ERDOĞAN AKSU
KONGRE ÖNCESİ SON YAZ
Doğal yöntemi yok bu işin. Yerinmeye ve dövünmeye de gerek yok. İletişim kesildiğinde ilk ileri çıkanın boynu vurulur, ayvanlardaki kırık sohbetlerde. Kitlesel iletiler öncü güç yöntemlerle açıklansa da sol için aranan kan bulunamaz, işlevi sadece soluklanmak olanlardan. Bulunsa bile kan uyuşmazlığı baş gösterir hırpalanmış bedenlerde. Oysa komitesel ilkelerdir değişimin göstergesi. Emek borsası kolonicilerinin mıymıntı faytonlara bindirdiği takıntıları değil.
Kalemin mürekkebi tükendiği gün, hangi günse o gün bu gün işte. Önce biraz üşürüz, sonra gideriz ve en sonra da ölürüz ve mesele biter. Göz gözü görmez sonra. Yazalım diye çırpınırken okumayı unutunca atom çekirdeği de parçalanır. Kara parsacılar toplumunda kapıdan içeri yok oluş ve yoksunluk işte o zaman ivmelenir. Anamalcı papazlar ise efil efil esen karayelde gülüp dururlar başa gelen bu hallere.
Ve ‘bir safsata portresi, pelerinine sarılmış, kara gözlüklerini takmış, kaygısızlığın ortak sevincine saksonya rölyefi pozunda’ bu kıkırdayışları izler sadece. Çünkü bin yıllık umutlar bir gecede filizlenmez. Bin yılda filizlenenler ise bir gecede biçilemez. Ve asla değerlendirilemez değme simyacılarca göçebelik yansıması.
Kimler aldanmaz ki büyük hecelerin o büyüttüğü sese. Her söz geçmişe yolculuğun yakıtı, yolların kaldırım taşı, asfaltı olur güneş sıcağında eriyen ve kokan. Bir ortaçağ şarkısı duyulduğunda ise mazi kum saatini çalıştırmayı durdurur. Yıllar öncesinden bir esinti taşınır yüreklere. Güncelliğe damgasını vuran, silikleşen anılara yeni bir ton oluşturur eksik heceler. Oysa her çaba yüzümüzün akı sonsuza parlasın diyedir. Özellikle siyasetin çılgın senfonisine kulaklar tıkanınca en başa dönülür. Ve hayatı dokumak adına hayat kelepircisine diklenilir her fırsatta. İlk emri okuyunca başlar tüm ayrılıklar zaten. Ve kasnağında binlerce tonluk gölge işlenmiş ayrılık motif olur yüreğe.
Dünyaya öğretecek hiçbir şeyi olmayanlar ise cevval tüccar kesilir yalancı cennette. Boyama kitabı olur koca şehir. İsli camın ardındakiler ise boyamaya başlarlar ampirik çağın oyunları ile. Hayata uyanmak da işte budur. Kazıklı hummadan beter bir sancıdır aynalardaki maskeli ironiye dayanmak. Ve biz darmadağın vedaları toplarız kestane gölgesinde. Eskiye dönüş kavşağında ise hep ayni ayni ses. “kaç D varsa devrilmiş gitmiş”…
Alfabeden bu kadar aşırdığımız yeter. Aklımızda veda hissesi metninin aslı var, prizmadaki ışık kırılmalarıyla beliren. İçinden güneş ışığı geçen cümleleri nasılsa anlayanlar anlar. “bir dal gibi kırılan yüreğimizde, okyanus dalgalarına karışan nice ayrıntı gizli aslında. Pusulasız, fasılasız hala peşindeyiz umudun. Su kokuyor masmavi, tuz ve yosun ve özgürlük. Varlığını hissediyoruz bir aralık eşsiz sırrın ve soluğumuz kesiliyor. Soluğumuz çıkmaz sokaklarda okyanusu arıyor yinede. Ve yüreğimiz buz tutuyor. Oysa her şey okyanusta saklı. Yani okyanustayız denize hasret. Nasıl sa okyanusu bulduğumuzda dünyayı, dünyayı bulduğumuzda okyanusu kucaklayacağız. Soluk soluğa buğulu camdan baktığımızda ise koyun yüklü gemilerin battığını göreceğiz. Asıl soluğumuz o vakit kesilecek. Kulağımıza vuran okyanus şapırtısında ise sözcükten dalgaları yara yara gelen metinlerdeki varolan nurlu çelişki tüm uykularımızı delik deşik edecek. Çünkü simgeler asla yanılmaz ve yanıltmaz.”
Keşkülü boş dünya işte… Dört duvar arası başına buyrukluk dünyanın teklifsizlik barınağında puslu buğulu bir renk cümbüşü yaşatır yetersizlere. Pusu kurulmuş bir kere. Kırnaplarla bağlı sanki aklımız. Öfkeyi de taşırız sonu nereye varırsa varsın ama çalkantılı yolculuklar tutkumuzu yedi bitirdi. Taşa söz katmak işini de artık yapasımız gelmiyor içimizden. Kaşla göz arası takasları görünce, trampa edilince değerler bir kalemde harfler taşlaştı.
Göstermelik çabalar, görkemli cellada dönüşünce, kongre öncesi son yazı da son bulur…
ERDOĞAN AKSU
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder