenirken emeğiyle geçinme derdindekilerin soluğu da kesilir. Anayasa ve yasalardaki bilinçli oynamaların yerini üzerinde uzlaşılamaz anayasa taslakları alınca zaten işçiler aradan çıktı…

Savaşa ve rantiyeye endeksli devlet bütçesindeki açıklar sosyal devlet olgusunu yok etme aşamasına gelince, gelinen eşiği atlamak barışa endekslendi, olan başta işçilere olacak sonrası Allah kerim.

Vay ileri demokrasinin haline, vay teğetli ekonominin haline, vay el emeği-kol gücü- göz nurunun haline, vay ki vay her şeye…

‘Ekonomi hayatı belirler, demokrasi ise hayata yön verir’ kuramsalı; bu bağlamda ne tezler, nice ilişkiler, ne muhkem siyasetler, ne dünler günler, ne ömürler harcandı gitti. Hayatlar ve gelecekler daima ekonominin, eko-paketlerin ipoteği altında ezildi. Ayni sürekli ezilen emek-emekçi gibi…


Zaten dünyanın yazılı tarihine göre de mal ve hizmet değişimleri yerine kullanılan değerler insanlığı yönetmiştir. Yönetilen ise gerçekten her zaman üreten eller-üreten beyinler olmuştur. Her şey yaşamak için çalışmak, çalışmak üstüne kurulmuş bir düzen. Bu kurulu düzene başkaldırı her dem suç, suçu bastıranlar ise bey paşa olmuştur.

Devlet bu çarpık-çurpuk düzende; ‘insana, insanca yaşama değer vermek suretiyle, insanları yakınlarıyla beraber uygarca yaşatmanın altyapısını kurma becerisini gösterebilmelidir’ cümlesi sadece yasalara giren tumturaklı ifadelerdir aslında.

Oldubittilerle devlet vatandaşlarının geleceğini; ‘kaderciliğe, güvensizlik ve çaresizliğe, boşluğa ve yokluğa terk etmez. Terk etmelerine neden olmaz. Bilimsel, çağdaş kurum, kuram ve uygulamalarla yediden yetmişe toplumun geleceğini teminat altına alırken emek yolcularını, alın teri kurbanlarını da unutmaz’ demek istiyor insan ama...

Evet, modern çağın gereği insan yaşamının çok büyük kısmı, nerdeyse tamamına yakını çalışmakla geçiyor. Ve günümüzde çalışılan sürece ufak tefek yatırımlar hariç, tüm kazanç doğal ihtiyaçların karşılanmasına gidiyor. Emeklilik ise mezarda hayat buluyor. Hayatı ve geleceği güvenceye almanın yolu ise arı-gururu bir kenara koyup değişik enstrümanları kullanmakla mümkün. Aklı gereğince işletip, dürüstçe çabalamak hayatı garantiye almaya yetmiyor maalesef…

Ülkenin kurucusuna kulak verilmez bir dünya kurgusu yaşanıyor- yaşatılıyor; “Çalışmadan, öğrenmeden, yorulmadan, rahat yaşamanın yollarını aramayı alışkanlık haline getirmiş ulusların önce onurlarını, sonra özgürlüklerini ve daha sonra geleceklerini kaybetmeleri kaçınılmazdır…”

Özgürlüklerini ve geleceklerini kaybetmemek için belli görevlerde çalışan memur, ücretli ve işçilerin yasal çalışma süresi sonunda elde ettikleri emeklilik hakkı onlara açlıkla özdeş maaş olarak yansıyınca oldubittiye getirilemiyor gerçekler.

Bu gerçeklikte; girdaba serili ağın içinden çıkılmaz bunalım ve krizleri en çok çalışanları vuruyor, yaralıyor ve haksızlığa uğratıyor. Hangi güvenlik şemsiyesi altında çalışılır ise çalışılsın günden güne şartları ağırlaşan, zorlaşan bu ülkede emeğin geleceği gerçekten karanlıktır.

Emekçiler için cehennem, sermaye için emek cennetidir hiç gizlenmeden, alenen kurulan sırat köprüsünün iki yanı. Kalbura dönmüş hayatlar kanarken için için “devlet tedbirleri alır ve teşkilatları kurar” yasa maddelerinde çare aramakla ‘emek en yüce değer’ mertebesine ulaşılamaz ve ulaştırılamaz.

Şu günlerde bu yasama dönemi geçmeyeceği belli anayasa taslak hazırlayıcılarının kulağına küpe olmalı bazı değerler; herkes onurunu, kişiliğini, kimliğini ve özgürleşmesini geliştirecek, ekonomik, toplumsal ve kültürel haklarının gerçekleşmesi haklarına sahiptir…

Ve herkes kendisinin, ailesinin ve bakmakla mükellef olduklarının sağlık ve rahatlığı için, beslenme, giyim, kuşam ve barınma gereksinimleri için çalışmak ister. Çalışmak çalışmak ister, iş ister iş. Emeksiz geçim uzmanı- sadaka ve bağış müptelası olmak değil.

Ve çalıştığının karşılığını hakkınca almak ister…

1 Mayıs hangi meydanda kutlanırsa kutlansın ama yine ne yazık ki tüm çalışanların geleceği belirsizlik içeriyor…
 

ÇOKULUSLU ŞİRKETLERİN YERLİ MALI MÜDÜRLERİNCE İŞLETİLMEK…

ÇOKULUSLU ŞİRKETLERİN YERLİ MALI MÜDÜRLERİNCE İŞLETİLMEK…

Bir mayısa sayılı günler kala emek sermaye çelişkisini güncelleyen birkaç yazı karalamak istedik. Bu gün çokuluslu şirketlerin yerli malı müdürlerince nasıl işletildiğimizi işleyeceğiz…

Günümüzde dünya ekonomisinin yüzde yirmisinden fazlası uluslar arası şirketlerin denetiminde. Bu çok uluslu şirketler hegemonyası ve oranlar dünyada yaşanan tüm sorunların temeli olarak görülmesi gereken bir durum aslında.

Böylesi bir ekonomik süzgeçten süzülen dünyada neyi ne kadar yapabilme serbestisi var bu konuşulmalı, konuşulmasından öte tartışılmalı ve kurtuluş çarelere aranmalı ivedilikle. Özgür birey, özgür toplum liboş safsataları ile yoğrulan bu çağda gerçekten kişiler ne kadar özgür veya ne kadar tutsak ona bakmak gerek aslında.

Birey olmak, özgür birey olabilmek için ne kadar mücadeleci bir ruha sahip olmak gerektiği ve ne kadar mücadele edildiği önemli aslında. Madalyonun hangi yüzünün önemsendiği de izahı gereken bir muamma ayrıca.

Yarın söylendiği üzere dünya ekonomisinin yüzde sekseni çok uluslu şirketlerin eline geçerse eğer dünya daha vahşi, ve acayip acımasız katı şirket kurallarının gölgesinde yönetilir. Ve kimse de artık bir şey yapamaz.

Tek amacı sadece daha çok kar etmek olan bu egemen güç-büyük sermaye egemenliği yok edilmiş ülkelere ve tüm dünyaya aracılar ve temsilciler yoluyla hükmederse vay haline insanlığın.

İşte o hüküm doğrultusunda kalkınma, kültür, kentleşme, bilim ve sanat gibi değerler de hiçe sayılır. Veya insanlık yararına olması ve kullanılması iyice denetlenir, izlenir. İnsanı insan yapan bu değerler ve erdemlerde sermayenin güdümünde sermayeye hizmet eder, ettirilir başka seçeneklere aldırılmaksızın.

Zaten sermaye örgütlendi, tek yürek oldu ve artık tek merkezden atıyor. Kapitalizmin özünde de aslında bu kaynaşmanın varlığı yatar. Sermayenin uluslar arası boyutta pervasızca cirit atması da kapitalizmin başta küreselleşme devamında ileri demokrasi ile çap ve kap değiştiren maskları peşi sıra takmasından kaynaklanan bir oyun.

Kocaman dünya pazarının, rekabet olanaksız çok uluslu firmalar eliyle örgütlü sermayenin aktiflerine geçmesi incelikle işlenmiş ve oynanan bir senaryodur aslında. Bu senaryoda bırakın işçileri halkların da ciddi bir rolü yok. Amaç büyük sermayenin ürettiğini hiç zorlanmadan kolayca satması olduğuna göre bu yolculukta her makul gördüğü araca binmesi kaçınılmaz bir gerçektir.

Büyük sermaye üretir satar, satar yeniden üretir bir daha satar ve satacaklarına yeni pazarlar uyarlar. Almayan topla tüfekle, alana cennet çıkması kötekle çılgınlık düzeyinde tüketim pompalanır. Dönüştürülen toplumlar, uluslar, ülkeler ve kıtalar bu tezgâhtan geçirilir. Lüks ve hazır mal panayırında markalaşma tanrısına tapılan yeni bir din ve inanç sistemi yaratılır.

Bu öyle bir imansızlıktır ki; büyük sermaye ulusların gelişmişlik düzeyini bile tüketim ölçüsüyle belirler. Üretme tüket reklamsal bir repliktir her türlü pentagonsal metot kullanılarak beyne kazınan. Ebeye bebeye şırınga edilen şartlı şartsız tüketim talebi ve parolası, çok uluslu firmalara ve büyük sermayeye köleliğin ilk adımlarıdır aslında.

İyidir güzeldir ancak, misli misline kötü ortamlarda yaşamak, fukaralığı yaşamaya mahkumiyet,  tükettiğimiz oranda zenginleştirdiğimiz o uluslar arası sermayenin tek ve ilelebet isteğidir aslında.

Aslısı keremi bir yana, sosyal bir sınıfın diğer bir sosyal sınıf üzerindeki baskısı yalnızca gelişmesi engellenen, engellenmesi gereken ülkelerde emekçiler adına kullanılır. Çünkü esas hedeflenen kendi kendine yetmemeyi yaşatmaktır. Tek yürek atarak mahvolmak budur işte.

Böyle olur dünyada hep söylenen o hak edilen yeri alamamak, ulaşamamak. Onurlu duruş göstermeden dilek ve temennilerle gidilen yol yol değildir aslında. Korkulası gerçekler saklanarak oluşturulan sessiz bekleyişlerin sonu ise tufandır.

Bir mayısa sayılı günler kala dünya ekonomisini belirleyen çokuluslu şirketlerin yerli malı müdürlerince hala uyutulmak hiç yakışmıyor bu ülke insanına…

22 Nisan 2013 Pazartesi

23 NİSAN VE GELECEĞİ GÖRMEK…

23 NİSAN VE  GELECEĞİ GÖRMEK…
Bu gün hecelemeye başlayıp okumayı söktüğümüz yaştayız ve Bu gün 23 Nisan, Neşe doluyor insan”…

Evet, 23 Nisan Türkiye'nin ilk ulusal bayramıdır.

1921'de çıkarılan bir kanun ile milli bayram olarak resmileştirilmiştir  “23 Nisan”. O yıldan günümüze değişik isimlerle ve farklı törenlerle kutlana gelmiştir. Bu gün için şenlikler düzenlenerek kutlanan ve şölenli-resmi tatil yapılan son milli bayram olarak kalmak üzere 23 Nisan.

Aslında 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın özünde üç ayrı bayram yatar.

Belki Tarihçilere bırakmak gerekir ama 23 Nisan ve Ulusal Egemenlik Bayramları aslında ayrı ayrı bayramlardı. Bu günle özdeşleşen Çocuk Bayramı ise tamamen ayrı bir kavram olarak gelişmiştir. Zamanla meclisin açıldığı gün olan ‘23 Nisan Millî Bayramı’ ile ‘Millî Hâkimiyet Bayramı’ birleştirilmiş ve en sonunda ‘Çocuk Bayramı’ da bu güne eklenerek bu günkü 23 Nisan doğmuştur.’

1979 yılında ise TRT düzenlemeye başladığı ‘Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği’ ile 23 Nisan'ı tüm dünya çocuklarının kutladığı bir bayram haline getirmeyi amaçlamıştır.

Bayram bu günkü biçimini ise 1981 yılında almıştır.

23 Nisan Türkiye'nin ilk ulusal bayramı iken; 12 Eylül darbesi sonrası Milli Güvenlik Konseyi tarafından bayramlar ve tatillerle ilgili kanunlarda yapılan değişikliklerle her şeyin içinin boşaltıldığı gibi 23 Nisan’ın da içi boşaltılmıştır.

Bu gün 23 Nisan, Neşe doluyor insan”…

Bu gün; "23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı"…

Ulusal egemenlik temeline dayalı halk hükümetinin kurulması ve cumhuriyetin ilanına giden yolun başıdır 23 Nisan, çocuklara armağan edilen bu gün.

Ancak samimi ve sarsıcı itiraflardan oluşan Söylev’den bu güne ilişkin kallavi cümleleri çoluk-çocuk, genç-yaşlı görmek, okumak, bilmek gerekir.

Unutulmamalı ki; 22 Nisan 1920’de Temsilciler kurulu adına Mustafa Kemal kısa bir tebliğ yayınlar. Sonra; bütün valiliklere, müstakil sancaklara, ordu ve kolordu komutanlarına, tümen komutanlıklarına “Dakika geciktirilmeyecektir” talimatıyla telgraf çektirir.

İşte O gün 22 Nisan’dı…

Ve telgrafta şunlar yazılıydı; “ Tanrı’nın lütfüyle Nisanın 23. Günü Büyük Millet Meclisi açılarak çalışmaya başlayacağından, o günden itibaren askeri ve sivil makamlarla, bütün ulusun tek merciinin ‘Büyük Millet Meclisi’ olacağı bilgilerinize sunulur.”

Ve bir 21 Nisanı da vardı, o günlerin…

21 Nisandan Okuyoruz geleceği;

“Büyük Millet Meclisi’nin toplanışını ve açılmasını sağlamaya çalıştığımız günlerde bizi en çok uğraştıran bazı bölgelerde başlayıp, bazı yerler üzerinden Ankara’ya yaklaşacak kadar genişleyen gericilik ve isyan dalgaları olmuştur.

Ben bir taraftan bu dalgaların durdurulmasına çalışırken, bir taraftan da Ankara’da toplanmakta olan ve genel durumu daha iyice bilmeyen milletvekillerini dehşete düşürecek olaylar karşısında bırakmamak ve böyle durumların ortaya çıkmasıyla Meclis’in toplanamaması gibi uğursuz ihtimalleri önlemek çarelerini düşünüyordum.

Bunun için Meclis’in açılmasına acele ediyordum…”

Mutlu ve Kutlu günler yaşasın bu içli memleket. Ilık günlerin altın beşiğinde sallansın sonsuzluk, hürriyet ve tam bağımsızlık. Bereket üstüne bereket bu memleket.

Bayramlar geleceğe uzanan köprü yerine yerinde patinaj çekmeyi güncelleyince de maviye dalar yorgun gözler. Gözlerimizde gelecek ıslanır, matem denizinde.

Bu gün geleceği görmeye başlayıp, okumayı söktüğümüz yaştayız ve yine; Bu gün 23 Nisan, Neşe doluyor insan, demek istiyoruz…

KÜLTÜR EMEK, EMEK PASAJ…

KÜLTÜR EMEK, EMEK PASAJ…

Ülkede kültüre genel bütçeden ayrılan pay eğer yanlış anımsamıyorsak binde dört-beş civarında. Kökleri tarihin binlerce yıl derinliğinde, filizleri yetmiş yıllık bu ülkede kültürün, kültürlülüğün payına bu kadar düşüyor maalesef.

Genel bütçeden aldığı veya alamadığı, alması gereken para bir yana en azından çok yılların“emeği”, sanat ve sinema salonları iş hanlarına, kült-ürik pasajlara dönüştürülmese bari…

Ayrıca ülkenin kalıcı, gerçekçi, çağdaş ve devamlılığı olan bir kültür politikasının olmayışı da başka bir muamma. Ülkenin kültürel değerlerini ve zenginliklerini, çağdaş yöntemlerle kavrayıp içselleştirerek elde edilecek birikimleri, özelliği ve öznelliği geleceğe taşıyacak rolü üstlenen de yok ne yazık ki.

Bu temel görev değişen iktidarların inisiyatifinde ama toplumun gerisinde kalan kültürel hizmet süreçleri ile geçiştiriliyor yıllardır.
Maalesef bu ülke tarih ve kültür zenginliğini koruyamadığı gibi kültürel mirasın doğasını oluşturanları da yok sayıyor. Taşınır taşınmaz tüm kültürel değerlerine yeterince sahip çıkamıyor.

Aynen Emek sineması gibi…

Ve kültüre yıllardır yanlış ve korkuyla yaklaşılmaya bu gün de devam ediliyor. Kültüre, kültürel kimliklere, bilgi birikimine, dil, sanat ve yazına duyarlık ve sanatçıya destek penceresinden bakmaya bir yasak ve çekince var sanki.

Farklı kültür kümeleri yasalar, kurumlar ve devlet önünde nedendir bilinmez eşitlenmemiş bunca yıl. Bu gerçeğe paralel kültürün gelişmesi, geliştirilmesi, derinlik ve çeşitlik kazanması ve kazandırılması bir biçimiyle hep durdurulmuş. Hal böyle olunca da hoşgörü ve özgürlük ortamı yok edilmiş sanki. Merkezi idare kültür çeşitliliğini ayrımsız korumak geliştirmek ve saklamak, geleceğe taşıyacak mekanizmaları gerçekleştirmek yerine tek düze dayatmalara sığınarak acze düşüyor. Oysa nelere sahne oluyor arena, görmezden geliniyor.

Kültürün bütçeden alamadığı paya bağlanacak belki tüm olumsuzluklar. Sinemanın emeğini nereye bağlamak mümkün acaba…

Kültürel etkinlik alanlarında yönlendirici ve güdümleyici işlev üstlenmek, toplumsal kültür üretiminde temeli ve altyapıyı hazırlamak, kültürel etkinlikleri özendirici önlemler almak pek ala da devletin görevi aslında. Sanata sanatçıya, yazara çizere artan dozda müdahale etmeler değil. İdari ve sanatsal açıdan iktidarlara bağımlı kılmaya devam edilen sanat kurumları bir an evvel özerk sanat kurumlarına dönüştürülmelidir.

Belli belirsiz görülen ve sınırları kırmızı siyasi ve keyfi yasaklamalardan vazgeçilmedikçe kültürel zenginliklerin kamuoyuna duyurulması tanıtımı ve çabası boşa çıkar. Desteklenilmese dahi sansür ve ezici denetimler yerine kültürel mozayiği oluşturan değerlerin yaşanması, toplumsallaşması ve öğrenilmesi geciktirilmeyebilir.

Görsel ve yazılı kültürel gelişmelere ve çalışmalara destek sağlanmasa da kösteklenmeyerek toplumun hayat damarlarının tıkanması önlenebilir. Sonra sanatsal etkinlik ve duyarlığın uluslar arası kabul gören ölçütlere getirilip getirilmediği tartışılabilir. Yoksa evrensel kültür düzeyine ulaşmak hayal olur.

Kültüre para bu kadar olabilir. Ama para dışında kültüre verilen önem daha da içler acısı. Maddesel boyutuna bakılmaksızın, en azından bu ülkede gücünü halkından alan ve geçmişin imbiğinden süzülen yerel kültürel zenginlikler ve folklorik değerleri var.

İyi ki emek var.

16 Nisan 2013 Salı

KENTSEL DÖNÜŞTÜRECEĞİZ DİYEREK DÜĞMEYE BASANLAR…

KENTSEL DÖNÜŞTÜRECEĞİZ DİYEREK DÜĞMEYE BASANLAR…

Tarih yapraklarına göre yedi bin yaşı devirmiş şu cennet köşesi kentte bu âcizane makaleyi kaleme alırken İran’ın güneydoğusunda Pakistan sınırına yakın Sistan-Baluchestan bölgesinde 7,5 şiddetinde deprem meydana geldiğini öğrendik. Şimdi birileri çıkıp sadece depremden demlenip  asıl gerçekleri unutmasın-unutturmasın diye yinede tarihe notumuzu düşeceğiz.

Düşmez kalkmaz bir Allah…

Evet, son elli yılda arsızca tahrip ve talan edilmiş yedi bin yıllık bir kentte yaşıyoruz. Ve yaşadığımız bu kent; Siyasal ve rantsal doyumsuzluğun acımasızlığıyla yarıdan fazla binası kaçak, bir o kadarı da yasal olmayan yasa dışılığa itilmiş bir kent.

Aslında kentin göbeğinde yaşayanlar için de, kenar köşesinde yaşayanlar için de değişen fazla bir şey yok son yıllarda. Kentin sur içi merkezleri iş bilir yatırımcıların elinde, sur dışı kıyıcıkları ise görgüsüz yatırımcıların elinde keyfiyete göre biçimlenmiş, durmuş zaman içinde.

Özellikle civar semtler daha en başında yerleşke seçimleri açısından işe, aşa, şehre göçe ve akraba kayırmalarına göre önce bir gece de kondurulunca, sonra da yerel duyarsızlıkla çarpık betonlaştırılınca işin içinden çıkılmaz ve yaşanmaz hale geldi-getirilmiş bu güzelim kent.

Eski Beyoğlu masallarına inat, sosyal, siyasal ve ekonomik sorunların doğmasını kolaylaştıran, el birliği ile salt sömürü için bir zemin oluşturulduğu açık bir realite. Kent duyarsızlıktan yasa dışılığı marifetmiş gibi zırhlanınca ayrıca devlet kalıcı ve sağlıklı çözüm üretemediğinden geniş halk kesimleri son yirmi-yirmi beş yılda iyice şehir dışında şehir oluşturdu.

Vatandaşın kendi çözümünü kendisi üretmesiyle başlayan ve ilerleyen yıllarda masum barınma isteğinden baldan-çörekten paylanma hırsına dönüşen bu yaşam biçimi dayatması ekşimiş ve eskimiş bir kent yarattı.

Plansız, ruhsatsız, programsız bu tersine gelişme, başka bir deyişle gelişememe yerel yönetimlerin zaafları ve siyasi düzeneklerin oy kaybetme endişesiyle kendi ticari metasını da yarattı, çürük çarık. Ve bu kırık dökük kent niteliği mikro milliyetçi çehrede benzeşen ve dönüşen makro düzeye ulaşan nicelikte kendi insanını da şekillendirdi.

Sorunların üstesinden gelinmesi güç, işin içinden çıkması zor bu kent kaosunda mafyacıklar eliyle toprak değerlenirken, toprak ve hazine toprağı üzerine çok katlı beton yığanlar da katmerlendi. Alandan, zor bi hal alıp yaşayandan çok satana itibar kazandıran bu süreç şimdilik sonlanmış görünse de uygulanan kentsel dönüşüm projeleri ile devam edecek gibi.

Geniş halk yığınlarını yeni bir itibarsızlaştırma, onları bu statüde yaşamaya yıllarca mahkum eden siyasi realiteye ve uygulayıcılarına, inşaatçılarına ve sairlere kaybettikleri itibarlarını iade bekliyor bu dönüşümde.

Sosyal bir raporlama yapıldığında geçmişi ve gelinen durumu sıklıkla kınayanların, kentsel dönüştüreceğiz diyerek düğmeye basanlar ve mevcudun siyasi getirisinden alabildiğine faydalananlar,  tüm zenginlikleri paylaşanlar olduğu ayan beyan görülebilir.

Ne yazık ki seksen sonrası ve özellikle iki bin devamında yasal düzenlemeler ve binlik, beş binlik planlar-planlamalar dışında gelişmesine izin verilen bu kentte bu kentleşememe ve kentlileşememeye paralel yasadışı bir kültür de oluştu. Bu geçmişin değerleri ile gelenek görenekler ile pek örtüşmeyen ve devletten beslenmeyi, devletten yemeyi gayeleştiren yasadışı kültür hükümet eliyle kitaba uydurularak yasallaştırıldı.

Bu kendiliğinden oluşan-oluşturulan kültür yasa dışılığı yasallaştırılınca, zaman içinde demokrasiyi de bozulmanın ve yıkıcı yekpareliğin kıyısında dolaşmaya sevk etti. Ülke demokrasisinin bir arada derede kesintiye uğrayıştan yorulmuşluğu ve yıpranmışlığı bu savrukluk düzeniyle ila nihaye dengelenmeyeceğine göre yeni projeler devreye girdi. Kentsel dönüşüm, yık yap…

Oysa kentin yıllarca tahrip ve talan edilmişliği direkt veya endirekt demokrasinin tahribini de getirecek, rejimle yüzleşme fırsatı da gecikmeyecekti. Bu da oldu peşi sıra. Şimdilik tam yok olma noktasına taşınamaz gibi görünse de korkunç günler yaşanmayacağını iddia eden de pek yok.

Yani yıllarca yasadışı kentleşmeye göz yummanın ve kentleşememenin temsili demokrasiyi ezici çoğunlukla tahrip ve harap etme noktasına vardırdığı, taşıdığıdır. Bu kentsel travmanın sosyolojik gerçeklik sonucu yaşattığı siyasal travmayı görmezden gelmek ülke siyasetine varlığı ve bütünlüğüne zarar vereci bir boyuta sürüklenmektir.

Metrosuz metropol bu kentte, megalomanların elinde oyuncak bu mega kentte mucizeleri yaşamak ve yaşatmak asla evrensel bir olgu değildir. Kalkınmakta olan ülkelere has bir olgu demekte sorun çözmez. Üçüncü dünya ülkelerine özgü demek ise sorun ertelemektir özünde. Yeni bir siyaset yaklaşımına göre meseleyi tahlil etmek gerekir.

Mevcut İktidar şimdi yasa içine çekmeye çalıştığı bu yasadışı kentten alacağını yeterince aldı, yapacağını yaptı ve gerileme dönemine girdi. Zaten gelişmiş tüm ülkelerde büyük kentler nüfus kaybı yaşar. Uygulanacak kentsel dönüşüm bu kentte nüfus kaybı yaşatacak diyen varsa, gerçekten nüfus bu yolla düşecek ise ne ala.

O vakit tüm yazıp, çizip söylediklerimizi geri çekeriz.

Ancak kentsel dönüşüm ile nüfus artar ve dikine yapılaşma ve artan nüfusla, doğacak kentsel rant ülke ekonomisi ve siyasi yapısında ağırlığını tek yönlü hissettirecek gibiyse;

O vakit son vuruş gelmeden birileri de çıkıp bazı saptamalarda bulunabilmeli…


14 Nisan 2013 Pazar

KENTSEL DÖNÜŞÜME SAHTE İMAJ VE MONTAJ…


KENTSEL DÖNÜŞÜME SAHTE İMAJ VE MONTAJ…

Esenler’de ve civar ilçelerde Kentsel dönüşüm son sürat, toz duman devam ediyor. Amerika’da finans sektörünü yıkıp geçen, inşaat sektörünü batıran, evsiz barksız, işsiz aşsız, milyonlarca sokak insanları yaratan mort-geç kredileri-kredicileri de yakında kapısını çalacak garip Esenler halkının.

Esenler Belediyesi bir özel banka ile geçenlerde bu kontrata imzayı attı…

Devlet sözcüsü hükümet, hükümet sözcüsü belediyeler ve siyasi geleceklerini kentsel dönüşümde gören belediye başkanları; Kentsel çarpıklığa çözüm ürettiğini-ürettiklerini söyledikçe, vatandaş yeni bir kazanç kapısı aralandığı duygusuna kapılıp,  az çok ticari paydan nasıl nasiplenirim düşüncesiyle hiç ses çıkarmıyor, pusmuş bekliyor, şaşırmış benim evimi de yıkın diyor.

Bu suskunlukta ağzı laf yapan yetkililerce şişirilmiş rakamlar kentin içler acısı durumuna ve önerilen kentsel rehabiliteye delil olarak gösteriliyor.

Yani sadece Rakamsal bir senfoni kentsel dönüşüm uygulamalarının temel dayanağı. Tek bağlayıcı söz daireniz yenilenecek hem de acayip değer kazanacak deniliyor ve uçuk rakamlarla destekleniyor projeler. Ne çözüm önerileri alınıyor, ne de uygulamalar tartışılıyor veya tartıştırılıyor. Ortak akıl, ileri demokrasi bu konuda da işlemiyor.

Gecekondular, kaçak yapılar, mühendislik hizmetinden yoksun binalar elbette mevcut durumlarıyla bırakılmamalı, vatandaşlar da yaratan ile baş başa. Ancak yenileme ve dönüşüm, uygulanacak model, derinlemesine planlanıp programlanmadan, bölgesel, kentsel, kırsal ölçekte, nazım imar planları doğrultusunda ele alınmadan, gereğince değerlendirilmeden uzun yıllar sürecinde hayat bulacak ise bu kente yeniden yazık olur, yazık edilir gerçekten.

Kentsel dönüşüm bölgesel ve bölgeler arası farklılıkları, maddi kayıpları giderecek projelerin belirlenip uygulanması değil mi özünde. Kentsel dönüşümün mantığına ters yeni rant merkezleri oluşturuluyor maalesef. Bölgesel uçurumlar oluştu daha şimdiden.

Altyapı ve çevre şartlarını zorlayan, mevcudu geliştirmeyen artı yükler getiren, topraktan daha fazla fayda sağlayacak, ahaliyi rahatlatacak yeni yöntemler araştırıp geliştirmeden dikine-dikine büyüme başta sorun halletmiş gibi görünecek olsa da ileride başka sosyal, ekonomik ve siyasal sorunları da doğurabilir.

Düşük ve sabit gelirli vatandaşın mevcut konutlarının yıkılarak yenisiyle takası neticesinde şimdilik on yıla yayılan kredilendirme bu süreçte toprağın sahiplerini hiç de zorlamayacakmış gibi bir artı borçlanma yükü, yeni finans maliyeti getirmeyecekmiş gibi sahte bir imaj yayılıyor ortalığa.

Geçmiş yıllarda yerel yönetimler yoluyla, imar afları ile gecekondulaşmaya ve çarpık yapılaşmaya çanak tutan, tapu tahsisleri vererek vatandaşını kandıran, hazine mülklerini kullandırıp yüksek vergi çarpan, yasadışı oluşan kente ve kentsel rantları iç edenlere göz yuman otoriter siyasi yapı şimdi timsah göz yaşları döküyor, apaçık günah  çıkarıyor.

Kabuk değiştirdiği söylenip durulan bu siyasi otorite yer kabuğuna yapılan bu yanlışlarda hiç payı yokmuşçasına bu kentsel iyileştirme ve dönüştürme çabasını da siyasi malzemeye dönüştürüyor. Ama yine bu siyasi otorite çıkarcı ve köşe dönücü tekelleri kırmak yerine, onların yanında yer alıyorsa, onların peşinden adım atıyorsa ve önlem almıyor ise vatandaşın beli çok çabuk kırılır. Adaletli bir rantsal paylaşım ise toplumun her kesimini rahatlatır.

Ayrıca kentsel dönüşüm, kentleşme, kentlileşme, konut ve arsa planlamasında denge ve diğer yazılarımızda da değineceğimiz birçok etken yönünde ciddi ön çalışmalar yapılmadan adil olunduğunu söylemek ise lafta kalır.

Gözlemlenen bir başka gerçek de merkez siyasi erk ile yerel yönetimlerin kentsel dönüşüm konusunda birleştiği, uyumlu biçimde çalıştığı, birbirlerini desteklediği görüntüsü. Böyle bir görüntü verilmeye çalışılsa da zemin çok kaygan ve tarafkarlık çizgisi de dar ve ince. Ayaklar yakında kaymaya başlayınca halkın durumu ne olacak düşünen var mı acaba.

Yerinde yerleşmeyi, yeniden yerleşmeyi kentsel dönüşüm adıyla ülke çapında başlatan hükümet erki meseleyi, kentsel, kırsal, turistik ve rantsal açılardan ayrı ayrı değerlemeye tabi tutmuş ise ne ala. Yok değerlendirmeden bu kartonsu, protip projeleri ülke geneline yaygınlaştırıyorsa kısa zamanda temelinden çatlayan bir inşaat sektörü travması yaşanması kaçınılmaz olur. Finans kaosuyla da bereketlenir.

Ana fikir şudur aslında, bir biçimiyle sorunları yaratan ezelinde ebedinde resmi-siyasi makamlar ise, yeniden sil baştan yık baştan yine siyasi-resmi mercilerin çözüm üretiyor görülmesi yeni açmazlar ve hastalıklar üretmeyeceği anlamına gelmez. Bu ikilemin sorgulamasını yapmak ise geçmişin panaromasına bir bakmaktan geçer, biz bakacağız.

Medya da gerçekleri ortaya koyar biçimde, yansız bir tutum sergileyerek bu kentsel dönüşüm çalışmalarını üç maymun oynayarak tartışmaya açmaz ise eğer sonuçta doğabilecek olumsuzlukların tümünden mesul sayılır.

Akıl erdiğince, dil döndüğünce olabileceklere kafa yormak ise kentsel yenilenmeye karşı olmak değil, bu kentsel dönüşüm işini siyasi ve diplomatik başarı olarak görüp, gözü kapalı böbürlenenlere meselenin öbür tarafını anımsatmaktır…

KENTSEL DÖNÜŞEMEMEK VE DÜŞMEK...


KENTSEL DÖNÜŞEMEMEK VE DÜŞMEK...

Derinliğine kavranılmayan her sorun kısa sürede başa bela olduğu gibi çözümünde de çok zorlanılır. Belki zaman içinde çözümsüzlükle karşı karşıya dahi kalınabilir. Yani sorunların tahlili derinleştirilemeyince eldeki son fırsatlarda kaçar gider, hissettirmeden.

Kentsel dönüşüm sürecinde yaşanması olası böyle bir gerçeklik ileride çok canlar yakacak gibi…

Yeni bir bakış açısı sunmak çözüme kavuşma, çözüme kavuşturma anlamında olumlu bir sonuç doğurmayabilir her zaman. Bir nebze de olsa rahatlatabilir en başta ama en sonrasına bakmak gerekir reel bilimsel değerlemelerle.

Uygulamalar devam ederken, Sorunları halletmeye yönelik ortak bir mesaj üretilmediği her kafadan başka bir ses çıktığı düşünülürse, özgürce tartışılmış ve tüm halkı bağlayıcı nitelikte bir dengeleme sağlanmadıkça hangi değerlendirmeler yapılır ise yapılsın gerçekçi olmaz.

Plan ve projeler kimilerine inandırıcı gelir, kimilerine ise izafi ama herkes tepkilerden ve kayıplardan çekinerek inanmış görünür.

Sorunların odaklandığı merkezleri belirlemek açısından hem siyasi hem de sosyal kaygıları yönetmekle iş bitmez. Ayrıca uygulayıcıların ortaya koydukları şehir idesini de bilmek ve değerlendirmek lazım. Çünkü Ülkenin kentleşmesi nüfusça bir kentleşmedir. Bu bağlamda ülkeye yayılan tüm kentsel dönüşüm uygulamaları da bu görünüşte kentleşmeye nitelik ve nicelik olarak olanak sağlayacak konumda ilerliyor.

Bir türlü kentlileşemeyen insanların yaşadığı yarım kentler ülkesi olma yolunda hız ve ivme kazandırıyor bu kentsel dönüşüm projeleri. Belki de istenen böyle bir rota izlemektir…

Yasak kaçak, yığma saçak binalarla doluşan yasak kent yığınlarını yasal zeminde dönüştürelim derken, göçe dayalı kentleşme modeline yeni ve lüks mekanlar yaratılır bu sayede. Sorun biraz daha büyütülmüş olur sadece ve yeni çözümler beklemeye başlar yarı yasal kentler.

Tüm eksik binalar dönüştürülürken kentsel rantların tıkandığı noktalara, kentsel dönüşüm eliyle inşa edilecek yeni rant merkezlerinin ekonomiyi belirleyeceği bir cilalama yapılmış olur. Bu bilinçli dayatma piyasalara artı değer yüklemesi olarak yansır ve para babalarının yüzü güler sadece.

Ve haksız rekabet ortamında semirtilen bu piyasalar da ileride politikayı ve nihayetinde yerel ve genel iktidarı belirleyecek şekilde güçlenir. İktidar da neticede kentleri ve kentte yaşayacakların nerede, nasıl ve ne kadar yaşayacağını, yeni kent merkezlerinin neresi olacağını müjdeler büyük sermayeye.

Bir başka deyişle bölgeler arası dengeli gelişme ve büyüme planları yerine yeni sosyal ve ekonomik uçurumları olan yeni kentler hizmete sunulur.

Bu sorunların en canlı yaşandığı kent itibariyle kentsel dönüşümden dengeli ve hak ettiği payı alma sevdasındaki kentimiz yaşayanlarına bu ev sahiplikten ne düşeceği ise yakında belli olur.

Yıllarca itilmiş, ötelenmiş kentimiz açısından geniş manada incelemeden, irdelemeden, özelden genele doğru ve objektif bir bakış açısıyla fizibiliteleri yapılmadan harmanlanacak bu inşaat sektörü halkın elinde patlayacak saatli bir bomba gibi duruyor şimdilik.

Plansız, projesiz, denetimsiz ve yasadışı kurulmuş devletle bağı koparılmış denilen bu kenti karnını bölge bölge yararak kentsel dönüşüme tabi tutmak, en baştaki tahrip edici mantığı haklı saymaktan öte gitmeyecek bir çabadır.

Ciddi bir deprem kuşağı üzerine bilinçsizce oturtulmuş bir kentte bu biçim yeni bir yapı sektörü oluşturmak ise deprem korkusundan başka nedenleri ve sebep sonuç ilişkisini çağrıştırır. Bu talihsiz yaklaşımın resmen başka hastalıklar doğurması da kaçınılmaz olur sonra.

Tedavi etmek kangren olmuş başka bir uzvu kesip atarken yerine kanser mikrobu bulaştırabilecek olanını monte etmek olmamalıdır.

Bu makalenin Kentsel dönüşümü dillerinden düşürmeyenlere Kentsel dönüşememeyi ve tepeden düşmeyi de anımsatmanın dışında başkaca bir derdi yoktur.

İleride değineceğimiz gibi yedi bin yıl boyunca her fırsatta tahrip edilen bu şehrin hala ayakta kalışı ise hayret vericidir… 

9 Nisan 2013 Salı

İKİLEME


İKİLEME

ÜNİVERSİTE SINAVI İLK BASAMAĞINA RAKAMSAL BAKIŞ…

Rakamların dili olsa da hayat boyu girilen tüm sınavların ve özellikle de üniversite sınavlarının muhasebesini bir bir koysa insanlık sofrasına. Rakamların gücü olsa da Oniki-onüç yıl canhiraş hazırlığın sonunda öğrenciliğin bir üst boyutuna evrilişin veya devrilişin çok bilinmeyenli denklemlerinin çözümüne aracılık etse beş paraya.

Yıllar önce bizim de tecrübelerimizle sabit bu üniversite sınavı kaç saatti unuttuk gitti. Kaç puan alarak hasbel kader üniversiteli olduğumuz da çoktan tarih oldu. Nasıl zorluklarla okuduğumuz kaldı hafızalarımızda sadece. Gümüş yılını çoktan doldurduk mezuniyetin ve sertifikalandırıldık bedavaya.

Tahsile ve diplomalılığa verdiğimiz değer ve saygı dolayısıyla rakamlarla dönüştürelim dedik bu yazımızı. Rakamların dili ve gücü adına üniversite sınavlarına,  şu sıcak alın teri günlere bir yaren bakışı fırlatalım dedik acizane.

Evet, şimdiler de 160 dakikalık çok dizeli yapayalnızlık şiiri üniversiteye girişteki geçilen ilk basamak. Yüksek öğretime geçişte ilk adım olan o sınav kaç saate denk düşerse düşsün o soğuk soğuk terleyiş kazınır hafızalara. Gerisi rakamsal trajedinin mutlu sona ulaşmasıdır sadece.

Tüm sınav salonlarında 18.000 gizli dijital kamera ve el ayak kameralarıyla desteklenerek filme alınan film gibi bir sınavdır yaşanan. İlk resimsel fişlenişin toplu resmi gösterisi diye latifeler düzse film eleştirmenleri kim ne düşünür ise düşünsün haklılık payı var, bu sınavlara.

Bir sıcak Pazar günü sabahtan 167 sınav merkezinde yapıldı, gitti, bitti bu seneki de. Bitti öğrenciler ve velilerin kapısını çalan ilk kâbus. Diğer karabasanlar pusuya yatmış bekliyor. Öyle sıra dışı bir yarış ki şu ülkede yaşanan, en hakikisi o sınav. Tam 1.851.326 kayıtlı adayı var bu yarışın. 100.452 sınav salonunda 282.000 sınav görevlisi, gözlemcisi ve denetimcisinin huzurunda kişiye özel, vatana millete hayırlı evlat olma uğraşısının ilk hamlesi o sınav.

Türkçeden 40, matematik 32, geometri 8, fizik 14, kimya 13, tarih 15, coğrafya 12, felsefe 8, din 5, dinden muflara 5 felsefe sorusu yanıtlama barikatı sanki. Süre yettiğince dimağ yettiğince yedi düvele verilen savaşa denk bir başkaldırış. 144 kelimeyi hiçe sayan ve dört dakikaya yakın zamanda çözülebilinir paragraf soruları ikiye bölünmüş olsa da, Karadeniz bölünmüş sahil yolu misali dalgalar hırçın ve ıslatıcı ve en sahicisinden. Hazirana açık kapı arayan, kapı aralamaya çabalayan metne bağlı sorularla gelişen kelime fakiri bu rakamsal yazıya dönüşen bir sahipsiz çoğaltma aslında her şey.

Sınav sınavdır ve sorular kolaydır dese de uzmanlar, eğitimde fırsat eşitliği mağdurlarının sıfır çekeceği mutlaklığı da başka bir muammadır yürekleri yaralayan. Dualarla girilen bu sınavın sonuçları 3hafta içinde açıklandığında ise başka bir gürültü kopacak gibi ülkede. Eğer toplu sınav sahtekârlıkları bu sene gündeme gelmezse.

Ve YGS’de 6 puan türünden 140 puanı cebine koyanlar meslek yüksek okullarında ön lisans, 180’geçebilenler ise lisans yerleştirme sınavına hak kazanacaklar. İşte sınavın rakamsal ironisi böyle açıklanabilir kısaca.

Ancak hazırlığından, harcına, hükümetin kapatılacak demesine rağmen kapatamadığı dershanelere kurslara, kayıttan yurda, burstan üst başa kadar velilerin sırtında kambur olan lira bazında rakamsal yüke gelince. Aklımız ermediğinden değil ama bu eğitsel anarşinin, sınava gelene kadar ki lirasal rakamsal boyutunu bu yazımızda anmayıp daha iyi hesaplayacağına inandığımız hayat üniversitesi mezunlarına bırakıyoruz.

Bırakıyoruz çünkü; Değil mi ki yazı ekmek kadar, emek kadar kutsaldır. Eğer yazı âdemoğlunca bulunmasaydı ne kutsal kitaplar olurdu, ne de insanlığın tarihi. Yazı olmasaydı okuma da olmazdı, kültür de oluşmazdı, üniversiteler de olmazdı, sınavları da…

Rakamsal trampalarla hayat yaşanır giderdi bir güzel…

EMEK VE EKMEK SANKİ AYNİ SÖZCÜK…

EMEK VE EKMEK SANKİ AYNİ SÖZCÜK…

Bir an için tabakta bırakılıp yenmeyen yemeğin senelik maddi değeri 2 buçuk milyar, tüketilmeyip israf edilen ekmeğin ülkeye yıllık maliyeti 1 buçuk milyar lira. Kaç devlet bankasının özelleştirme parası acaba..

Ve toprak, emek, enerji ve ekmek, boşa harcanma ve çöp…

Dünyadaki tüm yaşam aslında ortalama 30 santimlik toprağa mahkûm. Bu toprak tabakası da tarım yüzünden devamlı kazılıp sürülerek aşırı derecede yıpranmış durumda. Ayrıca her yıl Erezyon dünya toprağından 24 milyon ton çalıyor, çölleşme ise 6 milyon hektarı kurutuyor.

İnsan duyarsızlığı, aşırı sulama, site-konut alanı ayırma, tarım ilaçları, kimyasal atıklar toprağın yok oluşunu ve kirlenmesini manasızca hızlandırıyor.

Dünya toprağının içinde bulunduğu çıkmaz bu kadar derinken, aç yatan milyarlarca, bir yılda açlıktan ölen yüz milyonlarca insanı ağırlamakta bu yaşlı dünya. Ve bu koca dünya Mutlu bir azınlığın istek ve talepleri doğrultusunda ağır ağır dönüyor yine de.

Ekmeğin beyazına siyah, buğdayına kepek çavdar karıştığı şu günlerde israfına da duyarlı bir pencere açmak doğru bir tutum işin gerçeği.

Uluslararası Hububat Konseyi raporuna göre dünya buğday ekimi alanı 222,1 milyon hektar. Dünya buğday üretimi ise 40 milyon ton düşerek 650 milyon ton seviyesinde. Dünyadaki tüketim ise 677 milyon tonu aşmış durumda.

Türkiye’de ise üretim 3,3 milyon ton düşerek 15,5 milyon ton seviyesinde gerçekleşmiştir. Ülke tüketimi ise 18,1 milyon tondan gerileyerek 17.5 milyon tona denk olmuştur.

Ülke bir yılda çöpe atılan ekmek ile 542 bin ton buğdayı israf ettiğine göre toplam rekoltedeki kayıp yüzde kaç orana vurur…

Nüfusunun dörtte üçü şehirlerde yaşamaya başlamış, günlük enerjisinin yüzde 45’i, proteinin yüzde 47’sini ekmekten alan bir millet olarak ekmeği çöpe atarken çok geniş kapsamlı düşünmeliyiz. Çünkü ülke büyük olunca israf da can yakıcı ve vebali ağır olur.

İsrafsız yiyip içmek Allah emri olduğuna göre, bazı rakamlara dikkat çekmek de çıplak uyarıcılığın gereği;

Kişi başına günlük ekmek israfı 19.9 gram, günlük 25.295 ton ekmek üretimi yapılıyor, günlük 6 milyon-yıllık 2,1 milyar adet ekmek çöpe veya hayvan yemine ayrılıyor, günlük 101 milyon ekmek üretiminin %3’ü tüketiciye ulaşmadan çöp oluyor…

İsmi cismi bizde saklı, sözcükleri peş peşe sıralamadan öte şiirciliği olmayan,  şairliği şaibeliden, ekmeğe dair çok evvelinden dökülmüş dizeleri ekmek var ya toprağa, israf olur…

"Ekmek, Tanrı kadar kutsal.
Elinden tutup kaldırılan, yerde konmayan alınan.
Baş üstünde yeri olan, piştikçe güzelleşen.
Sonrasında bölünüp paylaşılan.
Ekmek, tanrısal, biricik sevgili, yegane tek, yoldaş.
Emek ve ekmek.
Ekmek ve Emek, Sanki ayni sözcük.
Sanki ayni sözcük, ayni ezilmişlik…
Ekmek daha bebelikte belletilir, emek nedendir hiç öğretilmez.
Belki rahatça sömürülsün için…
Yazık, ikisine de çok yazık.
Günah ama çok günah…"

Ekmek israfına son verecek veya israfa karşı halkı bilinçlendirecek her kampanyayı yürekten destekliyoruz…