NEREDE LETAFET? NEREDE HİTABET...?
Tam bağımlı hale getirilerek baştan bitirilen devlet, devamla
temsili ve sosyal çerçevede ciddiyetsiz oynamalarla, şaşalı şaibelerle, peş
peşe ucube kararlarla tel tel döküldü. Hele son on yıllarda devlete sızmış veya
sızdırılmış, sızıntı dinci teşkilatlar ve teşkilin tescilli ile devlet aklı hepten
karışık. Ve mevcudun karşıtlarına kallavi cezalar yağdıran bir karanlık dünya
yaratıldı. Şimdi de pespayeleşen bir dille letafet arayışı, ucuz
kitabete dayalı hitabet anlayışı. Devlet adamlığı resmen kayıplarda…
Kayıplarda çünkü dinci elekten geçirilip
otomatikleştirilen, elalem boyutunda elektronikleştirilenlerin devlet adamı
seviciliği yarılandı, seyircisi azaldı. Başı ve gövdesi yaratandan başkasına
eğilmezlerin, mevcut arsız düzeni günü gelip yıkacağı korkusu karanlık
salonları, loş koridorları arşınlıyor. Köşkün sarayın pahalı mozaik taşlarına
çarpan tatminsiz dalgaların sesleri derinden duyuluyor. Hala zamlarla zumlarla üç
otuz paraya düşkünlük dayatılıyor. Oysa emeksiz adamdan sayılmalar düş olmaya
yakın, emekli olunca küçük bir sahil kasabasında küçük hatıraları karalama
faslına ise çok uzak.
Küçük güdük anılar ama devlete vebali büyük. Faşizan dinci
tezgâhlarda güdük kafaların uydurmalarıyla uydulaştırılanların, arzuları ve
zayıflıkları, cahil cühelaca ileri sürdükleri, hain planlarının topluma
yansımaları, nice eğerlere, yoğun keşkelere ve partizanca iç edilen değerlere
bedel. Kesin sonucu yerli ve milli boyutta toptan berhava olma hali. Sona yakın
çırpınışlar ve çabalar da nafile. Ne fayda çünkü çaplı ve çaprazlama soruların
yanıtları verildiğinde direkt veya endirekt, dinci teşkilatlanmanın ağa babalarına
ulaşılır. Bu çeteleşmiş köhne dincilik ve dibi başı oynar kadılık, şimdilik edep
yahu serzenişlerini bile suçların şahı sayacak düsturda işlese de her şeyin çetelesi
tutuluyor. Devlete büyük veballer yükleyen hiç gereksiz tavırlanma
ve sivri dille kibirli edalanma hem yakışıksız hem de devlet adamı ayıbı. O
zaman soru şu; Nerede letafet? Nerede hitabet?
Cevabı yok, devlet erkanı mertebesinde çetin dalgalar
ile dalga kıranlar arasında resmen limansızlık, resen imansızlıklar var. Yegâne
amaç sanki ortak aklın kullanılmasını geciktirme, iktidar kaybını bir süre daha
erteleme. Takınılan ürkütücü üslubun zamanla her bir şeyi eriteceğini bekleme.
Malen ve manen yıkımı, kırık dökük dinci hayallerin batışını geciktirme. Uğrulara
uyduruk manzaralar dizme diyarında, mağara ağızlarına denk gelen dev kayaları
aşındırma girişimi…
Ancak tüm eksikler gedikler ortada, anlamsız ve hiç gereksiz
tapınmalar açıktan açık. Jimnastik ehlinden sayılma güncellemesi ayyuka çıkmış,
hırs halis genleri de bozduğundan moral değerler çökmüş. Ancak sessiz çoğunluk
ayılma aşamasında. Gün geçtikçe yerel akımlar genleşiyor. Omurgasız oynaklığın
ulaştığı ciddi boyut, belirsiz kavgalara ve bilinen savaşa savrulmalarda. Bin
bir gizem, binbir temkinsizlik, binbir dert, alınan tek tedbir makamsızlaşmamak…
Cümlesine cevap en üst makamdan; … “Onların öyle
kalpleri vardır ki anlamazlar. Öyle gözleri vardır ki göremezler. Öyle
kulakları vardır ki işitemezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha
şaşkındırlar. İşte bunlar hep o gafillerdir.” …
Gaffe ile gaflet arasında bocalayanlara tek soru; Nerede
letafet? Niçin bu hitabet?
JURNALMATİK...
Yakın tarihi damardan damgaladığı bilinen öylesine
karakızıl dönemler var ki, bir daha hiç yaşanmaz sanılır. Ama öyle bir yaşanır
ki; ve ara dönemler yine jurnalistlere kalır. Yani yüksek karla kurlaşan, kan
kusturan keskin dönemeç ürünü jurnalcilik, her an hazır ve nazırdır…
Hazırı yiyici, hınzır imparatoryal düzeneklerin
neredeyse tamamı resmen jurnalle işler. Mitolojiden saçılanlar, yakın geçmişe
dadananlar, yürek paralayan yaşanmışlıklar açıkça jurnalmatiği işaret eder.
Taca tahta, posta puşta karşı çıkanlardan yığınla kelle alan bostancıbaşılar,
kara kukilatalı cellatlar bu faşizan mekanizmanın otomatiğe bağlanmış şehir
kaçkınlarıdır. Aynı şehirde kaç şehir üstüste yaşıyorsa yaşasın hiç fark etmez,
yönetsel piramit en alttan en tepeye salt jurnalle pik yapar. Dip ile pik
arasında, hit ve mit diyarında böyle yürür saltanat. İt ürür kervan yürür denir
ve jurnalistler daima mükâfatlandırılır...
Saltanat kayığına binen veya bindirme kıta
jurnalistler, çalakalem listelenenler hakkında jur bulmak içi yarışırlar. Bulamayanlar nal toplar. Bu insafsız,
kuralsız, ihbar ve istihbarat düzeneğinde imbikten suç süzenler ise tarihin
arka sokaklarında altın varak toplarlar. Epey acayip sırnaşıklıkla ve asla ilerisini
gerisini düşünmeden üste adam geçmenin, üstelik jurnallenecek adam seçmenin tek
versiyonluk ürünüdür bu karanlık formasyon. Kafaya taktığını takip, insanı
insan eden, insanlığı var eden temel değerleri bir kenara atmak ve rahat
geçinmek köşegenli bir şeytan üçgenidir bu hain format. Yani formaliteden
forslu hayat tarzına ilaveten
göz önündekileri fonla, kollukçulara pazarla
ameleliğidir fondiplenen...
Ezelinde ebedinde hiçlenen ise sahte milli pozisyonu
korumak bir yana kusurlu mevcut ortama uydurulan yeni milli pozisyonlar
yaratmaktır. Bir kerelik babında başlayan gambazcılıktır tavan yapan. Resmen
itibarla oynama ve resmi dik duruş zaafıdır zarflanan. Açıkçası resmiyete dik
duruşun cezalandırılmasına, koftiden kılıf bulma marifetidir jurnalistlik ve
jurnalmatik taktiği...
Takat kesen, asla affı olmaz cinsten katışıklık,
cinsine cibilliyetsizlik katılmışlık göstergesidir. Sağlam bağların çözülmesini
yücelten, yüksek bağlantılı arzuların rotu çıkmışçasına göze adam kestirme
aracılığıdır jurnalcılık. Hiçbir zaman iyi düş göremeyenlerin arada bir gördüğü
kötü düşleri bile çağa çivileyen kısır döngüdür jurnalmatik...
Bu karakızıl dünya düzeni yığınla kötü karakterler
yaratır. Ve bir anda ne despotikler, ne apolitikler türer akıl sır ermez.
Demokrasiden doğma ne diktatörler vardır asla jurnale doymaz. Diğer taraftan
despotizmden ne demokrasiler doğar bozmaya yasal döngü yetmez. Sonra yine yeni
tiranlar hortlar. İşte milletin ve memleketin üstüne çullanan her kaos bu çürük
çarık jurnalcileri, jurnalciliği, jurnalistliği otomatikman devreye sokar…
Sokma akılla uygulanan program ise şudur; Saf milleti
safsatalar ve dolduruşlarla efsunlama ve birbiri peşine salma. Yanılma ve
yanıltma perspektifinde lafta icraat panayırında figüranlık. Kraldan çok
kralcı, diktatörden fazla diktacı, sultandan daha sultacı jurnalatör figürler
peydahlama. Peylenen ise kökü tarihte gizli organizelik, şekli şartıyla
kepazelik, resmen şarki hizmetçiliktir.
Yani çok tuhaf bir iştir, insanlık belgesinde nice delikler ve gedikler açan
jurnalistlik. Toplumcu söylemle açıklanamaz bir alacakaranlık kuşağıdır ve
otomata bağlanır. Resmen ortaçağvari cadı avıdır yaşanan ve yaşatılan..
Kurunun yanında yaş bazlı sıkı rejim dayatması ve
belge harici demokrasi kısıtlamasıdır jurnalmatik. Gölge takibi ve gölge oyunuyla canlanan, harbiden muhakemesi
suni, sunusu yalan yanlış, sonu ise resmen aldatmaca düzeneğidir...
Salt düzen karşıtlarını jurnal, tarihin ayak izlerini
iyi takip edemeyişin plastik damgasıdır. Monarşik düzen labirentinde, oligarşik
sistemin çıkmaz sokağında, çakma demokrasi girdabıdır. Zaten suni denge bir kez
şaşınca, duygu ve inançlar objeleşince jurnalatörler tarihin en eski ve en kısa
ömürlü mesleğini mütemadiyen icra ederler...
Ancak yollar bir gün mutlaka tarihin o karakızıl
dönemleriyle çakışır. Açık hesaplar kapatılır. Üç nokta koyulur; Yol uzun,
yolcular damardan damgalanmış kuru yaprak misali, jurnalmatik resmen kuşak
israfı...
zaman: Ocak 21, 2022 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
Twitter'da Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Pinterest'te Paylaş
15 Ocak 2022 Cumartesi
SAVAŞ YILLARI VE BÜYÜK BUHRAN...
SAVAŞ YILLARI
VE BÜYÜK BUHRAN...
Dünya ekonomisini batıran '1929 Büyük Buhran'ı
ülkelerin İkinci Paylaşım Savaşı'na yönlenmesine neden oldu. Bu kaotik ortamda
asıl mucizeyi gerçekleştiren ise dünya buhranından ve savaştan akılcı
hamlelerle sıyrılan yeni kurulmuş malum devlettir. Dünyanın o dönemki siyasal
ve ekonomik tarihine ciddi veriler doğrultusunda, objektif bakılırsa büyük
mucize açıkça görülür...
Küllerinden doğmuş bu yeni devletin buhran yılındaki
bütçesi 224 milyon lira. Uygulanan sıkı önlemlere karşın bütçe, 1933 yılında
205 milyon liraya, ihracat ise 155 milyon liradan 96 milyon liraya kadar
geriliyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk Lirası, doların üzerinde işlem
görmüşken 1929 yılında 1.95 seviyesine "Büyük Kriz"de 2,12'ye
yükseliyor. Bu ani artış 1929'dan 1935'e kadar sürüyor ve dolar yeniden düşüşe
geçiyor. Hatta 1935'te 1,25'e kadar geriliyor. Savaş sonrasına kadar bu seviye
korunarak, Dolar 1,31 liraya sabitleniyor...
Bir kalemde geçilmesi zor, kapsamlı fiyat listelerine
göre 1930 yılında; "1 kilo koyun eti 50 kuruş, 1 kilo dana eti 32 kuruş,
beyaz peynir 47 kuruş, kaşar peyniri 91 kuruş, tereyağı 116 kuruş, kahve 90
kuruş, bulgur 18 kuruş, fasulye 13 kuruş, mercimek ve nohut 9 kuruş, zeytinyağı
43 kuruş, zeytin 23.5 kuruş, sabun 33.5 kuruş, pirinç 27.5 kuru, makarna 24
kuruş, tuz ve bir adet ekmek 8 kuruş, 1 kg. kömür 2.5 kuruş... " Hatta hayat
kaynağı gaz, tuz ve şeker de kolay erişilebilir fiyat düzeyinde. Diğer
kalemlerden devamla...
Tekel Ürünlerinden: "Kulüp Rakısı 140 kuruş,
Altınbaş Rakısı 210 kuruş, Yeni Rakı 105 kuruş, Kanyak 140 kuruş, Votka 126
kuruş, Marmara Şarabı 50 kuruş..." Ayrıntıların devamı da huzur verici...
Ayrıca Büyük buhranla birlikte ekonomide devletçilik
ilkesi uygulandığından 1929 yılı milli hasılasında sanayi kesiminin payı % 9,9.
Bu pay 1933 yılından itibaren % 18,3’e çıkıyor...
İşte salt bu oran göz önüne alınsa bile Büyük Buhran
ve peşinden yeryüzünü kana bulayan 2. Dünya Savaşı'na rağmen bu uzun dönem
mucizevi şekilde bir sanayileşme dönemi. Çünkü genç Devleti idare edenler
ekonomik buhrandan ve savaştan devletin ekonomiye müdahalesi ile
çıkılabileceğini öngörüyor. Ve öngörü resmen tutuyor...
Böylece İkinci Dünya Savaşı paylaşımında kenarda
bağımsız ve barışçı kalınarak devlet içte yıkıcı ekonomik hasara uğramıyor.
Olası dış hasarı gidermek için de Halk Partisi iktidarı, on beş yıl belli
seviyede tutulan doları hemen savaş sonrası 1946'da %100 artışla 2,80 liraya
devalüe ediyor...
Kısıtlı olanaklarla devasa yatırımlar, kuruluştan
1946'ya yapılan her şey bir anda unutularak, hatta büyük buhran ve dünya savaşı
görmezden gelinerek, dolar artışına başka suni nedenler de eklenerek ilk
seçimlerde fatura Halk Partisi'ne kesiliyor. Ve 1950'de Demokıratlar iktidarı
alıyor..
Devlet ve millet için kimilerine göre çok kötü,
birilerine göre iyi gelen dönüm noktası veya kırılma noktası işte bu iktidar
değişikliği. Çünkü yeni dünya düzeninde DP ikili, gizli ve özel anlaşmalarla
alenen tüm dış politika tercihini Amerika'dan yana kullanıyor. Hatta küçük
amerika olma hevesiyle sınır ötesine, Uzak Asya'ya asker gönderiyor. Marshall
yardımı başta olmak üzere, bedeli çok ağır yığınla sözde yardımı kabul ediyor.
Böylece dış bağımlılık arttıkça artıyor. Devlet popülist politikalar ve sırf
enflasyonla yönetilmeye başlanıyor. Öyleki DP iktidarı biriken sorunlar
yüzünden 1958'de %321 oranında devalüasyonla doları 2,80 liradan 9,00 liraya
yükseltiyor. Ve işte bu devalüasyon sonun başlangıcı oluyor...
Büyük Buhran ve Dünya savaşı dönemlerinden, faizleri
yükseltmeden, dövizi Merkez Bankası’nın çabaları ile sabit tutarak, işsizliği
artırmadan, her yıl geçmişten kalan dış borcu da ödeyerek, Tam Bağımsız
kalarak, Savaşa girmeden, borç batağına düşmeden, sadece şartlar gereği
ekonomik küçülme göstererek ama sanayii büyüyerek çıkan Devlet bir on yılda
resmen dağılıyor.
İşte bu gün açıkça o beter dağınıklığın devamı berbat
atmosfer söz konusu. Nedense hala buhran ve konu komşu savaşlarından beslenen,
bir acayip rol benimseniyor. Devleti Milleti bunaltacak seviyede fundamantalist
çerçeveli enflasyonist ekonomik politikalar uygulanıyor...
Sona yakın ise lafta dış kaynaklı buhrana karşı savaş
verildiği pompalanıyor. Ancak acı reçete yine geniş halk yığınlarına
yutturuluyor. Soru bariz, bu sığ anlayışla nereye kadar?
zaman: Ocak 15, 2022 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
Twitter'da Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Pinterest'te Paylaş
10 Ocak 2022 Pazartesi
ON OCAK GAZETECİLİĞİ...
ON OCAK
GAZETECİLİĞİ...
Nice ocaklar söndü bu uğurda, bu yolda, bu yolculukta.
Her şeye rağmen On Ocak Çalışan Gazeteciler Günü, çalışanına çalışamayanına
kutlu olsun...
Kutlu bir iş ama hayata gazeteci olarak devamın en zor
günleri. Yerelde başka, genelde bambaşka zorluklar var. Hem başka bir işi
lokomotif yapmak gerek geçime ve gazeteciliğe. Hem de gazeteci olup geçimsizlik
çıkarmamak gerek. Aslında gazeteci kalmanın tek yolu gazeteciliği yok sayan ve
silikleştiren sisteme, sistemli karşı koyabilmek. Zor ama doğrusu bu. Çünkü
kimin kayığına binerse onun küreğini çeken gazetecilikle bir yere kadar. Yani
Gazeteci, mazeteci olunca bildiğini, düşündüğünü ve gördüğünü açıkça yazmaktan
kaçınır. Böylece salt magazinel sansasyon peşinde, sistemin izni ölçüsünde
meslek icra edilir. İşte bu yüzden gazeteci, ileride hesabını veremeyeceği
karanlık girdaba düşmemelidir...
Belki düş ama gerçek, evrensel gazetecilik ilkeleri
doğrultusunda özgür ve çağdaş bir dünya için, o dünyanın kurulması için kalem
oynatmak gerek. Bu dördüncü kuvvet olma gereği ama gerçekten yürek işidir. Yani
onurlu ve dik duruşlu, kalemi kılıçtan keskin gazetecilik şimdilerde korku
tünellerine hapis. Bu tutsaklık vicdan ve adaletten uzaklaşmanın ve gerçek
hayattan kopmanın da birebir göstergesi...
Yaşanan öyle bir hal ki, kamuoyunun bilgilenmesi ve
aydınlatılması için her türlü şart ve durumda mesai harcamak nafile görülüyor.
Yani gazetecilik ocak tüttürmez bir meslek oldu gibi. Elbette gazete şart, gazeteci
şart. Böyle söyleniyor ama çalışılabilir ortamlar daralıyor, yetkiler ve
yetkinlik kısıtlanıyor. Haliyle görseli göstermiyor, yazılısı da yazmıyor.
Gazeteciliğin yerine kalemşörlük modası yaygınlaşıyor. Tek seslilik prim
yapıyor. Tek renk dayatılıyor ve çok seslilik tarihe karışıyor...
Yine de bir On Ocağa daha erişmek ve görebilmek güzel.
Çünkü gazeteci, her şeye rağmen haber alma hürriyeti başta tüm hakların
teminatıdır. Takipçisidir…
O yüzden dip pik arasına hapsolmuş ibretlik durumların
tamamına, içinde ayarlı ayrıntılar gizli, ağır edebi, ince eleyip sık dokuyan,
belki de karakolda bitecek, bilahare Silivri’ye selam gönderilecek, politik
formatta yazılara devam edilecek sanki. Yani tam da yaz gazeteci yaz yılları.
Çünkü millet deyim yerindeyse can çekişir halde. Gerçekten gazeteciysen, gel de
yazma...
Duymayanlara duyurulur…
AH VAH, AH MAH, MAHLÛK VE MAHLÛKAT…
Ahlar vahlar arasında mahvoluşa, ahalinin mahvına
sebep olunduğunda, ah almayan mah kalmaz. Çünkü düstur bellidir ve mahlûk veya
mahlûkat hiç fark etmez topu aynı tondan, forslu fondan beslenir. Diğer yandan
tekmili birden, tabiiyeti ve tabiatı mahvedendir. Kısacası mahlûkatın
cümlesinde bu utku zayıflığı vardır. Zamanla nutku tutulmuşluk ve utanmazlıkla arzulanır
mahluka. Hem de eşrefi mahlûkata hiç yakışmayan, üzerine delibal gibi yapışan
mahlûklukla...
Politika polenlerine ve piramid asansörlerine bulaşan
da bu habisliktir. Ağaran ah mahlıktır ve bu mahluksu arıza, mahlukatlık
maraza, resmen dünyevi mahabisliktir. Ortaya çizilen karanlık manzara ise resmen
politikal posadır.
Özlenen manzaraysa medeniyeti cihandır. Tarihi
güncelleyerek geleceği dirençli tohumlamadır. Sürekli başka baharlara bırakılsa
da günceden güçlenen, umut tohumları yeşertisi, mukadderatı hayatiyedir.
Haysiyeti teslimiyedir. Yani mesele biteviye devasa bir açlıkla mahlaslı
yalnızlığı bitirecek faslı başlatmaktır. Erişimi eytişimi, eylemi söylemi ortak
hafızaya bağlı kalarak tabloyu yenilemeye dönük mutlaktır...
İzansız, imansız muhakat de bir yere kadar. Muhakkak
manzarayı muhabbeti hafife almamak lazım gelir. Mahlukatı harbiye arıdır, harbı
sulhu bin bir geceli anıdır...
“Arastada arılar balmumunu bala bular. Kukumavlar
tüner kartal tepelerine. Kargalar sokar burnunu leylek bacalarına. Guguk kuşu
çalar saati vurunca, vakti gelir, kırlangıçlar göçe durur. Memleket semasına öç
bulanır, göç belenir. Kılavuzlar perperişan, mahluk mahlukatı kana bular. Pembe
pembe pamuk bulutlar asılır göğe, tadı gülşeker..."
Ağlanası hallere güler gülbeşeker ama aranılan an, arı
gibi çalışmak anıdır. Kötücül ruhları uykusuz gecelere kovalayarak, dünyayı ağırlamak
zamanı. Zaman kuytulara saklanan saksağan yavrusunu, yedi başlı canavarın
elinden alıp kurtarmak zamanı. Çaba insan olmak, cabası mahlûkattan ayrılmak,
kaplumbağa hızında ama çelik iradeyle her dem medeni kalmak. Al dal, il ilan,
yıl yılan, yalan dolan, talan kolan tanımaz adamlık. Mahlûkat başka mayadır.
Mahiyeti dil altında pırlanta yüzük. İnsani maharet başka hikâye...
"Hikâyede yolu şaşmış koçbaşı, kör köstebeğin
izini sürer. En kötü anda kös kös toprak yığınını deler durur, yol açar kör
kara yarınlara. Kor donguz rumuzlara. Ruhsuz aç kurtlar, en çetin yavrusunu yer
ululanır. Kılıksız kurtlardan ürker dor atlar. Dere tepe çakallarla tepinir.
Kırbacın ucunda yıldız simgesi. Kızıl yumruklar şakaklara şaklar, saç tellerine
düşer bir gecede aklar. Uğursuzluğun simli simgesi kara kedilerin içtiği ak sütten
arta kalan, süslü sinler farelere tül kanat taktırandır. Ve kartal kanadının
mürekkebe batırılmasıyla şekillenir bahar. Her sonbaharda açar panik atak
çiçekleri. Maziye süzülür allı turnalar. Tavus kuşunun kuyruğunda gökkuşağı.
Aklı olana arıtılmış manadır, arı kovanları...”
Hayat işte resmen arı kovanı gibidir. İştahla işler. Söylencelerde
anıların yitirilmesi ile ilintilidir şölen. Asıl suçlular umursamazca bölen. Hayahuy
horon tepilir, halay çekilir, sular çağlar, allı kuzu kuzinelenir. Kuzgun ölür
ve çatlak ağaç gölgelerine çekilir kayıp zaman. Denizler kararır…
“Denizde yüzen balıklar, ümidi içer solungaçlarından.
Sırtındaki pullardan ve kullardan beslenirler. Ansızın pır diye uçan taklacı
martinlerin narin pençelerindeki muştudan heveslenirler. Yeryüzüne yağan ateş,
herkes bilir ama yağmasıdır. Her şey yengeç kıskacıyla, örümcek ağında
gizlidir. Akrep avusu sahlepe tarçın kokusudur. Deniz ötesi hakikat budur...”
Hakikat ihmali, izahı bit kadar, kanlı canlı çarpan algıdır.
Pergula temel olgudur. Geniş pergeller çizen uçuç böceği bile sevilmeyi bekler,
sevildikçe sevimlice uğurlu kanatlanır. Hakkın yolunda üçhu dualanır. Dayanır
evren kendi çeperine kasıp. Çepeçevre
çevrelenir kasıp kavuran devri heyelan. Volkanik
dağlar dağılır…
“Sıradağlar cüceler ülkesinde devler yükseltisidir.
Yükselen balmumundan heykellerdir. İç dış bükeyi, büyüklük düzeyi akla zarar
hülyadır. Akıl kayar balmumundan heykellere. Deve, dev cücelere midilli
hediyedir. İlla ki istiridyeler içindeki inci birinci, midyeler kızgın tavada
incidir. Denizde yaşar, ormanda soluklanır yaslı nur, yasaklar akla sur.
Velhasıl sinsilesine asıl mesken kara topraktır. Toprak altında kırık tarak,
üstünde altın varak. Varak üzerinde minarelere layık mahyalık yazı…”
Yazı kışı altı üstü ince belli bardak, içinde kan
kırmızı sıvı. Millete eskiden beri aynı mit. Teneke tekeller tepegözden izler
dünyayı, mahşeri mahlûkatı. Mahsusat her mahleye mahsustur. Rahleye turun ucu
açıktır. Açısı kapısı bir, asırlık birikim bir anda yerle bir. Artısı eksisi
arılardır...
“Arıların kaybolması ile ilintilidir hayat. Anıların
kaybolmasıyla ekmeğe ve denize tekne devrilir. Damlardan deli bal dökülür. Gökten
abıhayat süzülür. Yalancı burunlar düşer. Hangi eşek inadına anırır, hangi
horoz zamansız öter, fazlasıyla mumlar söner. Filanca zamandır diye açıklanır savrulan
ekmek kırıntısı. Acıdır kükreyen aslanın sismik hali. İçin için niçin pusar,
postlar anlamsızdır. Cevapsızdır kıymık batan kaplan gözü. Kaplan hayatla haplanır.
Bayram üstüne bayram kutlanır. Maymun hep üç maymunu oynar. Geyik, karaca,
ceylan sekisini kaybeder. Şebek şekerler, sincap topallar, hicap tepelenir.
Ufka değin mahlukat toplanır…”
Kayıp dünyanın demir kapıları erir, balmumundan bal ormanın
bağları çözülür. Bal küpüne gömülür arılar. Yüreklerde kapanmaz yaralar yanar, açık
yaralar daha açılır, solar meralar, derin kazılır mezarlar. Maya tutmaz. Aşı
tutmaz. Şans gülmez. Ve bir yudum suda kuraklık başlar…
“Kuraklık kudurunca, ince zar kanatlı kelebekler uçar
özgürce. Özgürlüğe ağlar çoban köpekleri. Ağlar sahipsiz köylerde kethüdalar.
Koyunlar kuzular meler. Tazılar avını kovalar. Kıtlık yakadan yakalar. Yokluk ekinlerde
başaklar. Silolarda darılar sellenir. Yer sallanır. Gök yarılır. Mahva yakın,
mahlûklar pürdikkat kesilir. Mahlûkat aç ve çıplak kalır. Dergahlarda muk kurur,
kalp yanar. Mukadderat demeye yakın dera seli. Kurak iklime dere tepe yayılan garibanlara,
yine kurtarıcı beklenir..."
