BAĞIMSIZLIK VE SERMAYE
Şu küresel yıkımda egemen büyük sermayeye boyun eğmeyecek veya daha az boyun eğecek yapıya doğru ilerleyişin özüdür tam bağımsızlık. Her alanda bağımsızlık, özellikle tam bağımsızlık istemek ve bu yönde mücadele etmek resmen boğazlanma demek ülkelerin bahtı karartıldıkça.
Gecelerin rengi karaya büründükçe gölgeli desenler akar kıyılara. Kuytulara saklanmış karakış çarpar tüm kara bahtlıların çıplak yüzüne. Buzlanmış patikalara koşturur akıllardaki çoğalan soru işaretleri. Ve yanıtsız, yarınsız keskinlik ve sertlikler gökteki yıldızlar kadar fersizleşir. Kapkara bulutların hatıraları yağar ve eksiksiz hatırlanacaklar yeşil gözlü şehirlerin alacasına hapsedilir.
Bir zamanlar üzgün bakışlı şehirler vardı. Öyle ki hatırlanmaz, resmi çizilmez ve manzarası tamamlanmazından. Gemileri yaktığı gün doğar tevellüt kaç olursa olsun. En genç resimdir aslında akıllara takılan. Özgürlük ve korkular taşır yürekler, özgürleşmek tüm korkuların bertaraf edildiği gün başlar. Tam bağımsızlık modunda biter.
Yıldızlar altında ölüm kuşları iç savaşa dağılır. Emperyalizmin oyunudur her şey. Kızıl ufukta kolu kanadı kırık solcular alaca karanlıkta pelerinli yabancılar. Kimsenin tam bilmediği gerilimli, korkunç ve tam eğilimli bir maceradır göndere çekilen. Vaktiyle güneşe en yakında hummalı bir kazan kaldırışın yolcularıdır köşeye siperlenen. Kimsesiz kıblesiz sürücülerin arabalarına doluşur şuh şaşkınlıklar. En etkili mesele gıcırtıyla hareket eden ve ağır ağır dönen tekerleklerin açtığı derin izlerdir. Silinmemiştir daha ve asla silinemez o izler tarih zemininden. Binlerce yıllık özelde bir güzel yaşarlar. Nice sahipsiz uygarlıklara varış yoludur tam bağımsızlık. Altın kakmalı kılıçlarla kazanılmış sayısız savaşın esiridir, eseridir tam bağımsızlık. Moskof açıklarından daha içlere süzülen tüm anlatıların derin sessizliğinde haykıran bir varoluştur. Her tiz çığlıkta ve her çağda o ihtişamlı boru üflenir tek gayeye, tam bağımsızlık.
Vakitsiz tarihe tembihlenmişçesine harlı bir öyküde yer bulur tam bağımsızlık ve beterin beterini boylar boyunları vurulan yolcuları…
İşte o zaman emek ve ekmek üzerine bereketlenen nice sözcüklü kutsallıklar yerleşir aç bilaç akıllara. Özgürlüğün iki dar açısıdır ekmek ile emek ama en geniş tabana yayılır koordinatları. Piştikçe güzelleşir ve bir yığın ıvır zıvırın arasından altın gibi parlar ekmek. Ve alın terinde saklıdır en tazesi. Tam bağımsızlık ise ekşimeyen mayasıdır kaç milyon yıldır. Ve egemen büyük sermayeye karşı koyduran lider tavrıdır, önder tarzıdır ekmeğe hürmet. Bebelikten önüne konur her insan evladının çünkü iflah olmaz kavgaların gözlere dolan üzüm buğusudur emek. Emek en son öğretilir ekmek ise ilk. İlke ve sona duyulan ilkeli bir özlemdir arada kaybolmaya yüz tutan hislere aldansa da tam bağımsızlık. Günahın babası bir durumdur emeksiz ekmeğe sahiplik. Sömürülmek için elinden tutup kaldırılmaz hiçbir emektar, tufanlarda düştükçe düşürülür tufaya.
Sarı beyaz sırıtır beyazı bol resimlerde yürekleri ışıtan meraklar. Kara yazgıyı ışıtan tüm güzellikler kırık gözlerden taşar. Pirinç tanesi kadar kutsaldır emek. Perdeler reklam için her açıldığında yalanlar vurulur sahici yüzlere. Kartpostallarda beliren bağımsızlık karakterleri ve sermaye çelişkisidir. Ve duvarlara asılan posterler ise o eşsiz ahengi yaratanlarındır. En egemen en büyük sermaye bile hakkınca renklendiremez siyah beyazı, sarı beyaz fotoğrafları. Renklendirse de gülüşler rengini kaybeder.
Tonlarca ağırlık hükmeder ama boğazdan kılavuzsuz taşınır tam bağımsızlık. Arz ve talebe yanıttır kara mavilere vuran yakamozlar. Deniz gözlerde o sahilsiz liman kentleri haykırır en gerçeği. O şehirler ki denizlere doldurulan grostonlarca kaya parçasına rağmen yine de yosun kokarlar. Ve yoksunluğu yok ederler. Bir ömür sürer kavgalar ve yenilere aktarılır tüm sürgünler. Ancak bayram görmeden de gitmek vardır alın yazısında.
Ölümden öte köy, o köye bağlanan yol, o köyden öte kurtuluş, yoksa eğer tam bağımsızlık kapitaline kilitlenir tüm fakirler.
Kapitalsiz kapitalist olmak beklentisi kimilerine aladır, kimilerine kel alakadır…
29 Eylül 2015 Salı
28 Eylül 2015 Pazartesi
süzgeç...
SÜZGEÇ…
Çelik zırhını kuşansa da fani, görünmezliğe ve dokunulmazlığa bürünse de, ölüm gelir görür ve bulur. hem de en kudretliyken çelik zırhlılar. Bağışlamayan bağışlayamayanlar, üstelik hiddetliyken asla hoş görmezler hiç kimseyi ve dünyayı. Bağışlanmaz hiç ama hiç bağışlanmazlar vakti zamanı geldiğinde ve süzgeç hakkıyla eler tüm ölümlüleri…
“ Bir ateş topu yuvarlanıyor denizlerden. Delirtici hayranlıklar tekerleniyor alanlara. Dev posterler imzalanıyor geçici hevesle. Ve çok geç uyanmışlığa tenekeden madalyalar kalıplanıyor. Gerçekten geleceğe sağırlaştırıcı bir tokat şaklatıyor zaman. Sanki beyaz elbiseli devler her yerde cirit atacak. Akıldan geçenlere bakılsa süzgeçten elenen onca gün, ay yıl tutup çıkarılmamış dipsizlikte yatıyor. Bu mavi kelebekler tarzında uçuşmak da bir yere kadar. Günübirlik heyecanlar neyin nesidir anlamak mümkün değil. Sanki tazecik bahar kokuları fışkırıyor evrene. Fıs fıs fıslanan korkuların yerine ise cesaret evrenselleşiyor. Sanki haleler dolaşacak akıl üstünde ve sendeleyen ayaklara güç nakledilecek. Her şey tasarlanan ne varsa yerle bir olduğunda bu alanlarda seyirciye has sevdalıklar da kalmaz. Yeni sevdalıklar artık boynumu vuracaksanız vurun demektir ilahi kudrete. Bir oraya bir buraya seğirten çocuklar gibi şendir artık ruhlar. Koşuşturmaca bittiğinde ise kana ve ete bürünen şekliyle iğne deliğinden geçer zaman. Ve asla zehirlemeyen zehir havaya karışır. Sonsuz sayıda ateş topu dağılır denizlere…”
Yelkenliler ve mavnalar zevk zehrinden uyuşan balıkların peşini bir türlü bırakmaz. Tahrip ve imhalar başladığında ‘ol emri’ ihmale gelmez. Ancak devrin topunu ateşlemeye tek bir iğne de yetmez. Devler uyandığında ise toplar da yetmez. Maddeten kayıplar verilir, manen de yıkım başlar. Dolanılan ve doyulan mevkilerden acil düşüşler başlar. En fedakâr görünen zamaneler de zenneler de kaçamazlar çelik zırhın ağırlığından. Müslümanlıktan süslümanlığa devrilmiş devşirmeler en zamane zırhlarını kuşanırlar ama israfa bulanmışlık artınca filler zamanı durduran sıfır gongunu çalar.
Çalan gonkla süzgeçten harp gemileri, zırhlı kruvazörler, gambotlar, muhripler süzülür. Denizler ateş rengidir artık. Kara ise başka bir muamma. Elenmeyecekler bir tek denizaltılardır. Ve denizleri sakinleştirirler içten içe, kayı dan kıyıya. En hızlı biçimde işlem tamamlanır ve hava kararır. Yerde, gökte ve denizlerin derinliklerinde ispatı zor bir ateş belirir. Sıfır anı üflendiğinde ise büyük ateş alevlenir, yanar ve yakar.
Ateşten bir cümle asılır göğe, ‘gizli günahlar yapana, açıktan işlenen günahlar ise herkese zarar verir. O halde engel olmak gerekirdi. Ama olmadınız…’
Fırsat varken hep sevmek gerekir süzgeçten süzülenleri. Sevmek gerek bu dimdirek yalnızlığı. Yalnız ve kocaman bir çınar olmayı. Köklenilen, sürgün verip filizlenilen, sürülen şu bereketli toprakları. Dağ bayır, dere tepe demeden her zerresini. Özlemlerin tümünü özlemek, özledikçe sevmek gerek. Kırmızı gelinciklerle tavlanmış baharları. Sevmek ve beklemek gerek yazları. Yaprak kımıldamayan akşamlarını da, tufana denk gecelerini de. Bir varmış bir yokmuş diye başlayıp nice haltlar karıştırdıktan sonra mutlu sonla biten masalları da. Dost masalarına çöreklenen masal devlerini de. Çünkü ‘Bu memleket bizim’…,
Ayrıca sevmek gerek tüm son durak çelişkilerini. Araç işlemez, akıl ermez, çamur dinlemez devirleri. Kaldırımsız çamur deryalarını. Paçaya bir bulaşıp pir yerleşen yoksulluğu. Bünyelerde bütünleşen çelimsizliği. Varsıllığın varını değil arını. Kelimelere vurmuş zenginlikleri ve ıssız cami avlularını. Çünkü ‘ Bu sevda bizim’…
Süzgeçte biriken tortuya aldırmadan hırs bürümüş yılların yanıtlanamayan sorularıyla yüzleşildikçe sevda artar. Artar çünkü yaşamlar vardır büklüm büklüm özgürlüklere adanmış. Hayat öyküleri vardır hürriyete tapınmış. Cepheden cepheye hazırlıksız yürekli savruluşlar vardır. Karadan ve denizlerden sevkiyatlar vardır sonsuzluğa hasretlikle. Her harekâtı an itibariyle yükselten inanç vardır temelinde. Bu öyle bir temeldir ki ölümden öte köye yerleşmektir harcı çimentosu.
Süzgeçten sıyrılan denizaltılar boğazlardan geçerken en kudretlilerin de boğazları kurur. Beklenen gün bizi bulmaz, yakalamaz rahatlığı bir anda söner. Bir ateş topuna dönüşür sular.
“ Binlerce ateş topu kıyıdan köşeden değer memleketin melekelerine. Ama değersizleştiremezler. Binlerce ateş topundan ve binlerce harpten daha zarar verir süzgeçten hakkınca elenmemiş çelik zırhlılar. Çepeçevre kılıç, ok ve mızrak yaraları, mayın, top ve gülla yanıkları avuç ayası kadar yer kalmaz toprağı havalandıracak. Hangi denge unsurudur değişik din ve dillerde dualar etmek ve yakarmak. Esenliğe hasret gözler uyumaz. Ölüme yatarlar korkusuzca…”
Süzgeçten süzülmeden önce sığınılacak tek liman ise orta yaş efendiliğidir. Doğayı korumak, doğanları yaşatmak için ölümsüzlüğün ışığında yanmaktır mesele. Dünyaya katkı sunmak ve iki cihanda ölçümlerden, ölçüldükçe alın akıyla çıkmaktır gaye. Orta yaş efendileşmesi yoksa eğer aşı tutarsa veya tutmazsa neyime deyip yalancı hüzün çökmeleriyle süzgeçten süzülmekten sıyıracağını sanmaya sanrılanılır. Tanrısı sanrı olanlar zamanı iğne deliğinden geçirmeye çalışırlar ama kara delikler onları yutar.
Kara melek çelik zırhını kuşanmış dokunulmazlık ve görünmezliğe bürünmüş en kudretli fanileri de, gelir görür ve bulur. Hiddetli ve şiddetlileri, bağışlamayan ve bağışlayamayanları, kimseyi ve dünyayı asla hoş görmeyenleri de süzgeç hakkıyla eler. Süzgeç tüm ölümlüleri hakkıyla süzer.
Bağışlanırlar veya hiç ama hiç bağışlanmazlar, kim bilir?
Çelik zırhını kuşansa da fani, görünmezliğe ve dokunulmazlığa bürünse de, ölüm gelir görür ve bulur. hem de en kudretliyken çelik zırhlılar. Bağışlamayan bağışlayamayanlar, üstelik hiddetliyken asla hoş görmezler hiç kimseyi ve dünyayı. Bağışlanmaz hiç ama hiç bağışlanmazlar vakti zamanı geldiğinde ve süzgeç hakkıyla eler tüm ölümlüleri…
“ Bir ateş topu yuvarlanıyor denizlerden. Delirtici hayranlıklar tekerleniyor alanlara. Dev posterler imzalanıyor geçici hevesle. Ve çok geç uyanmışlığa tenekeden madalyalar kalıplanıyor. Gerçekten geleceğe sağırlaştırıcı bir tokat şaklatıyor zaman. Sanki beyaz elbiseli devler her yerde cirit atacak. Akıldan geçenlere bakılsa süzgeçten elenen onca gün, ay yıl tutup çıkarılmamış dipsizlikte yatıyor. Bu mavi kelebekler tarzında uçuşmak da bir yere kadar. Günübirlik heyecanlar neyin nesidir anlamak mümkün değil. Sanki tazecik bahar kokuları fışkırıyor evrene. Fıs fıs fıslanan korkuların yerine ise cesaret evrenselleşiyor. Sanki haleler dolaşacak akıl üstünde ve sendeleyen ayaklara güç nakledilecek. Her şey tasarlanan ne varsa yerle bir olduğunda bu alanlarda seyirciye has sevdalıklar da kalmaz. Yeni sevdalıklar artık boynumu vuracaksanız vurun demektir ilahi kudrete. Bir oraya bir buraya seğirten çocuklar gibi şendir artık ruhlar. Koşuşturmaca bittiğinde ise kana ve ete bürünen şekliyle iğne deliğinden geçer zaman. Ve asla zehirlemeyen zehir havaya karışır. Sonsuz sayıda ateş topu dağılır denizlere…”
Yelkenliler ve mavnalar zevk zehrinden uyuşan balıkların peşini bir türlü bırakmaz. Tahrip ve imhalar başladığında ‘ol emri’ ihmale gelmez. Ancak devrin topunu ateşlemeye tek bir iğne de yetmez. Devler uyandığında ise toplar da yetmez. Maddeten kayıplar verilir, manen de yıkım başlar. Dolanılan ve doyulan mevkilerden acil düşüşler başlar. En fedakâr görünen zamaneler de zenneler de kaçamazlar çelik zırhın ağırlığından. Müslümanlıktan süslümanlığa devrilmiş devşirmeler en zamane zırhlarını kuşanırlar ama israfa bulanmışlık artınca filler zamanı durduran sıfır gongunu çalar.
Çalan gonkla süzgeçten harp gemileri, zırhlı kruvazörler, gambotlar, muhripler süzülür. Denizler ateş rengidir artık. Kara ise başka bir muamma. Elenmeyecekler bir tek denizaltılardır. Ve denizleri sakinleştirirler içten içe, kayı dan kıyıya. En hızlı biçimde işlem tamamlanır ve hava kararır. Yerde, gökte ve denizlerin derinliklerinde ispatı zor bir ateş belirir. Sıfır anı üflendiğinde ise büyük ateş alevlenir, yanar ve yakar.
Ateşten bir cümle asılır göğe, ‘gizli günahlar yapana, açıktan işlenen günahlar ise herkese zarar verir. O halde engel olmak gerekirdi. Ama olmadınız…’
Fırsat varken hep sevmek gerekir süzgeçten süzülenleri. Sevmek gerek bu dimdirek yalnızlığı. Yalnız ve kocaman bir çınar olmayı. Köklenilen, sürgün verip filizlenilen, sürülen şu bereketli toprakları. Dağ bayır, dere tepe demeden her zerresini. Özlemlerin tümünü özlemek, özledikçe sevmek gerek. Kırmızı gelinciklerle tavlanmış baharları. Sevmek ve beklemek gerek yazları. Yaprak kımıldamayan akşamlarını da, tufana denk gecelerini de. Bir varmış bir yokmuş diye başlayıp nice haltlar karıştırdıktan sonra mutlu sonla biten masalları da. Dost masalarına çöreklenen masal devlerini de. Çünkü ‘Bu memleket bizim’…,
Ayrıca sevmek gerek tüm son durak çelişkilerini. Araç işlemez, akıl ermez, çamur dinlemez devirleri. Kaldırımsız çamur deryalarını. Paçaya bir bulaşıp pir yerleşen yoksulluğu. Bünyelerde bütünleşen çelimsizliği. Varsıllığın varını değil arını. Kelimelere vurmuş zenginlikleri ve ıssız cami avlularını. Çünkü ‘ Bu sevda bizim’…
Süzgeçte biriken tortuya aldırmadan hırs bürümüş yılların yanıtlanamayan sorularıyla yüzleşildikçe sevda artar. Artar çünkü yaşamlar vardır büklüm büklüm özgürlüklere adanmış. Hayat öyküleri vardır hürriyete tapınmış. Cepheden cepheye hazırlıksız yürekli savruluşlar vardır. Karadan ve denizlerden sevkiyatlar vardır sonsuzluğa hasretlikle. Her harekâtı an itibariyle yükselten inanç vardır temelinde. Bu öyle bir temeldir ki ölümden öte köye yerleşmektir harcı çimentosu.
Süzgeçten sıyrılan denizaltılar boğazlardan geçerken en kudretlilerin de boğazları kurur. Beklenen gün bizi bulmaz, yakalamaz rahatlığı bir anda söner. Bir ateş topuna dönüşür sular.
“ Binlerce ateş topu kıyıdan köşeden değer memleketin melekelerine. Ama değersizleştiremezler. Binlerce ateş topundan ve binlerce harpten daha zarar verir süzgeçten hakkınca elenmemiş çelik zırhlılar. Çepeçevre kılıç, ok ve mızrak yaraları, mayın, top ve gülla yanıkları avuç ayası kadar yer kalmaz toprağı havalandıracak. Hangi denge unsurudur değişik din ve dillerde dualar etmek ve yakarmak. Esenliğe hasret gözler uyumaz. Ölüme yatarlar korkusuzca…”
Süzgeçten süzülmeden önce sığınılacak tek liman ise orta yaş efendiliğidir. Doğayı korumak, doğanları yaşatmak için ölümsüzlüğün ışığında yanmaktır mesele. Dünyaya katkı sunmak ve iki cihanda ölçümlerden, ölçüldükçe alın akıyla çıkmaktır gaye. Orta yaş efendileşmesi yoksa eğer aşı tutarsa veya tutmazsa neyime deyip yalancı hüzün çökmeleriyle süzgeçten süzülmekten sıyıracağını sanmaya sanrılanılır. Tanrısı sanrı olanlar zamanı iğne deliğinden geçirmeye çalışırlar ama kara delikler onları yutar.
Kara melek çelik zırhını kuşanmış dokunulmazlık ve görünmezliğe bürünmüş en kudretli fanileri de, gelir görür ve bulur. Hiddetli ve şiddetlileri, bağışlamayan ve bağışlayamayanları, kimseyi ve dünyayı asla hoş görmeyenleri de süzgeç hakkıyla eler. Süzgeç tüm ölümlüleri hakkıyla süzer.
Bağışlanırlar veya hiç ama hiç bağışlanmazlar, kim bilir?
23 Eylül 2015 Çarşamba
KURBAN BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN…
KURBAN BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN…
Kurban Bayramımız mübarek olsun…
Hayvancılığın son yıllarda bitirildiği bir ülkede vacip bir ibadet için ucuza kurbanlık peşinde toplumun bir kısmı. Çok azınlık bir zümresi ise her sene bayramı sekiz dokuz gün tatil havasına sokanlar. Diğer bir kısmı ise bayramları tatil fırsatı bilenler veya tatil için milli dini aldırmadan fırsat kollayanlar. Böylece Kurban bayramı hürmetine görüntü verip, ne yani sekiz dokuz gün tatil var ne yapsaydık eve mi hapsolaydık bahanesiyle yola dökülenler.
Tüm bunlar hoş görülebilir belki, olsun varsın ancak toplumun çok büyük bir kesimi ise gönüllü gönülsüz evine hapsolanlar. Komşu keser bize de düşer babında her kapı çalındığında siyah poşetler içinde kurbanlık et bekleyenler. Veya bayram geleneğini yaşatmak adına evinde kalmayı yeğleyip her kapıyı açtığında Suriyeli çocuk sevindirenler.
Kurban Bayramımız kutlu olsun…
EvelAllah on binlerce yıllık insanlık tarihi kim ne derse desin Tanrı saydığına adak adamalarla yüklü. Yani milyonlarca yıllık kültürde Tanrı’ya kan akıtma ve kurban var. Kurban Hak Batıl fark etmez dinler tarihinde de var. Peygamberler tarihinde de var. Mekke’de, Vatikan’da, Kudüs’te de var. Türkiye’de, İstanbul’da, Esenler’de de var. Kesen de var kesmeyen de var, kesenden kesmeyenden Allah razı olsun.
Kıssaya hisseye, kıssadan hisseye hiç gerek yok artık bu bayramlar bize fazla veya biz bu bayramlara fazlayız demeye de. Ne yazık ki çivisi koptu her şeyin. Kaderine kuvvet tarzında vazgeçilemez bir bağımlılık yaratıyor alın yazıları. Ve bu nimetleri bol aldanışlar dini bayramları bile ele geçirdi ve bayramlar gelenekselliğini yitirdi. Örf ve adetler çini mürekkebiyle nakşedilmiyor zihinlere ama katıla katıla katı bir tutukluk yaşıyor beyinler. Sılayı rahim edebiyatı ile kurtarılmaya çalışılıyor dokuz günlük tatiller. Ancak açıktan açığa boyut değiştiriyor sılayı rahim ve göreni yok. Zaten gurbetçilik zor zanaat görmek istemeyenler de çok.
Ve her bayram öncesi tatili uzatanlar trafik canavarının yine erkenden yol kenarlarına tünediğini unutuyorlar. Her gün canavarın ağına düşenlerin rakam rakam güncellenmesine bayram gidiş ve dönüşlerinde sessiz suskun kalırlar. Ya da başka şeylerle avunmak ve oyalanmak böyle bir şeydir her halde. Fıtratımızda var nasıl olsa.
Bütün mesele dini derin uykulardan nemalanmak olduğundan maksatlı uykuya tutsaklık özendiriliyor ve geliştirilmiş alışkanlıklar başarıyla naklediliyor bayram sathına. Gelenek göreneklerden yola çıkılıp, dini zorunluluk yaratılmasına yani bu bayramlık zekâyadır Karşıyakalılığımız. Yine de;
Mübarek olsun Kurban Bayramımız…
Allah’tan, hadi canım ekonomik kriz bizim köye de, ilçeye de, ilimize de, ülkeye de uğramaz adam sendeciliğinin dışa vurumudur kurban bayramları ve öğretir, öğreticidir. Şeker yiyelim şeker tadında istenildiği gibi şekillenelim bayramcılığı değildir Kurban. Ekonomik sorun sorusunu hiç kafaya takmayanlar bile bayram münasebetiyle mal pazarına çıktıklarında gerçeklerle yüzleşiyor. Sanki insana itibar etmeyenlere hayvancıklar gösteriyor eğriyi doğruyu. Yüzleşiyor, görüyor ama hınzırlığına mıdır nedir her nedense bu dinci-kapitalist cendereden envai çeşit düşünceler varken, cazibeye tapınmadan nefsini körelterek kurtulmaya yeltenmiyor.
Bayram bayram ülkedeki ekonomik, sosyal ve siyasi yangını körüklemek değil derdimiz. Kapitalizmin batma aşamasına geldiği dünyada ve şu garip ülkede ticarette sınır yok ama üretmeden tüketmek unutkanlığınadır dik tavrımız. Ucundan köşesinden bayram bize de bayram. Ancak kavruluyor dünya, batıyor Ortadoğu, yanıyor ülke ama yeşil-mor banknot bolluğundan mıdır nedir harca gitsin sınırsız serbestliğedir sinirimiz.
Ve çok şey değişmeyeceğini bile bile bayramdan sonra bir ay içinde topluma bol kepçeden sunulmuş veya zorlanmış 1 Kasımda yapılacak metezori erken genel seçimedir tepkimiz.
“Yemin olsun ki, o gün size verilen her nimetten sorulacaksınız”.
Öncelikleri ivedilikle güncellenmesi gereken ülke de yaşıyoruz. Bayrama hazırlanıyoruz. Bayram seyran günlerinde tüm kırgınlık ve dargınlıklar usuldendir unutulur ama bu hassasiyet çok öncelerde kaldı. Yok, sona yakın mevcut dinci yapılanmada böyle güzellikler tırpanlanmış. Fani, Ezrail kapıyı çaldığında, ölümün sesi kulağa eriştiğinde, zamanın birden ne çabuk ve nasıl geçtiğini anlamadığı bir bilinçle ve aşırı heyecanla bayram seyran düşer yollara ya, hal bu hal.
Bayramlar, kurbandan kavurma lezzetinde muhteşem günler ve ılık geceler sunacakmışçasına tezgâhlanıyor. Ve uzadıkça uzayan problemler listesi sert veya yumuşak yollardan hafiyevari ipuçları kovalayarak dünyanın en itaatkâr toplumunun bireylerine unutturuluyor. Unutmayanlar ve unutturmayanlar ise tam şah damarından, can damarından yakalanıyor. Zihin ötesi dinsel ve tarihsel gerçeklere aldırmadan, bayramlaşanların yanı sıra, bu sahte zihin sofrasında aç kalanlar hangi bayramı nece kutlayacaklar acaba. Ailecek kurulu, kurumlu ve korkunçlu temaşayı, kuşkulu gözlerle izleriz, izleriz ve bayram eyleriz öyle mi? Maazallah…
Kutlu olsun Kurban Bayramımız…
Dini inanç geleneğine bağlı kalmak, körü körüne bağımlı olmak değil ki. Bu körleşmeyle şu güzel dinin mensupları akla hayale gelmeyecek neler yaşıyor neler yapıyor Allah aşkına. Her Allah’ın günü her su birikintisinde, her umuda yolculukta, her keskin virajda, her şaşkın kavşakta, her hain pusuda, her sis perdesi ardında keskin dişli canavar acısını iliklerimizde hissetmemiz gereken, yürek yakan nice nezir nice kurban alıyor.Kendi kendinin katili olmak gibi bir yapay dini motiflilik işletiliyor. Alışıyor, alıştırılıyor, alışıyoruz ve akıllanmıyoruz ne hikmetse.
İşte böyledir, kötüdür veya iyidir bir yana, kara düşlerin eşiğinde de olunsa her bayram, bayramlık hayata yeniden pozitif bakmak çaresizliktir. Olsun varsın, zamanla kaybolup gidecek suretlerle ayıp olmasın diye de olsa bayramlaşmak. Cellâdın ağına yakalandıkça, kurban değilmişçesine bayram sevinci yaşamak. En çılgın yolculukların er geç değişmez yolcusu olarak hayata sımsıkı tutunmak.
Her bayram biz yine belleğin sınırsızlığında yaşayan yitik kuşakları ararız ve anarız. Akla hizmettir bu ve akıl başkaldırınca bilen bilir veya bilmek istemezler çoktur ama acı gerçektir kâbuslar kılıç gibi keser. Bayram bayram yine o en zor saatlerle baş başa kaldığımızda bu kez ülke tökezliyor diye düşünürüz ama dillendirmeyiz bayramın hatırına. Ülke için, için için duacıyızdır Yaradana. Hoştur ayrıca; terli tozlu, derli toplu, gerçek dinli imanlı yaşamdan feyz alıp nazlı anıların ışığında iyice zorlaşan hayata direnmek ve ayışında bir yerlerde bir yere, o cümleyi sarf etmek;
Kurban Bayramımız mübarek olsun…
Bayramların kutsiyetine yarım ağız değinmek gerekir ama nafile. Şu sömürüldükçe sömürülen coğrafyada dini bayramlar nedir, özü ne anlatır, ne için vardır? İyice sorgulamak gerekir. Son yıllarda teori ve pratik üstüne yanılmalar ve yazılmalar bayramları iyice değiştirdi, çocukları da ve dahi memleketi de. Maalesef kişisel uyuşukluktan kıpırdanmaya, uyuklamaktan toplumsal uyanışa ve büyük aydınlanmaya hasret bu ayni din coğrafyasında tırtıldan kelebeğe dönüşen bir döngüde kaç kurban veriliyor yolda izde, Allah muhafaza.
Bayram olsun olmasın hayatın dolambaçlı yollarında bir acayip atışmadır, tartışmadır sürüp gider. Hangi tartışmalar edebiyat dışı seyreder ve hangi keyfe göredir, hangisi bayram neşesine keyfe keder dokunur iyi biliriz. Sınadıkça öğreniyor insan ve arayan Mevlasını da buluyor fenasını da. Yanlışlardan dönüldüğünde, tercihler de ısrarcılık bırakıldığında ise bayram neşesi arttıkça artıyor. Aksine Monoblok egemenliğinde devşirilen monolog, her gün her gün diyaloğun mırıltılarını, epeyce derinliği olan, temeli sağlam ve geçmişten gelen ne varsa yıkıveriyorsa, kim ne derse desin ‘bize her gün bayram’ demek düşer yalnızca.
Kurban Bayramımız mübarek olsun…
Kurban Bayramımız mübarek olsun…
Hayvancılığın son yıllarda bitirildiği bir ülkede vacip bir ibadet için ucuza kurbanlık peşinde toplumun bir kısmı. Çok azınlık bir zümresi ise her sene bayramı sekiz dokuz gün tatil havasına sokanlar. Diğer bir kısmı ise bayramları tatil fırsatı bilenler veya tatil için milli dini aldırmadan fırsat kollayanlar. Böylece Kurban bayramı hürmetine görüntü verip, ne yani sekiz dokuz gün tatil var ne yapsaydık eve mi hapsolaydık bahanesiyle yola dökülenler.
Tüm bunlar hoş görülebilir belki, olsun varsın ancak toplumun çok büyük bir kesimi ise gönüllü gönülsüz evine hapsolanlar. Komşu keser bize de düşer babında her kapı çalındığında siyah poşetler içinde kurbanlık et bekleyenler. Veya bayram geleneğini yaşatmak adına evinde kalmayı yeğleyip her kapıyı açtığında Suriyeli çocuk sevindirenler.
Kurban Bayramımız kutlu olsun…
EvelAllah on binlerce yıllık insanlık tarihi kim ne derse desin Tanrı saydığına adak adamalarla yüklü. Yani milyonlarca yıllık kültürde Tanrı’ya kan akıtma ve kurban var. Kurban Hak Batıl fark etmez dinler tarihinde de var. Peygamberler tarihinde de var. Mekke’de, Vatikan’da, Kudüs’te de var. Türkiye’de, İstanbul’da, Esenler’de de var. Kesen de var kesmeyen de var, kesenden kesmeyenden Allah razı olsun.
Kıssaya hisseye, kıssadan hisseye hiç gerek yok artık bu bayramlar bize fazla veya biz bu bayramlara fazlayız demeye de. Ne yazık ki çivisi koptu her şeyin. Kaderine kuvvet tarzında vazgeçilemez bir bağımlılık yaratıyor alın yazıları. Ve bu nimetleri bol aldanışlar dini bayramları bile ele geçirdi ve bayramlar gelenekselliğini yitirdi. Örf ve adetler çini mürekkebiyle nakşedilmiyor zihinlere ama katıla katıla katı bir tutukluk yaşıyor beyinler. Sılayı rahim edebiyatı ile kurtarılmaya çalışılıyor dokuz günlük tatiller. Ancak açıktan açığa boyut değiştiriyor sılayı rahim ve göreni yok. Zaten gurbetçilik zor zanaat görmek istemeyenler de çok.
Ve her bayram öncesi tatili uzatanlar trafik canavarının yine erkenden yol kenarlarına tünediğini unutuyorlar. Her gün canavarın ağına düşenlerin rakam rakam güncellenmesine bayram gidiş ve dönüşlerinde sessiz suskun kalırlar. Ya da başka şeylerle avunmak ve oyalanmak böyle bir şeydir her halde. Fıtratımızda var nasıl olsa.
Bütün mesele dini derin uykulardan nemalanmak olduğundan maksatlı uykuya tutsaklık özendiriliyor ve geliştirilmiş alışkanlıklar başarıyla naklediliyor bayram sathına. Gelenek göreneklerden yola çıkılıp, dini zorunluluk yaratılmasına yani bu bayramlık zekâyadır Karşıyakalılığımız. Yine de;
Mübarek olsun Kurban Bayramımız…
Allah’tan, hadi canım ekonomik kriz bizim köye de, ilçeye de, ilimize de, ülkeye de uğramaz adam sendeciliğinin dışa vurumudur kurban bayramları ve öğretir, öğreticidir. Şeker yiyelim şeker tadında istenildiği gibi şekillenelim bayramcılığı değildir Kurban. Ekonomik sorun sorusunu hiç kafaya takmayanlar bile bayram münasebetiyle mal pazarına çıktıklarında gerçeklerle yüzleşiyor. Sanki insana itibar etmeyenlere hayvancıklar gösteriyor eğriyi doğruyu. Yüzleşiyor, görüyor ama hınzırlığına mıdır nedir her nedense bu dinci-kapitalist cendereden envai çeşit düşünceler varken, cazibeye tapınmadan nefsini körelterek kurtulmaya yeltenmiyor.
Bayram bayram ülkedeki ekonomik, sosyal ve siyasi yangını körüklemek değil derdimiz. Kapitalizmin batma aşamasına geldiği dünyada ve şu garip ülkede ticarette sınır yok ama üretmeden tüketmek unutkanlığınadır dik tavrımız. Ucundan köşesinden bayram bize de bayram. Ancak kavruluyor dünya, batıyor Ortadoğu, yanıyor ülke ama yeşil-mor banknot bolluğundan mıdır nedir harca gitsin sınırsız serbestliğedir sinirimiz.
Ve çok şey değişmeyeceğini bile bile bayramdan sonra bir ay içinde topluma bol kepçeden sunulmuş veya zorlanmış 1 Kasımda yapılacak metezori erken genel seçimedir tepkimiz.
“Yemin olsun ki, o gün size verilen her nimetten sorulacaksınız”.
Öncelikleri ivedilikle güncellenmesi gereken ülke de yaşıyoruz. Bayrama hazırlanıyoruz. Bayram seyran günlerinde tüm kırgınlık ve dargınlıklar usuldendir unutulur ama bu hassasiyet çok öncelerde kaldı. Yok, sona yakın mevcut dinci yapılanmada böyle güzellikler tırpanlanmış. Fani, Ezrail kapıyı çaldığında, ölümün sesi kulağa eriştiğinde, zamanın birden ne çabuk ve nasıl geçtiğini anlamadığı bir bilinçle ve aşırı heyecanla bayram seyran düşer yollara ya, hal bu hal.
Bayramlar, kurbandan kavurma lezzetinde muhteşem günler ve ılık geceler sunacakmışçasına tezgâhlanıyor. Ve uzadıkça uzayan problemler listesi sert veya yumuşak yollardan hafiyevari ipuçları kovalayarak dünyanın en itaatkâr toplumunun bireylerine unutturuluyor. Unutmayanlar ve unutturmayanlar ise tam şah damarından, can damarından yakalanıyor. Zihin ötesi dinsel ve tarihsel gerçeklere aldırmadan, bayramlaşanların yanı sıra, bu sahte zihin sofrasında aç kalanlar hangi bayramı nece kutlayacaklar acaba. Ailecek kurulu, kurumlu ve korkunçlu temaşayı, kuşkulu gözlerle izleriz, izleriz ve bayram eyleriz öyle mi? Maazallah…
Kutlu olsun Kurban Bayramımız…
Dini inanç geleneğine bağlı kalmak, körü körüne bağımlı olmak değil ki. Bu körleşmeyle şu güzel dinin mensupları akla hayale gelmeyecek neler yaşıyor neler yapıyor Allah aşkına. Her Allah’ın günü her su birikintisinde, her umuda yolculukta, her keskin virajda, her şaşkın kavşakta, her hain pusuda, her sis perdesi ardında keskin dişli canavar acısını iliklerimizde hissetmemiz gereken, yürek yakan nice nezir nice kurban alıyor.Kendi kendinin katili olmak gibi bir yapay dini motiflilik işletiliyor. Alışıyor, alıştırılıyor, alışıyoruz ve akıllanmıyoruz ne hikmetse.
İşte böyledir, kötüdür veya iyidir bir yana, kara düşlerin eşiğinde de olunsa her bayram, bayramlık hayata yeniden pozitif bakmak çaresizliktir. Olsun varsın, zamanla kaybolup gidecek suretlerle ayıp olmasın diye de olsa bayramlaşmak. Cellâdın ağına yakalandıkça, kurban değilmişçesine bayram sevinci yaşamak. En çılgın yolculukların er geç değişmez yolcusu olarak hayata sımsıkı tutunmak.
Her bayram biz yine belleğin sınırsızlığında yaşayan yitik kuşakları ararız ve anarız. Akla hizmettir bu ve akıl başkaldırınca bilen bilir veya bilmek istemezler çoktur ama acı gerçektir kâbuslar kılıç gibi keser. Bayram bayram yine o en zor saatlerle baş başa kaldığımızda bu kez ülke tökezliyor diye düşünürüz ama dillendirmeyiz bayramın hatırına. Ülke için, için için duacıyızdır Yaradana. Hoştur ayrıca; terli tozlu, derli toplu, gerçek dinli imanlı yaşamdan feyz alıp nazlı anıların ışığında iyice zorlaşan hayata direnmek ve ayışında bir yerlerde bir yere, o cümleyi sarf etmek;
Kurban Bayramımız mübarek olsun…
Bayramların kutsiyetine yarım ağız değinmek gerekir ama nafile. Şu sömürüldükçe sömürülen coğrafyada dini bayramlar nedir, özü ne anlatır, ne için vardır? İyice sorgulamak gerekir. Son yıllarda teori ve pratik üstüne yanılmalar ve yazılmalar bayramları iyice değiştirdi, çocukları da ve dahi memleketi de. Maalesef kişisel uyuşukluktan kıpırdanmaya, uyuklamaktan toplumsal uyanışa ve büyük aydınlanmaya hasret bu ayni din coğrafyasında tırtıldan kelebeğe dönüşen bir döngüde kaç kurban veriliyor yolda izde, Allah muhafaza.
Bayram olsun olmasın hayatın dolambaçlı yollarında bir acayip atışmadır, tartışmadır sürüp gider. Hangi tartışmalar edebiyat dışı seyreder ve hangi keyfe göredir, hangisi bayram neşesine keyfe keder dokunur iyi biliriz. Sınadıkça öğreniyor insan ve arayan Mevlasını da buluyor fenasını da. Yanlışlardan dönüldüğünde, tercihler de ısrarcılık bırakıldığında ise bayram neşesi arttıkça artıyor. Aksine Monoblok egemenliğinde devşirilen monolog, her gün her gün diyaloğun mırıltılarını, epeyce derinliği olan, temeli sağlam ve geçmişten gelen ne varsa yıkıveriyorsa, kim ne derse desin ‘bize her gün bayram’ demek düşer yalnızca.
Kurban Bayramımız mübarek olsun…
20 Eylül 2015 Pazar
SİYASETÇİ OLMAK…
SİYASETÇİ OLMAK…
Siyasetçi analizci olmalıdır. Amaçlara sağlıklı yönlenmek açısından en önemli kavramdır analizcilik…
Siyasette en bela sorunları basitleştirip çözen, projelendiren bir yapısallık ve bütünlük şarttır. Bu şart tahlillerin doğruluğu oranında gerçekleşir. Yani analizlerin gerçekleri yansıtıp yansıtmadığı çok önemlidir. Karmaşık her ne varsa anlaşılması için kurum önermek, eskiyen kurumların yerine ön çalışmasız yenisini koymak siyaset değildir. Önemli olan köhnediği ve çürüdüğü varsayılan kurum ve kuruluşların ciddi analizlerle son durumu ve değişim rahatlığını saptamaktır. Yani siyaset adamlığı analizlerle başlar.
Esasa dayanarak, detaylarda boğulmadan sorunları her yönüyle çözme işlerliğine kavuşmak, yeniden yapılandırma ve düzene koyma becerisi analizle olur. Siyaseti yaşam biçimi edinenler temel kurum ve kuralları sık sık değiştirmemeli ayrıca sıkı bir analize tabi tutmalıdır. Onun içinde yeterlilik ve bilgi birikimine sahiplik gerekir. Kızdım, sıkıldım, beğenmedim değişsin demek ise siyasetin örgüsüne ters ilmektir. Zaten kendisini yetiştirmemiş siyasilerin ufkunun da geniş olmadığı kısa sürede icraatlarından anlaşılır. Ondan sonrası kurtul kurtulabilirsen dönemidir ve çok uzun sürer.
Basiretli davranmak, geleceği görmek ve geleceği güzelleştirecek projeler ve değerlerle iç içe yaşamaktır siyaset. Ve siyasetçi analizciliğini de zamanla geliştirmelidir. Ufuk ötesini görmek, dağın ardına ulaşmak için sürekli fikir üretmek, fikri kabullendirmek siyasetin özetidir. O halde siyasetçi yaptığı analizlerin doğrultusunda sürekli yol ve yöntemler aramalıdır. Temel değeri var olanı devam ettirmek değil daima değiştirmek olmalıdır.
Geleceğe yön vermek, yeniden kurmak için sürekli risk almalıdır. Dikkat çekmelidir. Pozitif tavırla, inançlar ve kendi ideolojisi ile bütünleşip siyaseti günü kurtarmak için değil yarınlar için yapmalıdır. Siyasetçi özellikle doksan dokuz öncesi ve sonrasını iyice analize tabi tutmalıdır, devrialemi geciktirmemelidir..
Siyasi ayrıca asla düzenci değil aksine düzenli olmalıdır. Yüklendiği görevleri sonraya asla bırakmamalıdır. Siyaseti yaşamında öncelik sırasında en başa koyanlar başı sıkıştığında topu taca atmamalıdır. Üstesinden gelebileceği yeterli ve birikimli olduğu alanlarda görev talep etmelidir. Planlı olmayı teknolojinin gelişen ortamına uyduran siyasetçiler elbette analizlerin ışığında yol alırlar. Tersine rol çalarak, replik kaparak zor bir insan görüntüsüne de bürünemezler. Ulaşılmaz tavır içinde dolaşanlar analizciliğin alfabesinden sınıfta kalanlardır.
Siyasetçi düzenliliğini günden güne artıran bir portre çizdiğinde yerelde veya genelde aranılan konuma ulaşır. İşte tüm efor ve zaman planlaması bu aşamada çok önemlidir. Nereye kadar ve ne kadar var olacağını iyi analiz eden siyasetçi yapıcılığını öne çıkarır. Hislere kolay ulaşan bir anlayış ortaya koyması kolaylaşır.
İşin özü siyasetçi siyasette her an atak ve tetikte bir anlayışı özümseyebilmelidir. İleriye dönük amaçlara yönelik uzlaşıyı öngören değerlerle bütünleşemeyenler kısa sürede dökülür. Böylece uzun süre azim ve canlılık içinde de kalamazlar. Birikimli, donanımlı imajını yaymak da nafiledir bir yerden sonra. Sahiplenilen sorunlar küçük büyük ayırt etmeksizin analizlere tabi tutularak çözmeye yetkinleşilmelidir.
Evrensel normlarda davranan, temel ideoloji ve belirli programlar uyarınca davranan her siyasetçi tüm zorlukları aşar. İlkeleriyle geniş kapsamda bütünleşen siyasetçi ilkelliği de yener. Onurlu ve dürüst kalmaya beceren siyasetçiler işte bu kapsamda analitik zihne sahip olanlardır. Makam ne olursa olsun yönetmeye ve yönetirken insani değerleri yüceltmeye en ciddi aday işte bunlardır. Mutlak bir gün iktidar olmanın yolunu işte bu analizsever siyasetçiler süsleyecektir.
İktidara ulaşmak bir yana siyasette dürüst ve güvenilir olmak bunca güvensizlik içerisinde en güzelidir.
Siyasette aktif üye veya yönetici olunmasa da sadece pasif direnci yönlendirenlerden olmakta siyasettir ve bu kadarlık siyasi tavır bile içine düşülecek birçok yanlışı önler. Kurtarıcı demokrat gibi sunulan, davranışlardaki fark ve farklılık yaratıcı düşünceyi bir yere kadar geliştirir. Sonrası hüsrandır. Sadece analizlerle desteklenen her siyasi düşünce toplumu zedeleyen her konuda direnç gösterir. O halde siyasetçi ayan beyan görülenleri dahi iyice süzgeçten geçirmelidir. Erdemli siyasetçilerden sayılmanın güçleştiği son günlerde olursa ancak böyle olur, olmalıdır örneklemesine uyan bir profilde ısrarcı dayanmak şarttır.
Toplumun dimağına yerleştirilen olduğu kadar olsun, ondan bundan iyisi mi var düz mantıklılık çerçevesindeki tutum ve yaklaşımlarla gelinen nokta tarih içinde tam da analizlere tabi tutulması gereken bir kara noktadır. Siyasete güveni azaltan da işte bu moda modda siyaset yapmaktır. Yani bu çağda siyasette çok yer tutan ucuz siyasetçinin analizci olması gerekliliğini boş vermesi ve unutmasıdır.
Siyasetçi olmanın topluma dönük yüzünde en olumsuz görünen tavır ve eda ise zamanla altına imza atılamayacak imzalara hapsolmasıdır. En olmaz kararları meşrulaştırırken atılan imzaların siyaseti gayri meşrulaştırmasıdır. Siyasetin olmazsa olmazı ise analizlere hapsolmaktır.
Son tahlilde siyasetçi anaları ağlatmayan amaçlara hizmet ederek, analizler neticesinde birincil çıkan sorunun çaresi için cesaretle işe başlayandır.
Siyasetçi analizci olmalıdır. Amaçlara sağlıklı yönlenmek açısından en önemli kavramdır analizcilik…
Siyasette en bela sorunları basitleştirip çözen, projelendiren bir yapısallık ve bütünlük şarttır. Bu şart tahlillerin doğruluğu oranında gerçekleşir. Yani analizlerin gerçekleri yansıtıp yansıtmadığı çok önemlidir. Karmaşık her ne varsa anlaşılması için kurum önermek, eskiyen kurumların yerine ön çalışmasız yenisini koymak siyaset değildir. Önemli olan köhnediği ve çürüdüğü varsayılan kurum ve kuruluşların ciddi analizlerle son durumu ve değişim rahatlığını saptamaktır. Yani siyaset adamlığı analizlerle başlar.
Esasa dayanarak, detaylarda boğulmadan sorunları her yönüyle çözme işlerliğine kavuşmak, yeniden yapılandırma ve düzene koyma becerisi analizle olur. Siyaseti yaşam biçimi edinenler temel kurum ve kuralları sık sık değiştirmemeli ayrıca sıkı bir analize tabi tutmalıdır. Onun içinde yeterlilik ve bilgi birikimine sahiplik gerekir. Kızdım, sıkıldım, beğenmedim değişsin demek ise siyasetin örgüsüne ters ilmektir. Zaten kendisini yetiştirmemiş siyasilerin ufkunun da geniş olmadığı kısa sürede icraatlarından anlaşılır. Ondan sonrası kurtul kurtulabilirsen dönemidir ve çok uzun sürer.
Basiretli davranmak, geleceği görmek ve geleceği güzelleştirecek projeler ve değerlerle iç içe yaşamaktır siyaset. Ve siyasetçi analizciliğini de zamanla geliştirmelidir. Ufuk ötesini görmek, dağın ardına ulaşmak için sürekli fikir üretmek, fikri kabullendirmek siyasetin özetidir. O halde siyasetçi yaptığı analizlerin doğrultusunda sürekli yol ve yöntemler aramalıdır. Temel değeri var olanı devam ettirmek değil daima değiştirmek olmalıdır.
Geleceğe yön vermek, yeniden kurmak için sürekli risk almalıdır. Dikkat çekmelidir. Pozitif tavırla, inançlar ve kendi ideolojisi ile bütünleşip siyaseti günü kurtarmak için değil yarınlar için yapmalıdır. Siyasetçi özellikle doksan dokuz öncesi ve sonrasını iyice analize tabi tutmalıdır, devrialemi geciktirmemelidir..
Siyasi ayrıca asla düzenci değil aksine düzenli olmalıdır. Yüklendiği görevleri sonraya asla bırakmamalıdır. Siyaseti yaşamında öncelik sırasında en başa koyanlar başı sıkıştığında topu taca atmamalıdır. Üstesinden gelebileceği yeterli ve birikimli olduğu alanlarda görev talep etmelidir. Planlı olmayı teknolojinin gelişen ortamına uyduran siyasetçiler elbette analizlerin ışığında yol alırlar. Tersine rol çalarak, replik kaparak zor bir insan görüntüsüne de bürünemezler. Ulaşılmaz tavır içinde dolaşanlar analizciliğin alfabesinden sınıfta kalanlardır.
Siyasetçi düzenliliğini günden güne artıran bir portre çizdiğinde yerelde veya genelde aranılan konuma ulaşır. İşte tüm efor ve zaman planlaması bu aşamada çok önemlidir. Nereye kadar ve ne kadar var olacağını iyi analiz eden siyasetçi yapıcılığını öne çıkarır. Hislere kolay ulaşan bir anlayış ortaya koyması kolaylaşır.
İşin özü siyasetçi siyasette her an atak ve tetikte bir anlayışı özümseyebilmelidir. İleriye dönük amaçlara yönelik uzlaşıyı öngören değerlerle bütünleşemeyenler kısa sürede dökülür. Böylece uzun süre azim ve canlılık içinde de kalamazlar. Birikimli, donanımlı imajını yaymak da nafiledir bir yerden sonra. Sahiplenilen sorunlar küçük büyük ayırt etmeksizin analizlere tabi tutularak çözmeye yetkinleşilmelidir.
Evrensel normlarda davranan, temel ideoloji ve belirli programlar uyarınca davranan her siyasetçi tüm zorlukları aşar. İlkeleriyle geniş kapsamda bütünleşen siyasetçi ilkelliği de yener. Onurlu ve dürüst kalmaya beceren siyasetçiler işte bu kapsamda analitik zihne sahip olanlardır. Makam ne olursa olsun yönetmeye ve yönetirken insani değerleri yüceltmeye en ciddi aday işte bunlardır. Mutlak bir gün iktidar olmanın yolunu işte bu analizsever siyasetçiler süsleyecektir.
İktidara ulaşmak bir yana siyasette dürüst ve güvenilir olmak bunca güvensizlik içerisinde en güzelidir.
Siyasette aktif üye veya yönetici olunmasa da sadece pasif direnci yönlendirenlerden olmakta siyasettir ve bu kadarlık siyasi tavır bile içine düşülecek birçok yanlışı önler. Kurtarıcı demokrat gibi sunulan, davranışlardaki fark ve farklılık yaratıcı düşünceyi bir yere kadar geliştirir. Sonrası hüsrandır. Sadece analizlerle desteklenen her siyasi düşünce toplumu zedeleyen her konuda direnç gösterir. O halde siyasetçi ayan beyan görülenleri dahi iyice süzgeçten geçirmelidir. Erdemli siyasetçilerden sayılmanın güçleştiği son günlerde olursa ancak böyle olur, olmalıdır örneklemesine uyan bir profilde ısrarcı dayanmak şarttır.
Toplumun dimağına yerleştirilen olduğu kadar olsun, ondan bundan iyisi mi var düz mantıklılık çerçevesindeki tutum ve yaklaşımlarla gelinen nokta tarih içinde tam da analizlere tabi tutulması gereken bir kara noktadır. Siyasete güveni azaltan da işte bu moda modda siyaset yapmaktır. Yani bu çağda siyasette çok yer tutan ucuz siyasetçinin analizci olması gerekliliğini boş vermesi ve unutmasıdır.
Siyasetçi olmanın topluma dönük yüzünde en olumsuz görünen tavır ve eda ise zamanla altına imza atılamayacak imzalara hapsolmasıdır. En olmaz kararları meşrulaştırırken atılan imzaların siyaseti gayri meşrulaştırmasıdır. Siyasetin olmazsa olmazı ise analizlere hapsolmaktır.
Son tahlilde siyasetçi anaları ağlatmayan amaçlara hizmet ederek, analizler neticesinde birincil çıkan sorunun çaresi için cesaretle işe başlayandır.
19 Eylül 2015 Cumartesi
VARLAR YOKLAR BARIŞI…
VARLAR YOKLAR BARIŞI…
Yıllar öncesinden bu güne demokratik, siyasi, ekonomik ve sosyal çözüm önerileri kapsamında çok şey sayıldı, yazıldı, çizildi. Gizli açık, anlaşmalı anlaşmasız çözüm süreçleri yaşandı bitti, geldi geçti gitti. Ve maalesef mesele küçülecek yerde büyüdükçe büyüdü ve sil baştan en başa dönüldü yine.
Bitti barış temalı süreç ve bir bilinmeze doğru sürükleniyor ülke, doğudan batıya. Bu saatten sonra sorular cehennemi; kalıcı barış gelir mi? Kürt sorunu kökten çözülür mü? Dört bir yanda akan kan durdurulabilir mi? Ülkenin üniter yapısı zedelenmeden memleket tek parça kurtulur mu? Cumhuriyet devrilir mi? Maazallah yenisinde yurt esenliğe kavuşur mu? Sorgu sual arasında büyük sermayenin bölgesel toprak paylaştırma oyunlarını bekleyip göreceğiz.
Temelinde o var şu yok değerlendirmeleri ve iddiaları ile karşılıklı gerilen kardeşlik ekseni son aylarda eksilerde seyrediyor artık. Demokratik çözüm önerileri kapsamında yıllarca sadece konuşulduğunu savlayanlar ile yapıldı edildi şeklinde kitleleri tavlayanlar çıkmaza sürükledi koskoca memleketi. Siyasetçiye güven kazandıralım derken siyasetin iyice değer yitirmesine, ateşli olayların iyice alevlenmesine zemin hazırlandı ister istemez.
Sanki yıllardan beri arzulanan; anadilde yazılı basın, radyo televizyon kurulması, etnik medya planlaması, yerel ve ulusal medyadan eşit koşullarda faydalanma, anadilde eğitim yapacak okullar kurulması, özel okullara müfredat serbestliği, enstitü ve benzeri kurumlara yasal izin, yerel siyasetin yerel parlamentolarda iktidarı, ulusal parlamenterlerin etkinlik alanlarına özgürlük gibi temel değerler ve bu anayasal değerlerin sınırlı sınırsız kullanımı unutuldu. Veya her fırsatta vardı yoktu bahisleriyle unutturuldu.
Yine aynı taraflar ve çevrelerce siyasi çözüm önerileri bazında hayata geçen veya geçmeyen ne varsa hiç biri düzenlemelere tabi tutulmamış gibi gösterilerek halka biz yaptık, biz ettik de mesele halloldu bağlamında yazılı görsel angajmanı yapıldı. Bu yerli yersiz yaklaşımlarla her türden yeni talepler sıcak ve diri tutuldu. Hal böyle olunca açık gizli görüşmelerden halkoyu yerine öte beri belli merkezler daha çok bilgilendi ve ilgilendirildi.
Sıradanmış gibi, yerelden genele yerinden yönetim ve idari reformlar, yasa önünde eşitlik, ana dilde ifade hukukunun üstünlüğü ilkesine dayanan değişiklikler, her alanda fırsat eşitliğini düzenleyebilecek yapıcı yaptırımlar, dil kültür ve folklor alanında ciddi çalışmalar yapılmasını öncelemeler, kimlik açıklama rahatlaması, kimlik yüzünden sıkıntı çekilmesini önleyecek yaklaşımlar, incelemeler ve uygulamalar hiç yapılmamış, hiç başlanmamış biçiminde lanse edilince, sadece son on küsur yılda yapıldığına hükmeden bir kamuoyu yaratıldı.
Böylece gittiği yere kadar, sürdüğü zamana kadar yeter mantığıyla sıkışan halklar iki taraf arasında git gele zorlandı.
Bu medcezirde siyasi çözüm önerisi denildiğinde ilk akla gelen DGM’ler kaldırıldı belki ama yerine adı değişiği ikame edilince, TSK’nın asli görevi olan sınır korumaya yönelik duruşu sınır ötesine kayınca, basın ve medya sansüründe doz yükseltildikçe, MGK’nın sivil otoritenin üstünde erke sahip olması bir türlü kırılamayınca, siyasi görüşler özgürce açıklandığında Silivri modeli devreye girince, özgürce açıklanabilir ama görüşler serbestçe örgütlenemez denilince, köy koruculuğu hala tasfiye edilmeyince, çağdaş bir iç güvenlik sistemi kurulamayınca, ucundan kıyısından gayrı yasala düşmüşlerin affı geciktirildikçe, OHAL kalktı derken başka haller bastırdıkça, Çekiç güç kaldırılmayıp süreleri uzatıldıkça ve en önemlisi MİT sivilleştikçe başka işlerde sivrilince işler arap saçına döndü. Yetmezmiş gibi eski tas eski hamam çatışmalar bir anda güncelleniverdi, ortalık yangın yerine döndürüldü.
Tüm bunlar vardır yoktur, varsa da yoksa da zihniyete göre değişkendir ama on küsur yıldır onca yaptık ettik arasında ekonomik açıdan meseleye gerektiğince bakılmadığından tüm çözüm süreci mutat görüşmelerle sınırlı kaldı. Ve bu kısır döngü tarafları gerdi ve bekleyişler bir anda hezeyana dönüştürüldü.
Oysa ekonomik manada, köye dönüş projeleri hayata geçseydi, toprak ve tarım reformu yapılabilseydi, yatırım ve teşvik uygulamaları o yok sayılan bölgelere gereğince kaydırılabilseydi, mezralar ve meralar aklı selime açılsaydı, tarımda müstahsilin desteklenmesi fonlaştırılsaydı, besicilik ve hayvancılığın inşası önemsenseydi, kırsala üretkenliği yüksek iş projeleri aktarılabilseydi, bölgesel gelişmeye hız verilseydi, kalkınmayı hızlandıracak tipik yatırımlara yönelinseydi, esnaf ve zanaatkarlar korunsaydı, özel girişimi özendirici ve müteşebbisi kollayıcı garantiler verilebilseydi, yerel iktisadi tedbirler genel uygulamalara kurban edilmeseydi, sınır ticareti yaygınlığı yanlış dış politikalar ile bitirilmeseydi ve üretim, sürekli üretim, üretim ıslahı ve verimlilik planlaması devlet millet eliyle kotarılabilseydi bu çılgınlık boyutuna varan kaos yaşanır mıydı? Düşünmek gerek.
Vardı yoktu, yoktu vardı, yaptık ettik kısır döngüsü bir yana, Sosyal çözüm politikaları ve uygulanabilir toplumsal çözüm önerileri birbiri ardına sıralansaydı belki de bu gün savaşma barış demeye hiç gerek kalmazdı. Yıllarca topluma ters yansıyan siyasi, ekonomik, sosyal odaklı birçok nokta gözden kaçırılınca şu son günlerde hallederiz kolay denilen mesele talebin toprak, bayrak, hak seviyesine dayandığı noktaya geldi mi gelmedi mi? İrdelemek gerek.
Vardır yoktur, yoktu vardı tartışa tartışa gelinen son aşamada şimdiden sonra; eğitimde fırsat eşitliği, sağlıkta açığın giderilmesi, hastanelerden yeterince faydalanma, yeni sağlık hizmeti sisteminde öncelik, iş güvencesi, istihdam olanakları, mesleki eğitim, meslek kursları, tarih kültür ve doğa zenginliğini koruma, her alanda kurum ve kurumlaşma, sivil toplum örgütlülüğüne güvence, gençliğe sınırsız imkanlar sunma, spor ve sosyal imkanların artırılması, sosyal alanda tam eşitlik, yeni ve özgür bir statü ve tüm kazanımların korunması gibi çözüm çeşitlemeleri ileri sürülse ve devlet garantisi verilse de bu halkların kategorize edilmişliği önlenebilir mi? Araştırmak gerek.
Artık sonsuz bilinmezlikle baş başa malum mesele. Ve ortam gerildikçe gerildi. Son tahlilde on yıllardır dağarcıkta saklananlar, saklı kalanlar, biriktirilenler birden ortaya serildi ve kılıçlar çekildi. Sorunlar meselenin özüne uygun çözülmedikçe, içtenlikle halledilemeyenler çoğaldıkça, meselenin üzerine hep ayni metotla gidildikçe başka ne olacağı beklenmeliydi? Açıklamak gerek.
Geçici veya kalıcı barışa açılan tüm kapılar rey sandığına kilitlendiğinden, bu varlar yoklar çıkmazında özlenen barış da varla yok arası…
Yıllar öncesinden bu güne demokratik, siyasi, ekonomik ve sosyal çözüm önerileri kapsamında çok şey sayıldı, yazıldı, çizildi. Gizli açık, anlaşmalı anlaşmasız çözüm süreçleri yaşandı bitti, geldi geçti gitti. Ve maalesef mesele küçülecek yerde büyüdükçe büyüdü ve sil baştan en başa dönüldü yine.
Bitti barış temalı süreç ve bir bilinmeze doğru sürükleniyor ülke, doğudan batıya. Bu saatten sonra sorular cehennemi; kalıcı barış gelir mi? Kürt sorunu kökten çözülür mü? Dört bir yanda akan kan durdurulabilir mi? Ülkenin üniter yapısı zedelenmeden memleket tek parça kurtulur mu? Cumhuriyet devrilir mi? Maazallah yenisinde yurt esenliğe kavuşur mu? Sorgu sual arasında büyük sermayenin bölgesel toprak paylaştırma oyunlarını bekleyip göreceğiz.
Temelinde o var şu yok değerlendirmeleri ve iddiaları ile karşılıklı gerilen kardeşlik ekseni son aylarda eksilerde seyrediyor artık. Demokratik çözüm önerileri kapsamında yıllarca sadece konuşulduğunu savlayanlar ile yapıldı edildi şeklinde kitleleri tavlayanlar çıkmaza sürükledi koskoca memleketi. Siyasetçiye güven kazandıralım derken siyasetin iyice değer yitirmesine, ateşli olayların iyice alevlenmesine zemin hazırlandı ister istemez.
Sanki yıllardan beri arzulanan; anadilde yazılı basın, radyo televizyon kurulması, etnik medya planlaması, yerel ve ulusal medyadan eşit koşullarda faydalanma, anadilde eğitim yapacak okullar kurulması, özel okullara müfredat serbestliği, enstitü ve benzeri kurumlara yasal izin, yerel siyasetin yerel parlamentolarda iktidarı, ulusal parlamenterlerin etkinlik alanlarına özgürlük gibi temel değerler ve bu anayasal değerlerin sınırlı sınırsız kullanımı unutuldu. Veya her fırsatta vardı yoktu bahisleriyle unutturuldu.
Yine aynı taraflar ve çevrelerce siyasi çözüm önerileri bazında hayata geçen veya geçmeyen ne varsa hiç biri düzenlemelere tabi tutulmamış gibi gösterilerek halka biz yaptık, biz ettik de mesele halloldu bağlamında yazılı görsel angajmanı yapıldı. Bu yerli yersiz yaklaşımlarla her türden yeni talepler sıcak ve diri tutuldu. Hal böyle olunca açık gizli görüşmelerden halkoyu yerine öte beri belli merkezler daha çok bilgilendi ve ilgilendirildi.
Sıradanmış gibi, yerelden genele yerinden yönetim ve idari reformlar, yasa önünde eşitlik, ana dilde ifade hukukunun üstünlüğü ilkesine dayanan değişiklikler, her alanda fırsat eşitliğini düzenleyebilecek yapıcı yaptırımlar, dil kültür ve folklor alanında ciddi çalışmalar yapılmasını öncelemeler, kimlik açıklama rahatlaması, kimlik yüzünden sıkıntı çekilmesini önleyecek yaklaşımlar, incelemeler ve uygulamalar hiç yapılmamış, hiç başlanmamış biçiminde lanse edilince, sadece son on küsur yılda yapıldığına hükmeden bir kamuoyu yaratıldı.
Böylece gittiği yere kadar, sürdüğü zamana kadar yeter mantığıyla sıkışan halklar iki taraf arasında git gele zorlandı.
Bu medcezirde siyasi çözüm önerisi denildiğinde ilk akla gelen DGM’ler kaldırıldı belki ama yerine adı değişiği ikame edilince, TSK’nın asli görevi olan sınır korumaya yönelik duruşu sınır ötesine kayınca, basın ve medya sansüründe doz yükseltildikçe, MGK’nın sivil otoritenin üstünde erke sahip olması bir türlü kırılamayınca, siyasi görüşler özgürce açıklandığında Silivri modeli devreye girince, özgürce açıklanabilir ama görüşler serbestçe örgütlenemez denilince, köy koruculuğu hala tasfiye edilmeyince, çağdaş bir iç güvenlik sistemi kurulamayınca, ucundan kıyısından gayrı yasala düşmüşlerin affı geciktirildikçe, OHAL kalktı derken başka haller bastırdıkça, Çekiç güç kaldırılmayıp süreleri uzatıldıkça ve en önemlisi MİT sivilleştikçe başka işlerde sivrilince işler arap saçına döndü. Yetmezmiş gibi eski tas eski hamam çatışmalar bir anda güncelleniverdi, ortalık yangın yerine döndürüldü.
Tüm bunlar vardır yoktur, varsa da yoksa da zihniyete göre değişkendir ama on küsur yıldır onca yaptık ettik arasında ekonomik açıdan meseleye gerektiğince bakılmadığından tüm çözüm süreci mutat görüşmelerle sınırlı kaldı. Ve bu kısır döngü tarafları gerdi ve bekleyişler bir anda hezeyana dönüştürüldü.
Oysa ekonomik manada, köye dönüş projeleri hayata geçseydi, toprak ve tarım reformu yapılabilseydi, yatırım ve teşvik uygulamaları o yok sayılan bölgelere gereğince kaydırılabilseydi, mezralar ve meralar aklı selime açılsaydı, tarımda müstahsilin desteklenmesi fonlaştırılsaydı, besicilik ve hayvancılığın inşası önemsenseydi, kırsala üretkenliği yüksek iş projeleri aktarılabilseydi, bölgesel gelişmeye hız verilseydi, kalkınmayı hızlandıracak tipik yatırımlara yönelinseydi, esnaf ve zanaatkarlar korunsaydı, özel girişimi özendirici ve müteşebbisi kollayıcı garantiler verilebilseydi, yerel iktisadi tedbirler genel uygulamalara kurban edilmeseydi, sınır ticareti yaygınlığı yanlış dış politikalar ile bitirilmeseydi ve üretim, sürekli üretim, üretim ıslahı ve verimlilik planlaması devlet millet eliyle kotarılabilseydi bu çılgınlık boyutuna varan kaos yaşanır mıydı? Düşünmek gerek.
Vardı yoktu, yoktu vardı, yaptık ettik kısır döngüsü bir yana, Sosyal çözüm politikaları ve uygulanabilir toplumsal çözüm önerileri birbiri ardına sıralansaydı belki de bu gün savaşma barış demeye hiç gerek kalmazdı. Yıllarca topluma ters yansıyan siyasi, ekonomik, sosyal odaklı birçok nokta gözden kaçırılınca şu son günlerde hallederiz kolay denilen mesele talebin toprak, bayrak, hak seviyesine dayandığı noktaya geldi mi gelmedi mi? İrdelemek gerek.
Vardır yoktur, yoktu vardı tartışa tartışa gelinen son aşamada şimdiden sonra; eğitimde fırsat eşitliği, sağlıkta açığın giderilmesi, hastanelerden yeterince faydalanma, yeni sağlık hizmeti sisteminde öncelik, iş güvencesi, istihdam olanakları, mesleki eğitim, meslek kursları, tarih kültür ve doğa zenginliğini koruma, her alanda kurum ve kurumlaşma, sivil toplum örgütlülüğüne güvence, gençliğe sınırsız imkanlar sunma, spor ve sosyal imkanların artırılması, sosyal alanda tam eşitlik, yeni ve özgür bir statü ve tüm kazanımların korunması gibi çözüm çeşitlemeleri ileri sürülse ve devlet garantisi verilse de bu halkların kategorize edilmişliği önlenebilir mi? Araştırmak gerek.
Artık sonsuz bilinmezlikle baş başa malum mesele. Ve ortam gerildikçe gerildi. Son tahlilde on yıllardır dağarcıkta saklananlar, saklı kalanlar, biriktirilenler birden ortaya serildi ve kılıçlar çekildi. Sorunlar meselenin özüne uygun çözülmedikçe, içtenlikle halledilemeyenler çoğaldıkça, meselenin üzerine hep ayni metotla gidildikçe başka ne olacağı beklenmeliydi? Açıklamak gerek.
Geçici veya kalıcı barışa açılan tüm kapılar rey sandığına kilitlendiğinden, bu varlar yoklar çıkmazında özlenen barış da varla yok arası…
17 Eylül 2015 Perşembe
12 EYLÜL TRENİ, ELEŞTİRİSEL VE VAR YOK BARIŞI ÜÇLEMESİ...
12 EYLÜL TRENİ…
On yıllar geçse de kalplere nice feci kara delikler
açtı açar şu melun 12 Eylül. 12 Eylül Resmi faşizmi. Kimler binmedi ki ucundan
köşesinden 12 Eylül trenine. Unutulmuş sanılan ama hala yürekleri yanan,
yürekler yakan kimler de kimler. Kimler geldi kimler geçti ayni terane. Tarih
tekerrürden ibaret, yıllardan sonra tren ayni tren, trend ayni trend,
anlamasını ve görmesini bilene…
O uzun kara gecelerde faşizm güneş gibi kavurdu
evreni, evrenin evrene yaptığına insanlık onuru bile dayanamadı. O güzelim Eylülün
tüm bahar esintilerini oburca yuttu 12 Eylül. Eylül ismini kirletti. Kırık can
zerrecikleri dağılıverdi maviliklere.
Ücretli trenler şimdi bedavaya yolcular taşır
dinozorlar çağına. Geçmişin o simit gevreği günlerinde mısır patlağı saatlerde
sınıflara ayrılmış insanlık artık teneffüste. Kudretin simgeleştirdikleri her
neyse buluşur kirlenmiş havayla, temizlik eskidendi cinsinden. Eğer ağır
manzaralı yollarda yolculuklar koleksiyonlarda var ise, demiryolda işçi ve
yolcu olmak vurur azalan ücretleri, daralan yürekleri. Ve tren her on yıl
sonrası, on küsur yılda bir tıynetsizce raydan çıkar veya çıkarılır, işin
fıtratı gereği. Her fetret döneminde ak gardenyalar gölgesinde kara gardiyanlar
susuz dereler ve engebeli araziler boyunca alfabeyi silbaştan öğretir. Yamaçlardan
süzülen rüzgârların etkisiyle telgraf direkleri titrer, dijital mesajlar takibe
takılır. Ve donanımlı dağcılar, bağımlı bağcılar ücretli trenlerin yolunu
bekler boşu boşuna. Köprülü kavşaklarda yeni yetme yavşaklar ücreti peşin
alınmış hizmet babında makiniste ucu karanlık bir yol gösterir. Bir nevi ders
niteliğinde tünelin ucundaki ışığın kendi halesinde boğulmasıdır 12 Eylül.
Ve bir güneş çığlığıdır yayılan memlekete, duymak
gerek, bilmek gerek, anlamak gerek, işin özü 12 Eylülü yaşamış olmak gerek.
Kim ne derse desin kasa, kese heybe haybeyedir, bir
namazlık saltanattır koca ömür. Bıçak yere körlemesine düştüğünde kimi keser,
adressiz kör kurşun hangi cüsseyi deler hiç belli olmaz. Sözün kıssası bir
yakışıksız devrialemdir 12 Eylül. Ve balmumu kaplı yüzlerden taşan kırmızımsı
lekedir yiten yıllar. Yürek sarsan ve bir derinden etkileniştir şu
vurdumduymazlar dünyasında çocuk yaşta göndere çekilmek. Saman ve duman
kokusudur ıtırlı boş arazilere, altın başak kaplı tarlalara yayılan. Ve barut
patladığında beyaz kefen örtülü mükellef bir sofradır bir hiç uğruna ölüm. Ve
ömürde bir kez tadılır bir piç uğruna değil de bin hiç uğruna ölümler. Yani
asla bitmez 12 Eylül hikâyeleri. Tam bitti denildiğinde dişler bileylenir,
diller bereketlenir. Ve gemi her karaya oturduğunda kendini anımsatır kör
olasıca melun 12 Eylül. Yani barış yeryüzünde kıvrım kıvrım kıvrılarak
kaybolduğunda ayni faşist el güçlenir, güçlendirilir. Düğmeye basılır ve yni
beter kıyımlarla yüzleşilir yeniden.
Sanki her 12 Eylülde gökyüzünde bir izli fişek patlar
ve izmli bambaşka hayatlar o ziftli trene bindirilir ve şimşekli sağanaklara
sürülür.
Aynaların ve heykellerin üzerini toz kaplayan,
ciğerlere kurum bağlatan sığınaklarda süründürülmektir 12 Eylül. Ve 12 Eylüle
yakalanmış olmak kanı çekilmiş sokakların can damarlarında paniğin dolaşmasını
izlemektir korkmadan. Bu öyle bir korkusuzluktur ki her yenide yitip giden
nedir sorusunu aramaktır senelerce. Her şey bir yana geride kalan, uslarda iz
bırakan sinir ölümü, hücre kaybı ve tıp ayıbıdır sadece. Deniz karası boşlukta
ve kusurlu kuytularda yankılanan ise bir tutam gün ışığına hapsolmuşluktur,
denilir geçilir yiğitçe.
12 Eylül bol ayıplı, affı zor günahlı, çok kayıplı bir
maratondur. Tonlarca ağırlık basan gri çelikten prestir. Renkli renksiz kataloglardan
kopan ise bir yığın fırtınanın at koşturduğu bir acayip yenilgidir. Derin ve
gizemli bir çılgınlık ve sebepli sebepsiz bir büyülenişi resmi mühürle
edepsizce damgalamaktır 12 Eylül. Bezirganlarına hafiften pişmanlık bile
duyurtmayan neye olduğu belirsiz çok tanrılı bir tapınmadır.
Sessiz sitemsiz bir suskunluk taşır ölüm. Toplumsal
sessizlik ve ilgisizlik ise tuhaf bir fanilik barındırır bünyesinde. İşte
insanı kahreden tam burasıdır. Antika görüşler sergilenişinin dikalasıdır 12
Eylül ve mideler bulanır takvim yaprağı gongu vurduğunda. Tarih bile utanır ama
kullaşmaya ve putlaşmaya cesaretlenenler asla utanmazlar. Oysa kırk değil
seksen kere tövbe gerektirir büyük kabahat.
Ve 12 Eylül her şeye kolayca sahip olmanın, topluma
açık her fırsattan paylanmanın dönüm noktası ve tüm beytül mala bedelsiz
erişimdir.
12 Eylül huzurlu huzursuz bir kara sessizlik içine
süzülmenin, korkunç bir alınyazısına hakkınca direnemeyişin egemen güçlerce topluma
ezberlettirilmiş ilk versiyonudur. Kara duvarlarda nefessiz gölgeler bir bir
dökülürken, yüreklerden sökülen canlara bir dost selamı veremeyiştir 12 Eylül,
Allah’ın selamını dahi.
İlahi bir sevgidir içten içe duyulan ve son dakika
ortaya dökülen yasaklı ağlamalar. Tehditkâr bir korku, pespaye bir ortama
paçasından tutunduğundan bir daha bacalar tütmez eskisince özgür. Tutuşur
gönüller ve tutuklanır akıllardaki son ışıklar da. Son ışıkların da canavarca yutulmasıyla
koca memleket kül rengine döner ve küllenir tüm gerçeklikler. Sonradan tık
nefes ihtiyarların hastalıklı bedenlerine sığınır zebani kılıklı cellatlar ve
acıklı bir hikayenin acınılası yaratıklarına dönüşür tüm ihtişam.
Oysa en acıklı hikâye demiri eriten yangından kendini
zar zor kurtaranların tarihi kürenin dört bir tarafına savruluşudur.
Ve bir daha 12 Eylül gibisi görülmesin diye yalvarır
yakarır etinden et koparılmış analar. Yalandır her şey nafiledir hayat, yine en
faşist darbelere yakalanır ana yüreği. Ömür onlar için bir yudumluk ama en
tatlı içecektir. Ömür boyu bir daha içilemeyecek olanı ise melun 12 Eylüldür.
Şu garip günlerde temelleri sağlam atılmamış tarzından
cesaretlenen sanki egemenlerce savaşa dönüşmesi istenen ve planlanan bir kara
yazgı dolaşıyor memlekette. Kara bir duman halkasına hapsediliyor tüm
iyimserlik ve makul düşünceler. kervan böyle giderse, devir değişmez devran
dönmez ise güller açar her kör pencerenin paslı demirlerinde.
Her 12 Eylülde, 12 Eylül treni ayni trend düzülür
yola, demirden korkmayan yolcularını toplar…
ELEŞTİRİSEL KORSANLIK
YALANLARI…
Beyazı çamura bulanmış bir martı kendisine atılan
susamlı simit parçacıklarına süzülür. Deniz dalga dalga sırtını döndüğünde ise
bir çırpıda yutar lokmaları. Martının her kanat çırpışı anlamasını bilene
hayat, anlayana şu garip dünyaya bedava armağandır…
Şehir hatları vapurunda, vapurun dümeninde
kaptanlaşmışlarsa da elden, yelden ve eleştiriden ürkenler, ahenkle utanmayı
dahi beceremeyenler elbette boğazın ayazındaki bu sahneyi yıllar geçse de hiç içselleştiremezler.
“ Basit kimseler en ufak eleştiriyle çıldırır.
Akıllılar ise kendini eleştiren, kendisiyle tartışanların düşünce ve
fikirlerinden nüansları kapar ve ileride onlardan yararlanmaya çalışır…”
Ancak sözde düzen kobra gücüyle hep bertilme ve
kertilme üzerine kurulmuş ise düzenlilik, düzencilik, başarı ölçüsü ve başarmak
içgüdüsü madensel tınılı bir olaydır. Bu maddesel süreçte muazzam sıkıntılar içinde
kalmak, durmak ve durulmak iyice zorlaşır. Zor oyunu bozar ve rağbet edilen her
ne ise gün ışığına çıkar. O andan itibaren işler türdeşlik ve türemişlik
üzerinde işler. Gerçekler ise hep yalan olur.
Aslında ihya etmek demek husumet kökünden türeyen kırgınlık
ve dargınlıkları da gövdesinde barındıran bir dünyalık nimetidir. İnanmayanlar
açar bakar, bin bir zahmet aklının içine koyar. Haklı olmayanı, haktan yana
olmayanı, hakka inanmayanı, dilenmektense hakkınca dillenmeyeni doğadan semaya
her şey çarpar, taş yapar. Taş toprak olunacağı biline biline afra tafra
satmak, dinlenmeden dinlemek, ilimlenmeden ilenmek, sıkılmadan uhrevi
varsayılan sahte kontratlara sığınmak beyazı çamura bulanmış bir martıdan
alınacak hayat dersini alenen almamışlıktır. Âlemin bekası uğruna deyip durup
alameti kıyamet olacak, olmayacak işlere girişmek ise zamanla
değersizleşiverecek bir alâmetifarikadır. Nazar ve nazari fukaralık pratiğidir.
Fabrikasyon ayarlarıyla resmen oynamaktır.
İsmi nişanı bir yana koyup benzerlerine benzemek ve ezberden
benzetmek yerine mevcut kudreti tasarruflu kullanmaktır muhteşemlik. Mukaddes
tecellileri ecelle kıyaslamak ve çemberden sıyrılacağını sanmak ise muntazamlığın
hikmetini unutmaktır. Bıçak kemiğe dayandığında, sıyrık kangrene çevirdiğinde sesler
birbirine karışır ve sis derinleşir. Kargaşada artılar eksiler bir yana
koyulmayınca da ses önden gider, görüntüler sis perdesinde dağılır. Süs ve sus
bağlamında gece yarılarından öteye yıkım başlar. İşte o vakit süslümanlıkda pek
işe yaramaz, ekmek Mushaf çarpsın ki hiç işe yaramaz.
Zaten gönüllerdeki nefret korsanlaşınca en ufak
eleştirilere bile yürek dayanmaz, akıl direnemez. Çünkü güneş beyne sıçramıştır
bir kere. Binlerce yıllık sızlanmaların neler sağalttığı görüldüğünde, neler
solarttığı anlaşıldığında tüm basitlikler ortaya devrilir. İşte o devriliş ve
devşirilişte en küçük eleştiriden bile nem kapılır. Bunalımlı akıllar akıllarınca
tüm savsaklıkların bir türlü ayırtına varılamayacağına inanırlar ve ayrıntıda
gizlenirler. Akılcılarla gizleyiciler kolay görünen bir oyunun tarafları
olduğunda ise açılan kalın kapılar ince detaylar üzerine tekrar kilitlenir.
Kült odur, kültür yoktur ama yinede bodur
çiçekliklerden allı yeşilli kelebekler kanatlanır ve ömürden sayılan güneşli
sıcak bir gün bile yeter onlara. Bodur çalılıklarda ise gün ve yön değiştiğinden
kobralar deri değiştirir. Derişim başlayınca da akıllar karışır, zihinler
gıdıklanır seçici seçkinci kadife düşler amerikanlaşır. Evrenselliğe isli yağlambası
alevinde bile zehir zemberek yaklaşılır, ışığa ve tüm kendiliğinden onarılmış
yüreklere pranga vurulur.
Denize kafa üstü çakılmak gibidir her küçük manidar
eleştiriyle bile kaygılanıp hayıflanıp, delikanlı içtenliğinden anında
sıyrılıvermek. Tüm insancıl yatıştırmalar zemin kayganlaştırıldığından negatif
etki verir ve tüm yakışıklılar gecenin sef kullarına dönüşür. Karanlığın eli
yüzlerin genişliğinde ve aldırmazlığında dar çaplı anlamları çoğaltır. Ve bu
çağdışı anlamsız darlaşmadan çok uzaklardan gelecek bir aklı başında
terennümleri doğar. Alışmışlıktır asıl başa bela olan, bekleyicilik değil.
Yinede Tanrı’nın yakalardan tutacak pençeler de
yarattığı ucu bucağı bilinmez derinlikte en doğru gerçektir.
Acemi kaptan bir kez rotayı yanlış anlayınca veya şaşırınca
şehir hatları yalı boyuna vurur kendini ve karaya oturur. Mahşerin gözü kara
dört çekerli atlıları nerede hareket orada milli rezalet bazında bazı
oratoryoları ortalığa serer. Ortalık gerilir ve sahneler yıkılır. Asık basık
yüzlerden hala o anlaşılmaz sahte ciddiyet ve kendilerine haklılık payı çıkarma
durumu yansır. O halsizlikte en küçük eleştirilerden ve makul tepkilerden malum
seyrialem seyirlikler çıkarmak birilerine baş vazife, baştankara mazeret olur.
Bu çıkarsamalar ve basitleşme adabı hangi kimliksiz kişiliğin veya bastırılmış
kimliğin dışa vurumudur bilimcileri bile yanıltır. Bu yanılgılar cennetinde uslanmadan
araştırmasız soruşturmasız aslında olduğu gibi duran ve göründüğü gibi olmayan
yalancı heybete yürünür. Kara güneş gözlüklerinden ve karagözlülerden hala ve
hala medet umulur, umursamazlık baş tacı edilir.
Mademki kaptan bir kez rotadan çıkmıştır artık iflah
olmaz başlığı altında toplamalar ve çıkarmalar neden ise pek yapılmaz.
Eleştirel bakış açısıyla derlenen tüm değerlemeler korsanlık sayılır ve tez
elden bir kalemde yalanlanır. Oysa birilerine hiçbir şey ifade etmese de Beyazı
çamura bulanmış martı ile deniz kardeştir. Havaya atılan susamlı simit
lokmalarında ise nice kanat çırpışları ve zoraki çırpınışlar saklıdır. Bu
mecazi duruma da hor bakılınca ve şehir hatları da denizi yok sayınca kaptan
köşkünden, köşklü kaptan sevdalılarına hatıra tek satır kalır.
Basit kimseler en ufak bir eleştiriye çıldırır…
Çılgınlık büyür… Ve çıldırtır…
VARLAR YOKLAR BARIŞI…
Yıllar öncesinden bu güne demokratik, siyasi, ekonomik
ve sosyal çözüm önerileri kapsamında çok şey sayıldı, yazıldı, çizildi. Gizli
açık anlaşmalı, anlaşmasız çözüm süreçleri yaşandı, geçti gitti. Ve maalesef
mesele küçülecek yerde büyüdükçe büyüdü ve sil baştan en başa dönüldü yine.
Bitti süreç, bir bilinmeze doğru sürükleniyor ülke
doğudan batıya. Bu saatten sonra kalıcı barış gelir mi? Kürt sorunu kökten çözülür
mü? Dört bir yanda akan kan durdurulabilir mi? Ülkenin üniter yapısı
zedelenmeden memleket tek parça kurtulur mu? Cumhuriyet devrilir mi? Maazallah
yenisinde yurt esenliğe kavuşur mu? Büyük sermayenin toprak paylaştırma
oyunlarını bekleyip göreceğiz.
Temelinde o var şu yok değerlendirmeleri ile
karşılıklı gerilen kardeşlik ekseni son aylarda eksilerde seyrediyor artık.
Demokratik çözüm önerileri kapsamında yıllarca sadece konuşulduğunu savlayanlar
ile yapıldı edildi şeklinde kitleleri tavlayanlar çıkmaza sürükledi koskoca memleketi.
Siyasete güven kazandıralım derken iyice değer yitirmesine, ateşli olayların
iyice alevlenmesine zemin hazırlandı ister istemez sanki.
Hal böyle olunca yıllardan beri arzulanan; anadilde
yazılı basın, radyo televizyon kurulması, etnik medya planlaması, yerel ve
ulusal medyadan eşit koşullarda faydalanma, anadilde eğitim yapacak okullar
kurulması, özel okullara müfredat serbestliği, enstitü ve benzeri kurumlara
yasal izin, yerel siyasetin yerel parlamentolarda iktidarı, ulusal
parlamenterlerin etkinlik alanlarına özgürlük gibi temel değerler ve bu anayasal
değerlerin sınırlı sınırsız kullanımı unutuldu, vardı yoktu bahisleriyle de unutturuldu.
Yine aynı taraflar ve çevrelerce siyasi çözüm
önerileri bazında hayata geçen veya geçmeyen ne varsa hiç biri düzenlemelere
tabi tutulmamış gibi gösterilerek biz yaptık, biz ettik de mesele halloldu
bağlamında halklara angajmanı yapıldı. Bu yersiz yaklaşımlarla her türden yeni talepler
sıcak ve diri tutuldu. Hal böyle olunca açık gizli görüşmelerden halkoyu yerine
öte beri belli merkezler daha çok bilgilendi ve ilgilendirildi.
Yerelden genele yerinden yönetim ve idari reformlar,
yasa önünde eşitlik, ana dilde ifade hukukunun üstünlüğü ilkesine dayanan değişiklikler,
her alanda fırsat eşitliğini düzenleyebilecek yapıcı yaptırımlar, dil kültür ve
folklor alanında ciddi çalışmalar yapılmasını öncelemeler, kimlik açıklama
rahatlaması, kimlik yüzünden sıkıntı çekilmesini önleyecek yaklaşımlar, incelemeler
ve uygulamalar hiç yapılmamış, hiç başlanmamış biçiminde lanse edilince, sadece
son on küsur yılda yapıldığına hükmeden bir kamuoyu yaratıldı. Böylece gittiği
yere kadar, sürdüğü zamana kadar yeter mantığıyla sıkışan halklar iki taraf
arasında git gele zorlandı.
Bu medcezirde siyasi çözüm önerisi denildiğinde ilk
akla gelen DGM’ler kaldırıldı belki ama yerine adı değişiği ikame edilince, TSK’nın
asli görevi olan sınır korumaya yönelik duruşu sınır ötesine kayınca, basın ve
medya sansüründe doz yükseltildikçe, MGK’nın sivil otoritenin üstünde erke
sahip olması bir türlü kırılamayınca, siyasi görüşler özgürce açıklandığında
Silivri modeli devreye girince, özgürce açıklanabilir ama görüşler serbestçe
örgütlenemez denilince, köy koruculuğu hala tasfiye edilmeyince, çağdaş bir iç
güvenlik sistemi kurulamayınca, ucundan kıyısından gayrı yasala düşmüşlerin
affı geciktirildikçe, OHAL kalktı derken başka haller bastırdıkça, çekiç güç
kaldırılmayıp süreleri uzatıldıkça ve en önemlisi MİT sivilleştikçe başka
işlerde sivrilince, bunlar yetmezmiş gibi eski tas eski hamam çatışmalar bir
anda güncelleniverdi, ortalık yangın yerine döndürüldü.
Tüm bunlar vardır yoktur zihniyete göre değişkendir ama
on küsur yıldır onca yaptık ettik arasında ekonomik açıdan meseleye gerektiğince
bakılmadığından tüm çözüm süreci mutad görüşmelerle sınırlı kaldı. Ve bu kısır döngü
tarafları gerdi ve bekleyişler bir anda hezeyana dönüştürüldü.
Oysa ekonomik manada, köye dönüş projeleri hayata
geçseydi, toprak ve tarım reformu yapılabilseydi, yatırım ve teşvik
uygulamaları o yok sayılan bölgelere gereğince kaydırılabilseydi, mezralar ve
meralar aklı selime açılsaydı, tarımda müstahsilin desteklenmesi
fonlaştırılsaydı, besicilik ve hayvancılığın inşası önemsenseydi, kırsala
üretkenliği yüksek iş projeleri aktarılabilseydi, bölgesel gelişmeye hız
verilseydi, kalkınmayı hızlandıracak tipik yatırımlara yönelinseydi, esnaf ve
zanaatkarlar korunsaydı, özel girişimi özendirici ve müteşebbisi kollayıcı
garantiler verilebilseydi, yerel iktisadi tedbirler genel uygulamalara kurban
edilmeseydi, sınır ticareti yaygınlığı yanlış dış politikalar ile
bitirilmeseydi ve üretim, sürekli üretim, üretim ıslahı ve verimlilik
planlaması devlet millet eliyle kotarılabilseydi bu çılgınlık boyutuna varan
kaos yaşanır mıydı? Düşünmek gerek.
Vardı yoktu, yaptık ettik kısır döngüsü bir yana,
Sosyal çözüm politikaları ve uygulanabilir toplumsal çözüm önerileri birbiri
ardına sıralansaydı belki de bu gün savaşma barış demeye hiç gerek kalmazdı. Yıllarca
topluma ters yansıyan siyasi, ekonomik, sosyal odaklı birçok nokta gözden kaçırılınca
şu son günlerde hallederiz kolay denilen mesele talebin toprak, bayrak, hak
seviyesine dayandığı noktaya geldi mi gelmedi mi? İrdelemek gerek.
Vardır yoktur tartışa tartışa gelinen son aşamada,
şimdiden sonra, eğitimde fırsat eşitliği, sağlıkta açığın giderilmesi,
hastanelerden yeterince faydalanma, yeni sağlık hizmeti sisteminde öncelik, iş
güvencesi, istihdam olanakları, mesleki eğitim, meslek kursları, tarih kültür
ve doğa zenginliğini koruma, her alanda kurum ve kurumlaşma, sivil toplum
örgütlülüğüne güvence, gençliğe sınırsız imkanlar sunma, spor ve sosyal imkanların
artırılması, sosyal alanda tam eşitlik, yeni ve özgür bir statü ve tüm
kazanımların korunması gibi çözüm çeşitlemeleri ileri sürülse ve devlet garantisi
verilse de bu halkların kategorize edilmişliği önlenebilir mi? Bilinmez.
Artık sonsuz bilinmezlikle baş başa mesele ve ortam
gerildikçe gerildi. Son tahlilde on yıllardır dağarcıkta saklananlar, saklı
kalanlar, biriktirilenler birden ortaya serildi ve kılıçlar çekildi. Meselenin
özüne uygun içtenlikle halledilemeyenler çoğaldıkça, meselenin üzerine hep ayni
metotla gidildikçe başka ne olacağı beklenmeliydi açıklamak gerek.
Geçici veya kalıcı barışa açılan tüm kapılar rey
sandığına kilitlendikçe, bu varlar yoklar çıkmazında özlenen barış da varla yok
arası…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)