29 Mayıs 2012 Salı

SİNEMA, PALAS, PASAJ YOLCULUĞU…

SİNEMA, PALAS, PASAJ YOLCULUĞU…

Bu yolculuğa yazılar bile ağlar hıçkırıklarla…

Alaska, frigo, dondurma satılan bol mısır patlağı ve toprak kokan sinemalar vardı eskiden. O sinemalardaki anılar, anılarımız hala yaşarlar dün gibi. Ama sinemalar öldü bu gün. Üç film birden devamlı matinelerde, izlenen-gözlenen parçalı bulutlu hayatlar vardı beyaz perdeden dökülen.

Film içinde filmdi o yıllar, aynen şimdi olduğu gibi. Ve film arası ağır yağ kokan patlamış mısır ve sade gazozlu şeytan aldatan sahnelerle serinlenilirdi. Melekler sahte, karanlıkta parlayan gözler gerçek, atmosfer büyülenmişlik doluydu. Çizgi romanlık silahşorlar iş başındaydılar westernlerde. Arızalı hayatlar tamir edilirdi kare kare. Yoksulluk ötesi renkli dünyalar vardı perdenin içinde. Jartiyerli, ipekli paçalı giyen can fedalar süslerdi afişleri. Çoluk çocuk akşam gezmeleri sinemalarda molalanırdı çekirdek çitlemek için.

Gece vardiyalarında ölümden beter aldanışlar, emanet gülücükler hep parlak kırmızı rujluydu. Güle oynaşa, seke saya el ele yokuş yukarı turlamalar ve camdan cama çamaşır asmalar, salıncakta sallanmalar vazgeçilmeziydi sahte hayatın.

Sıralı öyküler bu sinemada zilleri çalardı. Hemen salkım saçak diz çökerdi gölgeler bu çağrıya. Eritirdi karanlığı kapı girişlerindeki kırmızı nokta ampuller. Şamdan sıcağı gönüllerde volkanlar sönerdi. Kıldan ince tutkular, kılıç gibi keserdi ortadan ikiye gizli arzuları. Yıldırımlar çarpmış köşklerde sömürülmeden yaşanırdı. Güneşin ilk ışıkları sivrilirdi saraylarda. Ve bahçelerde tahta sandalyeli sinemalar açardı her bahar her yaz.

Çıplaktı her daim akan günler. Güneş rengi tül elbiseliydi puslu geceler.  Nüleşen yanılgılar tuzağına düşüldüğünde ise rüzgârlar küserdi dağlara. Şükranla anılan ay çarpmaları vardı tane tane. Ve bir acayip İstanbul vardı, perde arkasında ve önünde. Önünde artizler, arkada artizlik yapanlar can bulurdu. Aşk da vardı kavga da vardı, aşkına kavga da.

Değişmek veya değiştirmek telkinle olsaydı şehrin gözü kör olurdu…

Şimdi sinemalar da,  anıları da soldu, sarardı. Öyküler tasfiye nedeniyle tekelden satıldı. Kelepir fiyatlara gitti her şey. Oysa ne yosma ömürler yandı makinist dalıp, film ucundan tutuşuverince. Kül etti bütün fiyakayı o savruk diyaloglar. Ne sığınmalar yaşandı bedenlere asla sığmayan. Cesurcaydı en cevvalinden, tümüyle Yeşilçam. Afişler tarla ortası asılırdı film film. Filmler tarlasında oynardı çocuklar.
İmdi Saksılarda çiçek bozuğu sevdalar kaldı yalnızca. Kepenkler kapandı. Duvarlar parçalandı. Beyaz perde karalandı. Allandı pullandı canımlık sarılışlar, özünü yitirdi.

Film içinde mağrur hanfendiler, hanende melekler yaşardı mağdur oldular. Küçük hanımlar ise kafeste bülbül. Altın taçlı onmaz arzular ise hiçe gömüldüler. Hiç mutlu son göremeden öldü jönler damlar. Yalın duyguların hoşgörüsünden olsa gerek yıkımlar yaşandı, kapısı kocaman yanlışlara açılan. Görgüsüz abartmaların gecikmiş faturalarını ise taze aşıklar ve devrilmez aşklar ödedi. Ve o enfes elektriklenmeler hep yalan oldu. Ölü elektrik çarptı hayalleri.

Canımlık cananlık bir sarılış, büyücek sıcacık bir sarılış vardı ama beyazcamla ayrılışlar yaşandı. Beyaz perdeden kopuş derin duyguların sımsıcaklığını da bozdu. Kıvılcımlar yaktı yıktı makaralarca filmleri. Bir gece yarısı tınısıydı Arnavut kaldırımlardaki ayak sesleri, gösterişsiz apartmalara onlar da kurban gitti.

Bir ortak çabaydı o eşsiz buluşmalar. Kaybolan sevgilerin boş gürültüsüne isyandı savrulan saçlar. Jenerik görüntüleri aktıkça günsüz ayartmalar sızardı kalplere. Çünkü düşen düşlerin, düşmemesi için düşlüyordu ve düşünüyordu sinema. Bunca özre kim talip olacak acaba şimdi, artık alaska, frigo satılan mısır patlağı ve toprak kokan sinemalar çarşı-pazar ve pasaj!

Bu yolculuğa filmler bile ağlar hıçkırıklarla…

Hiç yorum yok: