ERDOĞAN AKSU
Email: yerelgazeteci@hotmail.com
İSTANBUL; 453 RAKIM, 7 TEPE, 29/5 TAKSİM VE 559 YIL
Ulubatlı ’da 29 Mayıs 453. Bu kubbe böylesini hiç görmedi, görmemişti. Kehanet aldatısı burçlarda, mazgallarda felç oldu. Yaşanırken Gök kubbe de üstü üstüne şoklar havai fişekli karnaval kuruldu. Dipsiz hudutlarda denge, yedi tepeli surlarda neşeli burgular tüttü. Vuruldu hükümranlık, hafiften zafer sarhoşluğuna ve bin yılların başarısına gark oldu seferler ve kuşatan özlem yüklü gözler buğulandı.
Kuğulu kanallarda girilmeyen kelek mekânlar, çarpık bacaklı ganimetleri kanatsız meleklere sundular haraç mezat. Son kuruşuna, son altın lirasına dek sahiplenmeler yaşandı Bizantion’da. Makastar, darboğaza yaklaştıkça Konstantiniye atlastan yeni bir kader biçti doğradı anında. Bir kadeh şarapta kuşatma fırtınası koptu. Fetih iksiri ise misk ve yasemin kokuyordu burcu burcu. Ve Şehadet getirilip içildi doyasıya.
‘Hayat yalan be yavrum’ diyen atalar-babalar her fethe doğan evlatlarının kulaklarına ‘fatih’ adını üflediler, ezanla…
Konstantin, ebedi kurtuluş günü istavroz çıkarmadan önce son ıstakozları lüpledi aklı çıkarak. Önü, arkası, sağı solu, boşalmıştı sıra dışılığın sırrından. İstavroz da ıstakoz da palavraların iç yansımasıydı surlardan kızgın yağ olup dökülen. Zaten ertesi sabah minaresiz sabah ezanları okunacaktı İstanbul’da dört yandan.
Yüreği ateş bileği demir İnsan başlı koç kabartmaları bu inançla, cevval kuşatmada en ön safları tuttular. Tastamam delindi demir-dökme kapılar, kâğıt gibi yırtıldı. Ak taştan-kara taştan surlar göbeğinden çatladı. Sur dibi kanaletlerde ve Lotus çiçekli göllerde boynuzunda iki farklı dünya taşıyan yiğitler battı-yitti. İnsan başlı koç kabartmaları soluksuz kalmasına kaldılar ama ölümsüzleştiler. Onların yerine tekdüze kayıtlanan tarih öldü. Topkapı’da top patladı ve tarih eski viran yapısından bir delik-bir kapı bulup çarketti.
Yoksa taş çatlasa-yer yarılsa-gök dökülse devrilmeyecekti eski çağ. Gemi yüküyle ortaçağa hapsolacaktı yeniçağ. Ve yakınçağ yadigarı yarınlar yad edilmeyecekti akıllarda-vicdanlarda. Ama müjdesi verilmişlik vardı ve gerçekleşti. Çünkü fetih kuşu uyanmıştı bir kere, kanatlanmıştı. Önce ikiye böldü zarif uykudaki İstanbul’u sonra kaynaştırdı, bütünledi.
Ve Bizans Bizans olalı görmedi böyle kuşatma. İstanbul dayandı, dayandı ve fetih kuşunu kanatlarından öptü. Çünkü şehirlerin kraliçesine bunca günah kâfiydi. Zaten ehlileşince İstanbul sevdası bozulup gitti yeminler. ‘Çölü vahaya, karayı denize, denizleri yapay göletlere çeviren inanç’ karşısında tek ayaküstüne içilmiş yeminler dayanamazdı uzun süre.
‘Mert dayanır, namert kaçar, meydan gümbür gümbür gümbürlenir' ah İstanbul ah. Ah İstanbul fatihi, ah bin yılların fethi ah…
Kumandanların kılıcından ‘zafer’, yeniçerilerin gürzünden ‘Allah fethi nasip etsin’ damlar. Haliç’in keskinliğinde altın boynuz vurulur, sur içinde eşsiz bir şehir kurulur. Kıssadan hisse böyle oldu.
Anne şefkatinde ve nezaketinde yedi veren gül. Bebelere üst düzey site-saray terbiyesi, mürebbiyelere aşık büyük oğlan aşkı memnu ’sudur İstanbul sevdası. Çocuklara ballı süt ve lalaların eteğine yüz sürmektir özünden diriliş. Boğaziçi’ndeki serin nidadır yüzyıllarca baş şehir olmak. Köprülerin altından gün gelip lale devirleri, duraklama-gerileme ve yıkılış dönemleri aksa da.
Sofalar misafirli, sofralar bol nimetli, saraylar da heybetliydi. Ama hayat tuzaklarla dolu, dört yan düşman yurduydu. Kalmadı ilelebet Cem Sultan’a, Kanuni Sultan’a ve Fatih Han’a payitaht. Payitaht Ahmetlere, Mehmetlere, Mahmutlara, Muratlara, Mustafalara, Kızıl-yeşil sultanlara, genç-yaşlı Osman’lara da yar olmadı gereğince.
Zülfü yara dokunmak da yine bize düştü, vah İstanbul vah, Ah Sultan Fatih ah. Her yıl ayni kızgın devi uyandıran Feth-masalı…
Ahşap konaklarda, ışıldaklı köşklerde, dünyalık saraylarda görgüsüzlük-öngörüsüzlük artınca, er vakit doğanlar iyilik, vatanperverlik peşine düştüler. Hasta adam epey bedel ödedi ama iyileşti. Zaman geldi Neo-Ottoman’lar sarılınca saltanatın ipine eğilmeden, el etek öpmeden yaşamak yeniden güçleşti. Eski mektuplardaki o anlaşılmaz dil sırıttı tekrardan ve epik şiirler söylenir oldu hülyalara. İç içe geçmiş harfler ve karmakarışık lisan modalaştı. Büyüklüğü küçülten iki dudak arası tınılamalar lisanı harbi olunca, mumla aranır oldu gelecek. Oysa geçmiş; Destur, kanla yazılmış fermanlar, hasdur ağdalı fetvalar üzerine kurumluydu.
Velakin her şeye rağmen, 453 unutulmaz. Asya, Avrupa, Dünya unutmaz-unutamaz bu değişimi. Eski- yeni çeriler, korsanlar, şövalyeler, tapınakçılar, tapınmacılar, forsalar, forslular, localar, loncalar, goncalar, günceler hülasa herkes istanbul’a ezelden heveslidir, yürekleri burkularak. Ancak Erlerin tokmağına-tokadına hapistir işte onlar, tümü ve emelleri, asla kıpraşamaz, bir daha zıplayamazlar.
O günden beri aç açıktır İstanbul, aç açıktır Anadolu ama olsun. Ah İstanbul ah, vah Anadolu vah deriz, bu sevdayı süreriz…
ERDOĞAN AKSU
Email: yerelgazeteci@hotmail.com
İSTANBUL; 453 RAKIM, 7 TEPE, 29/5 TAKSİM VE 559 YIL
Ulubatlı ’da 29 Mayıs 453. Bu kubbe böylesini hiç görmedi, görmemişti. Kehanet aldatısı burçlarda, mazgallarda felç oldu. Yaşanırken Gök kubbe de üstü üstüne şoklar havai fişekli karnaval kuruldu. Dipsiz hudutlarda denge, yedi tepeli surlarda neşeli burgular tüttü. Vuruldu hükümranlık, hafiften zafer sarhoşluğuna ve bin yılların başarısına gark oldu seferler ve kuşatan özlem yüklü gözler buğulandı.
Kuğulu kanallarda girilmeyen kelek mekânlar, çarpık bacaklı ganimetleri kanatsız meleklere sundular haraç mezat. Son kuruşuna, son altın lirasına dek sahiplenmeler yaşandı Bizantion’da. Makastar, darboğaza yaklaştıkça Konstantiniye atlastan yeni bir kader biçti doğradı anında. Bir kadeh şarapta kuşatma fırtınası koptu. Fetih iksiri ise misk ve yasemin kokuyordu burcu burcu. Ve Şehadet getirilip içildi doyasıya.
‘Hayat yalan be yavrum’ diyen atalar-babalar her fethe doğan evlatlarının kulaklarına ‘fatih’ adını üflediler, ezanla…
Konstantin, ebedi kurtuluş günü istavroz çıkarmadan önce son ıstakozları lüpledi aklı çıkarak. Önü, arkası, sağı solu, boşalmıştı sıra dışılığın sırrından. İstavroz da ıstakoz da palavraların iç yansımasıydı surlardan kızgın yağ olup dökülen. Zaten ertesi sabah minaresiz sabah ezanları okunacaktı İstanbul’da dört yandan.
Yüreği ateş bileği demir İnsan başlı koç kabartmaları bu inançla, cevval kuşatmada en ön safları tuttular. Tastamam delindi demir-dökme kapılar, kâğıt gibi yırtıldı. Ak taştan-kara taştan surlar göbeğinden çatladı. Sur dibi kanaletlerde ve Lotus çiçekli göllerde boynuzunda iki farklı dünya taşıyan yiğitler battı-yitti. İnsan başlı koç kabartmaları soluksuz kalmasına kaldılar ama ölümsüzleştiler. Onların yerine tekdüze kayıtlanan tarih öldü. Topkapı’da top patladı ve tarih eski viran yapısından bir delik-bir kapı bulup çarketti.
Yoksa taş çatlasa-yer yarılsa-gök dökülse devrilmeyecekti eski çağ. Gemi yüküyle ortaçağa hapsolacaktı yeniçağ. Ve yakınçağ yadigarı yarınlar yad edilmeyecekti akıllarda-vicdanlarda. Ama müjdesi verilmişlik vardı ve gerçekleşti. Çünkü fetih kuşu uyanmıştı bir kere, kanatlanmıştı. Önce ikiye böldü zarif uykudaki İstanbul’u sonra kaynaştırdı, bütünledi.
Ve Bizans Bizans olalı görmedi böyle kuşatma. İstanbul dayandı, dayandı ve fetih kuşunu kanatlarından öptü. Çünkü şehirlerin kraliçesine bunca günah kâfiydi. Zaten ehlileşince İstanbul sevdası bozulup gitti yeminler. ‘Çölü vahaya, karayı denize, denizleri yapay göletlere çeviren inanç’ karşısında tek ayaküstüne içilmiş yeminler dayanamazdı uzun süre.
‘Mert dayanır, namert kaçar, meydan gümbür gümbür gümbürlenir' ah İstanbul ah. Ah İstanbul fatihi, ah bin yılların fethi ah…
Kumandanların kılıcından ‘zafer’, yeniçerilerin gürzünden ‘Allah fethi nasip etsin’ damlar. Haliç’in keskinliğinde altın boynuz vurulur, sur içinde eşsiz bir şehir kurulur. Kıssadan hisse böyle oldu.
Anne şefkatinde ve nezaketinde yedi veren gül. Bebelere üst düzey site-saray terbiyesi, mürebbiyelere aşık büyük oğlan aşkı memnu ’sudur İstanbul sevdası. Çocuklara ballı süt ve lalaların eteğine yüz sürmektir özünden diriliş. Boğaziçi’ndeki serin nidadır yüzyıllarca baş şehir olmak. Köprülerin altından gün gelip lale devirleri, duraklama-gerileme ve yıkılış dönemleri aksa da.
Sofalar misafirli, sofralar bol nimetli, saraylar da heybetliydi. Ama hayat tuzaklarla dolu, dört yan düşman yurduydu. Kalmadı ilelebet Cem Sultan’a, Kanuni Sultan’a ve Fatih Han’a payitaht. Payitaht Ahmetlere, Mehmetlere, Mahmutlara, Muratlara, Mustafalara, Kızıl-yeşil sultanlara, genç-yaşlı Osman’lara da yar olmadı gereğince.
Zülfü yara dokunmak da yine bize düştü, vah İstanbul vah, Ah Sultan Fatih ah. Her yıl ayni kızgın devi uyandıran Feth-masalı…
Ahşap konaklarda, ışıldaklı köşklerde, dünyalık saraylarda görgüsüzlük-öngörüsüzlük artınca, er vakit doğanlar iyilik, vatanperverlik peşine düştüler. Hasta adam epey bedel ödedi ama iyileşti. Zaman geldi Neo-Ottoman’lar sarılınca saltanatın ipine eğilmeden, el etek öpmeden yaşamak yeniden güçleşti. Eski mektuplardaki o anlaşılmaz dil sırıttı tekrardan ve epik şiirler söylenir oldu hülyalara. İç içe geçmiş harfler ve karmakarışık lisan modalaştı. Büyüklüğü küçülten iki dudak arası tınılamalar lisanı harbi olunca, mumla aranır oldu gelecek. Oysa geçmiş; Destur, kanla yazılmış fermanlar, hasdur ağdalı fetvalar üzerine kurumluydu.
Velakin her şeye rağmen, 453 unutulmaz. Asya, Avrupa, Dünya unutmaz-unutamaz bu değişimi. Eski- yeni çeriler, korsanlar, şövalyeler, tapınakçılar, tapınmacılar, forsalar, forslular, localar, loncalar, goncalar, günceler hülasa herkes istanbul’a ezelden heveslidir, yürekleri burkularak. Ancak Erlerin tokmağına-tokadına hapistir işte onlar, tümü ve emelleri, asla kıpraşamaz, bir daha zıplayamazlar.
O günden beri aç açıktır İstanbul, aç açıktır Anadolu ama olsun. Ah İstanbul ah, vah Anadolu vah deriz, bu sevdayı süreriz…
ERDOĞAN AKSU
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder