12 Mart 2022 Cumartesi

temmuz-21

 

KİTABIN ORTASINDAN...

 

 

 

Beklenti denizinde boğulmamak için tek yol, her dilden kitabın ortasından okumaktır bazen. Çünkü çoğunlukla kitabın ortasında yazar tüm gerçekler. Hikayenin başı ve sonu tam ortasına bağlıdır sanki. Zaten piki dibi virüslenince, çapsızlıkla kansızlık birlenince, iyi ile kötü harmanlanınca kilitlenir yaşam. Kilidi açmak için ortaya kara kaplı kitaplar açılır. Ancak hayata bir kez kilit vurulduğunda vaka tarifi yoktur kitabın. Karanlıktan beslenen fettanlara feyz, fetbazlara filtre, kördilsizlere din, cibilliyetsizlere illiyet de yoktur. O yüzden kara kitaba bir dakika ayırmayanlar hiçliğe bağlanırlar...

 

 

 

Kitaba bir dakika olsun ayırmayan kitapsızlarla bilgi çağında yaşamak zordur. Yaşanmaz çünkü kitapsızlar yerden gökten, çerden çöpten araklamalarla, sokma akıl kulaktan dolma, her şeyi bilirler. Dil ameliyle daima bilime saldırırlar, en başta bilime inanmazlar. Bu bilinmeyene, bilinmezliğe tutkulanma, zihin tutuklukluğu dayatır ve kitaba bir dakika ayırmayanlar alt beyinlerinden, alnının tam ortasından vurulurlar.

 

 

 

Bu alt dalga vurgun doğru seçimlerden uzaklaşmanın ilk emaresidir. Arsızlığa uzayanlar hayata tutunmak için herşeyi yazgıya bağlarlar. Bu yüzden hayatı okumak, günceleri dokumak, doğruyu yazmak zorlaşır. Diğer yandan üzümün bağını sorgulamadan yeter yanlışı, beter hatayı, heder olanları görmezden gelmek, herşeyi yazıcıya, yazgıya bağlamak resmen kutsal kitap kitapsızlığıdır. Kapalı devre kutlu ve kutsal kitap düşmanlığıdır. Yaşamı kapsayıcı kitaba rağmen kitaplı görünme riyakârlığı, sahtekârlık ve imansızlıktır.

 

Resmen asla affı olmayan kutsal emanete ihanettir.

 

 

 

İşte bu ikiyüzlülük ve yüzsüzlük raflar dolusu günah biriktirir. İşte o zaman ömründe bir dakikayı kitaba çok gören günahkârlara kara kitap kitapsızlığı kusar. Kelimeler boğaza dizilir...

 

 

 

Kitaba bir dakika ayırmayan kitapsızların geleceği sekterlemesi, kalite kabızlığı yaşatması ve yarınları kirletmesi kitaplıları ve hitaplıları da ne yazık ki bilgi çağında kara kitaba kilitler. Kitabın ortasından klasik  kapışmaya çağlar öncesinden ayna tutulunca bir dakikada kusursuz denge ile bağ kurulur. Ve bir anda kitaba bir dakika bile ayırmayanların dengi, dengesi, çehresi şaşar. Kitapları hiçe sayanlar ve aklı sıra kitapsıları raflayanlar açık seçik arafta kalır. Arafa pik yapan çarpık çurpuk beyancılar, mukavva kafalar, akıl dışı uydurmalarla kitapsı aklanmanın suni ürünleri, azalan değer yozlaşmasıyla bizzat dip yaparlar.

 

 

 

Oysa karanlığın ortasında kitapla bir dakika, ömrün son demindekilere dahi dopingtir. Kara kitapla bir dakika koca bir ömürdür. Kitabın ortasından okumak geleceği kuran umuttur. Dünyaların yıkıldığına aldırmadan kitapsızca sevişmeler ise boşa giden bir dakikadır. Bu yüzden her devrin kitapsızları, şerefli kitapların şerbetinden içmediklerinden mutlaka  tıkanırlar. Sürekli dinleri de, dilleri de sürçer. Süzme akılla ayrıntılarda küçük kıyamet ararlar. Kitabın tam ortasından akan hüküm damlaları, çirkin dünyanın badilerinin suratlarına

 

şamar gibi iner. Onların otağına oturağına kasımpatı patlar. Ve deri değiştiren yılanlara dönüşürler.

 

 

 

Kısır döngüde değişmeyen tek şey kitabın ortasından okumaktır. Kara kitaplıya kitapsızlığı yazmaktır. Anca okuryazar seviyesindeki kitapsızlar, bir dakika olsun bunu anlayamazlar. Sanki çok kitap yutmuş gibi, kalem tutmuş, mürekkep hokkasına divit uç batırmış gibi muadili-dengi masalına sığınırlar. Belgelerde yalan yanlış beyanlarla acizliklerini kapatmaya çabalarlar. Elbette nafiledir. Çünkü kasım kasım kasılanların topunun gün gelir dengi kuşağı çözülür. Kitabın ortasından okunan maddi manevi muhasebe gününde kim kitaplı, kim kitapsız, kim hayati kilitlenmeye sebep bir dakikada belli olur…

 

 

 

Ve ayan beyan belli olanların kötü emeli bir dakikada bellenir...

 

zaman: Temmuz 28, 2021 Hiç yorum yok: 

Bunu E-postayla Gönder

BlogThis!

Twitter'da Paylaş

Facebook'ta Paylaş

Pinterest'te Paylaş

27 Temmuz 2021 Salı

BEKLE GÖR DÜNYASI...

 BEKLE GÖR DÜNYASI...

 

 

 

Bekle gör dünyasında beklemeyi hakkınca bilmek gerekir. Bilgelik gerektirir beklemek. Ve vakti zamanı geldiğinde herşey bekleyenin bizzat ayağına dek gelir, bütçe denklik gerektirir bilinciyle yaşamak gerekir ahir zamanı. Anbean, acı da olsa anılar biriktirip, deneyim kazanıp herşeyin bir zamanı vardır bilincine erişmek gerekir. Çünkü çok şey pahasına zamanından önce istemek, zamanından önce kaybetmek demektir. Kayıp ötesi gerçeklik; “Ne yaşanırsa yaşanır; hatta en yaşanmaz zannedilenler dahi yaşanır. Yaşamda en unutulmaz olan, birine haksız hukuksuz en son davranış şeklidir. İşte o şekilsizlik o birisinde bırakılan en son ve tek kalıcı fotoğraftır...” gerçeğidir. Diğerleri nasıl olsa albüm albüm unutulur. Belki de yaşamda bir şeylerin değişmesi için ömür boyu beklenen işte o ilelebet unutulmaz olacak fotoğraftır...

 

 

 

Zaten bilinmezlikler barındıran bekle gör dünyasında, köklü değişim bir kez başlayınca asla durdurulamayacağı en bilinen gerçektir. Değişimin önüne kesinlikle geçilemez. Öyle ki Denizin iklimi değişir, çehresi değişir, tengi değişir ama asil karakteri değişmez. Hatta kendine güveni gelir ve hiç beklenmedik biçimde dalgalanır geleceğe. Devamında beklenen göç kendiliğinden başlar...

 

 

 

Baştan sona etme bulma dünyası uyarınca ya tüm olumsuzluklar arkada bırakılır ya da olumlu tavır takınılarak herşey oluruna bırakılır. Her iki halde geçici süreliğine de olsa tek beklenti kalır elde avuçta, yeniden doğmuşçasına, yaşamı doya doya yaşamak. Herşeye sıfırdan başlamak. Salt varolan tek değer evladın büyümesini izlemek içindir tüm mücadele. Ve sırf onun için oraya buraya savrulmadan, el etek öpmeden ne mutlu yaşama hazırlamaya, kol kanat germeye evladı olanlara diyerek direnmektir yaşamak. Bu uğurda ilk ve tek şart emanete ihanete katlanmak ve yaşama sıkı sıkıya sarılmaktır...

 

 

 

İşte bekle gör dünyasında en büyük mutluluk odur, evlatla birlikte büyümek. Büyümek, bekle gör dünyasının kendini her daim anımsatan tek gerçeğidir. Bu gerçekten milim uzaklaşıldığında, gerçek ötesi bir rüyada baba görülür. Baba rüyada kırarmış saçları okşar, sevgisini, şefkatini en sıcak hissettirir. Bir başka alemden baba olmayı anımsatır. Baba gibi baba, hem ana hem baba gibi davranmayı algılatır. Bir elinde asası, diğer elinde bir beyaz güvercin. Çevresini saran kalabalığa parmağıyla işaret ederek, büyük evladım der, hap kadar kalmış garip. Dibine kadar öğretir, büyümenin ne kadar zor şey olduğunu. Evlat büyürken babanın dinine imanına küçülmesi gerektiğini. İşte sırf onun için beklemek, beklemek gerekir, kılıçların gölgesinde. Evlat, artık ben büyüdüm galiba diyene dek. Büyümek öyle bir haldir ki kaybettikçe büyünür. Kazanıldığı zannedildikçe kaybedilir veya küçük düşülür. İşte onun için evlat, baba, ana birlikte büyümek gerekir hayatın içine içine...

 

 

 

Bu yüzden bekle gör dünyası, daha sakin, daha yavaş, daha azimli ve en çalışkan olmayı gerektirir. Evlat büyürken seni de büyütsün diye izin vermek gerekir beklentiler dahilinde. İlmek ilmek işlemek gerekir yoğun ilgiyle. En güzelinden güzel şekil vermek. Yaşamı öğrendikçe öğrenilenleri sunmak, hainlikleri sineye çekip güzellikler sıralamak. Tümü evlada birincil vazifedir. Gözler kapanır ve vazife yapılır babında. Baba olma gereği budur...

 

 

 

Düşününüldüğünde bekle gör demenin kolay olduğu görülür ama dünyanın en zor zanaatıdır beklemek. Bekleyen derviş hesabı, her zaman hesap tutmaz çünkü yaşam çok garip, bir o kadar da güzeldir. O yüzden gelmişe geçmişe fazlaca takılmadan sonlu sınavda olunduğu bilinciyle yaşamak gerekir sonuna dek. Bir yandan da herşeyin her an, bir anda olabileceğini bilerek beklemektir, büyümek ve büyütmek...

 

 

 

Büyümeyi beklerken, bekle gör dünyasına ve dünyalıların yaşam haritasına ortalama değerler ve malum kodlanmaların hükmettiği de öğrenilir. Bu öğrencilik döneminde kazanılan deneyim doğrultusunda bazen duyguların gizlenmesi de gerekebilir. Çünkü  gücün tükendiği yerde, tam da hiç gücüm kalmadı artık denildiğinde  baba der evlat. Ve koyulacak daha çok eylemin ve daha çok gidilmesi gereken yolun olduğunu anımsatır. İşte o an yolun yolumdur diyebilmektir baba olmak. Evlat hatrına yolculuğun en babasına yolculanmaktır babalık...

 

 

 

Bekle gör dünyası işte, gönülden beklenen veya hiç beklenmedik bir biçimde, birincil tercih tutunca kördüğümün tam ortasında, kitabın tam ortasından  gidilmesi gereken yolu doğru okuyabilmektir mesele. İşte ancak o zaman bekle gör dünyası, hakkınca ve bilgelik düzeyinde beklemesini bilenlere, en büyük armağanını hiç beklenmedik güzellikte sunar.

 

 

 

Bekle gör dünyasının sunum karşılığında tek beklediği ise sadece bir cümledir; Teşekkürler, beklentilerin ötesinde acı vaya tatlı gerçekler sunan yalan dünya, teşekkürler...

 

zaman: Temmuz 27, 2021 Hiç yorum yok: 

Bunu E-postayla Gönder

BlogThis!

Twitter'da Paylaş

Facebook'ta Paylaş

Pinterest'te Paylaş

24 Temmuz 2021 Cumartesi

KILIÇLARIN GÖLGESİNDE, GAZETECİ YAZAR…

 KILIÇLARIN GÖLGESİNDE, GAZETECİ YAZAR…

 

 

 

Yaşam gemisi, karma karışık denizde yalpalıyor. Çünkü günler, dostun düşman, düşmanın dost, sahtenin gerçek, yalanın doğru benimsetildiği günler. Yıllar yılı sıkı sıkıya sarılınılan, canla başla savunulan ve gülün hatırına dikenine katlanılan tüm değerler erozyona uğratılmış. Moral değerler çökertilmiş. Her anıyı nesnel reaksiyonlar hepten rasyonellikten uzaklaştırıyor. Baştacı edilesi gazetecilik ve yazarlık, kılıçların gölgesinde hapis...

 

 

 

Kılıçların gölgesinde dostu düşman, düşmanı dost, sahteyi gerçek, yalanı doğru eylemek için gazeteciliğin tersi bir tutum ve eylemlilik sergileniyor. Bu tezgahtarlar asla gazeteci sayılmaz. Köşesi, köşecisi, köşe dönmecisi bağlamındaki yazarlık da yazarlık olmaz...

 

 

 

Günleri vuran kara gölgeli düzenekte çok zor iş gazetecilik ve yazarlık. Yazmak ve çizmek, bilakis düşünmek en zor iş. Çünkü onmaz bir edilgenlik sarmış dört bir yanı. Mevcudun kontrolündeki yasalar ve alışılmadık yazısız kurallar, düşüncenin ifadesini bir şekilde cezalandırıyor. Eza ve cezaya aldırmadan, kılıçların gölgesinde gazetecilik ve yazarlık uğruna, elini oynatana, dilini tutamayana, kırık kalemi işleyene aşk olsun. Aşk olsun...

 

 

 

Zaten kılıçların gölgesinde çember daraldıkça içeride veya dışarıda hiç fark etmez. Yaşam gemisini batıran bir mekân aldatısı semirir. Sembolsüz sanal uzay boşluğunda, bilinen veya bilinmeyen bir yerde akla gelen mutlaka başa gelir. Ve kılıçların gölgesine hapsolur zaman...

 

 

 

Zamane dünyasında büyük sermaye gerektiren kurumsallıkla tekleyen basın ve tüm medya türlerindeki tekelleşme salt parapolitiklerin iktidarda kalabilmesine hizmet eder. Alenen faşizanlığın alameti farikası bu bacadan tütenlerle olan fakire olur. Fakir zehirlenir, zengin zenginleşir. Genel amaçlar örtüşmeyince de krizler peşpeşe yaşanır. Deniz uyanır ve yaşam gemisi sallanır...

 

 

 

Kılıçların gölgesinde gerçek ötesini aralamak için  toptancı yılışık yapışkanlığa ve yaptırımlara direnenler, Gazeteci yazar aşkıyla tekerlenmelere karşı duranlar hakikatin temsilcisidir. Sağır sultanın duyduklarına da sosyal denetimci. Demokrasinin varlığı yokluğudur asıl mesele. Demoklesin kılıcıdır tartışılması gereken. Bu bozuk düzende, kılıçların gölgesinde gazetecilik de yazarlık da direnmekle olur ve de çok zordur. Bu azgın süreçte gazetecilik namı hesabına veya gelecek kaygısı ve yazar vasfıyla ortaya koyulması gereken, egemen kültür kendi normlarını oluştururken, karşıt kültürler de kendi kültürünü üretip ebedi mücadeleye ilham olmasıdır.

