VİRÜS VAR
–UMUT WAR…
Virüs var, sanki savaş var. Virüs doğurganlaşıp
yayıldıkça, dönem şartları daha da ağırlaşıyor. Maddi manevi yıkımlar var. Ağırlıklı
şekilsizlik var. Seyir halinde şimdilik anlık sapmalar var. Alışkanlıklarda
ısrar, boş ısrarcılık var. İnanılmaz boyutta değişen yaşam öyküleri var. Yoksunluk
var. Yoksulluk var. Var oğlu var. Var ki War…
Velakin virüs biçimlendiriyor yeryüzünü. Yani
yeryüzü yarı açık cezaevi bazen kapalı. Virüse yakalanma aralığı da gittikçe
daralıyor. Makas daraldıkça bilinç, bilinçaltı derinlik ve direnç önem
kazanıyor. Kazanırken kazara da olsa virüs ile yakınlaşma riski de var. Virüs
açısından dokunulmazlık. Ne ki vahametin daha
yüksek noktalara çekilmesi asıl korku. Sirayeti korkulan.
Felaketi önlemek için
filtreleme şart. Şartlar şurtlar var. Maske var. Hijyen var. Sosyal mesafe var.
Fiziksel temas var. Çoğu var. Azı karar. Para yok. Adı var. Varı yoğu, uyum,
duygu denkliği ve dengelilik ögelerine de riayet şart. Hala riyakarlık var. Adalet
saraylarda var. Böylesi bozgunda duyarsız ve umarsız tavır dengeyi şaşırtan
fenalıklara kadar gider. Virüs de birden işi bitirir.
İşte o yüzden fen
bilimleri var. Hastaneler var. Ekip ekipman var. Yoktan var. Vardan yok. Virüs
de var. Doğurgan ve avare. Ve her yerde.
Yok, etmeye programlı. Ve var olmak, hayatta kalmak için virüs ile sıcak-soğuk savaş
var…
Çünkü virüs vücut buldukça
var. Yanlışlardan vazgeçilmedikçe insanlığın varoluş temelleri kökten
sarsılacak. Dünyada her şey medeniyet için sanılırken medeniyetin sadece hayat
için olduğu güncellendi. Özellikle bilim ve fen. Tıp Sağlık. Sağlık sektörü. Komple.
Önce insan, her şey insan için var…
Zaman, bilim ve fen
nerede ve de kimdeyse, hiç gocunmadan almak ve yararlanmak zamanı. Bilimsel ve
fenni birikimi ve de akılcı ilmi duyarlılıkları milletin her ferdinin beynine
işlemek zamanı. Ne gezer, hala hava civa, civara kompleks. Daha zaman var…
Pandemiye rağmen atışmalar,
sataşmalar, tabutta paslaşmalar. Üstelik pandemiye çekilen din iman ayarı. Hala
ayar çekme merasimleri var. Azar azar bırakılacağı yerde hala azar var. Havar var,
havyar var. Aksiseda bu. Aksi takdirde, takdir olmadık merkezlerden. Her şeyi
başka mercilerden bekleyen yılgın konuma sürüklenmiş millet var. Bu varlıkta başta
devlet sonra millet perişan. Resmen perişanlık var.
Ve dönem şartlarına
uymamak da ısrarcılık bu kadar varken, virüsün doğurganlaşıp yaygınlaşması tam barizken, tıpkı
varidat ayazı. Bunca darlıkta varlık havası. Şunca varlıkta darlık hesabı. Bilançosu
tunca işlemelik. Vara gele…
İzan mizan var. Vaka ayan
beyan belli. Bu virüs salgınının önüne ancak “düşüncede, bilgide, sağlıkta,
güçlü ve yüksek karakterli koruyucular” ve bilimsel korunmalarla geçilir. Bu virüssel
doğurganlığın bitirilmesi şartıyla komple savaş şart. Savaş yok, savaşçı var...
Dar zihniyet ve eksik
ciddiyetle karşılanan virüs salgını bir bir kronolojiye işlendi. Çok tanıkları ve sanıkları var. Bu pandemide
virüsü doğurganlaştıran, trajedilere yol veren çok dönem şarlatanları var. Nice
memleket virüs tarafından kuşatılırken kuşku yok, endişeye mahal yok, korkmayın
diyenler var. Despot ve sıradan iktidarlar var. Faşizan hükmedenler var. Var
yok arasına sıkışmış nice var oğlu var. War yakın. Vay ki War…
Virüs geldi, kara büyü
bozuldu. Meditasyon boyutunda kabullenişler kaldı modern dünyanın elinde. Medeni
özgürlükler kısıtlandı. Gelecek provoke noktasına evrildi. Hayatlar durdu. Her
şeyi bir anda dondurdu virüs...
Vardı yoktu derken, baştaki
alaycı ve hafifseyen zümreler dâhil, topu tepeden tırnağa kendine geldi. Üslupsuz
bir uyuşukluk hayatın içine işledi. İş doğrudan virüsten korunmak işgüzarlığına
kilitlendi. Sakince temkinli. İlerisi gerisi nafile. Baştan sona baş ağrıtan arzu
trafiği. Varan bir. Varan iki, bu salgın atlatılsa ikincisi hazırda. O da var…
Keşke virüs doğru
anlaşılıp, yeryüzüne yayılmadan önce dönem şartlarına uyum zorlansaydı. Da bu
kadar zorlanılmasaydı. Yine uyundu ve virüs akışkanlığı hayatı kendi içine daralttı.
Ne var ne yok içini dışına. Keşke…
Madem virüs var,
mutlaka bir umut var. Umut var. Umut-War…
CORONA
VİRÜS EKONOMİSİ!
Devlet millet el ele, coronavirüse ekonomik açıdan çok zamansız
yakalandı. Veya ekonomik manada en zordayken. Çıkmazdayken. Piyasalar dip
yapmışken. Memleketin ekonomisi öyle beter bir halde ki, şimdilerde resmen
Coronavirüs ekonomisi yani kriz ekonomisi uygulanması gerekliyken dahi
uygulanamıyor. Pansuman tedbirlerle süreç atlatılmaya çalışılıyor…
Niyesi aması yok. Gelinen durum apaçık ortada. Coronavirüs
de gelmiş vurmuş. İş başa düşmüş. Ve uzunca süredir memleket yönettirilenler
iyice dara düşmüş. Millet aczine deva derdinde. Duyan yok hala hamaset. Hamarat
kapitalizm ekonomiye ve her türlü toplumsal olaylara direkt hükmeder. Her çeşit
siyasal ve finansal normlarla yaygınlaşır. Şu garip memlekette göz göre göre,
on yıllarca kapitalizme bel bağlandı ve acı sonuç. Oysa “Ekonomik kalkınma
Türkiye'nin hür, müstakil, daima daha kuvvetli, daima daha refahlı Türkiye
idealinin belkemiğidir.” Bu şiar unutuldu, unutturuldu.
Şu fakir memleket için yüz yıl önce başlatılan
kalkınma modeli, dünyayı kendisine hayran bırakan bir modeldi. Belki de Sanayi
Devriminden sonraki en devrimci ataktı. Özünde cepheler ve savaş olsa da rota,
barışçıl ve mükemmel çizilmişti. Yıllar yılı bu çizgiden sapıldı; “Yeni Türkiye
Devleti cihangir bir devlet olmayacaktır. Fakat yeni
Türkiye Devleti bir ekonomi devleti olacaktır.”
Olacaktı ama olmadı.
Çünkü tarihteki ilk yenilgisini tadan ve bir kez daha yenilmek istemeyen
emperyalizm son elli, altmış yıl sömür kurtul projesini uygulamaya geçti. Büyük
destek ekonomileri uygulanarak, siyasal tercih yanlışları hayata geçirildi. Hele
son on yirmi yıl tam bir facia. Hem de zamanında yapılmış tüm uyarılara rağmen;
“Kendiniz için değil bağlı bulunduğunuz Ulus için elbirliği ile çalışınız. Çalışmaların
en yükseği budur...”
En yüksek perdeden
akla hayale gelmez oyunlarla salık verilen tarz tam tersine dönüştürüldü. Her
fırsatta ulusalcılık karalanarak, evladiyelik saptırmalarla asrın ekonomik
gelişim yaratısı önlendi. Engellendi. Rasyonel ve ekonomik hamleler yerli
işbirlikçilerle birlikte geciktirildi. Reel projeler rafa kaldırdı. Ekonomi ve
para pul işleri daima patates kafalılara bırakıldı.
Oysa en başından rota
belliydi; “ Yeni Türkiye Devleti temellerini süngü ile değil süngünün de dayandığı
ekonomi ile kuracaktır.” Eğer asrın ekonomik kurtuluş ve sosyal dönüşüm hareketi
olan bu ekonomik reçeteye uyulsaydı tüm ekonomik kuşatmalar boşa çıkarılabilirdi.
Emperyalizme ve kapitalizme bir ders daha verilebilirdi. Evrensel ölçekte patlak
veren ekonomik veya mikrobik krizler hasarsız atlatılırdı. Çalışılmadı. Akıl
başka şeylere çalıştırıldı. Sokma akıl ve sonuç; Coronavirüs ekonomisi dahi
uygulayamayacak bir yürütme mekanizması. Kuvvetler ayrılığı birleştirildi ama
yasama yasta, yargı tatil, yürütme hala ayni havada.
Havadan kazanmak.
Gereğince çalışmadan. Hep iktidar kalmak. Oysa; “Servet ve bunun doğal sonucu
olan rahat yaşamak ve mutluluk yalnız ve ancak çalışanların hakkıdır. Yaşamak
demek çalışmak demektir.” Şimdilik basılan ise çalakalem çabalama havası…
Havadan sudan
sebepler yaratılarak egemenlerce sadece ezmeye dönük yazılan reçeteler uygulandı.
On yıllarca. Dur diyen çıkmadı. Ve Türkiye'nin kuruluş senedi değersizleştirildi.
Kapitalistleşmeye güdümlü ekonomi memleketin yörüngesine yerleştirildi. Boz
düzelt, düzelt boz mantıksızlığıyla on yılların birikimi hepten düzlendi.
Bitirildi. Yok edildi. Pervasızca harcandı. Hanedenlere paslandı. Yarım yamalak
işleyen mevcut ekonomi dahi rayından çıktı. Çıkarıldı.
Yetmedi resmen küreselleşme
oyunlarına figüranlık edildi. Kurucu emaneti zenginlik çarçur edildi. Kapitalist
üst aklın önerdiği her denenen her ekonomik model çöktü. Diz çöktürdü. Öylece kalakalınacak
günlere zemin hazırlandı.
Bu Coronavirüs
salgınında tam kriz ekonomisi uygulamak lazımken; “Ekonomisi zayıf bir ulus
yoksulluktan ve düşkünlükten kurtulamaz. Güçlü bir uygarlığa, kalkınma ve
mutluluğa kavuşamaz. Toplumsal ve siyasal yıkımlardan kaçamaz.” İşte tam da sağlam
ekonomi lazımken, kurucu aklı haklı çıkaran ve doğrulayan durum yaşandı…
Yani coronavirüs
acımasızca doğurganlaşırken, mükemmel yeraltı zenginliği, muhteşem yerüstü
fakirliğini doğurdu…
CORONAVİRÜS CEPHESİNDE DEĞİŞEN...
Coronavirüs, yeryüzünde felaket havasında ilerliyor. Felaket her milleti
eşit derecede olmasa da, aynen ve taklit ölçeğinde etkiledi. Etkiliyor. Dünyayı
takip verilerine göre, işleyen süreç hep aynı, milletler farklı. Fakru
zaruretten, kendi memleketi içinde kalma veya kalmama, evde kalma veya kalmama
koşuluna bağlanmış herşey. Herkes. Cümle alem. Sonuç, coronavirüs cephesinde
şimdilik değişen hiçbir şey yok...
Tam felaket. Tam da; "Felaketler insanları, zeki milletleri daima
azimli kılar ve yeni hamlelere sevk eder." Zamanı...
Sanki milletler topluluğu, coronavirüs sayesinde kendi başının derdine
düştü. Bu düşüş virüse bağlı bir toplanma, toparlanma ve birleşme gerekliliğini
kavratır mı? Onu zaman gösterecek. Görünen o ki, çok yakın zamanda felaketin,
önemli sonuçlar doğurup doğurmayacağı anlaşılacak. Şimdiden belli değil. Ancak
toplu kontur hamleler kaçınılmaz görünüyor...
Çünkü bir millet virüsle savaşta, ne zafer elde ederse etsin, o zafer
süreklilik kazanmayacak. Olumlu sonuçlar vermeyecek. Çünkü diğer milletlerin de
virüsle sürdürdüğü savaşı kazanması şart. O yüzden tıbbi dayanışma şart.
Ekonomik yardımlaşma şart. Bilim paylaşımı şart. Aksi halde virüs bulaştıkça
bulaşır. Her yere rahat taşınır...
Açıkçası, "Medeni olmayan milletler, medeni olanların ayakları altında
kalmaya mahkum..." vecizini haklı çıkaran bir virüs felaketi yaşanıyor. O
yüzden önce felaketten kurtulmak, peşinden virüs öncesi ve sonrasının doğru
tahlilini yapmak şart. Yani evrensel açıdan vakaya akılcıl bakmak lazım. Yoksa
felaket daha uzun sürer. Başka felaketleri tetikler...
Coronavirüs felaketi, hala israfa batmakla, öyle insaf ve merhamet
dilenmekle de atlatılamaz. Akıl ve bilim çerçevesinde direnmekle atlatılır.
Milli kudret, milli dayanışma ve sosyal yardımlaşma ile de yaralar sarılır.
Yani birlik beraberlik, birliktelik varsa hem kötü cereyan eden vakalardan, hem
de coronavirüs felaketinden kolay çıkılır...
Çıkış yolunda milletin yüreği ve dimağı arasındaki uyum da şart.
Coronavirüsün fenalıkları, toplumsal ekonomik ve politik beceriksizlerle artsa
da sonu yakın. Tünelin çıkışı göründü...
Herşeye karşın coronavirüs felaketinin esası, ilerleyişi ve kuvveti ne
olursa olsun her millet eşit şartlarda. Eşitliği bozan, virüs tehdidine
dayandırılarak yapılan fırsatçılık. Ahlakın ve erdemliliğin kaybedilmesi. Ve
toptan güven kaybı...
Ayakta kalabilmek ise; "fikren, ilmen, bedenen, fennen kuvvetli ve
yüksek karakterli koruyucular" ve savaşçılara bağlı. Yani coronavirüsle
yüzyılın savaşı zaruri...
Diğer yandan coronavirüsün dayattığı hayat memat meselesi. Hayati mesele.
Milletlerin hayati tehlike içinde olduğu acı gerçeği. Tehlikeye ve can kaybına
maruz yaşamda, söz konusu olan tek şey de radikal mücadele.
Yani asla korkmamalı ama korunmalı ve korumalıyız...
Asrın felaketi karşısında başarı, mutlaka milletin ve milletlerin güçlerini
aynı istikamette birleştirmesiyle gelir. Bütünlük ve ortak hareket. Eylem
ortaklığı. Ortak eylemlilik...
Yoksa milletler hiç beklemediği, asla umut etmediği başka felaketlere kapı
aralar. En hafifine dayanamaz bir moda geçer. Yani yok oluşa sürüklenir...
Dünyanın bu aymazlığı devam ettikçe yaşanan son sahne...
O yüzden milletler arası güç birliği. El birliği, iş birliği şart. Şart
çünkü hiç değil ise coronavirüs cephesinde değişen bir şeyler olsun...
KUTSAL KİTAPLAR, KUTSAL METİNLER...
Dinlerin tümünde, dinleri getirenlerin
hayatları ve kutsal kitapları parça parça toplanarak, derlenerek yüz yıllar
içinde yazıya geçirilmiştir. Hafızalarda kalan haliyle. Maalesef dinleme,
derleme çalışmalarıdır gelecek günlere ışık tutan...
Oysa mutlaka orijinal belgeler de,
kayıtlar da, Tanrı sözü sayılabilecek başka yazılı kanıtlar da var olabilir.
Ancak hepsi zaman içinde ne hikmet ise yok edilmiş, yakıp kül edilmiştir...
Geriye kurmaca, şüphe uyandıran,
gerçekliği ve gerçekçiliği zayıf, dayanağı muamma, materyaller sözde kutsal
emanetler olarak kalmıştır. Hiç bir disiplin yöntemine uymayan, bölgeleri
farklı, uzak ara bir zaman diliminde yaşamış veya yaşadığı öngörülen kişilerin,
bütünsellik ve güvenirlik içermeyen analizleri ise kanıt sayılmıştır. Ve dahi
kutsallaştırılmıştır...
Tüm dinlerde özellikle öncesi ve
sonrasında iki yüz, üç yüz yıl belirsizdir. Fludur. Neden ise bu dönemin
aydınlatılmasına dair hiçbir araştırma yapılmaz. Yapılsa bile bulgular kabul
edilmez. Din mensuplarına gerçekler aktarılmaz. Yıllar yok farz edilir…
İşte bu yok ediş sürecinde ahlakın
yerine siyaset geçer. Geleneksel ritüelleri dini vazife görmek ve istisnasız yerine
getirme işleri de din sayılır. Kitapların temel felsefesinden kopulur.
Kopuldukça dinler siyasallaşır, siyaset dincileşir...
Böylece Tanrısal değerlerden ve
değerlemeden iyice uzaklaşılır...
Ve arada kalan insanlar da yeryüzü
tanrıları icat ederler…
Dinleri tehlikeye atan, dinleri
tehlikeli aşamaya getiren durum işte budur. Diğer yandan dinlerin kitaplarının
kutsallığı ve nedenselliği yeterince anlaşılamamış ise veya dinden çıkarı
olanlarca anlamsızlaştırılmış ise din daha fazla zaafa uğrar...
Kutsal metinleri, sadece metnin diliyle
ezberlenen, ezbere okunan, sanki böyle okunması için uydurulmuş sanılan, sadece
kutsiyet günlerinde anımsanan, anlamadan içlenilen manzumelere dönüşür...
Oysaki kutsal kitapları ve metinler
dinlerin ahlaki teorilerini içerir. Örf adet, gelenek görenek ve kutsal
hikâyeler ile beslenmiş örnek düzenleyicidirler. Değişik alternatifler
öğütleyen, ahlaksal kuralları da kapsarlar.
Tüm kutsal kitapların tamamen ahlakı en
yüce mertebeye çıkaran, akılcılığı öne çıkaran bir yapısı vardır...
Ancak tüm dinler ister yazılı, ister
sözlü, isterse sonradan yazılmış olsun, kitapların dini olmaktan
uzaklaştırıldıkça bozulmuştur. Bozulma ile beraber din mensupları zorbalık
dinini kurmuşlardır. Tanrı'dan bile isteye kopmuşlardır. Ve her yaptıklarını
din adına göretek, ifade ederek kitaptan ve Tanrı'dan dem vurmuşlardır...
Böylece dinler neredeyse çok kitaplı din
olma vasfına evrilmişlerdir. Bu çok kitaplı, ilk tanrılı veya tek kitaplı, çok
tanrılı din olma batağında, ahlaki kuralların yozlaştırılması ile birlikte
Kutsal kitapların öğütlediği ve önerdiği modeller yok olmuştur.
Öyle ki bireyden bireye, toplumdan
topluma değişkenleşen, kökeni aynı ama bambaşka dinler oluşmuştur.
Kutsal veya değil, kitapsızlığın en son
aşaması ise çağı ne olursa olsun, ilk çağ ilkelliğine dönülmesidir...
Bu ilkelliğe zirve yaptırmak
istenircesine dini ve dinci neşriyatlarla siyasi tüccarlık, prim yapar hale
gelmiştir. Gelince de kutsal kitaplardan daha da sapılmıştır. Devamla, boyutu
genişleyen kurgu eserlerle, dinler yolundan iyice saptırılmış, Tanrısallık bu
arada hepten kaybolmuştur.
İşte bu kayboluş veya yok oluş
girdabından kurtulmanın yolu yine dinlerin kutsal kitaplarıdır.
Dinlerin matematiksel formülü kutsal
kitapların içindedir. Işık saklayan, aydınlanma gizleyen ve ahlaki değerler
çerçevesinde kurtuluş öğütleyen kutsallıktır kitaplar.
Dinlerin kutsal kitapları ya da kutsal
bilinen kitaplar bazen akıl ve mantık zorlayan aktarımlardır. Onlardan da
vicdan sesi dinlenerek bizzat faydalanmak gerekir. Dinleri de bu kaynaklara
dayandırmak gerekir...
Çünkü eğer dinler varsa ve vazgeçilmez
bir olguysa, kitapların dinine, Tanrıların varlığına dönülmedikçe, insanlığın
kurtuluşuna dönük çığlıklar işitilmedikçe, Tanrı ile yüzleşme çabası boşa heves
olur...
Yüzleşince de, yüzleşmeye yüz gerekir…
O yüzden dinlerin kutsal kitapları sıkı
irdelenmelidir. İrdelediğinde görülecek olan söylem ve söylentilerin doğrudan
nakli, peşi sıra sıralanan bir dizi tarihi olayların varlığıdır. Yani varlığın
vardığıdır.
Bu tarihsel aktarımların sırrını
kavramak, aktarılan bilgilerin mantık süzgecinden geçirilmesiyle olur. İhmal
edilemez, görmezden gelinemez şeylerdir dinler tarihine kazınan.
Belki putperestlik ve tek tanrıcılığın
birbiriyle didiştiği devirler çok gerilerde kalmıştır. Ancak mücadele aynı
dinlerin değişik mezheplerine mensupluk derecesinde cereyan etmektedir. Ve
mezhepleri öne çıkaranların gücüne bağlı, ekonomik değerlerle orantılı dinsel
vurgun hala sürdürülmektedir.
Bu çıkar peşindelik sosyal ve siyasal
alanlara da kaydırıldıkça din özünü yitirir. Dokunulmazlık zırhı da delinir.
Yani batıl ve sapkın inançlarla beslenen
dinlere körü körüne bağımlılık, resmen manevi değerleri de yok eder.
En ciddi tehlike ise şirk koşmaya varan
noktalara sürükleniştir.
Maalesef o sürükleniş de din adına
tescillenince, dinlerin kara kutusu kutsal kitapları ve kutsal metinlerine daha
fazla gereksinim doğar.
Unutmamak lazım,
Tanrının dinleri ve kitapların dinine dönmek, kutlu yolun erdemli
yolculuğudur...
TEFSİR,
TEFSİRAT, TAHRİFAT…
Kutsal kitap yakınlığı ve yatkınlığı, tefsir ve
yorumlarla gerçeklerin din adına saptırılmamasını sağlar. Veya gerçek dışı dünyevi
teşvikler için dinin kullanılmamasını. Direkt veya vekâleten. Çünkü kutsal
kitabın “Biz onu anlaşılsın diye indirdik” hükmü işletilmelidir…
Kaide buyken kutsal kitap dışı dincilik, dinin
esasını ve güzel yanlarını geniş kitlelerden gizler. Kitleleri başka yönlere
kitler. Veya kitabın o yanını hiç tanıtmaz. O yüzden din, kutsal kitabından
kopar. Kopuşa çare olarak basiret ve dirayetle atılacak adım, tercüme ve
tefsirdir. Ehil müfessir kanaatidir…
Ancak bu kadar hassas alanda, hangi akla
hizmet, bilerek ve bilmeyerek yanlışlar yapılır. Elbette nüanstır diye makul
görülemez hatalar. Görülmemeli de ayrıca; “Bu yanlış tefsiri yapanların maksadı,
İslamların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca
sanmayın. Hoca olmak sarıkla değil dimağladır.”
Fikri dimağı işgal eden kutsal metinler, kutlu
bilgiler vermesinin yanı sıra daha çok inanmayı teşvik eder. Böylece inanç
direkt olmaktan çok vekâleten gerçekleşir. O
yüzden ruhbanist tefsirlere bağlanan, asla deneyimlenmemiş hurafeler eşliğinde,
tehlikeli testlerle din gelişmesi, geliştirilmesi tefsirat değil tahrifat,
dinde tahribattır. Sadece tefsirlere dayanan ancak mealden farklı ve yorumsuz
kabullenişe zemin hazırlayan bir yakınlaşma planıdır. Bu tip placard dinsel
yakınlaşmalarla din, din dışı iddialarla ve vakant vakalarla izaha çalışılır.
Bu çeşitlendirme tekeli, temel uzlaşıyı da yok eder.
Ve her alanda zayıflık
baş gösterir; “Hükümetini ayakta tutmak için dini kullanmaya gerek duyanlar
zayıf yöneticilerdir. Adeta halkı kapana kıstırırlar…”
Diğer yandan emin
olunamayan bilgi, kaynak ve değiştirilmiş kanıtlar, tefsirlere girdikçe din
tarifi ve dine bağlılık da tahrif edilmiş olur. Tersine savlarla yeryüzü hâkimiyeti,
kutsal kitap önermelerinden uzaklaştırılır. Veya dinin tersine tefsir
yöntemleri ile sözde yeni keşifler din kapsamına alınır. Her şeye kılıf bulan
metinler dizayn edilir. Bu akla zarar tefsircilik ve ruhbani temsilcilik
yanlışları yücelten bir maksada hizmet eder. Tanrısal ögeler de dini
öğretilerin tamamen dışında insanileşir. Yani asılsız bilgi ve bulguların
kutsal kitaba dayandırılması marifeti tefsircilik olur.
Tüm tefsirler
irdelendiğinde bilgiler ve daha ötesi önemli görülen bulgular, taklitçi ve
takipçi bir versiyon içerir. Sanki din adına her sunulan tek kültürlü bir
önsezinin kalıplaşmış mantıkla dizaynıdır…
“Her
şeyden evvel şunu en basit hakikat olarak bilelim ki, bizim dinimizde özel
sınıf yoktur. Ruhbaniyeti reddeden bu din, inhisarı kabul etmez. Mesela din
bilginleri, mutlaka aydınlatmak vazifesi bu bilginlere ait olmadıktan başka,
dinimiz de bunu kesinlikle meneder…”
Tanrıya
ulaşma yolculuğunun ortak tutku belgeselciliği babında, tefsircilerin öngördüğü
çizgide sürdürülmesi doğru farz edilir. Ama bu izin ve ruhsat kontrol edilemez
ve etkisi kolay silinemez yanlışları da beraberinde getirir. Bir yanlış da
bunun görmezden gelinmesidir. Hem de devlet baskısıyla…
“Zorba
hükümdarlar hep dini alet edindiler; ihtiras ve istibdatlarını destek için
ulema sınıfına başvurdular. Gerçek din bilgini, dini bütün bilginler hiçbir
vakit bu zorba taç sahiplerine baş eğmediler, onların emirlerini dinlemediler,
onlardan korkmadılar. Bu gibi din bilginleri kamçılar altında dövüldü,
memleketlerinden sürüldü, zindanlarda çürütüldü, darağaçlarında asıldı. Lakin
onlar yine o hükümdarların keyfine dini alet yapmadılar. Fakat gerçekte din
bilgini olmamakla beraber, sırf o kisvede bulundukları için bilgin sanılan,
menfaatine düşkün, haris ve imansız birtakım hocalar da vardı. Hükümdarlar işte
bunları ele aldılar ve işte bunlar, muvafik-ı dindir diye fetvalar verdiler. İcap
ettikçe yanlış hadisler bile uydurmaktan çekinmediler. İşte o tarihten beri
saltanat tahtında oturan, saraylarda yaşayan, kendilerine halife namı veren
müstebit hükümdarlar bu gibi hoca kıyafetli cerrarlara iltifat ve onları himaye
ettiler…”
Her
şey açık seçik bilinmesine karşın biri çıkıp da bu tefsir yanlış, maksadını
aşmış bir esaret diyemez. Hatta “Her sarıklıyı hoca sanmayın. Hoca olmak
sarıkla değil dimağladır.” Hiç diyemez.
Diyen
varsa da, tefsir, tefsirat, tahrifat üçgeninde işleyen sisteme karşı çıktığı
için…
DİN AYET, DİYANET...
Din, ayet ve Diyanet dünyasında din
başka, Diyanet başka. Din, ayet başka Diyanet başka. Din evrensel, Diyanet
yerel. Diyanet hiç nedensiz veya çok bilinmeyen denklemli bambaşka noktalarda
gezinince, evrensellik de Allah'a kalıyor, maalesef...
Doğrusu Diyanet, dini bir kurum. Ve
doğrulanmış din kurallarını anlatan, dine bağlı ve bağımlı bir durumu yaşayan
bir kurul. Yaşar ve yaşatır. Yaşatmalıdır da. Amma velakin...
Diyanet asla din, ayet dışına çıkamaz.
Ruhların ve bedenlerin arsız, pirsiz, sabırsız eylem ve duygularına hayatta yol
veremez. Din ve ayet dışına taşıp yeni ama geri dini metotlar geliştiremez. Din
işlerinin başında durup öylece geliştirme gericilik öneremez...
Yani Diyanet, din ve ayet çerçevesinde,
din işlerini düzenleyen dini bir kurumdur. Yüksek kuruldur. Öyle de kalmalıdır.
Kabahate kanatlanıp kala kalmamalıdır. Çünkü töhmet nöbeti kurumu zedeler...
Yanlıştır kesinlikle ama kurumlu kurul
yüce makamlara ve mükkem mekanlara kurulup, kutsala inan, Allah'a iman ve dini
uygulama pratiği ve yöntemlerini düzenler. O yüzden şatafata olur o kadar denir
ve geçilir. Din bu. Kolay mı? Velevki...
Olur ama bu yüce kurum, yüce dini ve
yüce milleti, takvası tekebbürden, takatı tekerrürden, tavrı tekelleşmeden
zehirlenmişlerin elinden kurtarmak için vardır. Hakka hizmet için aladır.
Kuruluş amacı budur. Kuruluşu da evladır. Evvel ahirde zenginliğe batmak,
batıla kutsiyet vermek ve halka itikatı batıl yaymak için değil...
Diğer yandan Diyanet sosyal hayata
ihanet ve kolpa kehanet içinde olanlarla zinhar teşviki mesai yapmaz. İlgi,
alaka, iletişim kurmaz. Kuramaz. Kurmamalıdır da...
Bu yüce kurum sadece din, ayet
doğrultusunda total arınmayı öğütler. Dinsel öğretiye uygun benliği ve belleği
arıtma yolları salık verir. Aslolan da budur...
Bu çerçevede kurulmuş ve kurgulanmış
Diyanet, tapınmayı sistemleştiren bir aygıt olmanın dışında, yanlış ve
yanıltıcı bir role soyunmaz. Çünkü soyundukça kutsi kurum olma özelliğinden
uzaklaşır. Belâgat ile çözülemeyecek belalara da çekim merkezi olur...
Diyanet kısır çekişmelerin uzağında, din
ve ayet merkezli, en merkezi bir kurumdur. Hakiki hadislerden de beslenir.
Beslenmelidir de. Ama dayanağı, kaynağı belirsiz beslenmez. Beslenemez. Ve
dünyada asla art niyet beslemez...
Hattızatında devlet lehine de olsa,
kesinkes dini standartlardan milim sapma göstermez. Böyle lüksü de yoktur. Hele hele tanrısal değerler gözettiği savıyla, yönlendirme yapamaz, kişisel tercih hiç kullanmaz. Kullanamaz. Kullanmamalıdır da...
kesinkes dini standartlardan milim sapma göstermez. Böyle lüksü de yoktur. Hele hele tanrısal değerler gözettiği savıyla, yönlendirme yapamaz, kişisel tercih hiç kullanmaz. Kullanamaz. Kullanmamalıdır da...
Çünkü anlık veya dönemlik kula
kurumlanma kusuru, bu ulvi kurumu, kurumlu yüksek kurulu ve yüz yıllık kurulu
düzeni zaafa uğratmaktan başka bir işe yaramaz...
Sözün özü din başka, Diyanet başka yerde
duramaz. Olmaz. Din ve ayet başka Diyanet başka bir şey söyleyemez. O da olmaz.
Din evrenseldir ve mahallileştirilemez. Diyanetin mahsusat dili, dinin evrensel
dili ve mahlassız. Yani kurum saf müride has müretteb dil kullanamaz. Kendini
kullandırmaz...
Diyanet, nedeni ve gerekçesi ne olursa
olsun, din ve ayet otoritesi dışında, dünyevi bir otorite seçemez.
Benimseyemez. Benimsetemez. Tanrı merkezli inanç ve iman kaynağı neyse o
kaynaklara göre icra belirler. Önermeler önerir. Öğütler verir. Vermelidir
de...
Aksi takdirde dinsel pratiğin
bozulmasına, ben merkezli icracılığın oluşmasına ve kurumun güven kaybetmesine
neden olunur. Tutkular ve kaprislere göre biçimlenen bir din modeli şekillenir.
Ki bu kurgusal din anlayışı da din olmaz. Elbirliğiyle din bağlamında
dinsizliğe davetiye çıkarılmış olur...
Ve dinsizlik hortlar. Din içinde kalmaya
kendini zorunlu görenler bile, din başka Diyanet başka, der. Din ve ayet başka,
Diyanet başka der. Başkalaşır. İpler kopar. Bambaşka idealler uğruna yer gök
yarılır. Birbirinden ayrılır. En acısı da Diyanet, dinsel disiplin kurma
varlığını, vasfını kaybeder. Bilimsel ilerleme ve felsefenin de hepten dışında
yer alır. Yani Diyanet camiası cemi cümle sınıfta kalır...
Dini, ayeti, hadisi devleti idare etme
propagandası haline getirdiğinden de gün olur suçlanır. Gün olur kapatılması
gerektiği dillenir. Dillendirilir. An gelir kapatılmaya dahi çalışılır...
Diyanetin, din ve ayet harici bu radikal
tavrı ve ortodoks tutumları da hesap günü gelince ne mevcut durumu, ne kendi
durumunu, ne de Diyanet kurumunu kurtarmaya yetmez...
Mazallah yüz yıllık
muktezat yerleyeksan olur...
BİZ KİMİZ BELLİ...
Elli yıldan beridir şu din ve millet
işlerinin iç içe karıştırılması zamanla bozdu her şeyi. Bu bozulmayla birlikte,
kötü gidişata her doğal karşıtlık, vatan düşmanlığı yakıştırması ile
karşılaştı. Vatan hainliği kapsamına alındı. Hatta daha ileri gidilerek Dinsizlikle
yaftalandı. Bu yakışıksız yakıştırmalar dört bir yana, hatta hiç hak etmeyenlere
bile çok rahat sallandı. Hele bu salvolar coronavi çıkmazındaki Ramazanda, din
maskesiyle otuz gün nasıl sürecek, sürdürülecek şimdilik orası belirsiz. Ama çok
yakında kim zirve, kim dip yapar tastamam görülecek...
Çok duygulu veya hiç duygusuz oluşturulan
her atmosferde, her önüne çıkana dağıtılan bu vatan hainliği, bu vatan
düşmanlığı, bu iklimsiz hava durumu bize yakıştırılamaz. Hiç yakışmaz. Asla yapışmaz.
Çünkü biz; "Kimsenin düşmanı değiliz, yalnız insanlığın düşmanı olanların
düşmanıyız..." Yani biz düşman da değiliz, hain de. Dinsiz de değiliz. Yılmaz
yurtseverleriz. Belki en dincilerden bile daha dindarız. Çünkü biz; "Dine
saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye Muhalif değiliz." Muhalifliğimiz
başka bir mesele. Zaten günü gelir orada da haklılığımız tescillenir.
Mesela biz şu taraftayız. Sürü tarafında
taraftar değiliz. Tabiri caizse biz; "Bir dinin tabiî olması için, akla,
fenne, ilme ve mantığa uygun olması lazımdır." tarafıyız. Yani biz Hak gerçek,
saf dine mensubuz. Mensup olmasak da, kutsal dini ölçülere göre vicdanen
dindarız. Kalben de dindar sayılırız. Çünkü dinin koyduğu kıstaslar her
birimizi, bizi dindar kılıyor.
Çünkü "Biz sadece din işlerini,
millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasde ve fiile dayanan
taassupkar hareketlerden sakınıyoruz." İşte bu sakınma yüzünden, din arkasına
saklananlar tarafından elli yıldır sakıncalı sayılıyoruz. Tahsil fukarası yapay
din eşrafından zatlar, tam yüz yıldır zaman kollayarak güzel dünyamızı
cehenneme çeviriyor...
Çevirdikçe, Yaradan biliyor bunlardan
daha bir sakınmak gerekiyor. Kurgu dinin baronları pervasızlaştıkça,
sakıncalılık dozumuz artırıldıkça bunlar kan kaybediyor. Çünkü bizim doğru
olduğumuz günden güne, bunlar tarafından güncelleniyor. Çünkü tırnak içinde;
"Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta
serbesttir." Vicdan…
Bu dinde, yayılma ve gelişme dönemlerinde
bile zorlama olmamıştır. İşte her işe din bazlı zorluk çıkaran kara
vicdanlılarla, insan sıfatında insafsızlarla, dini tersine çevirenlerle bizim
davamız.
Ortada böyle kutlu bir dava varken bile,
her şeyi bile bile biz tırnak; “Samimi ve meşru olmak üzere her fikre saygı
duyarız…” tırnak…
Ancak müsvedde bile olamayacak, vasıfsız
din tasarımları ve tasarımcıları ile ahlaki yozlaşmanın da her an karşısındayız.
Çünkü “Tehdide dayanan ahlak, bir erdemlilik olmadığından başka, güvenilmeye de
layık değildir.” Şimdi din ve ahlak çerçevesinde gösterilen çıkar odaklı
açılımlarla, güven kaybeden muhteremlere ne denir; “Herkesin yolu layığına açık
olsun…”
Peki din ehlinden zannedilen, dine zeval
vereceğini hiç düşünmeksizin tehditkâr açıklamalarla itimat yitiren zatlara ne
demeli; “Zulüm ile abad olanın, akıbeti berbad olur…”
Biz, en müstesna günlerde, mütemadiyen
kamuoyunu meşgul eden tüm yararsız işgallere ve yersiz işgalcilere de muhalifiz.
Özellikle samimiyeti suistimal edenlere tam muhalif. Nedeni; “Samimiyetin
lisanı yoktur. Samimiyet sözlerle açıklanamaz. O gözlerden ve tavırlardan
anlaşılır…” Ve biz bakar görür anlarız.
Biz bilmeden, görmeden, anlamadan yol
yürümeyiz. Mehteran adımı atmayız. Kötü ve abartılı dedikodulara da asla kulak
asmayız. Asmayız ama tabldot kalleşliğe, tabiiyetsiz hainliğe, tamahkâr
düşmanlığa, ikiyüzlü kardeşliğe de sorumsuzluk deyip geçmeyiz. İşte o yüzden hep
hedef tahtasındayız. Ama “Saygısızlığın, saldırının, küçüğü büyüğü yoktur…” Onu
da çok iyi biliriz. Ve ona göre tavır takınıp, akıl ve bilim perspektifinde gözüpek
duruş sergileriz. Ve de pekala her pişkin, her çiğ hamleyi çok kolay savuştururuz…
Biz cehaleti bütün kötülüklerin anası
sayanlardanız. Hele cehaletten beslenen taklitçi muhabbet ortaklığına, kör taklitçi
din simsarlığına akıl defterimizde hiç yer yoktur. Kitabımızda yazmaz. Yoktur çünkü
“Hiç bir millet aynen, diğer bir milletin taklitçisi olmamalıdır. Çünkü bir
millet ne taklit ettiği devletin aynı olabilir, ne de kendi milliyetçiliği
içinde kalabilir…” Yerli ve milli adaptasyonunda ve akla gelen her alanda
yankısını bulan, bu temel gerçekliğe inanırız. Biz bu bağlamda, tam bağımsız düşünenleriz.
Biz esef verici, asılsız, kaynaksız tüm patentlemelere
rağmen, cibilliyetini ve ciddiyetini bozmayan devrimcileriz. Biz; “Devrim
yasası eldeki yasaların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim kafalarımızdaki
akımı boğmadıkça, başladığımız Devrim ve yenilik bir an bile durmayacaktır. Bizden
sonraki dönemlerde de böyle olacaktır…” diyenlerin devrimci yolunda ilerleyen
ve yarınlara güvenenleriz.
Biz kimiz, kim bizden, kim değil açık
seçik belli. Besbelli. Hiç önemli değil ama kim bize dost, düşman kim? O da
belli. Haliyle din iman, dinsizlik vicdan işi. Hiç belli olmaz. Hele hainlik
meselesi? Hiç yorumsuz, katiyetle bize uğramaz. Uğrakları ise açık ve sarih.
Yüzüncü yılda, Biz kimiz ayan beyan belli
de, peki siz?