Bekleyen derviş mutlaka muradına erer. Bir lokma bir
hırka misali. Dört dörtlük bir dörtlükte gizlenir ah vah, ah mah serüveni. ‘Can
çıkar huy çıkmaz, Bir garip çıkmış diyeler…’
“Diyesi orak ayında direngisi oynak bir sondur
hasatlanan. Bir elde masat, bir elde çekiç işler kesat. Eldelenen sonuç, bıçak
sırtı bir hayat. Budur koca yalanlarla sahnelenen sırat. Mahşere yakın kokarca
garabetiyle yüzleşilen, şehri vuran kaybediş. Mahluka, mahlûkata dair tırpan.
Serçeler, sığırcıklar, kanaryalar iki parça. Kanar kehanet. Sinmişlik, bitmişlik,
yitmişlik, öküzgözü bilgeliği. Bilgiyle orantılı gelmişlik, gitmişlik, gelecek
özünde insanlığa özgü. Özgürleştiren kazanımlara, kara öyküler kör sağır. Soğuk
soluklara sığınır mahlu mahlukat…”
Dünya malı dünyada kalır ama mahluku, mahlukatı çarpan
rüya devlet malı deniz misali. Mesela mahva yakın köprüden önceki son çıkışta,
panayır ve panzehir takipçiliğiyle hak görülür mahlûkata paylaştırılan.
Anılarda acı yarıştırılan alemde, toprağa yayılan berekettir yaylaların buzlu
suyunda titreyen kan. Bodur ağaçlı bitki örtüsünde emrivaki eyvan. Ayvanlarda
ah vah…
Ahuvah, kovanları dolduran arıların kılavuzluğunda
ölür, ölüm. Ah vah günlerinde er geç başlar değişim. Mahluk mahlukat alemine
doğar, Doğan ve sınır ötesine sırınır nişanı mahlas. Destur, ‘Derdo, kimseye
kalmaz garipler dünyası’…
DERYADA DİBİ DELİK FERİBOT YÜZDÜRMEK…
Hırçın dalgalı kara denizde dibi delik feribot yüzdürmek,
fukara avuntusuyla ‘hiçbir şey olmaz, kabaran akköpük sular bize dokunmaz’
hayalidir. Hatta ucuz kahramanlıklarla haybeye cesaretlenmektir. Cahil cesareti
deniz deryadır ama tahta, demir ve çelikten ibaret feribot, eğer dipten su
almaya başladıysa eninde sonunda yan yatar. İşte bu daima unutturulmak
istenendir. Hemde deryada tek başına veya denizde kıyı boyu seyir hali hiç fark
etmez. Feribot küpeşteyi saran sert pik dalgalarla dakkasında su küpüne
dönüşür. Gecikilmiş tahliyeye başlanır ama hortumlar ve filikalar yetmez.
İçerdeki su yarım metreyi bulunca da koca feribot kaşla göz arası batar…
Benzer batış süreçlerinde her kaptan kötü sonu bile göre
“endişeye mahal yok, manasız telaşlanmayın bu feribot dünyanın en güçlü, en
büyük ve en dayanıklı feribotudur. Küçük bir mesele mevcut, hemen şimdi
halledilir…” nakaratını sarfeder. Eğer boş ve yatıştırıcı bu nakile toptan kanılırsa
durum an ve an faciaya dönüşür. Defedilemez felaket fırsattan istifade en
alttan üste kamaralara doluşur...
Eğrisi doğrusuyla kaptanın üstelemelerini ilahi gerçeklik
sayanlar hatta çoğunlukla kaptan bile pik dip sellenişinde feribotu en ilk
terkederler. Batan gemiyi en son kaptan terk eder lafı koca bir yalan olarak
göğe asılır. Kaçış esnasında ciddi uyarılara hiç kulak verilmez. Hiçbir
mantıklı öneri duyulmaz. Sanki bir sendrom vurmuştur akılları, zihinler durur,
bedenler eylemsizleşir. Bu zevat için tek eylemlilik canhıraş tahliyeyi bizzat
yaşamaktır. Sonra feribotun derin maviye gömülüşünü kara film izlercesine
heyecanla izlemektir. Oysa bu öylesine kara bir tablodur ki yürek
dayanmaz...
Dahası sudan yatakta yalpalanırken, modern deniz seyahatleri
tarihinin asla unutulmaması gereken olağandışı büyük faciaları hiç akla
getirilmez. Kiralık akılla okyanusları delen havada, peşpeşe sıralanan geçici
psikolojik rahatlama bahaneleriyle biran evvel dibi delik çelikten tabuttan
kaçılır. Ama asla kaçış yoktur, buzdan sular kaçakları adeta kutlu sona
hazırlar yani ölüme...
Ölümden öte köy yoktur sarmalında sonsuza erişmeye bir kala,
feribottaki delik içten dışa yırtılır ve daha da genişler. Yanısıra yumuşak karında bambaşka
çatlaklar, sıska gövdede yesyeni delikler oluşur. Mevcut su oranı ortalamanın
üzerine tırmanır. Aksuya kirlipaslı makina yağı karışır. Yozyobaz yağcılık
çoğalır. Ölümcül yoğunlaşmayla birlikte feribotun dibi, en iç dibi, bordası,
güvertesi, perdeleri, üst yapıları takviyeleyen panelleri, profil eksenleri,
yani diklemesine neyi varsa artık dik doğrultuda direnemez. İskele sancak, kıç
baş, rüzgâr üstü, kapı baca haddinden fazla bulanık suyla dolar. Total su
miktarı yükseldikçe tahliye işlemi de zorlaşır. Maddi manevi mukavemet azalır.
Dibi delik feribotun yüzebileceği sığ sularda olunsada çark işlemez. Deniz dibi
temas yakınlığına geçişle dahi mesele çözülmez. Son tahlilde kurtuluş için
karaya oturtma da gerçekleştirilemez. Yani bir kere yan yatmaya görsün, dibi
delik feribot dakikalar içinde körkaranlığa batar, saniyesinde gözden
kaybolur...
O feribot ki, dünyanın en çetin, en tehlikeli, en akıntılı
denizlerinden, görüş mesafesi en kıt buğulu derin sulardan geçip gelmiş olsun
hiç farketmez. Tam kara göründüğünde dipten su almaya başlayınca makaralar
hızla ileri sarar. Dibi delik feribot sendromu tüm mürettebatı ve deniz yolcusu
ahalinin tamamını olmasada bir kısmını etkiler. Karabasan kabusu görenler ve
ağır uykudan kalkanlar dışında kimse mantıklı açıklamalar duymak istemez. Duysa
da aldırmaz. Çünkü onlara yıllar yılı resmi ünvanlara ve kaptana aşırı güvenme
aşılanmıştır. Bütün davranış şekilleri protiplenmiştir. Ancak durum gittikçe
daha da ağırlaşıp, ahval gerçekdışı bir boyuta evrilince seyir defterine,
"Denizde çok acayip bir fırtına başladı, nuhötesi bir tufandı. Çok
talihsiz çarpışmalar, tarifsiz batmalar atlattık. Risklere alışkındık ama bu en
beteriydi. Sağ olsunlar bu kez de sayelerinde kurtulduk. Sağız ve minnettarız.
Evet zordaydık ama asla başsız değildik, diyebilecek ipsiz sapsızlar bu
kez karaya çıkamadılar…” kaydı düşülür.
Zaten kayda değer deniz dibi taramacıların ve kaptanıderya
seviyesindekilerin çok iyi bildikleri konu, diplerde yağlı latadan, demirden,
çelikten enkazların yattığıdır. Yani kuşkusuz en iyi bilinen, mavi suların en
dibinin özellikle de mavi ile karayı birbirine bağlayan boğaz diplerinin irili
ufaklı taka filika, bot, feribot, gemi, şilep mezarlığı olduğudur...
Feribotun dibinin delindiği kıyasıya su aldığı bilindiği
halde görüntüden, lüks ve şatafattan ödün vermeyen görgüsüzler, boş hayallere
kapılanlar ve mevcuda kapılananlar tüm seyir cihazlarını reddederler. Sos
içeren ses dalgaları ve dip derinliği ölçümleriyle dalga geçerler. Acı
gerçeklerle alay ederler. Yüzeyle mesafeyi ve feribotun yan yatış hızını
hesaplayanları düşman ilan ederler. Büyülenmişçesine batışa hala acı reçete
yazanları tek kurtarıcı sayarlar. Tüm bu afra tafraya rağmen dibi delik
feribotun yan yatmaya geçtiği ve batışa yakınlaştığı görüldüğünde, başlarına
gelecekleri hissettiklerinden ilk fırsatta botlara doluşarak feribotu terk ederler...
Sözün özü deryada dibi delik feribot yüzdürme hevesinin
kaybedeni yine fakir fukaradır. Asıl batış yine dibi delik feribot yolcusu
fakir fukaralaradır. Onlarla birlikte her fırsatta yaklaşan faciaya uyaranlar,
felaketlere direnenler de feribotu asla terk etmezler. Hiç gocunmadan birlikte
batarlar…
Derya deniz, okyanuslarda ve hırçın dalgalı kara denizde,
dibi delik feribot yüzdürme hevesindekilere inat, suya yazılan yazı bir kez
daha ufukta belirir, asla aynı gemide değiliz...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder