30 Kasım 2012 Cuma

DAVUTPAŞA CADDESİ'NDEKİ “ACEMİ-RÖTUŞA” 831 MİLYARLIK FATURA YETMEZ, AZ GELİR…

DAVUTPAŞA CADDESİ'NDEKİ “ACEMİ-RÖTUŞA” 831 MİLYARLIK FATURA YETMEZ, AZ GELİR…
Belediyenin meşhur projelerinden “Güzel-im Esenler, Prestij Cadde” ve temizlik işi ihalelerinin, topluma yansımayan-yansıtılmayan yüzü ile ilgili sırasıyla bir üçleme yazacakken kışın yaklaşması ve gereğinden fazla yavaş ve acemice ilerleyen başka bir meseleye öncelik verdik.

Evet, Davutpaşa kapalı caddenin başından sonuna orta bölümdeki taş sökme ve yenisini döşeme işi “bakım ve onarım çalışmaları” adıyla Kurban Bayramı’nın çok öncesinde başlatılmıştı.

Belediyece 6 ay süreceği ilan edilen rötuş çalışmaları Kurban Bayramı arifesinde bir ara hız kazanmıştı ama Esenlerliler o günden bu güne maalesef bir aheste ile karşı karşıya.

Ayrıca, Belediyenin Davutpaşa caddesindeki bu gerekli veya gereksiz görülebilecek rötuş işi için Esenlerlilere fatura edeceği rakam ise tam 831 milyar idi.

Buraya kadar her şeye tamam denilebilir. Bütün olanlar hesap kitap dâhilinde olabilir.

Ancak ihale 6 Ay önce kurulmuş ve 100 Bin lira sermayesi olan bir firmaya verilince hemde ayni firmanın verdiği üç teklif neticesinde verilince işler arap saçına döner, döndü de.

O günden bu güne firmanın yetersizliği ve acemiliğinden olsa gerek bir arpa boyu yol alınamadığı herkesin dilinde. Bir gün yaptıkları yeri diğer gün söküyorlar, bir diğer gün söktükleri taşlardan harç temizliyorlar ve bir bir diğer gün harcını çimentosunu temizledikleri taşları yeniden orta yere diziyorlar. Taşlar döşeniyor, çimento şerbeti aralara dökülüyor, iş bitti sanılıyor, işgüzar elemanlar yolu teraziye alıyorlar. Terazi şaşıyor haydi sil baştan en başa. Yağmur yağıyor yenilenen kısımlar göl gölet haline geliyor. Su giderlerini dikkate almak yok tabii ki, o bölümler eskisinden beter, eskisinden harabe. Tak sök, sök tak taşra şehir ikilemini yaşat dur şu garip yolculara. Suçlusu kim belli değil.  Faturayı kim ödeyecek belli değil. Sağırlaştıran söylentilere bir vurdumduymazlık var ki hak getire.

Kapalı yollar.  Kapalı-açık tüm yollar asma kütüğü gibi akıllara emanet sanki. Bu harcı alem akıllarla olan iş de kimse darılıp gücenmesin ama bu kadar olur. Belediye de Firma da aradan sıyrılır gider. Kış mevsiminin etkisiyle zaafa ve zarara uğrayacak ise yine halk olur.

Oysa ne istekli ve iştahlı başlanmıştı aylar önce. Bütün dertleri bitecek bitirilecekti kentin. Sükseye dalıştaki hızla bu koca geminin ilerlemeyeceği çok çabuk anlaşıldı. Anlaşıldı ama şimdilik beyan eden yok. Bırakınca ipin ucunu ustalık makamına kaçar gider hazineler.

Ve Gül bahçesine dönsün diye ortalık, Adaletin kılıcını sallamaya da başlar birileri inceden ve derinden. Sanılmasın ki kimi kimsesi yok garibi gurabanın.

Daha 6 Ay önce kurulmuş ve 100 Bin lira sermayeli bir firmaya çapının sekiz katı bir iş verilirse açıktan açığa herkese yazık olur. Göz kamaştıran ve tesadüfen yükselinen bu mertebe hangi saçma-sapınç bağlantıların meyvesidir ancak yiyenler bilir. Bilir ama bu kadar ucuz tarifeli işte bile yere çakılmak biraz acayip gelir aklı bütünlere.  Ustalığın böyle bir acemiliğe kanması da kapanmaz bir azap defterini açar gönüllerde.

Uzun sözün kısası; ortak kaptan fazla götürmüşlüğün ıstırabından sök tak, tak sök ile kurtulunamaz. Kaptan meseleye bir el koyarsa, maneviyatı düşük bu ve benzeri her işe acemilik falan da çare olmaz.

Şimdi işin gerçeği bu 6 aylık firmaya da yazık. Ellerinden geleni yapıyorlar, kapasite bu. Üç taş döşe beş taş sök. Söktüklerinle beraber sekiz taş tak bekle. Davutpaşa iki adımlık yol, “bakım ve onarım çalışmaları”  daha yarısına ulaşamadı, bu şekilde ulaşamazda.

Son söz yerine; böyle giderse, bu firmanın yüklendiği “Acemi-Rötuşa” 831 Milyarlık Fatura yetmez, Az gelir.    

Minaresi fabrika bacası şehirler görmüşlüğümüz var acizane, ama dünyada böylesi bir acizlik görmedik vesselam…

27 Kasım 2012 Salı

ENGEL MENGEL TANIMADAN YOLA DEVAM EDENLERE…

ENGEL MENGEL TANIMADAN YOLA DEVAM EDENLERE…

İstanbul’da Engelliler haftası dün itibariyle başladı ve 06-09 Aralık tarihleri arasında düzenlenecek Engelsiz Yaşam Fuarı ile sona erecek…


Engelliler haftasında, Tarih sayfalarında da hak ettiği yeri alan; haftanın anlam ve önemine dair bir cümle düştü tozlu raflardan.

“Gözlerin görmediği halde sana iş vermişiz, daha ne yapalım. Müteahhitlerin yanında çalışmaya devam…”

Karından konuşmak denen muamma bu olsa gerek. Bazen bir söz görmeyen gözlere göz olur, bu cümle de o hesap. Görünüre bakıp da irdelemeden, incelemeden değerinden fazla kıymet biçenlere söz-göz-gözlük nafile ama toplum bilimciler için çözülesi bir soru işareti bu cümle.

Kalp gözü açık olanların hayatını kucaklayan kapkara boşluğa kırmızı kalemle yazılmış bir ironi veya alaysı bir yaklaşım bu cümle. Çehresi insan olanlara sınır boyu aldanmanın, kanmanın acı neticesi, sızlanmakla yazıklanmakla işlerin düzelmeyeceğinin de açık bir göstergesi bu cümle.

Başta engelliler olmak kaydıyla, cemil cümlemizi, sınırda yaşamları, pamuk ipliğine bağlı hayatları görmezden gelme bu dile vuran traji-komik yaklaşım. Görenlerle görmeyenlerin Türkiye coğrafyasındaki düellosunun başlama fişeği bu kelimeler aslında. Açıkgözlerin sınırsız serüvenlerinin görmeyen gözlere kıssadan hisse yapıştırılması bu ; “Gözlerin görmediği halde sana iş vermişiz” lafazanlığı.

Dünya tarlasına ekilen genetiği bozulmuş fikirlerin Türkiye’de de yeşertilmesi çabasının ürünüdür bu tek cümle. Her şeyi, koca dokuz yılı şıp diye özetleyen bir çıkış bu serenat. Hiçbir engel tanımadan halkla sıkı bağlar kurmanın, engelsiz koşmanın dışa vurumu bu; “Gözlerin görmediği halde sana iş vermişiz, daha ne yapalım” zılgıtı…

Akıl sağlığını zorlayan bir kelimeler dizini, ülkenin akıl sağlığını pek rahatsız etmemişti zamanında.

Her bireyin potansiyel engelli riski ile yaşadığının hayatın gerçeği olduğunu unutmak bize yakışmazdı. Jurnalciliğin habercilik olduğu şu devirde bu cümle o günden bu güne yüreğimizi yaktı her nedense, üstümüze vazife olmasa da.

İş göremez durumuna düşmekten ise asgari ücrete talim edilmesinin terbiyeden olduğu hatırlatıldı o gönül gözüyle gören garibe. Kibir taşını sırtlarında taşıyanlar elbette anlamazlar bizim gibi gariplerin feryadını. Oysa altını sarraf cimriyi fakir-yoksul çok iyi bilir. Gün olur devran döner canı sıkılır bunların diye düşünen yok.

Bulmuşlar meydanı boş, sallıyorlar elalemin beşiğini. Halkın inancı bir yıpranırsa üstü kapatılarak geçiştirilen benzeri vakalar ve devasa gerçekler seçim vaadi falan da dinlemez.

İşte o zaman kısa mesaj eleştirileri ile nam salan saman kağıdı karalayıcıları da kurtaramaz zevatı ve zevata destek olan hazirunu. Çözülemez şifreler kervanına zor erişir ve yetişir alimi ulemalar. Hiçbir ciddi mana taşımayan azarlamalar da yolculuk erzakları olur verilen molalarda, bakıp ta göremeyenlere.

Gören göz kılavuz istemez ama o sarfedilen sözler gözümüzü çıkardı, yüreğimizi sızlattı;

“Gözlerin görmediği halde sana iş vermişiz, daha ne yapalım, müteahhitlere hizmete devam…”

Bu yetenek körelten baskılardan moral değerler sıfırlandı. Yine de engel mengel tanımadan yola devam.

03 Aralık "Dünya Engelliler Günü" kutlu olsun…

ÖĞRETMENLER GÜNÜ VE GEVHER HOCAM, KUTLU OLSUNLAR...

ÖĞRETMENLER GÜNÜ VE GEVHER HOCAM, KUTLU OLSUNLAR...
24 Kasım ülkemizde “Öğretmenler Günü”…

Gazi’nin 24 Kasım 1928’de “Başöğretmen” olarak kara tahtanın önünde yerini aldığı gün 24 Kasım ve “Öğretmenler Günü”.

Bu yazımızı hoşgörüsüne sığınarak Pertevniyal’deki edebiyat öğretmenimiz Gevher Hanım’a ithaf ediyoruz ve tüm öğretmenlerimiz, Ülkedeki bütün öğretmenler adına saygıyla, ellerinden öpüyoruz.

Öğretilen odur ki; İnsanın tarihsel süreçte var oluşu daima öğrenerek olmuştur. İnsan öğrendikçe maddi ve manevi gereksinimlerini karşılamış, işlevsellik kazanmış, evrilmiş, rahata ve huzura veya huzursuzluğa erişmiştir. İşin özü daha mutlu, olabildiğine özgür ve çağdaş yaşam düzeyine ulaşmak ise eğitim ve öğretim sayesinde zirve yapmıştır.

Bilinen odur ki; Çağdaş, özgür, modern, kalkınmış toplum olmak elbette eğitimle olur. Ülkelerin dünyadaki yeri eğitime ve öğrenime verdikleri değerle belirlenir. Varılan noktayı eğitime aktarılan kaynakla ölçmek ve değerlendirmek ise en doğru kıstastır.

Ayrıca öğretmenine, eğitimcisine ve eğitim kurumlarına verdiği değerdir asıl olan, ülkeyi ülke yapan. Yani “Eğitimdir bir ulusu şanlı, hür ve bağımsız kılan”.

Çünkü ” Eğitim ve eğitimciden yoksun bir ulus henüz ulus olma kimliğini kazanamamıştır” der Ata`lar. 24 Kasımdan 24 Kasıma anımsamayla kazanamaz da…

Görünen odur ki; Bizim yitik kuşak, tahsilinin her aşamasında öğretmenlerine hayran olmuş, gıpta ile bakmış, saygıda kusur etmemiş ve daima onlara özenmiş bir kuşaktır. Durmaksızın değişen ve gelişen dünyada, bilimsel ve teknolojik her yeniliğe, yenileşmeye ayak uydurmada hala onların rehberliği değişmeyen ve değiştirmeye kıyamadığımız tek olgudur, tek yoldur.

Neden derseniz kalpten inanarak; “Ulusları kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir.” Deriz…

Yaşanan odur ki; Yitik kuşağın bireylerinden biri olarak Atışalanı ilk okulu’nun baraka sınıfı bahçesine babamız tarafından bırakıldığımız ilk günden, üniversite kepini havaya fırlatışımıza kadar ki her öğretmenimizi ayrı ayrı sevgi ve saygıyla hatırlarız.

Her fırsatta, her uygun ortamda duygulanarak içlenerek anarız onları. Hepsinin üzerimizde asla ödenemez emeği, alınteri ve yok sayılamaz izleri, asla ve asla unutulmaz unutulamaz anıları vardır. Yetişmemizde ve yetişkin olmamızda hafifsenemez ağırlıkları vardır, zevkle ve muhabbetle taşınan.

Çünkü onlar; “Dünyanın her yanında öğretmenler, insan topluluğunun en fedakâr ve en değerli varlığıdır.”
Vecizinin yılmaz öncüleridir. Biz yitik kuşak bireyleri de onların uslanmaz takipçileri.

Gerçek odur ki; Bugün kendimizi, devrimci, ilerici, vatansever, demokrat diye adlandırıp namlandırıyorsak, dil, din, ırk, cinsiyet, renk ve mezhep ayrımı yapmıyorsak, insan haklarına, düşünce ve inançlara saygı gösteriyorsak Atışalanındaki Okul-barakadan bu güne bize notun yanında beynini veren, aklını açarak emek veren öğretmenlerimizindir, o duyulası gurur.

Doğrusu odur ki; Yeri gelip kendisiyle ve toplumla barışıksak, yeri geldiğinde de gözümüzü karartıp atılıyorsak bitmeyen kavgaya bu delikanlı ruh halimizde onların eseri. Övündüğümüz ve övünmekten kaçınmayacağımız bir haleti ruhiye ye sahipsek en radikalinden yine onların marifeti.

Emeği en yüce değer görüyorsak, özgür ve bilimsel düşünceye sırtımızı kesinlikle dönmüyorsak, asla kırılmayan, bükülmeyen şimdiki dünya görüşümüze sahipsek, iktidarlara nispet garibi gurabayı koruyor ve kolluyorsak hala, özetle helali haramı biliyorsak en harbisinden yine onların sayesinde.

Boşuna denmemiş olsa gerek “Öğretmenler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır.” Sözü…

Öğrenilen odur ki; Hala öğrenmeye açsak, doymamışsak, öğrenmeye hayat boyu devam edeceksek, hayat boyu öğrencilikten ve öğrenmekten gocunmuyorsak, başucumuzda daima okunulası bir kitap duruyorsa ve her daim duracaksa;

” Gelecek gençlerin, gençler ise öğretmenlerin eseridir.”Sözüne gönülden inanıyoruz demektir…

Ders odur ki; Geçmişi bilip dersler çıkarmak ve geleceği kurmak adına hala bin bir suratlı hokkabazlara rağmen, korkmadan mücadele edebiliyorsak, öğretmenlerimizin onurlu mücadelesinin eseri olduğumuzdandır.

Çünkü” Dünyada her şeye kıymet biçilebilir. Ama öğretmenin eserine asla kıymet biçilemez.” Gevherine ulaşmışız…

Son söz odur ki; âcizane, akilane, adilane ” Toplumların uygarlık düzeyi, öğretmene verdiği değerle ölçülür” diyoruz ..

Sevgili Gevher hocam; Bu yaşımıza öğrettiklerinizden sapma göstermedik çok şükür, bilgilerinize sunarız. Siz çok yaşayın, çok…

19 Kasım 2012 Pazartesi

BALKAN SAVAŞLARININ 100. YILINDA "BÜYÜK BULUŞMA"…

BALKAN SAVAŞLARININ 100. YILINDA "BÜYÜK BULUŞMA"…

Garp ordusunun ve Evlad-ı Fatihan torunlarının Balkanlardaki evlerini yurtlarını terk ederek Anadolu topraklarına geri çekilişinin 100. yılı bu yıl. Beş yüz yıl ilerleyen bir vizyonun, Viyana kapılarına kadar dayanmış bir gidişin acıklı dönüş hikâyesinin yüzüncü yılıdır 2012. Dönüş yollarında hastalık ve açlıktan, düşman tarafından kıyımın, tarihin en geniş ve en çaplı soykırımının, yüzüncü yılıdır bu yıl. Arkada bırakılan 500 yıllık Osmanlı-Türk anılarının ve yıllarca özlemi çekilen akraba, konu komşunun, kokusu burunlarda tüten topraktan koparılışın yüzüncü yılıdır bu yıl.

En verimli toprakların ve en eğitimli insanların kaybedilmesine sebep Balkan Savaşları’nın 100. yılıdır 2012…

Evet, tam 100 yıl önceydi ve fitil Balkanlarda ateşlendi…

Dinlerin, dillerin, milletlerin ve kavimlerin sentezi, yüzyılların ihtişamlı imparatorluğu artık yorulmuştu. İslam’ın, adaletin ve zenginliğin timsali görülen yaşlı imparatorluk için dört kıtada geniş coğrafyaya yayılmış toprakları koruyup elde tutabilmek de iyice zorlaşmıştı.

Dünyaya hâkim olmaya hevesli Avrupalı emperyalist ülkeler için yeni yeni petrol fışkıran topraklara ve petrole gidiş yollarına sahip Ottomanlar’ı ortadan kaldırmak gerekliydi. Öncelikle Balkanlar, özellikle Kuzey Afrika, Arabistan Yarımadası ve Kafkaslar’dan sürülmeliydi bu kocamış imparatorluk. Zaten Osmanlı gelişen dünyayı bir türlü takip edemiyor, yakalama çaba ve girişimleri de nedense sonuçsuz kalıyordu. Yani gerileme başlamış ve ne çare ki düşüş durdurulamıyordu..

Ve tam 100 yıl önce Balkanlardan fitil ateşlendi…

Hasta adam Romen, Arnavut, Makedon, Sırp, Hırvat, Bulgar ve Yunan ayrılıkçı-milliyetçi çetelere gereğince direnemeyince ilk kopmalar başladı ve Balkanlar ateş topuna dönüştü. O ateş topu İstanbul’a, Anadolu’ya, hâkimiyet altındaki topraklara ve petrol hazinesi gizli Arap topraklarına yuvarlanıverdi sırayla. Aniden ateş dört bir yana sıçradı. Bir anda afeti fırsat görenlerce her yer kuşatıldı. Hâkimiyetler sırayla el değiştirdi, kısa zamanda koskoca imparatorluk parçalandı, paylaşıldı.

İşte adım adım cihan imparatorluğunun yıkılışına giden süreci başlatan Balkan Savaşları tam 100 yıl önce 1912 Ekiminde Karadağ’ın Osmanlı’ya savaş açması ile başladı. Trablusgarp savaşını da fırsat bilen Yunan, Bulgar ve Sırpların da bu savaş ilanına katılmasıyla cephe genişledi. Yıllarca birbirlerine karşı olan, kavgaya sudan sebepler arayan Balkan milletleri tarihte ilk defa top yekûn birleştiler.

Emperyalistler Osmanlıyı Avrupa’dan, Balkanlardan ve Rumeli’nden atmak için bu hürriyet arayışlarını ve ilerde dağılması kesin yapay birlikteliği tüm olanakları ile desteklediler. O topraklarda imparatorluğun denetiminin iyice zayıflaması ve kontrolünü kaybetmesi için tüm imkânlarını seferber ettiler.

Ve tam 100 yıl önce 8 Ekim 1912’de başlayan 1. Balkan Savaşı’nda siyasetle içli dışlı olmuş, için için kendi kendisiyle harbeden Osmanlı ordusu tüm dünyayı şaşırtan biçimde peş peşe bozguna uğradı. Garp ordusu 24 Ekimde Sırplara yenildi ve Manastır’a çekildi. 8 Kasımda Yunanlılar Selanik’e girdi. Bulgarlar Çatalca’ya kadar ilerledi. Karadan bağı kalmayan Arnavutluk’un da bağımsızlığını ilan etmesiyle imparatorluğun %25 toprak mahsulünü sağlayan Balkan topraklarından tamamen kopuldu…

Silah cephane ve asker bakımından iyi ve daha güçlü durumdaki imparatorluk ordularının Balkanlardaki bu yenilgisi pahalıya maloldu. Bu yenilgiyle Balkanlar ile Ege denizi ve 12 adaları da kapsayan 100.000 metrekarelik toprak, beş milyondan fazla insan bir anda kaybedilmiş oldu.

Anadolu’ya sivil asker göçü sırasında 1.000.000’ dan fazla insan canından oldu, yollarda öldü, öldürüldü. Yetmedi yüz yıla dağılmış pek çok defa nüfus mübadeleleri yapıldı…

Tam 100 Yıl önce başta imparatorluğu yönetenler, Balkanlı galipler, onları destekleyen emperyalistler ve tüm dünya savaşın başlangıcında asla tahmin edilemeyen bu sonucuna, Osmanlının bu kadar kolay bozguna uğrayışına şaşırıp kaldılar.

Sonrasında bin yılda bir gelen o dahi çıkmasaydı eğer çok kolaydı işleri, ama hesapları tutmadı…

Balkan savaşlarından tam 100 yıl sonra küllerinden doğan bu ülkede, Balkan ve Rumeli muhacirleri; Rumeli ve Balkan kültürünü yaşamak ve yaşatmak, birlik ve beraberliği pekiştirmek amacıyla Elveda değil Merhaba diyerek “3. Büyük Rumeli-Balkan Buluşması”nı gerçekleştiriyorlar.

Tam 100 yıl önce ve sonra; zaman çok çabuk geçiyor belki ama acı asla…

8 Kasım 2012 Perşembe

ANITKABİRLİ-ATATÜRK ANITI İLE 10 KASIM’A DOĞRU...

ANITKABİRLİ-ATATÜRK ANITI İLE 10 KASIM’A DOĞRU...  
Bakalım yapımına başlanan Esenler Cumhuriyet meydanındaki Anıtkabirli Atatürk anıtı 10 Kasım’a yetişecek mi, yetiştirilecek mi?

Esenler Cumhuriyet Meydanı düzenlemesi ve alt geçit projesi yüzünden yaklaşık 2,5 yıl önce Nene Hatun Parkı’na taşınan Atatürk Anıtı’nın yeni yeri Alt geçidin İstanbul Caddesi çıkışı üzeri oldu.

Anıtkabir görüntülü beyaz mermerden yapılacağı konuşulan Atatürk Anıtı’nın 10 Kasım Atatürk’ü anma gününe kadar yeni kaidesine taşınması bu minvaldeki tartışmaları şimdilik biraz olsun azaltacak.

Azaltacak belki ama hararetli atışmalar devam edebilir de…

Çünkü Belediye Başkanı Anıtın meydanın tam ortasına konulacağını söylemişti. Atatürk Anıtı çalışmaları ise alt geçidin çıkışında başladı. Hiç de uygun olmayan bu yere bu güne kadar kimseden tepki gelmedi.

İlk protokol merasiminden sonra tepkiler başlar…

Kabirli- Anıtın meydanın alt tarafında kalan yere geçici de olsa yerleştirilecek olması yarınlarda çelenk sunma yarışına ve krizine girecekleri nedense pek rahatsız etmemiş görünüyor. Muteber günler varsın geçsinde bakarız bir hal çaresine deniliyor sanki.

Veya Meydanda olsun da nerede olursa olsun, ileride yeri değiştirilebilir düşüncesi hâkim olabilir eşrafta. Ama onca masraftan sonra anıt yer değiştirirken bir masraf daha eklenecek deftere. Misli misline, böylesi oldubittiye getirilerek desinler diye yapılan işlerden bakalım ne vakit vazgeçeceğiz. Simsar tavrıyla susmak ise işin başka boyutu…

Önemlidir elbette asla unutmamak Ata’yı. Ve tarihe yön vermiş, hasta adamın geleceğini aydınlatan ulu öndere Esenler Dörtyol meydanında saygı ve sevgi sunabilecek olmak önemlidir…

Önemlidir elbette başka çeşit anıtlar inşa etmek hatırasına.

Bizce önemli olan Gazi Mustafa Kemal’in her 10 Kasım da tüm yurtta törenlerle anıldığı gibi Esenler’de de anılmasıdır. Zaten zor işleyen veya her daim tıkanan Esenler trafiğinde saat dokuzu beş geçe sirenler çalınması ve saygı duruşuna geçilmesidir.

Denizde Kara da bütün araçların durup düdük ve korna çalışına Esenler’den de katkı sağlanmasıdır.

Ata’yıanarken asıl olanın onu anlamaya çalışmak olduğunun yine yeniden anımsanmasıdır. Akıl beyinin dehşet pompalamasına fırsat tanımadan.

Önemli olan Ulusun kurtarıcısı, laik, demokratik ve çağdaş Türkiye’nin ve Cumhuriyetin kurucusu olduğuna yürekten inanılmasıdır. Sonsuz bilinç baskısından yılmadan. Eşsiz bir devlet adamı oluşunun, ilke ve devrimlerinin yaşaması yaşatılması gerekliliğinin içselleştirilmesidir önemli olan. Düşünce ötesi formatta bile.

Kutsal isyanın, Bağımsızlık savaşının önderi, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal’in 10 Kasım 1938 yılında hayata veda ettiğinde 57 yaşında olduğunun anımsanmasıdır önemli olan. Çoğu sıkıntı ve savaşlarla geçen, bu gün için kısa sayılabilecek ömrüne neler sığdırdığının görülmesidir önemli olan. Skandal kartuşunda saklı fantastik savları sallamadan.

Hayatını Türkiye’nin tam bağımsızlığına adamışların ilki ve sonrakilerin eşsiz benzersiz lideri olduğunun geç de olsa öğrenilmesidir önemli olan. Akranlarla kaçamak zamanı otantik hayatlar üstüne düş kurarken.

Yüzyıllarca dokunmaya cesaret edilemeyen değişim-dönüşümleri gerçekleştirerek dünyayı hala etkileyen, insanlık tarihine mal olmuş bir kimlik olmasıyla övünç duymaktır önemli olan.  Düzenbaz davalarda sakıncalı potansiyelliğe aldırmadan.
                      
Yaşadığı çağn çok ötesinde öngörüleri ve uygulamaları ile geleceğe ışık tutan, yüzyıllara ve bin yıla damgasını vurmuş antiemperyalist-antikapitalist bir lider oluşunun altını çizmektir önemli olan. İhanetin grup resminde eski bir gölge olarak yer almaktansa.

Katışıksız bir sevgidir ona duyulan ve hışırdayan kâğıda sarılı anıları yaşamaktır yaşamak. Tıpkı Mustafa Kemal’i Kemal’den dinlemek gibi;

“İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik, geçici Mustafa Kemal.. İkinci Mustafa Kemal, onu “ben” kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum.. Benim teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz... Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!

Milletim beni nereye isterse oraya gömsün. Yeter ki beni unutmasın…”

Üç gün kaldı nerdeyse, göreceğiz yapımına başlanan Esenler Cumhuriyet meydanındaki Anıtkabirli Atatürk anıtı 10 Kasım’a yetişecek mi, yetiştirilecek mi?

Anıtkabirli Atatürk Anıtı Cumhuriyet Meydanı’nın tam orta yerinde yükseliverseydi çok da güzel olurdu ve 10 Kasım’a yetişmese de affolunurdu ama…

BAYRAM TEBRİKLERİNE SONSUZ TEŞEKKÜRLER

BAYRAM TEBRİKLERİNE SONSUZ TEŞEKKÜRLER

İçi boş fikirlerin küreselleştiği, küreselleştirdiği tekleme günleri zorlarken zaman iki bayramı daha arkamızda bıraktık. Uyku tulumu içindekiler gibi yalnızlığı yaşarken eğri büğrü hayatın tek doğrusuna yelken açtık bayramlarla. Pas renkli binaları harap şehirde bekledik dinisini millisini.

Bu bayramlarda da bacası tütmeyen bir şehirdi İstanbul yine. Ankara’da attı nabzı halkın dini bayram sonrası cumhuriyet sevdasıyla. Demir köprüler altından yirmi tonluk ışık ve enerji denize aktı ama ayyaş zifirilik damgasını vurdu yine aydınlığı fısıldayan öykülere.

Sanki kısa devre yaptı akıllar, olağanüstü hal görüntülerinden bir demet izlendikçe Ulus’ta. Ulusça tutulduk, akıl tutulması denen şeye. O kayıp yıllar yeniden başlarsa insan hayatında bayram seyran nafile olur. Onca hasret de birkaç saate sığmaz sonra.

Sonrası pişmanlık, melek yumuşaklığında sertlik ve grup salvoları…

Sevgisizliğin kara yüzünü hiçe sayan bayram tebriği mesajları birbiri ardına düşünce cebimize ölümcül kayıplar limanında vurgun yediğimizi de unutuverdik bir an. Sırtımızda güneş oyalandı sanki ve ısındık yeniden delik deşik paşa sokaklara. Onca iyi niyetin birkaç satıra sığdırılması, ömür dediğin bir sıkımlık macunduru anımsattı bize. Ölümlü canla sarıldığımız ölümsüzlüğü.

Gaz, göz, arpacığı birazcık olsa da unutturdu…

Her iki bayram da, Tebrik mesajları ile umulmadık anda sözün belini kıran yarenlere selam olsun bu sütunlardan.

Ve onlardan birkaçına; Bekir Bayram, Hakan Aksoy, Muharrem Erol, Cumhur Renk, Mustafa Saray, Mustafa Usta, Mustafa Kemal Erdemol, Ayşe Görgülü, Şuayip Vardar, Fuat Saka, Muzaffer Tunç, Fettah Dindar, Garip Fatih Aksu, Nurdan Zeybek, Güray Yazgan, Rıdvan Eriş, Cengiz Boztepe, Rahmi Yılmaz, Salih Kayıcı, Aysel Yıldız, Serkan Basut, Oğuzhan Akyıldız, Ahmet Kemal Ravalı, İbrahim İlter, Mehmet Keçeci, Eren Akalın, Serhat Malik, Mustafa Fidan, Oğuz Kaan Salıcı, Cahit Çelebi, Mehmet T. Göksu, Özay Salı, Mustafa Yılmaz, Gülben Beyhan Resuloğlu,Yakup Yeşiltaş, Mehmet Sirkeci, Haydar Güneysel, Haluk Eyidoğan, Yunus Türkölmez, Fahri Durdu, Bünyamin Solmaz, Nevres Taştan, Orhan Ayla Erdim ve Haluk Koç’a teşekkür olsun bu yazı…

Belki sus vaktidir çatısız evin salonundaki hareketli duvar saatinden dökülen. Ama elimizde buzdan kalem, beynimizde buzdan bıçak, göğsümüzde ateş kuşu susmayacağız. Karavan karavan uzaklaşacak geceler ve biz başka bayramlarda yeniden buluşacağız, bayramlaşacağız.

Değil mi ki aktıkça hatıralar, aklımız kanar…

29 EKİM RECEPSİYONU SONRASI HAFIZA YENİLENMESİ

29 EKİM RECEPSİYONU SONRASI HAFIZA YENİLENMESİ

Cumhuriyetin 89. Yılı kutlamalarında, kötü rüyalar kapımızı çalmasın diye bekledik. Boşuna beklemişiz ama yinede Biber gazı ve tazyikli su engellemelerine rağmen pek şatafatlı geçti bayram.

Akın akın Anıtkabir’e yürüdü milyonlar. Meydanları doldurdu yüz binler…

Çünkü Hayatı geriye sardığımızda cumhuriyetin ne zor şartlar altında ilan edildiğiyle karşılaşırız. Ahde vefa gereği, Sisler arasında büyüyen Türkiye’nin her bireyine düşen sorumluluk ise geçen yıllar içinde olduğu gibi gelecekte de cumhuriyeti korumaktır. Ve koruyacaklarını gösterdiler.

Bu yılki sözde ilklerin recepsiyonu sonrası bakalım cumhuriyetin temel değerlerine kim ne kadar sahip çıkacak.
Okyanus düşlerken maviden olmayalım yeter. Bakalım ülke vatandaşları Cumhuriyetin kurulduğu dönem şartlarından daha zor ve sıkı şartlarla karşı karşıya bırakılmış durumda olunduğunu anlayacaklar mı?

Bol nasihatli hikayelerle yoğrulmuş cumhuriyet sempatizanlığının, yoksulluğun nimet, günlük yaşam sürdürmenin velinimet sayıldığı bir anlayışa kurban gittiğini görecekler mi?

Ebediyette Ata’nın yüreğinin sızlayacağı sızlatılacağı daha neler yaşanacak.

1071, 1453, 1940, 2023, 2071’lere takılı kalmış siyasi parti anlayışlarıyla Hükümetler, belediyeler,  bir dizi yasa ve etkinliklerle geçmişten geleceğe kendi köprülerini kuruyorlar.

Oysa Cumhuriyetin vazgeçilmezleri arasındaki asıl köprüler çoktan bir kenara atılmış. Bu bölünme parçalanma kime ne fayda sağlayacaksa artık, fukara hevesi işte.

Merkeze santim santim yolculuk başladığında, pembe-mor palavralarla kaçıncı cumhuriyetçi, kaçıncı saltanatçı oldukları belli olmayanlar da “nutuk”çu kesilmişler. iş işten geçiyor yavaş yavaş.

Keskin bir tuhaflık var havada. İnsanı insan yapan, vareden ne varsa,  örneğin; Ekmek kavgası kadar sıcak, ekmek kadar kutsal işte o değerler sıfırlanmaya çalışılıyor elbirliğiyle. Düdüklü dünyanın şeytani volkanı patladığında, bakalım can simidi yerine nelere sarılacağız. Kimlerden medet umacağız…

Yüz yılda bir gelen ve bin yılların enkazına pırıl pırıl bir fidan diken atamızın ceddimizin, ahını almadan göçmek kimlere nasip olacak bakalım.

Göreceğiz ne bir madalya ne de nişan isteriz hazirundan, başımızda bir çınar, bir dikili taşımız olsun kafi diyenleri de .

Recepsiyon öncesi ve recepsiyon sonrasını da yaşayanlar bu günden sonra 89.yıl kutlamalarını nasıl anacaklar acaba. Üç Z ile anılacak bir iktidarın sunduğu bayram pastası kreması bu kadar olur diye belki de…

İnsan, hayal ötesini yaşadıkça nasıl boykot edesi damarı kabarıyor bunları. Cumhuriyetin 100.yılına şurada ne kaldı ki. Ömrümüz vefa eder etmez, cumhuriyetin ömrü vefa etsin yeter bize.

Recepsiyon Öncesi neysek, Recepsiyon Sonrası da oyuz diyebilen kaç insan kaldı ki bu trende.

Demirden korksaydık trene binmezdik…

29 EKİM RECEPSİYONUNA DAVETİYEMİZ YOK…

29 EKİM RECEPSİYONUNA DAVETİYEMİZ YOK…

Olsa gider miydik acaba...


Kurban Bayramı peşinden “ Cumhuriyet Bayramı “ var. 29 Ekim Recepsiyonu yani “ resmi bayramlaşma “ da işler karışıyordu üç beş yıldır. Bazen teke düşürülüyor davetiyeler eşli-eşsiz ayrımı gözetilerek gönderiliyordu.

Türban- başörtüsü keşmekeşinde bitaraf olanlar, rahatsızlık duymayanlar, sıraya girip yüzlerde yapmacık sırıtışla bayramlaşıyorlardı. recepsiyonu protesto edip katılmayanlar ise diğer bayramlarda, “gayri resmi kırmızı boyalı kurbanlıklar” olarak Cumhurun önüne atılıyorlardı. Kurban bayramı on gün evveline vurunca biraz rahatlanıldı.

Bu kez Cumhurreisi recepsiyon meselesini çözmüş görünüyor ama sonuçlarına bakacağız. Ayrıca recepsiyon davetiyesi niye hep belli kesimlere gider, niye bizim gibi halktan kişilere adres şaşırır koskoca bir soru işareti olarak ilgililerin bilgisine…

Ne mahir topraklardır bu topraklar, bu deniz bu orman her köşesinden zenginlikler fışkırır. Tabii ki Anlayana. İktidarı sürme keyfinin altın çağını yaşayanlar, kadife sıcaklığındaki başkaldırılara bile aşırı tahammülsüz artık. Oysa Kökü derinlerde bir geçmişe sahip olmakla övünmeye tezattır; bu zenginliği har vurup harman savurmak.

Toprak Ana’ ya ihanettir alenen…

Bu recepsiyonlar devlet başa kuzgun leşe, fırkası-hırkası-fesi yan yana muhabbet simsarlığı saki. Herkes fotoğraf verme karelere girme derdinde. Ardından, Bereketli topraklarda dört başı mağrur idarecilere, başkomutanlık eyleyenlere ahbaplık. Vira Bismillah, Allah kurbanınızı kabul eylesin. “İde”si olmayan limanlara uğramaz ki bu gemi. Tel tel dökülmelerin yaşandığı şu talihsiz ülkede, Başkomutan falan diye de tanınmaz, dibi delik gemi kaptanları.

Arife tarif gerekmez. Hem köylü hem kentliyiz, hem gelenekçi hem çağdaşız. Linklerde şimdilik bir kopukluk yaşanıyor, yaşatılıyor olsa da; küsmeyiz asla pembe köşke. Davete icabet usuldendir…

O köşk ki; yarın kimin ev sahibi, kimin konuk olacağı belli olmaz. Ukala elemanların sunduğu gümüş tepsilerden bu aralar, kanepeler yemesek, kızılcık şerbetleri içmesek de olur. Kabul törenleri, ziyafetleri bir başka bahara kalsın. Gün olur devran döner nasıl sa. Hem sorarlar insana “mal sahibi, mülk sahibi, kimdir bu köşkün ilk sahibi”… Diye.

29 Ekim’de köşkün sıcağında üşüyecek cicili bicili, oyalı boyalı Cumhura ve ramseylilere, damatçılara, vücudu sarar marka-lacileri çekmiş vekillere mutlu-şen el sıkışmalar, hayırlı bayramlar. Allah muhabbetinizi artırsın.

Köşk dışındaki Cumhur-u asil’in yüreği sıkışmış, perişanmış, tansiyon yükselmiş kimsenin umurunda değil. Ey ahali yakında seçim var ya, ger gerebildiğince ortamı. Sonra Gelsin oylar. Hep ayni hikaye…

1923’ten bu yana ulusa emanet 29 Ekim Resepsiyonu olmuş “ Recepsiyon.” Belki de kurban bayramından sonra “gayri resmi kırmızı-yeşil boyalı kurbanlıklardan” sayılacağız bizde. Olsun varsın. Ancak Çankaya Köşkü’nün “ davetiyeli ayrımcılığı ve kümelenmeyi “ körüklemekteki ısrarcılığını da görmezden gelemeyiz.

Asla unutulmamalı ki “ Kel başı, körün taşı yarar.” … 

Belki giderdik, seyredelim diye...

KURBAN'A İKİ KALA "BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN"...

KURBAN'A İKİ KALA "BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN"...

Yerel seçimler öne alındı mı alınmadı mı muamma. Seçilme yaşında fırtınalar koparılıyor çok önemliymiş gibi. On üç il büyütüldü, Şişli küçültüldü, mecliste görüşülmesi merakla bekleniyor. Kuzey Afrika’nın beli kırıldı, yeniden dizayn edildi, unutuldu. ABD yeni başkanını seçiyor, güneşi batmış batıyor, onlar başkan parlatıyor. Suriye’de iç savaş, teskere geçti, tehditler bize savruluyor. AB bocalıyor. Avrupa ülkeleri ve başkentleri için için kaynıyor. Dolar aldı başını gitti, zamlar peşi sıra geldi, geliyor.

Hiç aldıran yok, bakıyoruz dalgamıza. İsrafa battı memleket yerelden genele, ilgilenen yok. Şimdi Kurban bayramı trafiği-tatili güncele bindi.

İki gün kaldı kurbana. Bayramları tatil fırsatı görenler veya tatil için fırsat kollayanlar bu günden rezervasyon peşine düşmüşlerdir. Şahane bayram turları, kurbanlık tadında bir tatil, tam bayramlık kavurma lezzetinde günler ve geceler arifeyle başlar. Artık Akdeniz mi olur Karadeniz mi, Dubai mi olur Venedik mi yoksa yunan adaları mı olur. Milletin tuzu kuruları seçimlerini çoktan yapmışlardır.

Yetkililerce dört günlük tatil  cumhuriyet bayramı ile beşe bağlandı. Ayrıca güneşin etkisinin de azalmadığı yakıcılığını hissettirdiği sıcak ılık günler de devam ediyor. değmeyin bayram keyfine. Yani tam mevsimidir bayramsal kaçamağın.

Bayramlar mı değişti yoksa çocuklar mı yoksa biz mi, anlamak zor…

Balonlu bir şarkı vardı nostalji abidesi, gerçek oldu şu günlere. Bu dini bayramlar nedir, özü ne anlatır, ne için vardır bir yana bırakılıyor maalesef son yıllarda. Bayramı tatil görüp tatilde nerelere gidilir planlanılıyor yıldan yıla. Bayramların kutsiyetine yarım ağız değinilip tatile uzuyor yollar.

Meteoroloji bile bayram günlerine dair hava raporlarını yayınlıyor çok önceden. Aman yerli-bayramcı-bayramlık tatilcilerin başına bir hava muhalefeti denk gelmesin, tatil biçimlerini ve bölgelerini ona göre seçsinler diye.

Tarihi bir gezi mi olacak, dağ yayla havasını teneffüs ederek kafa mı dinlenilecek, muhteşem bir deniz sefası mı çekilecek, ormanla denizi, mavi ile yeşili birleştiren bir doğa harikası mı tercih edilecek, organik hayatla iç içe alternatif bir model mi denenecek, sülale boyu kaplıcalı ılıcalı cinsiyete özel havuzlu otel-moteller mi kapatılacak…

Ne yazık ki özellikle kurban bayramı öncesi kafaya takılan sorular bunlar.

Turizmciler de cazibeyi ona yüze katlayan rengârenk üzerinde oynanmış fotoğraflar ve envai çeşit kataloglarla bu yangını körüklüyorlar her yıl. Tatilini gönül rahatlığıyla yap, bayram tatilini uzat ve sonra öde. Kredi kartına bilmem kaç taksit. Ticarette sınır yok. Yok, ama işin aslı faslı başka.

Dayatılan üretmeden tüketmekten başka bir şey değil. Kapitalizm batma noktasında ve dini bayramlara sarkıyor açıkça.

Kurban kesilecek ise vekâleti bir başkasına verip bu kaçış niye ki.

Ülkenin yarıdan fazlası açlık sınırında yaşıyor kimsenin umurunda değil. ABD ve AB’de açlar, işsizler, evsizler sokağa dökülmüş. Yanı başımızda savaş, çatışıyorlar bayram seyran ne beis. Yurtta sessiz çoğunluk bir tas sıcak çorba, bir lokma ekmek uğruna yaiam savaşı veriyor. Analar babalar ayakta kalabilmek uğraşında yüz yüze bakamaz halde. Yavruları kuzuları, canları bir eğitim yolculuğu tutturmuş, ebeveyn çaresiz. Cep harçlığı bile veremez konumda, sonsuz bir yürüyüş kurbanı olmuşlar ne gam.

Varsa yoksa hamini gırtlak tatil peşine de tatil.

Kavruluyor dünya, yanıyor ülke, haneler ateş içinde, Ne hüzün…

Bayram fırsat, kaç kurtul bir haftalığına. Yeşil-mor banknotlar bolsa harca gitsin serbestliğiyle. Ne yani üç beş gün tatil, ne yapsaydık eve mi hapsolaydık bahanesi de peşinen hazır.

Sözün özü bu bayramlar artık bize fazla veya artık biz bu bayramlara fazlayız. Çivisi koptu her şeyin, dini bayramlar bile gelenekselliğini yitirdi boyut değiştiriyor, yıldan yıla. Sılayı rahimi aklına getiren yok. Yılda evine bir tadımlık kurban eti giren veya girmeyen garibi gurabayı düşünen yok.

Ramazan bayramı şeker bayramı olmuş, Kurban bayramı dini bayramdan öte artık et ve tatil bayramı olmuşlar.

Bu bir haftalık bayram tatili rakamları bu ülkede açlık sınırında yaşayan kaç ailenin altı aylık nafakasına bedel, kaç yıllığına bedel. Hesaplanınca Hadi yürekler sızlamasın da görelim;

“Yemin olsun ki, o gün size verilen her nimetten sorulacaksınız”…

"KURBAN BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN"...