 

 

 

Kılıçların gölgesinde gazeteci yazar, dosta düşmana karşı doğruları haykıran ve aykırı kalandır…

 

 

 

O halde “Yaz gazeteci yaz…”

 

zaman: Temmuz 24, 2021 Hiç yorum yok: 

Bunu E-postayla Gönder

BlogThis!

Twitter'da Paylaş

Facebook'ta Paylaş

Pinterest'te Paylaş

21 Temmuz 2021 Çarşamba

BAYRAMOLA GECİKİNCE…

 BAYRAMOLA GECİKİNCE…

 

 

 

Lafın özü, öz, özgürlük, bağımsızlık, tam bağımsızlık yolunda tökezleyen, emanetleri iç edilen, adaleti geciktirilen memleketin her bayramı uzun tatile dönüşür. İşte bu yüzden bu bayram sadece aç bilaçların ve deniz gözlü rengârenk çocukların bayramı kutlu olsun. Çünkü belli zamandır vadeli tatile bağlanan her bayram, deniz hevesiyle biçare atmosferden havalanmayla beterin beteri havada seyrediyor. Kutlu olsun ama tatile havale edilen nafile bayramlar noktasına evrilenlerin ki değil. Garip gurabanın, aç bilaçların ve her renkten deniz gözlü rengârenk çocukların bayramı kutlu olsun...

 

 

 

Zaten deniz derya, göçmen kuşların hayatı aşkla söylenen bir özgürlük şarkısı kadardır. O yüzden nefes ve ritim bunalımında onca örselenmeye karşın, öz itibarıyle özgürlük dürtüsünü tetikleyen bayram için tatilden dönüşü gerçekleştirenlerin bayramı da kutlu olsun. Arsız kaçamakların ve tatile kaçanların ki değil. Sadece başı gökyüzüne ve derin maviye çarpan minik kalplerin bayramı kutlu olsun. Gerisine bayram gelmiş seyran gitmiş zaten nafile. Zaten bayram dediğin dört duvar, tel kafes arifesi bir nefeslik rahatlama. Lafta bayram bayram ola niyetiyle, sus pus ortamına aldırmadan hayata gecikmişliğe kısa bir tatil havası revaçta. Oysa özgürlüğü arayan küçük kara balığın bayramı, salt okyanusa ulaşmak. Yunustan balinaya evrilip adaletli dünyalara özgürce açılmak. Geciken adalet bayramına kavuşmak. Renkleri deniz mavisi, okyanus lacisi...

 

 

 

Boşa böbürlenilen şu memlekette ne yazık ki her çocuk hiç de yaşamaması gerekenleri yaşıyor. Her çocuk ruhu vurgun yiyor. İç dünyalarda hep en acılı bayramlar. Örselenen kuşun şarkısı, ölü balığın hafızası, incinmişlik ve sabır. Daha çok bayramlar gelir geçer ama ne yazık ki her bayram ömrü çökerten derin karanlık. Tarihi macera çılgınlığı. İşte bayramlar bu yüzden geciktikçe gecikiyor.

 

 

 

Arada arastada özlenen ise küçük dünyaları meteor yağmurlarıyla yıkayan saf düşler. Anılar bolluğunda hırçın dalgalanmalar. Haliyle hepsi yakın geçmişi perdeler, hepsi uzak geleceği bile karartır.

 

 

 

Yoğunlaşan yarı karanlıkta bayramdan bir günün anısına hiç affedilmez dünya yükü taşınır. Bayram seyran babında, bayram  bayram ola mahsusatı can acıtır. Durduk yerde varlık darlık çakışması güncellenir. O yüzden bayram seyran hiç farketmez, üç beş günlük hayata molalar da çabuk geçer. Tatil biter ve garip gurabaya, aç bilaça ve çocuklara geciken bayram başlar...

 

 

 

İşte sırf bu yüzden bu bayram bayram ola, hiç gecikmeden sadece garip gurabanın, aç bilaçların ve her renkten deniz gözlü rengârenk çocukların bayramı ola...

 

 

 

Bayram kutlu olsun…

 

zaman: Temmuz 21, 2021 Hiç yorum yok: 

Bunu E-postayla Gönder

BlogThis!

Twitter'da Paylaş

Facebook'ta Paylaş

Pinterest'te Paylaş

18 Temmuz 2021 Pazar

YALANDAN ÖYKÜ

 

 

YALANDAN ÖYKÜ

 

 

 

Yalandan olsa da yarım kalan her öyküye, belli döneme özgü şaşırtıcı aşk güzelliği ve sürprizli geri dönüşümler damgasını vurur. İleri geri düzeneğinde, gizli gizemli çalkantılar, tarihi çatışmalar, kuşak farkı, kuşak çatışması çok renkli ve ilginç bir öyküyü yaratır. Bariz betimlemeler, çeşitli adetler ve doğal afetlerle beslenen öykü, kıvrak, akıcı, akıllı, yalımlı ve yalın bir üslupla çok açılımlı yaşanır. Dil taktiği tatlı, usta işi bir kurgudur yarım kalan öyküler. Ege destekli bir metafor...

 

 

 

Öykünün merkezindeki metabolizmalar, meteor yanılması yaşatır ölümüne. Bedenleri afyon gibi kuşatır kuru kuşkular. Kölelikten yanılsamalarla birleşen, zamansız doğan aldatmacalar, Denizi sevmek arzusu ve düzenin kutsanmışlığıdır. Topu eklenir faciaya. Ve yalandan övgülere kapılır, hiç bilinmeyen gölge arayıcıları. Diyardan diyara dağılan tekçe, denizin Egeye özgü söylediği gülünç aryadır. Öylece iki arada üretilmiş, bir derede büyük ve önemli sözü olmadan uydurulmuş. Ve her söz önceden benimsenmiş özel bir yöntemle aklın karmaşasından kurtarılır. Çıkıp kolayca çözümlenebilir her davaya, basit ve dünyanın varlığından habersiz bir düzen kurulumuyla yaklaşılır. Yakınlaşma her öykünün kaabiliyetine göre değişir. Çünkü bin yıllık özlemin dışa vurumudur her öykü, en  riyasız ve en doğalından...

 

 

 

Keyif kaçıran usulünde tavında gitmeyen, beyaz zambaklar ülkesinde zambak boğan her angaryaya karşıdır yarım kalan öyküler. Akıl, yalan yapmacık ilgi ve yavan ilişkiler yumağından özgürleşince bambaşka öyküler doğar. Diğerlerinin topu gözden düşer. Düşkünlerin üzerine her zaman kalın kapılar kapanır, asma kilit vurulur. Evrende ne varsa hepsi dışarıda kalır...

 

 

 

Öyküyü içten dışa ısıtan, hafifletici ağır yük içerir hissi veren, sarıp sarmaları yetersiz kılan, hırçın dalgalanmalardır. Oysa denize çivileme dalınca dalga dalga  sabırlı olma zamanıdır. Çünkü buzdağını  eriten ipek böceği gibi  taze aşk ve cömert güzellik kuşatır bütün takım adaları.  Ve azar azar azgın bir öykü vurur, bütün övgüleri...

 

 

 

Öykü, sokağa çıkmak yasak günlerinden kalma, gizliden tur atmalarla belirginleşir. Yoğun tempolu bomboş turlanır, denize açılan sokaklar. Kulak çınlatır yarım kalan öyküler ve bir armağan gibi altın tozları bulaştırır yüzlere. Hayatın içinden kelebek gibi ayrılmalarla, geç kalınmış ayılmalarla tamamlanır öykü...

 

 

 

Asla geçiştirilemez geceleri, tekrar çekmeceli raflara doldurur yarımay. Yalansız hilafsız yarım kalan bir öyküyü tamamlayandır her öykücük. Hava kararırken anılar içinde akıl kurur, kusursuz kurguya odaklanır sevinç ünlemleri ve şifreler ifritlenir. Küçük öykü başladığı yerde biter kusursuzca. Bitmeye yakın narsız nursuz kurgu, pas geçilir her zaman. Kaç zamandır, ömrün yazı kış olur tıpkı hep çocuk kaldık diye diye...

 

 

 

Ayrıca ağırdan ağır başlayan öyküler, öyküye takılanlara göre hızlanır. Devir değişir. Her şeye rağmen salt öyle veya böyle yapılanlara göre şekillenir şema. Apar topar başlar zorluk ve birleşen cümlelerle yumuşak bir tat bırakarak, şımarıp nazlanarak en iyi biçimde yorumlanmayı hak eder öykücülük. İşte böyle bir öykü hissi vererek biter inceliğin ve yaratıcılığın konukluğu...

 

 

 

Öyküye yarımay vuran akşamlarda, önce güneş iner yalandan da olsa yarımadaya. Zaten kirlenen öykülerde, insan dediğin kuş misali...

 

 

 

 

 

 

 

zaman: Temmuz 18, 2021 Hiç yorum yok: 

Bunu E-postayla Gönder

BlogThis!

Twitter'da Paylaş

Facebook'ta Paylaş

Pinterest'te Paylaş

15 Temmuz 2021 Perşembe

DENİZ ŞARKI SÖYLÜYOR EGE'CE...

 DENİZ ŞARKI SÖYLÜYOR EGE'CE...

 

 

 

Tarihi kuşatan pandemi süreci, tutarlı tutarsız tercihleri prangaladı. Ege'yi görmeyen kesme taş duvarlar ise marjinal kimliksizliği tırmandırdı. Bu arada fırsattan istifade palazlanan aşırı fesatlık, aşkın fetbazlık, pik yapmış iğreti kompleksler ve fenalığın komplesi kapkara köşelere sindi. Üstelik imparatoryal korkular ve kaybetme telaşı özgüvenleri kemirdi. Güven kaybıyla birlikte ayağa düşen düşler derya deniz dağıldı. Yine de Ege, müjganla ben ağlarız kıvamında ve deniz dilinde şarkılar söylüyor. Cam fanusu çatlatıyor sahili vuran tarihi şarkılar...

 

 

 

Denizce şarkılara rağmen bilinçleri kör etmiş kin ve nefret. Doruklara uzanan notalar, ufukta yerle göğü birleştirmiş. Akla sarkan sakıncalı manifestolarla, derin dinginlik yaşıyor ve yaşatıyor Ege. Erken yaşlananlara veya genç kalanlara usuldan şarkılar söylüyor Ege...

 

 

 

Denizin derinliğine tırnaklarını saplayan, boş yere yüreğe kök salmış anılardan, ılıman meltemlerle salınan titrek yakamozlara dek asla denize nankörlük etmeyen en komplike senfonik bir orkestrayla şarkı söylüyor Ege. Duymayı ve doymayı bilenlere, kainatın sırlarını, kanaatin sınırlarını zorlayan ritmde, müjganla ben ağlarız ayarında en bilindik, en sihirli, en duru, su gibi mavi en berrak şarkıları. Müjganı tanımayan duyusal ve duygusal körlerin tek kuple duyamayacağı tonda. Fonda sınırsız özgürlük, akla dokunan ve eyleme dökülen alemci notalarla. Müzikal ahenkle şarkıya şarkı eyleyen Ege, asla ulak ve kurye aramadan sırça fanusundan çıkamayanların istemeyeceği türden, deniz mavisinden mavi atlasa uzanan enstrümantal bir dengeyi icra ediyor. Buzdan kalpleri bile eritecek şarkılar söylüyor Ege. Deniz şarkıları. Salt kalp gözüyle görenlerin farkına varabileceği normda, denizlerin ortak hafızasına yer etmiş ve her şeyi tüm çıplaklığıyla açıklayan üslupla...

 

 

 

Egece şarkılar işte o şarkılar. Keşke bende duyabilseydim pişmancalığını pekiştiren, uzun menzilli deniz şarkıları Egenin şarkıları. Şarkılar söylüyor Ege, bir çift yeşil gözle müjganı mavi karanlıkta buluşturan...

 

 

 

Tamamı tene ve tine mıhlanan, sol anahtarının nota aralıklarında hayata derman, hafızaya ferman şarkılar besteliyor Ege. Kendi güftesi kendi bestesi şarkılar söylüyor Ege. Egece. Yüksek enerji ve tükenmez nefesle. Milyonlarca yıllık kurgunun kucağındaki en çetin coğrafyada çetin ceviz Ege, şarkılar söylüyor mevcut düzene ve düzensizliğe isyanla. Magmadan fezaya, deniz dibinden arşa.

 

 

 

Egece şarkıların, deniz altına yansıyan her notası bir başka vurgun. Dip vurgunu. Pikine dipine antik bir disiplinle, doğal doku ihanetçilerine dokunan şarkılar söylüyor Ege. O şarkılar ki, zihinleri uyaran, isyan ve mücadele bezeli. Bilgesel ve belgesel bir yolculukta, Ege'nin derinliklerine işlemiş her şarkı bir işaret fişeği. O yüzden yıkılan birlik, bozulan dirlik ve altı oyulan düzene umudu haykıran şarkılar söylüyor Ege. Elbette duymasını ve doymasını bilene, denize eşlik etmesini bilenlere...

 

 

 

Ege müjganla buluşmayı önemseyen şarkılar söylüyor kendi halinde, deniz dilinde. Deniz şarkı söylüyor Egece. Alayına...

 

YUGOSLAVYA; DAĞILAN DÜNYA...

 YUGOSLAVYA; DAĞILAN DÜNYA...

 

 

 

Yugoslavya'da Tito'nun tüm reformlarına ve ekonomik hamlelerine rağmen mali sorunlar giderilemedi. Çünkü cumhuriyetlerin bazıları daha zengin, diğerleri yoksuldu. Zenginliklere güven ile daha fazla liberalizasyon istemleri gelişti. Bu arzulanma diğerlerini de ateşledi. Özellikle Hırvat ve Sırp milliyetçiliği Tito'nun komünist rejimi içinde de eritilemedi. Hatta ekonomik problemler ve kışkırtıcı etkenler yüzünden daha da canlandı. Bir anlamda Özyönetim uygulaması işçilere, işletmelere katılımcılık ve özerklik sağlarken yeni politik ve diplomatik argumanlar geliştirilemeyince faşizan milliyetçilik hortladı...

 

 

 

3. Dünyada bloksuzlar, bağlantısızlar, bağımsızlar kampının kurucularından olan, süper devletler arasında ustalıkla manevralar geliştiren Tito, Yugoslavya birliğini korumak için ömürboyu çabaladı. Bazen gerekirse orduyu kullanacağını bile işaret etti; “Barış içinde yaşayacak güce sahip olduğumuza inanıyorum. Fakat bu mümkün olmazsa ordu hazırdır.” (Balkanlar ve Göç, The Balkans And Mass Immıgratıon)

 

 

 

Yaklaşık 35 yıllık Tito iktidarında muhtelif anayasal girişimler ve idari yenilemeler ile ‘Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’ yapısı korundu. Ancak Sırp eksenli slavlık ve bu düşünsel yapıyı destekleyen Sovyet politikalarına, Tito yönetimi temkinli ve tedbirli yaklaşmadı. Bu slavlaştırma planına, Hırvatların güçlü siyasal beklentileri de eklenince sosyo-politik, sosyo-ekonomik sıkıntılar pik yaptı. Diğer yandan daha Tito iktidardayken sarsılan Yugoslavya birliğinin, Tito sonrasında hepten dağılmasıyla büyük risklerin doğacağı ve parçalanmanın kanlı olacağı da belliydi. Çünkü Avrupa'nın denge unsuru bir modeldi Tito Yugoslavyası…

 

 

 

Yugoslavya’nın dağılma süreci ve Yugoslavya’yı parçalayan asıl nedenler; SSCB’nin yıkılması, Doğu Bloku’nun dağılmasının yanısıra, Yugoslavya’yı oluşturan cumhuriyetler arasındaki ekonomik büyüklük farkları ve gelir dağılımı eşitsizliği, ekonomiye dayandırılan katı milliyetçilik akımlarının gelişmesi ve Tito’nun ölümüdür.  Yani doğal kurucu dengenin bozulması en temel faktördür.

 

 

 

Çünkü Yugoslavya’daki milliyetçilik tek tip milliyetçilik değildir. Yüzyıllarca bu coğrafya farklı din, dil ve etnik kökenden gelenlerin yurdu olmuştur. Özellikle 19. yüzyılda iyice belirginleşen milliyetçilik akımları, Balkanlarda sık sık ayaklanma sebebidir.  Yani Yugoslavya’da milliyetçiliğin yükselmesi bölgenin tarihi geçmişi ile de alakalıdır.

 

 

 

Diğer yandan soğuk savaş sonrasında siyasi ve ekonomik krizlerle yüzleşen Yugoslavya, yenidünya sistemine entegre olmaya çalışırken, demokratikleşme ve serbest piyasa ekonomisini hayata geçirmekte de gecikmiştir. Özellikle Yugoslavya’nın dağılmasından sonra bölgede AB ve ABD aktif rol üstlenmiştir. Ve SSCB’nin dağılmasıyla Balkanlar hemen on yıl içinde ardı ardına savaşlara ve uluslararası güç ve göç müdahalelerine sahne olmuştur.

 

 

 

Elbette yansımaları bugün hala hissedilen savaşlara ve çaresizliğe sebep “Soğuk Savaş’ın bitmesinden sonraki dönemde iki önemli dinamik değişimdir. Bu değişiklik hem Rusya, hem Yugoslavya hem de Balkan devletleri açısından belirleyici olmuştur. İlki, SSCB’nin halefi Rusya’nın ekonomik ve siyasi açıdan dönüşüm süreci yaşaması ve siyaseten geri çekilmesi, ikincisi ise Balkanlarda patlak veren Bosna Savaş’ı ile gelen NATO’nun Kosova müdahalesidir… (Alexei Arbatov, Russian's Foreign Policiy Alternatives, International Security)

 

 

 

1980’de Tito’nun ölümünden sonraki on yıl Yugoslavya için çalkantılı dönemlerdir. “1990’lı yılların başında sinyaller veren Yugoslavya krizine dair SSCB yönetimi, gelişmeler karşısında taraflı davranış sergilemiş ve Yugoslavya’nın bütünlüğünü koruması yönünde açıklamalarda bulunmuştur. Krizin tırmandığı 1991 ortasında, Dışişleri Bakanlığı da aynı doğrultuda açıklamalar yapmıştır. SSCB sonrası dönemde ise bağımsızlığını kazanmış yeni ardıl devletler, Yugoslavya’nın dağılmasına karşı önceki dönemde izlenmiş politikalara bağlı kalmışlardır. (Alexander A. , Domrin, Ten Years Later: Society, ‘Civil Society’ and the Russian State, Russian Review, 2003)

 

 

 

Bu bağlı ortamda Yugoslavya'nın parçalanması ile boşlukta kalan tüm cumhuriyetler beklenilenin çok ötesinde ve çevre ülkeleri de birebir etkileyen vahşeti yaşadı. Yaşattı. Orta Avrupa'da kan gövdeyi götürdü. Yansımaları ise yaşanan acılar. Unutulmaz kıyımlar. Soykırım girişimleri. Kimi gözlerini kapadı, kimi gözlerini yumdu, kiminin de elinden hiçbir şey gelmedi. Avrupa’nın tam ortasında sönmeyecek bir ateş yandı. Utanıldı…

 

 

 

Moskova 1992’den itibaren uygulamaya koyduğu Atlantist dış politika vizyonu nedeniyle Bosna Savaşı sırasında beklentilerden oldukça farklı bir dış politika izledi. Batı ile işbirliği ve entegre olma tercihi nedeniyle pasiflikle bile suçlandı. Yugoslavya’dan bağımsızlığını ilan eden Bosna Hersek 1992-1995 yılları arasında çok büyük ve acı kayıplara neden olan bir savaş yaşadı. (Srebrenitsa Katliamı: 2. Dünya Savaşı Sonrası Avrupa'daki En Büyük İnsanlık Trajedisi, 2019, https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya)

 

 

 

Yugoslavya’nın dağılmasıyla birlikte Balkanlar on yıl süren ve hala yansımaları dünyayı etkileyen savaşlar dönemi yaşamıştır. Balkanları arka bahçesi görenler belki de Ortadoğu’dan sonra kaynamaya hazır bu coğrafyayı açıkça kaderine terk etmiştir. Yugoslavya çatısında ve sosyalist birikimle durulan Balkanlar, sistemin çökmesiyle yine en karmaşık ve savaşçı dönemlerini yaşamış, kanla ülkeleşmişlerdir. Balkanlar en son Kosova ile şimdilik oluşumunu tamamlamış gözükmektedir. Yakın tarih yazılırken balkanlardan yansımaları kim nereye bağlayacak zaman gösterecek…

 

 

 

Tarihsel bağlar ve Balkanlardaki Türk ve Müslüman nüfusun varlığı açısından Yugoslavya’nın dağılmasının yansımaları Türkiye’yi derinden etkilemiştir. Her ciddi sorun ve kıyıma dönüşen savaşlarda Türkiye, ihtiyatlı politika izlemiş ve gerekli girişimlerde bulunarak meseleyi daima sahiplenmiştir. Asla tarihsel geçmişine dayalı iddialar da bulunmamış, menfaat gözetmemiştir. İnsancıl girişimlere öncü olmuş, kimden gelirse gelsin emperyal tavra karşı çıkmıştır. Özellikle uluslararası güçlerle ve öncelikle Birleşmiş Milletler ile birlikte hareket etmiş, tarihten gelen birikimle Balkanları himaye etme ve ihya etme özelliğini korumuştur...

 

zaman: Temmuz 11, 2021 Hiç yorum yok: 

Bunu E-postayla Gönder

BlogThis!

Twitter'da Paylaş

Facebook'ta Paylaş

Pinterest'te Paylaş

10 Temmuz 2021 Cumartesi

BİLİM VE MİLLET...

 BİLİM VE MİLLET...

 

 

 

Bilim, görünmez gerçekliği dahi bilgiye dönüştürür. Her görünenin daima gerçeklik olmadığını net biçimde ortaya kor. Verileri genelde karşıtlık içerir ve doğeusal oranlar insanda karakter buzlanmasının önüne geçer. Bilim, özdenerlik duvarını kurar ve özdenetimsiz her manevrayı dışlar. Hele maneviyat çökerten bilinmezlikleri, tedirginlik yaratacak tertipsizlikleri ve tedbirsizlik ile terbiyesizliği sorgusuz sualsiz reddeder. Bilim, redçi mantıkla güncellenen, milimetrik sapmayı bile vurgun sayan sonsuzu somutlamadır. Millet, illet derecesine vardırılan girişimler ve kışkırtmalarla bilimden uzaklaştırılınca uzayan gölgelere esaret başlar ve görünen köy kılavuz istemez...

 

 

 

Oysa ki insan bilimle gelişir, tarih bilimle değişir. İnsan, bilim ve tarih üçgeninde millet yararına saklanan hazinedir bilgi. Ama kör karanlıkta idtinlenen bilinmezlikler, zihinlere kontak yaptıran müptezellikler, eksik aksak etiketlenmeler insanı kendinden, bilimden, milletinden ve tarihinden koparır. Tabular ötesi tabansızlık, pusarık hayatlara pusu kurar ve spesifik aldanma gerçekleşir. Kusurlu rotada tam yol gerisingeri, zorlama şartlar yaşanır. Ve illaki insanlık tarihinin başbelası gericileşme sürecine girilir.

 

 

 

Aklı bürüyen dizginsiz hırslar felsefik özü kayıp yaşantılara, sakıncalı düşlerin bilimdışı alışkanlıklarına kapı aralar. Karanlık dönemler ürünü cahillik, toplumsal gerçekliği acımasızca silkeler. Ancak acımasızlık ve cehaletin tanrılara diz kırmayla giderilemeyeceği de belli olur. Yine de boğazına kadar bağnazlığa batma güncellenir. Karanlık güçlere bel bağlanır. Ve zulümler çağı büyütür gölgeleri. Kara gölgeler sonsuza dek kıvranmaya iter eşi benzeri olmayan tipleri. Ve günden güne gerileyen insan, eşdeğersiz bağımlılıkla bilim düşmanlığını kuşanır...

 

 

 

Görünmez sanılan havalı havariliğin pik yaptığı dipsiz dünyada, en dibe çökme durumu bu abartılı tabiliktir. Duygu kışkırtmasıyla görünmez gerçekliğe hizmettir. Bu hizmetçiliği bilim önler sadece...

 

 

 

Bilim ve millet ilişkisi, doğru  ileti bağlamında bağımsız, tam bağımsız önermeler içerir. Çarpıcı örnekleri içselleştirme gerçekliğidir bilim. Bilgiye dönüşecek her ne varsa dışlayıp, bilimdışı ve bilimsellikten uzak çok çarpanlı düzene hapsolmuşluk ise gerçek olmayana, sırf görünmeze kör tapınmadır. Bu görüntüde tapınış iyice bilimden uzaklaşmayı ve akıl dışılığı güdümler. Millet gündelik telkinlerle ve bilim din çatışmalarıyla çevrelenir...

 

 

 

Çepeçevre örgütlenen bilimsel derinlik barındırmayan her kurgusal pratik, insanı ve tarihi tersine döndüren klasik gerçekliktir. Gerçekleri görünmez kılan maharetli statükoculuktur. Resmi tarihe vakaları bu düsturla işleme işgüzarlığıdır. Asla bilme gerek duymaz, bilimsel gerçekliği tanımaz kibirlenmedir. Vakaları çelişkilere dayandırmadan varolanı, ilinti ve uzantılarla neticede yok etme kalkışmasıdır. Hatta bilimdışı geliştirilen yöntemlerden faydalanarak mevcudu mentaldiri tutmayı ilim ve bilim saymaktır. Bu saygınlığını yitiren atmosferde, alengirli saptırmalarla görünmezlik kutsanır, akıllı aktarımlar durur, bilimsel olmayan azgın esintiler milleti kuşatır...

 

 

 

Kuşkusuz bilim milleti, millet bilimi görünmez gerçekliğe hapsettikçe, karşıtlık içeren her pratik bilgiye uzar. Ve görünenin her daim doğru olmadığı gerçeğine uzanılır. Bu acı gerçeklik hayata sabitlenir. Beyin oyalaması beden aldatmacasından öteye gitmeyen her gerçeklikötesi pratik ise dışlanır. Dışarlıklı provokasyon ve kışkırtmalar da bu aşamada asla işe yaramaz. İş...

 

 

 

Görünen köy kılavuz istemez, insan ve bilim paralelinde her iş olacağına varır...

 

 

 

zaman: Temmuz 10, 2021 Hiç yorum yok: 

Bunu E-postayla Gönder

BlogThis!

Twitter'da Paylaş

Facebook'ta Paylaş

Pinterest'te Paylaş

9 Temmuz 2021 Cuma

GELECEK KAYGISI

 GELECEK KAYGISI...

 

 

 

Savruk sosyal kaynaştırma ve devrik siyasal yarışma metodundan tebalaştırılmış kitleler bile rahatsızlandı. Özellikle belli kesimler de mevcudu sorgular, geleceğe dair hesap sorar hale geldi. İnandırıcı yanıt bulamayanlar başına buyruk başka bir çizgiye evrildi. İşte bu sosyal durum ve duruma dair bambaşka siyasal tutumlar er ya da geç başkanlık yarışını da etkileyecek. O yüzden gelecek kaygısı şimdiden vurdu...

 

 

 

Son yıllarda din kardeşliği bahanesiyle milyonlarca vatanlı vatansız, mülteci değil geçici misafir kurtarılmış bölgelere  öbek öbek yığıldı. Yığma öylesine haddinden fazla abartıyla güncellendi ki ta metropollere kadar yayıldı. Bu yağmacı yayılma hali denetimli bölgeleri, denetimli olmaktan çıkardı. Bölgesel ve genel manada içten içe çöküşe ve tatlı rüyaların karabasana dönüşmesine bir çok neden var, neden içinde neden gizli. İşte bu çözümsüzlük dilbaz ve dinbaz siyasetinde, gelecek kaygısını da ayyuka çıkardı...

 

 

 

Her seferinde gerisingeri başa sarışlar, dünden geleceğe ciddi sarsılışın emaresi. Bu sarmal ilkin kendi atılımcılarını katılımcılarını, yani bir bir kendi müritlerini harcar, yer. Çünkü bir türlü çözülmeye karşı durulamayınca, lafta savunulan din ve ahlak ülküsü toplum katmanlarında iyice çöker. Güvenilecek dal kalmaz, yılana sarılma vakti gelir çatar. Böylece görüntüsü ahlaki ve dinsel, görünmezi mantar tipler ile  hayatlara sokulan sapkın eğilimler, iyice göze batar. Kurtarıcı kılığındalık resmen ahlak fakirleşmesini, din yoksullaşmasını kapılara dayatır. Ve dilbazlarla dinbazların kurguladığı sağ ve sığ din siyaseti her fırsatta reddedilir. Kaygı bundan ibaret..

 

 

 

Bu arada on yıllardır gizliden gizliye sürdürülen,  ibadet gibi özenilen, özel şahsa çıkarcılık da sekterlenir. Gerçi anında yeni çıkar odakları çıkar, yeni rant çatışmaları doğar ama dostken düşman olan nice kafalar koparıldığından etki, tepki derken öfkeli ve alaycı diziliş kendi temsili gücünü yaratır. Sırasıyla, eski ama yeni birbirinin benzeri kurulanlar, son yılların rağbet gören temsil ve dizilişini tartışır ve tartıştırır. Topu körlemesine ve bireysel vicdanlara hükmeden basmakalıp kalıplaşmadan başka bir şey değildir oysa. Ne yazık ki bu yeni serüvenin yol göstericileri de yine dinbazlar ve dilbazlar olur...

 

 

 

Parametrik kurvenin gösterdiğine göre bir süre daha büyük sermayenin gözetiminde böyle götürülmeye çalışılacak gibi. Ancak dinbazlar hissesine düşenle yetinmeyince yine agresif dincilik öne çıkarılabilir. Açık faşizmle örtüşen dilbazlar daha da acımasızlaşabilir. Yani resmen uluorta  kapışılacak gibi. Sonuçta yine  Millet hüsrana uğrayacak. Kaygının özü, sözü gözü bu...

 

 

 

Bu saçmasapan yön tayinleriyle trajik sona, ağır sancılı bir geleceğe savruluş hızlanmış hala umursamazlıkla yalan yanlışta direniliyor. Sonsuzluğun şifresinin kurmaca kehanetlere bağlanması bekleniyor. Ne yazık ki bu kısır çekişmede çok insafsız ve hayırsız işler gelişir, faşizan paylamalarla beynin hükmü iyice azalır. Yine de doğru dürüst eller,  sakınmaz diller parazit fikirlere hizmeti, devamında ayarsızca vahşi bilinmezliklere maddi yolculuğu, sürüdürülen manevi yolsuzluğu engeller. Kuru gürültüye pabuç bırakmaz...

 

 

 

Kurulumu kusurlu sistem kısa bir süre daha devam edebilir, zaten çoktan son durak. İşte gelecek zaman kipli siyasetin bu günü bu tip sağ siyaset. Bunlar din ve ahlak öğretilerini alabildiğine garipleştirdikçe dinbazlar ve dilbazlardaki adanmışlıkta inceden kayboluyor. Bu belli belirsizlik, gelecek zamanlı geçişlerde genişleme ve daralma yaratarak tabelayı değiştiriyor ve tabloyu da kararttıkça karartıyor.

 

Vakti zamanı geldiğinde lastik mühür tam o karaltıyı es geçecek gibi. Yani dinbazlı dilbaz siyaseti kendi kurduğu tuzağa kendi düşecek sanki. Ne yazık ki binbir zahmet kurulan çeyrek yüzyıllık saltanat bitecek gibi...

 

 

 

Hal ve gidişat mülteciden hallice şimdilik bu...

 

KALEM SİTEMKÂR, KALEMKAR SİTEMKÂR…

 

 

Güneş sisteminde kör karanlığı delen, mavi küreyi ışıtan güneş ışığı, merkeze çekilince, aya bakan hayaller çalındıkça, merkezkaç kuvvet boşanıp, sayaç ibreleri tersine döndürüldükçe sitemler başlar. Sirenler çalar. Sitemkârlar ve sistemkârlar koşullu koşulsuz kapışırlar. Kalemkârların karınca kararınca dokundurmalarına karşın kar, ar damarı çatlamışçasına, göz göre göre salt bir avuç sistemkâr arasında dağıtılır. Hal böyle olunca eninde sonunda ahir zaman hayatı duvara toslar…

 

 

Bu bodoslama gidişle birlikte özellikle adalet zaafı, ahalide haleti ruhiyeyi değiştirir. Haliyle sistemkâr rejim buyruğuyla, sitemkârlara her nevi baskılar kurulur, havadan ağır cezalar kesilir. Buzdan kalpler kırılır, buzdan kılıçlar da erir. Yürekler buzlanır, her yeni güne özel günceler kayıtlanır. Her kazan kaldırma mevsimi yakınlaştığında kızılcık şerbeti ve kısırdöngü hayaleti ve de zeytinyağı muhabbeti sarar kulisleri. Ve illaki hararet basar stenpostları. Gidişat artık sineye çekilemeyecek hale bürününce kalemkârlar; sitemkâr bir tavırla duvarlara ve tavanlara kabartma resimlerle, tülbent veya ince kumaş üzerine fırçalarla, boş ekranlara, beyaz kağıtlara, elektronik word sayfasına yazmacı mantığıyla mevcudu döşenir. Kutlu arenada sergilenen, enlemi boylamı derin, sonu uçurum olan eşsiz itibar kaybı ve eşsiz itibar kazanma yarışını gözlemler…

 

Seri biçimde dolmalık, donmalık, dondurmalık mızraklı ilmihal, korkunç kazalara saplantılı arabalar, çelik çember ilmekli tekerlekler ve besili dor arap atları. Gladyatörler ve köleler diyarında Roma hukukuna giriş metaforu, antik gelenekçi koro. Korlanan anafor, foruna forsuna bakmadan herkesi yutar. Formaliteden forsalar metamorfoz çağında, Ortaçağ azmanlarıyla imaj tazeleme azgınlığı, yalan dünyaya ve elalemine sitemi sistemleştirir. Sistemkârlık rejimine sitem dört bir yanda pik yapar. Sitemkârlık ve kalemkârlık, istim üstünde isyankarlığa evrilir…

 

Göndere isyan bayrağı çekilince, dünyanın merkezine oturan yerli ve milli boğalar hemen savaş baltasını çıkarır, asla barış çubuğu üflemezler. Kayıp gezegeni baltalı ilah feryadı kaplar. Ormanların efendisine kızıl maske mührü düşer. Elden gelen öğün olmaz babında varlıkla övünenler ise eden, beden damgalanır. Notırdam zangocu kaçarcasına plakasız tırlara yükler kaçak ganimeti. Çünkü gökkuşağı kaç renk, Millet neden aç, milyar dolumlar nerede menşeili benzer soruların hiçbirini, sistemkâr rejiminin istisnasız götürücüleri yanıtlayamaz…

 

Kalemkârların aklında kâr zarar cetveli, sitemkârlarların dilinde açlık sınırı, düşkünlük harcı. Katlanılası zor, kırık kara çizgi romanlarda bile absürt kaçacak, cep foto romanlarına bile çok fazla gelecek kötü sonlu, sonsuz bir aşk bu sistemkâr âşıklığı. Sona gelinir, dona kalınır bir gün ve aşkın, taşkın tütsüsü de söner. Yatık kürsü dikilir, son sarı yapraklar titrer, sitemkârların gazap türküsü derinden ama tutkulu duyulur. Duyurulur damat sesinden yanık nara, aynı nakarat; tahtları kaldırın aradan, arasan da bulaman…

 

Bir şekilde sistemkâr bulamacına bulaşanlar, bilmece bulmaca karanlığında Allah’ından bulasılar, belalarını bulur. Güneş tutulur, kısıtlı ışık ortaçağ teolojisi, mecazi yazıtlar ve kelalaka yanıtlar ile hasat kaldıranlar mozolelik tipler almanağına eklenir. Ekmediği ekini biçenler furyasında fullenen, bire bin ekleyip şatafata göçen havarilerin de havası söner. Yalan dolan imaj kuşatması çöker, aşkla ekmek kavgası kalır elde. Önce ekmekler bozulur babında kıssadan hisse, sitemkarların sitemi ebemkuşağı, ebesinin körü, ebesinin…

 

Sitemkârın hissesine düşen karın tokluğuna karma takımında, karun yokluğuna aldanmalar ve ilahi hisler. Ahir zamanda arşa yükseliş gecesinde, daralma ve dayanılamayacak denli beter yoksulluk. Kalemkârlarda yorgun demokratlık. Güneş sistemine kazık çakmış dünyada, yaralı heykeller sergisi. Memleketimden İnsan Manzaraları. Ve illaki nahoş sistem karşıtlığı. Sistemkârlara, sitemkâr şarkısı, mevsimli mevsimsiz düşern; İnce İnce Bir Kar Yağar fakirlerin başına…

 

Baş yakacak denli baştan sona ruhban bankacılığı, kâr payı güldürüsü. Arada faiz helal götürüsü. Olmayacak duaya âmin manastırından şirin ortak arama girişimi. Zaten paranın dili tek, dini yok, her yol mubah yokluktan yükselene ise yer demir gök bakır. Arşıâlâ. Elbette karışanı görüşeni olmayınca, baştan çıkaranı da çok olunca ters yola sapar sistemkarlar. Arttıkça artar, Ortaçağ batağı takdiriyle otlağa oturma, etrafı korkutarak otarma, ortalama filozof aklı uyarınca kotarma, otağına batağına hükmetme. Anot-katot şanssızlığı bir yana pozitif-negatif terbiye kantonunda terbiyeden muaf el yakacak denli para pul hikâyesi. Sitemkârlara forever akla karalar bağlatmalar, sistemkârlara renkli rüyalar yaşatan fonlar düşer.

 

Güneşler ve gezegenlerin fiziksel dayanışması, enerji, sinerji, alerji derken yumruk yıldız çarpmasıyla gelişir sitemkârlık. Hem sözel hem sayısal cezalandırmaya uğramışların terminalinde lanet ve tehdit katarından kaçılıp, emanete hıyanet tünelinden sıyrılıp, sığınılan ılıman liman ise sistemkâr rejim karşıtlığı. Kolay baş eğmeyeceklerin eğilimiyle sistemli eylemcilik. Kalemkarlar ve sitemkârlar güneş sistemi gibi işleyince, kurulu sistem tüm kurgu oyunlara rağmen aklanamaz. Sistemkâr rejimi oligarkları sitemkârları karalar, kalemkârları yakalar, yangına körükle gider, ısıtır ıslatır ısıtır yine olmaz. Sistemkârlar temcit pilavının ateşini besler, besleme yalakalar resmen ihtiras tramvayına biner yine aşı tutmaz.

 

Güneş sisteminde, kör karanlığı delen mavi kürenin kalemkârları ve sitemkârları, her koşulda sistemkârları bir güzel gömer. Kalem sitemkâr, kalemkar sitemkâr. Şimdi tam mevsimi…

 

 

 

 

 

 

HİÇBİR ŞEY...

 

 

 

Her birey hayat yolculuğuna, hiç bir şey bilmeden başlar. Her biri doğuştan iyidir ama zamanla değişir. Yaş ilerledikçe gözlemleyerek bilgilenir ve eğitimle veya eğitim dışı alışkanlıklar edinir. Rol deneklere öykünerek yönünü çizer. Hiçbir şeye aldırmadan suça bulaşı veya suça dair izlenimleri de yaşam içinde gelişir...

 

 

 

İyi kötü ikilemiyle boğuşan insan doğasında suça yönelme eğilimi ve iç dürtüler elbette vardır. Mesele hayatın doğal akışı içinde insanın toplumla bütünleşmesi veya bütünleşememesi meselesidir. İşte bu aşamada iç dış dürtüler ya pik yapar ya da dip. Bir anlamda bireyi  hiçbir şey yüzünden kötülüğe iten, suça yönelten kendisi olduğu kadar moral değerlerini yitiren toplumdur...

 

 

 

En başta toplum, sonra sosyokültürel yapı, ekonomik sistemler, yönetsel model, yanlış eğitim, eğitimsizlik temelinde total biçimleniş hali kendi suç karakterlerini ve suç vasıflarını oluşturur...

 

 

 

Özellikle toplumsal yapı, idari yapısal bozukluklar ile gelenek ve göreneklerin yanlış algılanması sonucu özel ve öznel kıyımlar başköşeye kurulur. Toplumsal dayatmalar ve toplumsal basiretsizlik bireylerin birbirlerine zarar verme dürtülerini devamlı tetikler. Ve gözler hiçbir şey görmez. Ayrıca anlaşılmaz biçimde suç işlemek zorunlu ve haklı kılınır. İşte tam bu aşamada suç bireyselleşir...

 

 

 

Ve her suç hiçbir mazeret sunulmaksızın tabuları yıkamayan, tasalluta gereğince direnemeyen ve kaostan kaçamayan bireyin üzerine yıkılır. Zaten o yüzden gündem, yerelden genele akla zarar örneklerle doludur. Yakın uzak süreçte karşılaşılabilecek hiçbir şey düşünülmeden suça katılımla birey ve toplum sağlığı ne denli bozulursa, sınırsız kirlenme de artar. Bireyler kıyamet sur’unu bekleme ve üfleme arasına sıkışır. İşte o nedenle suç teşkil etsin veya etmesin bireysel çıkarlar daima toplumsal çıkarların önünde tutulur. Ve suça ve suçluya dair aforizmalara başka hiçbir şeye gerek kalmayacak biçimde 'Toplum suçu hazırlar, suçlu ise bir araçtır' savı eklenir...

 

 

 

Bireyi suça zorlayan toplumda alt ve üst katmanlar arasındaki maddi uçurum ve manevi farkın derinleşmesidir. Bu kara derinlik bireylerin sorgulama mekanizmasını da bozar. Birey asla sorgulamaz ve hiçbir zaman sorgulanmak da istemez. Böylesi suni hareketlenme, bireyi hiçbir şey bilmez, hiçbir şeye aldırmaz ve hiçbir şekilde akıllanmaz hale indirger. Dip yapan birey toplumsal statü elde etmek için hiçbir şey gözetmeden, şiddete başvurma eylemliliğini günceller. Bu gündelik yıkım bireyin geleceğini belirler. Çünkü üst düzey suç potansiyeline erişilse de şiddetten asla vazgeçilmez...

 

 

 

Öyle ki, özel ve genel suç olduğu kabul gören temel suçlar her neyse, maddi manevi yıkım hatta hiçbir şey temel değer düşünülmeden toplumda yer edinme, boşluk bulma, boşluk bir bir işlenir. Birey sıralı tüm suçları hiç çekinmeden işler...

 

 

 

İşin aslı her toplumsal yapı kendi muhalefetini kendisi yaratır. Hemde herkesi açıkça tehdit edecek biçimde. Sonra suçlar sıralanır: bireye, topluma, millete ve devlete karşı suçlar, suçlar, suçlar... Neredeyse bir toplumda olması vaya  olmaması gereken her türlü eylemler birbirine karışır. Tümünde toplumu, milleti ve devleti yönetme erkini elinde bulunduranlar işlerine gelmeyeni suç kapsamına alır. Katı statükoyu oluşturur ve hiçbir şey uğruna, her şeyi suç haline dönüştürür. Sonra da bir güzel cezayı keser...

 

 

 

Suça ve suçlara ilişkin diğer bir etken ise din olgusudur. Çünkü din binlerce yıldır toplumu tek bir kişi, tek bir zümre, tek bir toplum ardında sürükleyen en kuvvetli düşünce ve inanç biçimidir. Öyle ki dinler, diğer toplumları kendi saflarına çekmek, kendi düşüncelerini karşı tarafa kabul ettirmek adına şiddet uygulamaktan asla kaçınmazlar. Hatta tarih boyu büyük çapta çıkan savaşların ana nedeni de dindir. Sırf bu yüzden bile bireyler ve farklı dine mensup toplumlar işlerine geldiği oranda din bazlı tüm suç eylemlerini haklı görürler. Son yıllara damgasını vuran, toplumların sürekliliğini ve varlığını tehlikeye sokan ne yazık ki bu dinci suç teşkilatlanmasıdır. Ağır suça bakış ve temel eğilim bu olunca, çokuluslu toplum mühendisleri birey, toplum, din ve enerji sarmalında varı yok, yoğu var etmek için bahanesi bol binlerce çatışma, kavga ve savaş planlarlar. Deyim yerindeyse dünyayı ayakta tutan hiçbir şeye aldırmadan bebekten katil, katillerden melek yaratırlar. İşte bu suç keşmekeşinde bir toplumun rahatı diğerininkini kaçırır, dozu artırılan rahatsızlık toplumların köleleşmesini ve suça yönelmesini hazırlar...

 

 

 

Her bir birey için suç ve suçlar en baştan bellidir. Ne yazık ki hiç bir şey bilmeden hayat yolculuğunu sürdürenler büyük ve ağır suçlara en kolay ortak edilir. Asıl mesele budur...

 

zaman: Temmuz 06, 2021 Hiç yorum yok: 

Bunu E-postayla Gönder

BlogThis!

Twitter'da Paylaş

Facebook'ta Paylaş

Pinterest'te Paylaş

5 Temmuz 2021 Pazartesi

ÇOK OLANIN DEĞERİ AZDIR...

 ÇOK OLANIN DEĞERİ AZDIR...

 

 

 

İlkel toplumlardan klanlara, klanlardan medeniyete her gelişim evresi, sosyal düzen arayışıdır. Ama bin yıllardır her toplumsal düzenek, mevcut düzeni bozan sıradan ve sıra dışı organize davranışlarla, çok olan şeyin değeri azdır çerçevesinde yok edilmiştir...

 

 

 

Diğer yandan sosyal düzen arayışıyla beraber suç olgusu da toplumsal yaşamda kendiliğinden üreyen ve türeyen bir gerçekliktir. Bu yüzden sosyal düzenin zedelenmemesi için çok suç barındıran ve kanıksatan, toplumsal aşamaya geçişin önü kesilmelidir. Çünkü çok olan şeyin değeri nasıl az olursa, çok suçun cezası da az olur. Yani yapanın yanına kar kalır...

 

 

 

Haliyle hangi nedenle olursa olsun suç haddinden fazla yaygınlaşır ve bir şekilde suçun karşılığı da hafifletilmeye çalışılır. Bu keskin süreçte suça meyillenme de artar. Eğitimli kişiler bilinç dahilinde veya toplumsal yaşam gereği suça ve suçlanmaya karşı direnir. Eğitimsiz kişiler de kendiliğinden veya taraflı, sürekli yanlış hareketlenmelere kapılırlar. Her türlü duygu aktarımı ve duygu geçişleriyle bilinç dışı suça itilirler.

 

 

 

Özellikle büyük kentlerde sosyal yapılardaki potansiyel suç denetimi zordur. Öyle ki, nerede çokluk orada yokluk hesabıyla suça iştirak ve suça yatkınlık azgınlaşır. Ve ortalıkta serseri mayın gibi dolaşan sahipsiz değerler, suça eğilimli kişilikler olarak değersizleşirler. Sonra birden birleşirler, büyürler, yetişirler, yetiştirirler ve çürük toplumun nüvesini oluştururlar...

 

 

 

Bunların topu türlü nedenlerle homojen yapısı bozulan toplumlarda, tüm suçları işleyecek en cazip adaylar konumuna gelirler...

 

 

 

Muhakeme yeteneği zayıf ve gelişmemiş bir zümre, hele de kendini ait görmediği topluma onarılmaz zarar verir. Yaptığının ettiğinin muhasebesini yapmaz ve istatistiğine bakmaz. Daima kendini haklı sayar ve doğabilecek menfi sonuçlarda sorumluluk da üstlenmez. Bunlara her fırsatta kayıt içi veya kayıt dışı yaşam sürdüğü toplumda, sorumluluk taşıması gerekliliği ve esasları anımsatılmalıdır.

 

 

 

Çünkü böyle olmayınca veya olmadığı hissedildiği an suça yöneliş zaafı ağır basar. Tahminlerin çok ötesinde suça açık, suça yatkın ve suça bağımlı profiller oluşur.  Organize atakların önü alınamaz, facia bir sona doğru sürüklenilir.

 

 

 

Üstelik eksik değerlendirmelerle, yanlı ve mantık dışı verilerle toplum güncellenir. Körleme duygular ve kısır diyaloglarla katmanlar kemikleştirilir. Bu vurdumduymaz katılık, büyük ve yakıcı suçların oluşmasına zemin hazırlar. Suç kavramına aldırmayan, her şeye seyirci kalan toplumun oynadığı rol sayesinde suç ve suçluluk kırıntıları paçaya bulaşır. Fatura herkesin hanesine tek tek yazılır...

 

 

 

Sonuç itibariyle sosyal yaşamın gerilemesi, sosyal düzenin gericileştirilmesi, bireysel psikolojlerin yanısıra toplumsal psikolojinin bozulmasını da sağlar. Bu da suça, büyük suçlara temel oluşturur...

 

 

 

Suçun o sebep, bu sebep çoğalmaya yüz tuttuğu bir toplumda, etik ve moral değerler de çöker. Bu çöküş toplumu oluşturan her  bireyi çok yakından ve olumsuz etkiler. Hatta etki tepki bağlamında sosyal düzenin varlığına zarar verecek unsurlarla irtibat, işlenen veya işlenebilecek suçlar çoğalır. Suç çoğaldıkça herşey değersizleşir...

 

 

 

Ve değme girişimlerle bin yılın deneyimi sosyal devlet olma vasfı ve mevcut sosyal düzen anlayışı terk edilir. Bunların yerine hazırlanan ise açıkça suç teşkil edecek biçimde az ama değeri çok olanın yok sayılmasıdır.

 

 

 

Az çok bir zaman sonra bu tip organizasyonlar da tarih sayfasından mutlaka silinir...

 

zaman: Temmuz 05, 2021 Hiç yorum yok: 

Bunu E-postayla Gönder

BlogThis!

Twitter'da Paylaş

Facebook'ta Paylaş

Pinterest'te Paylaş

4 Temmuz 2021 Pazar

 

HADDİNİ AŞAN HERŞEY ZIDDINA DÖNER...

 HADDİNİ AŞAN HERŞEY ZIDDINA DÖNER...

 

 

 

İnsanlık tarihi hep ayni ayarda gitmez. Facialar, pandemiler, hadsiz hesapsız işler, gereksiz popülasyon aktarımları, kişisel çıkarlar ve haddini aşan hırslar doğal yaşamı bozar. Ayarsız yaşam daima savaşlara endekslenir. İşte o yüzden ne yazık ki barışçıl anlayış hiç bir dönemde tarihe yön veremez. Haddini aşan herşey de zıddına dönüşür...

 

 

 

Yine de insanlık her devirde toplumculuğu önemsemiş, birlikte yaşamayı kolaylaştırıcı kurallar zinciri kurmuş ve olduğunca tatbik etmiştir. Bunca iyiniyete rağmen yine insanlar zincirlenmiş, prangalanmış ve sebepli sebepsiz suçlanmıştır. Yani özene bezene düzenlenen, süslenen kurallar, sus pus bireyler, kimliksiz kimlikler, duyarsız toplumlar yaratmıştır.

 

 

 

Çünkü yeryüzünde farklı toplumlarda, toplumun özüne dönük işleyen ve işletilen kurallar aynileşmiş, paralelinde demografik yapı tersine dönüşmüştür. Böylece her canalıcı sorunla mücadele dahi suç sayılmış hatta durum suç teşkil edebilecek yöntemlerle çözülmüştür.

 

 

 

Ezelden beri esas olan, düzenin sağlanması, korunması ve sürdürülmesi için uyulması zorunlu çeşitli kurallar koyulmasıdır. Bütün kuralların ana amacı toplu yaşam üretimi, esenlik ve rahatlıktır. Ancak hukuk, hukukun üstünlüğü ve  adalet gereğince işlemeyince suçla baş edilemez. Hele göz ardı edilen suçlar günden güne artarsa, suç artık reel yaşamı belirler. Ve giderek dinin, ahlaki normların, gelenek ve göreneklerin etkisi de azalır. Ve mevcut sistem yok olma tehlikesi ile baş başa kalır...

 

 

 

Belli aşamadan sonra ise fazladan katı kurallar koymak, faşizan yaptırımlara kaymak asla çare olmaz. Anında yasaklar çiğnemek için vardır şeklindeki yazılı olmayan ama sözlü ilke hayata geçer. Mafyozo eğilimlerle mevcut kuralları bozma ve doğruluktan sapma eğilimi de kendiliğinden gelişir. Aslında bu çelişkili süreç alt bilinçte yeri olan, bireyin doğa ve toplumla yersiz savaşının, dünyayla yolsuz çatışmasının ürünüdür. Bu kuralsızlık ortamını fırsat bilen  patenti sahipli ürün sünepeleri ise milyonlarca yıllık hapı yutturur; suç...

 

 

 

Suç, pek çetrefilli görünse de literatüre giren şekliyle, yeryüzünde farklı toplum kesimlerinde, farklı değer yargılarından beslenen insanların, istek ve arzularına ulaşırken toplum kurallarıyla çatışmasıdır denilebilir. Çatışmanın şiddetine göre de suç olgusu oluşur. İşte bu suç olgusunu neden sonuç, insan mekân, suçun meydana çıktığı yer, yerleştiği bölge ve yayıldığı coğrafya temelinde ele alıp irdelemek gerekir.

 

 

 

Ancak mevkisi makamı ne olursa olsun her edimine, her eylemine fesat ve hıyanet karıştıran toplum bozarları, topun ağzındaki suçluları ayrı ayrı irdelemek gerekir. Ayrıca hiç gereksiz, nedensiz ve yanlış politikalarla kısa zamanda  arapsaçına döndürülmüş toplumlarda, kördüğüm edilmiş kurallarla, mıntıka temizliği yapılamaz. Temiz eller operasyonları yapılamayınca da zaman içinde suç örgütleri iş başı yapar. Suç ve suçlu oranları pik yapar. Çünkü kayıtsız ve denetimsiz her başıboş güç tehlike arz eder. Ve bu gücün yerli yersiz kullanımı ise oran moran tanımaz. Kullanım sonrası suç üçlemesini patlatır.

 

 

 

O yüzden asla unutulmamalı; Haddini aşan her şey, gün gelir zıddına dönüşür. Ve kısır döngüde suç teşkilatlanır. Haliyle organize her şey suça endekslenir…

 

 

 

Ve insanlık tarihinde zıtların birliği ayarsızlığı gelişir. Gerilemenin eseri olarak da haddini aşan suçlu suçsuz, had bilen suçsuz suçlu farz edilir...Futbola Kumpas Not...

 

Tam on yıl evvel 3 Temmuz'da, her sahada gerileyen gericileştirilen memleketin haline, ne işler başardık babında sinsice gülen, yılışık tavırla apaçık sevinen, şerefsizlikle şahlanıp şişinen asil şikeci ve okyanus ötesi güdümlü kırkayak savcılar, Fenerbahçe merkezli futbola el attılar. Kumpas olduğu ve kısa zamanda kramponseverlere paspas olacak şike soruşturmasını başlattılar...

 

Dönem itibariyle adalet icra eden kurumların başına tünemiş götgöbek akbabalar, şimdinin kaçak göçek savcıları sözde hukuk çerçevesinde, önceden planlanmış oyunlar, sahte kayıtlar, organize tertipler, baştan sona kurgu ilişkiler ve alakasız ilişkilendirmelerle, apaçık kumpas operasyonlarıyla yeni bir FB dizayn etmeye çalıştılar.

 

Ancak Fenerbahçe fundamentalizme futbolla direndi, faşizme geçit vermedi. Futbolun dizaynından öte, taraftarların kışkırtılması ve milletin birbirine düşürülmesiydi asıl hedef. Böylece futbol üzerinden yaratılacak toplumsal kaos ile huzur bozan olayların ateşlenmesi, köklü kulüplere ve yöneticilerine güveni sarsacaktı. Ve kara para aklanacak proje kulüplerin, futboldan anlamaz karanlık kişilerin yöneticiliğinin önü açılacaktı. Sayende plan tutmadı. Yaşa Fenerbahche…

 

 

 

3 TEMMUZ KUMPAS, YAŞA FENERBAHCHE...

 

Çeyrek yüzyıldır din-mezhep-cemiyet eksenli sürdürülen sağ siyaset, farklı kültürleri farklı sahalara sıkıştırdı. Böylece her cemiyetten kitleleri kontrol altına almak ve kontrolde tutmak da kolaylaşacaktı. Ancak kurumlar vardı yıkılamayan, Fenerbahçe Cumhuriyeti vardı. On yıl önce 3 Temmuz da, cumhuriyete çökmek için düğmeye basıldı. Futbol üzerinden ele geçirilmek istenen Fenerbahçe’ye acımasızca yüklenildi. Camiası, taraftarı, sempatizanı birleşti, Fenerbahche direndi. On yıl sonra da olsa tarihinin en büyük maçını kazandı…

 

Tam on yıl evvel 3 Temmuz'da, her sahada gerileyen, gericileştirilen memleketin haline ne işler başardık babında sinsice gülen, yılışık tavırla apaçık sevinen, şerefsizlikle şahlanıp şişinen asil şikeci ve okyanus ötesi güdümlü kırkayak savcılar, Fenerbahçe merkezli futbola el attılar. Önceden planlanmış oyunlar, sahte kayıtlar, organize tertipler, baştan sona kurgu ilişkiler ve alakasız ilişkilendirmelerle, kumpas olduğu ve kısa zamanda kramponseverlere paspas olacak şike soruşturmasını başlattılar.

 

Özellikle 2010-2011 sezonu şampiyon olan Fenerbahçe’nin bazı maçlarında şike yapıldığı ve teşvik primi verildiği iddiası ile başlatılan soruşturma kapsamında 3 Temmuz 2011 günü Fenerbahçe Başkanı evinden alındı. Sözde soruşturmaya genişlik süsü verilerek bazı kulüp yöneticileri ve futbolcular da gözaltına alındı. Bu fırıldak furyayla, Fener Başkanı'na yoğunlaştırılan operasyonla, önce büyük Fenerbahçe’nin kontrol altına alınması gerekiyordu. Sonra ülke futbolunun yeniden biçimlendirilmesi için çaresizleştirilmesi hedefleniyordu.

 

Dönem itibariyle adalet icra eden kurumların başına tünemiş akbabalar, şimdinin kaçak göçek, götgöbek savcıları sözde hukuk çerçevesinde, apaçık kumpas operasyonlarıyla yeni bir FB dizayn etmeye çalıştılar. Gizli oyunun farkına varamayan, direnemeyen kurumların tamamı dağıtılmıştı, kendilerinde toplanmıştı. Bunlar arzulanan nihai sinsi hedef doğrultusunda kullanılmaya hazır hale getirilmişti. Hedefte yıkılmaz kale Fenerbahçe vardı...

 

Sabık savcıların, abuk subuk iddiaları ve külhanbeyi havasında mafyavari racon kesmeleriyle kamuoyu ilgisi futbola endekslendi, ilgi şike operasyonuna çekildi. Lafta temiz eller borazancıları köşe bucak her yerde şike kumpasına iltifatlar yağdırdı. Yandaş peydahlama peşine düşüldü. Yakın markaja girenler iftiralara katıldılar. Toptan cemiyete amigoluk yaptılar. Çünkü kara zihniyetin en zorlandığı maçtı Fenerbahçe maçı. Kör karanlığa tur atlattıracak maçtı.

 

Oyun içinde oyun, maç içinde ne kadar pislik yapılsa da futbol kamuoyu ne kadar provoke edilse de Fenerbahçeliler takımına sahip çıktı. Bireysel çıkışlar, toplu yürüyüşler, kitlesel eylemler yaptı. Haksızlığa uğradıklarını dünya aleme ilan ettiler. Milletin gözü önünde en ince ayrıntılarıyla cereyan eden kumpas dava, ilk başlarda takımdaşlık boyutunda, bize ne manasına kabul görse de en eğitimsiz görülüp haksızlık edilen futbol taraftar kitleleri bu kirli oyuna gelmedi. Emanete hıyanet etmedi ve birleşti, tam saha baskıyı toptan reddetti. Gerçek futbolseverler Fenerbahçe’ye destek verdi. Böylece Fenerbahçe’nin kontrol altına alınması bir türlü becerilemedi.

 

Fenerbahche onca derde düşmana, art niyete ve cemiyete karşı bütünleşti. Oyunu orta sahada kabul etmedi, kalesine etten duvar ördü. Sarı kanarya kontratağa geçti, karakteri düşmedi, açık ofsayt kokan golü de yemedi. Maçı uzatmalara götürdü ama penaltılara da bırakmadı. En çalkantılı dönemde dahi on bir puan geriden gelerek yine şampiyon oldu. Şampiyonluk türlü dalaverelere ve sindirme operasyonlarına rağmen “kanırta kanırta” kazanıldı. Futbol dünyadır, futbol goldür, beklenen golü doksana çaktı.

 

Fenerbahçe fundamentalizme futbolla direndi, faşizme geçit vermedi. Aslında bu şike davası kumpasıyla memleket futbolunun dizaynından öte, taraftarların kışkırtılması ve milletin birbirine düşürülmesiydi asıl hedef. Böylece futbol üzerinden yaratılacak toplumsal kaos ile huzur bozan olaylarının ateşlenmesi, kulüplere ve yöneticilere güveni sarsacaktı. Ve güvenilirliği meçhul proje kulüplerin, futboldan anlamaz karanlık kişilerin yöneticiliğinin önü açılacaktı…

 

Ancak on yıl önce Fenerbahçe Cumhuriyeti’ne o kara günün yaşatılmasıyla hedef sapması yaşandı. Karanlık odaklara karşı güç birliği yapan Fenerbahçe, futbol üzerine oynanan büyük oyunu bozdu. Tezgâhı açık eden Fenerbahçe, her 3 Temmuz'da “ 3 Temmuz bir kumpastır, milyonlarca taraftarımızla yerle bir edilen...” açıklamalarıyla futbolda yapılmak istenenleri ve yaşanan süreci hep canlı tuttu. Yıllarca unutturmadı…

 

Unutturulmadı; “2011-12 sezonunda çok daha güçlü bir kadro kurma hedefinde, ekonomik olarak çok iyi durumdaydık! Tırnaklarımızla kazıyarak geldiğimiz, 5 branşta birden şampiyon olduğumuz, bir spor kulübünün olabileceği en güzel noktada, Fenerbahçemizi daha da güzel günler bekliyordu. 3 Temmuz 2011 sabah 06.00 sularında, ellerindeki sonsuz güç, polis, savcı, hakim, medya hepsi bir arada, arkalarındaki karanlık destekle kurguyu başlattılar...” Başlattılar da ne oldu. Hiç.

 

On yıl boşuna çile çekildi ama bu arada şikeci savcılar da pic oldular. Yoğurulduğu Atatürk sevgisiyle, sahip olduğu milli değerlerin gücüyle, milyonların gönülden bağlılığıyla dimdik duran Fenerbahçe’yi, şike kumpası yıkamadı, yok edemedi. Özgünlük sembolü sarı kanaryayı ‘kendilerine mahkûm etmek’ isteyenler başaramadı. Şurası şürekası yenildiler. Ve 3 Temmuz kumpası ilk, ilk kıvılcım Fener’in ışığı oldu. Hatta ön arka bahçe milyonların uyanışı, bir ülkenin ayağa kalkışı oldu! Nereden gelirse gelsin tüm hain kalkışmalara karşı koyma, reddetme gücü oldu Fenerbahçe.

 

Tam on yıl sonra baştan beri kumpas olduğu aleni dava düştü. Dünya âlem Fenerbahçe’nin başına indirilmek istenen balyoza karşı çıkmakta haklı olduğunu gördü ve anladı. Karanlık güçler maçı kaybetti. Fenerbahçe karşısında hezimete uğradı. Normal, adı büyük Fener, dünyada herkesi yener. Artık masumiyet tescillenmiş olsa da memleketin esenliği için daha yüksek sesle ve inançla haykırılacak; ‘3 Temmuz bir kumpastır, milyonlarca taraftarımızla yerle bir edilen! Sonsuza dek Fenerbahçe..."

 

Yaşa Fenerbahche...

 

 

2 TEMMUZ 93, DEVLET KAYBI, ADALET AYIBI…

 

Şu garip memlekette, madımak kokan diyarda, 2 Temmuz 93’te göz göre göre insanlar yakılarak, resmen insanlık suçu işlendi. Katliamı başlatan cürümde bulunanlar ve iştirakçiler adaletten hatta ilahi adaletten hiç çekinmediler. 2 Temmuz 93, kör karanlığın, kara cahilliğin, diz boyu bataklığın, insanlık dışı eğilimler dizgesinin pis, kara dumanlı, arab resmi. Sağduyunun ateşe gömüldüğü bir gün. Katliama dönüşmesi ne hikmetse durdurulamayan bir fundamentalist fantezi…

 

Milyarlık yeryüzünde cismani yer kaplamaktan öte gidemeyen hainlerin bu gaddar kalkışmada aktif rol almasının, pasif kalıp destekleyerek cana kast derecesinde suça iştirak etmesinin üzeri yıllarca hep örtüldü. Bunlar belli zihniyetin şemsiyesi altına toplanarak, yakıcı güneşten daima korundular. Dava yıllar yılı sürüncemede bırakıldı ve adaletsiz yasalara göre zaman aşımından topu paçayı kurtardı...

 

Kesinlikle unutulmaz, unutturulamaz çünkü planlı veya değil, apaçık cinnet derecesinde her haliyle canilik barındıran bir olay 2 Temmuz 93. Hala Allah muhafazanın en canlı ve en kanlı örneği. Kadife perdelerin tutuşturulmasından itibaren failleri belli, muhatabı aleni bir katliam. Devlet kaybı, tecelli etmeyen adalet ayıbı 2 Temmuz 93…

 

Bir insan topluluğunu düşünsel, etniksel, mezhepsel, dinsel nedenlerle yok etme girişiminin bu jenosit hamlesinin asla iddeti müddeti, müdafası müdanası olmaz. Sözde din adına, dine bağımlılık namına din dışılığın tescilidir 2 Temmuz 93. Ayrıca masumane bir girişim olarak başladı, provakasyona gelindi denilerek böylesine kitapsız, mezhepsiz, vahşice, gaddarca yapılan kırım geçiştirilemez. Mozolesi müzesi yapılsa da yakıcı kavurucu ateşi sönmez. Alevinin ve küllerinin savrulduğu üç yanı deniz memleket, bu tavlı toprakların kararlı insanları, kör karanlığa karşı çıkar binlerce, milyonlarca…

 

Sonrasında tumturaklı cakayla işbaşına geçen tutucu tutum, ciğer paralayan yakınmaları, canları yakılanların isyanını, insanları aşikare yakanları hep görmezden geldi. İşte o yüzden 2 Temmuz 93 hala yanıyor. Madımak kokuyor eller, yollar, izler. Zihinler kanıyor. İbret alınması ve cezalandırılması gereken vahşet, gökyüzü karanlığında ibra edilmiş gibi. Ancak adımları maviye sürmek hala revaçta. Bir yan Deniz, bir yan toprak, hala adalet yok. Tutkulu bir umursamazlık, edep dışı, adap dışı bir aymazlık. Adalete zerre inanmayan on milyonlar bir tarafta, adalet için çırpınan on milyonlar bir tarafta. Her tarafta kalp yangını, kamp yangını. Resmen adaletsiz, adiletsiz bir düzene körlemesine çakılma sünepeliği…

 

 

Yıllar yılı nice ocaklar söndü söndürüldü, akıllanılmadı hala, hala nice ocaklar sönüyor, söndürülüyor. Muhalifler süründürülüyor. Onmaz acılar bırakan şirret kıvılcımlar, yok sayılıyor. Açık şiddet içeren 2 Temmuz 93 unutturulmaya çalışılıyor. Her devrin âdemleri, zevceleri, mahdumları ve kerimelerinde hep ayni terane, ayni düzeysizlik, yüzeysel kirlilik. Kör karanlık vurmuş Temmuz’u baştan sona yakıyor. Toplanmışlar, şartlanmışlar şurtlanmışlar ehliyetsizliği semirtiyorlar her insanlık dışı davada. Sistematik biçimde kâinatın dengesini bozanlara hadsiz hesapsız kurtarıcı jesti…

 

Çoktandır toptan cinsi felaket ve tarifsiz yabancılaşma girdabında dibe çakılıyor memleket. Milletin melekeleri yakılmış, yetileri tırpanlanmış, memleketi karanlık menzile tutsak eden zihniyete tapınma türlü bahanelerle sürdürülüyor. Sözde Tanrıdan korkan ve medet uman münafıklıkla usul erkân kaybedilmiş. yalan dolan usul usul geçiştiriliyor düz yolda yalpalamalar, yangınlar…

 

 

Geçiştirilirse bir daha, bir daha başa gelir beterin beteri olaylar. Zalim pik yapar. Emanete hıyanete seyirci kalındıkça devlet, millet yine insanlıktan sınıfta kalır. Töre, türe, tüze dip yapar. İşte insanlık onurunu kurtarmak adına kutlu yürüyüş, o yürüyüştür. Küllerinden yeniden doğmak için. 2 Temmuz 93’ten bu yana gecikmiş, geciktirilmiş adaletin tesisi için...

 

2 Temmuz 93 dünya aleme öğretti, geciken adalet adalet değil zulümdür…

 

 

'KILIÇLARIN GÖLGESİNDE TANRILAR VE DİNLER' KİTABI...

 

Yaşayan dinlerin kutsallık bahşedilen kitapları veya kutsal sayılan metinleri vardır. Ek olarak Tanrı, tanrılar, din getiriciler, dinler ve kutsal kitapları da içeren kitaplar vardır. Tıpkı "Kılıçların Gölgesinde Tanrılar ve Dinler" kitabı gibi…

 

Bütün kutsal kitaplar veya kutsal sayılan metinler dinleri anlayabilmenin, tanımanın ve kabullenmenin temeli, ilk referansıdır. Diğer yandan mevcut kutsallığı hakkıyla irdeleyen kitaplar da kendi çapında bilgi hazineleridir. Bu özenli çalışmalar dinler tarihin aynası, tanrısallık kaynağına ışık tutan özgün değerlerdir.

 

Dinler ve kitapları, dini var etmenin ve dini yansıtmanın yanı sıra ahlaksal kurallar ve öğretiler bütünüdür. Belki de dinlerin zorluklar yaşaması, dinsel ahengin çözülmesi ve hatta yeni dinlerin doğmasının ana nedeni kitap bütünlüğünün bozulması, dinlerin ve kitapların ahlaksal felsefesinin içinin boşaltılmasıdır…

 

Bu geriletici süreç ahlakın yerine siyasetin geçmesi ile sonuçlanır. Böylece egemen siyasetin güdümünde, din dışı geleneksel ritüeller bile dini vazife sayılarak din içine çekilir. İstisnasız yerine getirilmesi örgütlenen bu dini pratik de zamanla din olur. Tanrının ve tanrısal kitapların hepten uzağına düşülür, hiç düşünmeden kitap dininden kopulur. Kopuldukça dinler daha da siyasallaşır, siyaset hepten dincileşir. Yani Tanrısal değerler ve değerlemeler resmen siyasetin inisiyatifine geçer.

 

İki arada bir derede kalan insanlar ise başka çıkar yol bulamayınca, kitapların dışına taşarak yeryüzü Tanrıları icat ederler. Dinleri tehlikeli hale getiren işte bu durumdur. Diğer yandan dinleri ve kitaplarını, tanrısal kutsallığı ve nedenselliğini yeterince anlamayı önleyen dinden çıkarı olanların tahakkümü, dini daha da içinden çıkılmaz hale getirir. Ve mevcut dinler iyice zaafa uğratılır. Düşkünlük yayıldıkça dinlerin kitapları ve kutsal metinleri salt metnin dilinde ezberlenen, şiirsel okunan, anlamadan hüzünlenilen manzumelere dönüşür.

 

Bu hipnotik transformasyon neticesinde kutsal kitapların ahlak teorileri, örf adet, gelenek görenek ve kutsal hikâyelerle beslenmiş örnek derlemelerinden hiç ders çıkarılmaz. Dinlerin alternatifler öğütleyen dokusuna, ayrıntıladığı ahlaksal kurallara ve akılcılığı öne çıkaran yapısına da asla önem verilmez. Ne yazık ki bu puritanikal bakış açısıyla yaratılan yıkıcı atmosferde, yaşayan dinlerin ister yazılı ister sözlü, isterse sonradan yazılmış kitaplarıyla hükmeden sözde din mensupları zorbalığına zemin hazırlanır. Böylece dinlerin çoğu, çok kitaplı din olma vasfına evrilir. Bu çok kitaplı tek tanrılı veya tek kitaplı çok tanrılı din batağı, ahlaki kuralların yozlaştırılmasıyla birlikte kitapların öğütlediği ve önerdiği modelleri yok eder. Öyle ki bireyden bireye, toplumdan topluma değişen, kökeni aynı ama bambaşka dinler oluşur.

 

Bu olur olmaz organizasyon ortamında kutsal veya değil, kitaplara saygısızlığın ve yaygın kitapsızlığın son aşaması hangi çağda olursa olsun, ilk çağ ilkelliğine dönüştür. İşte bu gerisingeri manevralar, yaşayan dinlerden kopuşu hızlandırır. Bu arada ebedi kurtuluş yine dinler ve dinlerin kitapları görülür veya öyle gösterilir. Ancak dinlerin matematiksel formülü ahlaki değerlerden, ahlaki değerler çerçevesinde kurtuluşu örgütleyen kutsallığından gittikçe uzaklaşılmıştır.

 

Uzak yakın yakıştırmalarla yaşayan dinlerin kutsallığını zedeleyen özellikle aklı ve mantığı zorlayan aktarımlar ve kimi yoz kaynaklara dayandırılan yaptırımlarla vicdan sesinin dinlenmesi önlenir. Böylece vicdanın sesini doğrudan duyabilmek için ve dinlerin kutsallık bahşedilen kitaplarını ve kutsal sayılan metinlerini anlamak için din tüccarları vazgeçilmez ve medet umulan pozisyona geçer. Bu pozisyon etkisiyle, dayatılan kurmaca din olgusu bizzat kabullenilir…

 

Kabul görür veya görmez, olduğu kadarıyla "Kılıçların Gölgesinde Tanrılar ve Dinler" kitabı, bu ve benzer saptamalar doğrultusunda, yaşayan dinler ve kitapları özelinde naçizane Tanrı varlığına ulaşma, Tanrı ile yüzleşme çabasına özgüdür, öznel anlatıştır...

 

 

KILIÇLARIN GÖLGESİNDE ÖDÜL VE CEZA

Yaşam denilen şey düşük düzeyli ödül ve ceza temelinde, ileri seviyede sürdürülebilir güvenli gelecek ayarlamasıdır. Ancak ayarsızlık ve arsızlıkla yakalanılan seciye kırılması, güveni yıkar. Bir kere yıkılmaya görsün, tekrardan güven tesisi zordur. Yaşanan güven kaybının yanı sıra ahde vefa da tüketilince, artık yaşamla barışık kalmak hepten güçleşir. Emsalsiz embesillikle emanete hıyanet devam eder gider. Ve kılıçların gölgesinde ödül ceza, ceza ödül olur…

Akıl odalarına hangi akılsızlar girer, hangi yarım akıllılar girip çıkar, kamaralarda ne ucuz hikayeler düzülür, falezde ne acayip masallar yaşanır ve yaşatılır, faraza kimler lafta kaderin cilvesine çarpılır, hepsi kılıçların gölgesinde kalır. Diğer yandan akla zarar melun mesailerde, hiç sakınmasız ödül ve ceza yakıştırması birbirine karıştıkça, yaşamda yeni sayfalar açmak, açılsa da günceye güzel el yazısıyla artı güzellikler karalamak da güçleşir. Yani sapla samanı, günahla sevabı, ödülle cezayı karıştıran yüzsüzler yüzünden ak günler kararır, günlükler su gibi karalanır, günden güne aynaya düşen anılar yaralanır. Çünkü yanlış yolda atılan küçük bir adım, doğru yolda atılan tüm büyük adımları da küçültür. Seviye düşer, seciye banalleşir ve devasa boşluk sarar atmosferi. Kutup soğuğunu solur, kör karanlığa hapsolur sıcak nefes…

Nefaset kaybı, nefessiz bıraksa da ağırdan ağır acı verse de acı gerçeklerin üzerine gitmek başta korkusuzluk icabı, sonra her yanlışı düzeltmek cesaretidir. Acizliği bitirmek, zayıf görüntüyü silmek illa ki insanlık gereğidir. Yaşamın yansıttığı kirli yüzü kibirlenerek yaşamayı seçenlere, sevmek ve kollamak bir yana ödül babında cezayı kesmektir dava. Yüzsüzleri ebediyen unutmaktır hava. Zaten ödül ve ceza çerçevesinde gelişen çaresizlikle ve yüreğe dokunan izafi derinlik oranında yaşanır, yaşam denilen şey.

Geleneksel izlerin dışlanması ve tarihsel bilinç eksikliğiyle perçinlenen zayıflık, tutsaklık ve bağımlılık yaşamı direkt etkiler. Övünülen müflis toptancılık sırf gücü temsil edene tapmayı, tapınmayı getirir. Çağ dışı çapsızlık, çiğlik ve çirkinlik yaşam düzeneğinin paslı çarkını biteviye döndürürken, vahim bir vakayla tüm roller aniden değişir. Ve ne yazık ki yalan yanlış yamanmalarla, deliksiz dedikodularla, medeniyetsiz iftiralarla biçimlenir gelecek. Göz göre göre yapılan tek bir yanlış, yetinmeyip iftira üstüne iftira çalmak, koca memleketin dahi adını unutturur. Asla unutulamaz çarpık tavır, her şey pahasına yaşam yalağından nasiplenme şevki, kölelikten hallice geçici misafirlik başlatır. Bu confessor yelteniş ne yazık ki ne idüğü belirsiz yelloz kimliklere mecburiyeti de günceller. Kalan ömür de çeyreği yarısı bahaneleriyle, kamuflaj kandırmacalarla, boşa geçer gider…

Kambur zambur kasıtlı hamlelerin yaratısı kısır döngüde, doğal yaşama kasvet bulaştıran mikropların bir gün mutlaka cezalandırılacak olması ise sönüp giden keyiflere balans, katmerli kahra da türbülanstır. Zaten akla eseni yapma serbestisinin ve ağır kusurlu kuryeliğin kıyamete dek sürmeyeceği de besbellidir. Kıyamete dek akla takılan, kılıçların gölgesinde verilecek ödül ve kesilecek cezanın, geleceğin yok edilmemesi, çoluk çocuğun yarınlarının çalınmaması, doğru karakterin zaafa uğramaması, tatlı sert otoritenin defi veya yeniden güven tesis etme peşinde yıllar yılı koşuşturmanın resmen hiçe sayılmasını karşılayıp karşılayamayacağıdır. Beterin beteri ortaklığa ve şen ortaklarına ortalık yerde kesilecek bariz cezalara hazırlıklı olmak ve ödül babında ceza kuşanmak rastgele diyarının temel gerçeğidir.

 

Tarihte bir gün bir akşam serinliğinde rastgele diyarında, random civarında yaşam denilen şey, ödül ve ceza dergahında serseri ruhlu bir delikanlı gibi semirir. Kılıçların gölgesinde ağır yolcular seyir halindeyken, ayarsızlık çoğalınca, göze batanlar artınca, bilmeceler çözülünce, akıl da ruh da yanar, ten de. Ve yeni başlangıçlar hepten zorlaşır. Ödül ve cezaya ilişkin kargaşada çözülmeler ve çöküş hızlanır.

Hep yeni bir hikâye, hep yeni bir olay. Her türlü kuyruklu yalanla bezeli oyalama taktiği kabilinde, kabile yıkan misyonerliğe sürüklenmenin getirisi sünepe perdelemesidir. Mansiyon ödülü ise bir hayal dünyasına kapılanma ve yarım akıl odalarına izinsiz hapsoluştur. Yarı çıplak vücutlarda sağlıklı etki-tepkilerin kalıcı izlerine sinen, kızıl güneş yanığı ve zavallılıktır. Arsızlık adalarında kuyu kurutan hırsızlıktır. Her şey bir yana huzurla katlanılması gereken ödül ve ceza, yaşamın suça, suç işlemeye ve suç önlemeye dönük yüzüdür. Yüzsüzlüğü gidermeyecek olsa da tek çare haklı isyanlara açık kapı bırakmaktır.

Kılıçların gölgesinde hayat denilen şeyi, düşkün seviye ve düşük seciye temelinde kılıksızlarla buluşturanlar, hayal kırıklıkları ile dolduranlar, doğanın kurallarına aykırı donatanlar, başka çıkar yol kalmayınca ihanet pazarlamasına yönelirler. Emanete hıyanetle başlayan ve gittikçe azgınlaşılan bu dip yolculukta, pik yapan utanç ve ıstırap kıvranışlarıyla, aleni ve kasıtlı karalamalar, yanlış üstüne yanlışlar ve de sahte suçlamalarla ödül ve ceza girdabından kurtuluş yoktur. Zaten bu sapkın yol, yolsuz pişkinliğin zararıyla toplu intihara dek uzayan bir yoldur. Ayrıca kılıçların gölgesinde ödül ve ceza her gün, güne özel yeniden güncellenir.

Kılıçların gölgesinde tasarlanan ödül ceza, tanımlanan ceza özeldir…

 

KILIÇLARIN GÖLGESİNDE KAPILAR...

Bir hiç yüzünden hayatın kaidesi kuralı ne varsa peşpeşe çiğnenince, kılıçların gölgesine sıralanmış kapılar bir bir kapanır. Kapı kolu elde kalır. Kutlu yolculuğu zehirleyen hap yutulur ve gösterilen kapıdan çıkıp gitmekten başka çare kalmaz. Çekirge aklıyla kaçış sonrası sürekli açık kapı aranır ama bir türlü bulunamaz. Çığlıklar kesinlikle duyulmaz...

Çalımlı çiğlik, yalımlı kaygısızlık, salınımlı saygısızlık ve dipsiz disloyalti, kılıçların gölgesine asma kilitli kapılar asar. Askıda emeğe ihanet, birden kopar zaman. Ve kontrolü zor, en zor değer olan loyalti hayal aleminde bizzat harcanır. Oyal royal alemi kenardan izler, kişiliği kılıksızlaştıran, insan suretinde kişiliksizleştiren, insanlık dışı etkenleri güdüleyen kopuşu. Günden güne güncellenen daha kapıların kapısına varılmadan aşırı stres ve aşkın şok ve de raydan çıkıştır...

Artık kılıçların gölgesine uzanan, kapalı kapıların ardında veya önünde cereyan eden  ucuz mahalle tarzıdır. Şuursuz, şurasız şaşkınlık, şuuraltına hakim nedensiz yabancılaşma ve fiziksel sendromlarla insanlık tam dibe vurur. Resmen anlam ve değer bunalımı, kötüye kapılanma, kambura kamberlenmeyle tıpkı ikiz kaplar hikayesindeki gibi piki arzulayıp dibi yaşamak zorunlu hale gelir...

Haleti ruhiye bozulunca pik döküm kapıların anahtar yuvasında maymuncuk döndükçe, antika kilit açılacak sanılır. Ancak anahtar başıboşta döndüğünden tırnak tutmaz, kilit açılmaz ve kapı duvar olur. Üç maymunu oynayanların her geri dönüşüyle kapılar temelli kapanır. Çünkü gün ışığını gereksiz gölgelemeler, gölge kabine zorlamalar tinin, tenin yamacını karartır. İti kopuğu gölgelere çeker. Karanlık Denize çıkan patikaları örter. Başı güneşe uzanan başka yol kalmadığından alacakaranlığın içine saplanılır. Ve kılıçların gölgesine, sonsuz ahengin

kara toprağı öptürecek ilahi mahkemesi kurulur.

Kutlu davaya açılan kapılar Kafkadan beri kırmızı halılarla dayanır döşenir. Kaf dağına öykünüp kırmızı benekli haplar yutulunca da iki kapı arası, yoz yobaz yontulan sunağa çırçıplak yatılır. Çünkü kılıçların gölgesinde hiç kimse onca fasit kapılar arasından doğru kapıyı bulamaz. Yanılanlara sadece yalnızlık kapısı ardına dek

açıktır. Kapının ardında ise sarı sıcak kumlar ve ıssız bir sahil. Belli belirsiz ayak izleri. İzler kırık kapıların birinden ötekine kendi kendilerini kovalayanlar sörfü. Örfü sörfü sırf cennetten kovulanlar...

Hayatın kuralı kaidesi ne varsa son bir kez yüzleşilince boşa çiğnenen toprağın karnı, çığlık çığlığa yarılır. Kara delik tüm kapıları yutar. Kılıçların gölgesinde kurtuluşa açılabilen tek bir kapı ve tek bir kapı kolu kalır. Keskin virajlı uçurum kapısı. İşte asıl hapı yutmak budur. Bu kapıdan geçiş cehenneme kabul edilişin ilk adımıdır..

Bir türlü akılla değerlendirilmeyen fırsatlar, bilim düşmanı faşizan fısıldaşmalar ve yoğun emeğe yabanlaşma kılıçların gölgesinde dirlik, dinginlik bırakmaz. Din, iman, mezhep kalmaz. Girilir yerden içeri, önce yumuşacık bir ateş yalar yeleyi ve belirgin bir homurtu duyulur; kılıçların gölgesinde hapı yuttunuz...

Önünde yatılan kapı öyle bir kapıdır ki hep gece, hep zifiri karanlık. Taş kemerli kapıdan geçişle birlikte anında taş kesilir yürek ve beden  küllerinden bir daha

asla doğamaz. Dört duvarı hayata bağlayan pirinç tokmaklı masif kapı maalesef öteki tarafa açılır. Aç açık düşlere karabasan çöker, körkapıya cehenneme direk faslı dayanır. Ve uzun teneffüs zili çalar...

Her fasılada kılıçların gölgesine raptolmuş, her şeyin merkezinde olma kapısı, böylece tüm giriş ve çıkışlara ebediyen kapanır. Çünkü arzın merkezine yolculuk çoktan başlamıştır.

Yoldan izden çıkanların kutsuz yolculuğu, kılıçların gölgesinde kapılar kapısınadır...

KILIÇLARIN GÖLGESİ...

İki yüzü de keskin, çifte su verilmiş kallavi eğri kılıçlar, kirli paslı zırhları parlatır ve patlatır. Körkalkanlara çarpan yalımlı kor ateşi de ateşsiz silah söndürür. Kınından boşalan kılıç ağzı, ağzına geleni hiç çekinmeden söyler. Ve yalınkılıç çekilen kılıçların gölgesine sığınanlarla, kılıçların gölgesinde mutlaka metezori hesaplaşılır...

Hakk'a ve kılıç hakkına tapınmak için kılıç kuşanılır. Kuşak içinde çıplak veya yandan sarkan kının içinde belde tutulur. Can tatlıdır, canan sonradır. Çatışma sonrası hayat pahallıdır. Can bedenden çıkmayınca, beklenen gün gelir fasıla biter, öfke nöbetleriyle yeniden kılıçlar çekilir. Sorumsuzca etrafa yayılan meseleyi toptan hallediş faslı, kılıç kınından sıyrılınca yeniden yazılır.

Yazgı, azgınlığın ilk adıdır, asıl yüzleşilmesi gereken işte budur. Yazgı babında yazmana yaşatılan baştan sona kılıçların gölgesinde bıçak sırtı bir hayattır. Çok nedenli bu reva görüşle yekten arzulanan

yüzsüz yüzlere dağılan korkunun kamuflesidir. Zamanın içine saklı boşlukların tek tek doldurulmasının, hayata geçmesinin ertenmesidir. Dolum boşalım arafında, haramilik ganimetinden kalanın sorgulanmasını geciktirmedir. Çünkü korkak ve silikler için hayat, körebeli saklambaç oynanan bir hayattır. Unutulan ise kılıçların gölgesinde bir ömür boyu yaşanacak korku ve ecel kuruntusu, mevcut dünya halinin beteri ve nicesidir.  Haliyle hayatın tek gayesi kılıçların gölgesinde, yazgıya isyanla gönüllü ölüm  meleğine enselenmemektir...

Bu çılgın atmosferde çatal kıvrımlı kılıçlar, zülfiyare zalimane dokunulduğundan bölge, ülke, ilke ve gölge tanımaz. Zülfikar, kılıçların gölgesinde kurulan hayatı bozanları, yakın uzak hayasızlığa bulaşanları, hayasızlığa hayasızca kılı kıpırdamayanları ve kırkayak takımını, kılı kırk yarar gibi yarar. Çeliğe su verilmişliğin hakkını verir. Kılıçların gölgesinde arsızca arananlara gelenekleri ve töreyi işletir. Çatal ağızlı iki parçaya bölmez, aksine birler, bütünler. Bütün amaç zül cenahına Cenabı Hakk'ı hatırlatmaktır...

Zamanla kılıç yarası kapanır belki ama kendini unutturmaz, zamanlı zamansız acı verir. Hemde günbegün toplumsal riskleri hiçe sayan, kara gözlüklü sırıtıklar da büyük acıya eklenir. Aczin merkezine savrulmuşluk, kavruk sancıyı kırka katlar. Bulanık su kırıkları ve sırıtkanları, arzdan arşa gizlenseler asla kaçamazlar  kılıcın tersdüz keskin yüzüyle yüzleşmekten. Kesinlikle tadarlar kılıç yarasını. Sırsıcak ten  kılıcın keskin yüzüyle öpüşünce, cansuyu buzdan kılıç kesilir. Kılıç yarası ana damarları tel tek dolaşır. Hıyanet hemen ilk ağızda boşalır. Çatal kıvrımlı kılıç tam kıvamında, kılıçların gölgesinde kımıldayan, titreyen tek bir yaprak kalmayana, kıpırtısız kalana dek kahırlanır. Etrafa dağılan hava suç ve ceza bağlamında acıyla kıvranmadır...

Kılıçların gölgesinde demlenen can, bedende soğumayınca her gizi mutlaka çözer. Hiç durmaksızın etrafı kirleten pic cambazlar, kılıçtan keskin köprüde konaklayacakken çifte kuşanılanlar kınından çekilir. Kılıçlar Şahına imanla, kahrolası kalkanları yırtan yatağan hamleleriyle selama durulur. Kılıçların gölgesi, kılıç ve kalkan ekiplerinin yıllar öncesinde kalan su verilmiş çelik tıngırtısıyla doğaya seslenir. Kılıçların gölgesinde doğan hayata asla bahaneler aramadan cem kurulur. Ve dil, din, iman, bahanesiyle bin yılların etik birikimi, alınteri ve emeğine hıyanetçiler bir vuruşta tarihten silinir.

Tarih sahnesinde kutlulanan işte bu toptan hakediş formatıdır. Kılıçların gölgesi fonunda parlayan kılıç, yay gibi bir çember çizer ve formalitesiz tam enseden öper. Kınından sıyrılan tavında dövülmüş demir,  kabuk bağlamış tüm yaraları kor ateş gibi yeniden dağlar. Etrafa sinen tuhaf koku, korku ve komplocu tavır, toptan yok oluşu simgeler.

Kıvamlı öfkeyle çekilen çift ağızlı eğri kıvrımlı kılıçların tekrar kınına dönmesi, ardında tiz sesler ve kılcal izler bırakmasına bağlıdır. Aklı kuşatan ihanetçi hüneri aynı hizaya çekmesi ve keskin ucu nereye dokunursa oradan hayat fışkırtmasına bağlıdır. Kara damgalı ve ıslak mühürlü işgüzarlıkların farkına varılmasına bağlıdır. Kılıçların gölgesinde yazılanların işlevine bağlıdır. Zalimin zülfikara boyun uzatmasına bağlıdır. Nasılsa canlar tende ölesi değil, yazgıyı cesaretle yazmak lazımdır...

Körkılıç yarası öldürmese bile kalıcı izler bırakır. İşte o izleri takip edenlere kılıçların gölgesi, çifte su verilmiş hayattır. Hayatın alımlı kor ateş yüzüdür. Kılıçların  gölgesi, yüzsüzlerle yüzleşme zeminidir...

Zemane günahı kutsal emanete ihanete zemanet, zehir zemberek deccallığa zehhar, kılıçların gölgesine Demokles'in kılıcı...

BİZE LGS-YKS, ELE PROTOKOL...

Başlangıçta söz vardı, bu gün sözün bittiği yer. Sonun başlangıcı. El yazması direnmek ise zorun zoru. Büyük İnsanlık ailesinin asıl çekirdeği bize, asil millet evlatlarına LGS-YKS sarmalı, elealeme ise sınavsız protokol ile bedava lise, üniversite hatta master, doktora. Malum husus mahkumiyet, müebbetin defi tekerlemesi, 1-2-3 Tıp. Nasılsa sustukça da sıra gelir ama az buçuk gecikmeli..

Büyük İnsanlık ailesini oluşturan aileler, anne ve babalar ömür boyu çocuklarına verilecek, verdirebilecekleri iyi bir eğitim konusunda çalışıp didinirler. En dipten pike böyledir durum, parçalanma. Her şey bir yana hayatta en hassas konu, en hassas olunan nokta çocukların eğitimidir. Evlatların hangi tür eğitimle donatılacağıdır. Hangi eğitim ağının en doğru seçim olduğudur. Ebeveynler için aslolan, eğitimi seçimde öncelik hakkını kullanma gayretidir. Bu gayret yarı yarıya yaşam demektir.

Çünkü eğitim, insan kişiliğini tümden ve tam geliştiren, insan haklarına ve temel özgürlüklere saygıyı güçlendiren bir süreçtir. Doğru insan olmaya yönelik kazanımlar sadece iyi eğitimledir. Uluslar, ırklar ve dinsel gruplar arasındaki anlayışın, hoşgörü ve dostluğun pekişmesi, barışın tesisi ve korunması da iyi bir eğitim-öğretim-öğtenim sayesindedir. Ayrıca eğitim ve öğretim ve de yüksek öğrenim kutlu yolda, mutlu yaşam yolculuğunda ve özel yaşamda tüm etkinlikleri geliştiren süreçtir. Doğru dürüst bir rol model olmayı üstlenmelidir. Hayatın sorumluluğunu üstlenmeye ilk adımdır..

Büyük İnsanlık Ailesi, evrensel boyutta, ilkesel manada 'herkes eğitim hakkına sahiptir' çerçevesinde hakkı var kılınmıştır. Ayrıca ilk ve temel öğretim zorunlu ve parasız olma şartına bağlanmıştır. Teknik ve mesleksel eğitiminin de herkese açık olması gerektiği önerilmiştir. Yükseköğrenim için ise özellikle yeteneğe göre ve herkese eşit olarak sağlanması gerçeğine vurgu yapılmıştır.

İşte o yüzden Büyük İnsanlık Ailesi eğitim, öğretim, öğrenim hakkı ve ödevlerini kanun kapsamında tespitler ve yasal düzenlemelere giderek kurumsallaştırır. Yeryüzündeki tüm anayasalarda var olan hüküm, 'kimse eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz...' hükmüdür. Zaten Evrensel Bildirgenin 26. ve Anayasa'nın 42. maddeleri bu konudaki temel esasları bir bir belirler. Bu belirleme aşamasında ve sonrasında da işin içine bizzat devlet girer...

Başlıca görevidir, Devlet eğitimi, öğretimi ve öğrenimi erişilebilir, eşit ve adaletli sunmak zorundadır. Hatta 'maddi imkanlardan yoksun başarılı öğrencilerin öğrenimlerini sürdürebilmeleri için burslar ve başka yollarla gerekli yardımları yapar' bağlamında karşılıksız yapmalıdır. Çünkü bu şart anayasal düzenlemedir, asla ve kata karşı çıkılamaz hükümdür...

Peki yeryüzünün çehresini bozan hükümetlerin çoğunluğu bu konuda ne yapar, hiç. Onların işine gelir eğitimsizlik. İşgüzar görünüp tüm maddesel gerçekliklere aldırmadan, meselelere kerhen dokunurlar, düzeltici cılız hamlelerle yetinirler. Anne ve babaları ve de çocuklarını yalnızlaştıran, komple sınava tabi tutan eşyanın tabiatına aykırı uygulamaları ise sıra sıra güdülerler. Her yeni eğitim aşamasına geçiş ve yerleştirme sınavları koyarak, sınav içerikleriyle oynayarak, hatta zor sualleri çoğaltarak, çoğunluk kesim ebeveynler ve çocuklarını eşitsiz yarışlarda diskalifiye sürecine giderler. Yine de naçar milyonlarca çocuk ve genç, yarının kurtarıcıları peşpeşe yapılan sınavlara çok çok öncesinden hazırlanıp, gelecekleri için yıllarca ter döküp, dirsek çürüterek birkaç sınavı aşıp Büyük İnsanlık ailesinin, etkin ve yetkin bireyi olma mücadelesini verirler.

Çünkü bir sonraki aşama yani topluma karışma, kültürel yaşama özgürce katılma, bilimsel gelişmeye katkı ve tüm bunların yanısıra yaşam içinde gizlenmiş temel haklardan yararlanma ve çarpık ekonomik düzenden pay alma ve paylaşma hakkını en iyi kullanabilme çağdaş eğitimle gerçekleşir.

Eğitimsizlik ise ezilip, sömürülme ve herşeyin yaratıcısı olan bilim, yazın ve sanatı reddetme girişimlerini geliştirir. Doğal ve geleneksel yaşamı boğmaya odaklar. Emanete hıyaneti günceller. Sonuç itibatiyle ortak maddi ve manevi çıkarlar asla korunamaz...

Yıllar yılı akıl ötesi, cin fikirli yöntemlerle Büyük İnsanlık ailesinin üyesi bir Milleti yok sayan, milletin maddi manevi değerlerini, gelmiş geçmiş kazanımlarını yok eden bir zihniyet elbette en başta eğitim-öğretim-öğrenim mekanizması ile oynar. Milli ve yerli bırakmaz, eğitim eğitimsizlik dayatır, liseler orta mektep, üniversiteler yüksek lise seviyesine indirgenir. Eğitim sistemi, sistemsizleştirilir elbette bedavaya bedevileştirir. Kızgın çölde vaha yaratacak sınavsız ve berhava yollara ise katar katar kervan düzülür. Hem de Evrensel Bildirge ve Anayasa hükümleri hiçe sayılarak...

Saygı sınırlarını aşmadan başkaca sayıp dökmeye ne hacet, Büyük İnsanlık ailesinin üyesi, merkezi ve çekirdeği aileler çocuklarına paralı sınavları başarması için hatırı sayılır servet  harcarken ne yazık ki hep harcanan olur. Birileri neyin hatırınadır bilinmez son sözü söyler arada derede söz verilir...

Sözün bittiği yer işte orası. Orasından burasından çekiştirerek, çelişkilerle dolu vahim vakayı haklı çıkarmaya hiç gerek yok. Alenen ortada her şey. Ayıp ta günahta açık.

Bize, kanter içindeki bizim çocuklara LGS- YKS kantarı. Ele aleme kantarın topuzunu kaçıran sınavsız protokollerle lise, üniversite, yüksek lisans, doktora. Kör sağır ağırlaması...

Sonun başlangıcına son söz ise aman ha, 1-2-3 Tıp...

YER GÖK BETON, HAVAYA HAVALI KANAL…

 

Yer gök, çürük beton. Havaya havalı kanal…

 

Kurulu kadim köylere, kusurlu dere yatağı kasabalara ve büyük kentlere modernize edildiği izlenimi verilse de kıyı köşe, yakın ücra tepeden dibe çürük.  Her zelzeleyle bir kez, bir kez daha kanıtlanan acı gerçeğe müsilajla denizlerin öldürülmesi ve havalı imajla ortaya kanal eklendi. Eki bükü onca debdebe bir gün olur çöküverir…

 

Çünkü tek umudu ve geleceğini betona bağlamış bir iktidar. Huzur ve güvenlik ölçüsü salt beton yapı stoğu. bir anda çözülüverdi. Devasa yatırımlarla övünme şapa oturdu. Ve bu yer sarsıntısı öğütülmeye çare, toplanan kaynakların da kuru gürültüye gittiğini gösterdi. Deniz bitti.

 

Artık hangi ambalaja sığar bu sağırlık zaman gösterecek. Ancak depremin gösterdiği batmış ve sürdürülemez bir ekonomi gerçeği. Su yüzüne çıkan yıllardır olası deprem afatına yedek akçelik etsin diye toplananların, başka politik programlarla sarf edildiği durumu. Durum yok, tekerlek dönsün diye kullanıldığı iddiası. Bu sav öyle baştan savma izahlarla geçiştirilemez. salt koltuk kurtarma çabasına dönük çürütülemez. O tavır da, beton gibi çürük. 

 

Vadi sulak, dere yatak, çepeçevre fay hattı, yer gök çürük beton…

 

Sağır sultan bile duyar bu acı gerçeği. Fizandaki de bilir. Tablo belli. Olay vahim. Kâinatın kuruluşundan beri dünya sallantıda. Ancak aynı ruhsal reaksiyon. Dinsel inanç sapması. Bilim düşmanlığı. Ve göz göre göre facia. Üstelik iyilik hep kendinden,  kötülük başkalarından menkul hesapsızlığı. İç-dış hesaplaşma. Ayıklamalar abartılı hurafe tuzağında, afyon etkisi. Ve akla zarar, el aman, aziz deprem deneyimlerinin yaşamın içine girmesi. Travmayı teolojik armağan babında içselleştirme gayretleri.

 

Oysa mevzu gayet açık, ucuz politika neticesinde, yer gök beton. betona çağ atlatılmış. Tek bir eleman azizleştirilmesiyle…

 

Bu beton seviciliği, fay hatları ile kuşatılmış bu coğrafyada, daha çok kıyıma zemin hazırlar…

 

Kapsamlı bir devlet politikası geliştirilmedikçe, deprem konisi gittikçe genişliyorken, daha beter haller ile karşılaşmalar sıradanlaşır. Acı kapıda biter. Ve şu yer gök beton aşkı ve betonla milli tarih yazma hevesi bir zelzeleyle çamur çorağa belenir. Bütün maddi bağlantılar, ucuz illiyet bağları ile şekillendirildikçe ve bu depremden yine ders çıkarılamazsa, işin sonu makro düzeyde bir yıkıma kadar varır.

 

İnanmak ve kabullenmek zor ama milyonlar moloz yığınlarının altında kalır. Bu sefer yeter gider, diyecek vakit bile bulunamaz. Herkes kaybeder. Çünkü kazananı olmayan bir felakettir bu deprem duyarsızlığı.

 

Yer gök, bu betona tapıcılar yüzünden, çürük beton keyfekederleri yüzünden moloz yığını olmaya aday. Enkaza dönük bir hava esmekte. Dünya coğrafyasının, en güzel bölgeleri muğlak idari model yüzünden gelecek kaygısı içinde. Kentlerin inşası, bilim yerine hikmet hükümdarlığıyla tekelden bitiriliyor. Ve bir deprem vuruyor, acı gerçekler ortaya dökülüyor.

 

Kof debdebe, deprem artçılarıyla bile yıkılacak konforda. Köyler, kasabalar, kentler yerle bir. Elbette deprem büyük felaket, kısmen kıyamet ve bir an meselesi. İşte onun için aşırı özen gerek, acil önlem gerek, kentlerde yenilenme gerek, yerinde veya kentsel dönüşüm gerek…

 

Yoksa yer gök zaten çürük beton. Kırıcı bir deprem vurduğunda, ortalık moloz yığını ve enkaz. Acı son mevta torbası. Öncesinde sonrasında dualar da yetmez.

 

Bilim şart…

Hiç yorum yok: