12 EYLÜL TRENİ…
On yıllar geçse de kalplere nice feci kara delikler
açtı açar şu melun 12 Eylül. 12 Eylül Resmi faşizmi. Kimler binmedi ki ucundan
köşesinden 12 Eylül trenine. Unutulmuş sanılan ama hala yürekleri yanan,
yürekler yakan kimler de kimler. Kimler geldi kimler geçti ayni terane. Tarih
tekerrürden ibaret, yıllardan sonra tren ayni tren, trend ayni trend,
anlamasını ve görmesini bilene…
O uzun kara gecelerde faşizm güneş gibi kavurdu
evreni, evrenin evrene yaptığına insanlık onuru bile dayanamadı. O güzelim Eylülün
tüm bahar esintilerini oburca yuttu 12 Eylül. Eylül ismini kirletti. Kırık can
zerrecikleri dağılıverdi maviliklere.
Ücretli trenler şimdi bedavaya yolcular taşır
dinozorlar çağına. Geçmişin o simit gevreği günlerinde mısır patlağı saatlerde
sınıflara ayrılmış insanlık artık teneffüste. Kudretin simgeleştirdikleri her
neyse buluşur kirlenmiş havayla, temizlik eskidendi cinsinden. Eğer ağır
manzaralı yollarda yolculuklar koleksiyonlarda var ise, demiryolda işçi ve
yolcu olmak vurur azalan ücretleri, daralan yürekleri. Ve tren her on yıl
sonrası, on küsur yılda bir tıynetsizce raydan çıkar veya çıkarılır, işin
fıtratı gereği. Her fetret döneminde ak gardenyalar gölgesinde kara gardiyanlar
susuz dereler ve engebeli araziler boyunca alfabeyi silbaştan öğretir. Yamaçlardan
süzülen rüzgârların etkisiyle telgraf direkleri titrer, dijital mesajlar takibe
takılır. Ve donanımlı dağcılar, bağımlı bağcılar ücretli trenlerin yolunu
bekler boşu boşuna. Köprülü kavşaklarda yeni yetme yavşaklar ücreti peşin
alınmış hizmet babında makiniste ucu karanlık bir yol gösterir. Bir nevi ders
niteliğinde tünelin ucundaki ışığın kendi halesinde boğulmasıdır 12 Eylül.
Ve bir güneş çığlığıdır yayılan memlekete, duymak
gerek, bilmek gerek, anlamak gerek, işin özü 12 Eylülü yaşamış olmak gerek.
Kim ne derse desin kasa, kese heybe haybeyedir, bir
namazlık saltanattır koca ömür. Bıçak yere körlemesine düştüğünde kimi keser,
adressiz kör kurşun hangi cüsseyi deler hiç belli olmaz. Sözün kıssası bir
yakışıksız devrialemdir 12 Eylül. Ve balmumu kaplı yüzlerden taşan kırmızımsı
lekedir yiten yıllar. Yürek sarsan ve bir derinden etkileniştir şu
vurdumduymazlar dünyasında çocuk yaşta göndere çekilmek. Saman ve duman
kokusudur ıtırlı boş arazilere, altın başak kaplı tarlalara yayılan. Ve barut
patladığında beyaz kefen örtülü mükellef bir sofradır bir hiç uğruna ölüm. Ve
ömürde bir kez tadılır bir piç uğruna değil de bin hiç uğruna ölümler. Yani
asla bitmez 12 Eylül hikâyeleri. Tam bitti denildiğinde dişler bileylenir,
diller bereketlenir. Ve gemi her karaya oturduğunda kendini anımsatır kör
olasıca melun 12 Eylül. Yani barış yeryüzünde kıvrım kıvrım kıvrılarak
kaybolduğunda ayni faşist el güçlenir, güçlendirilir. Düğmeye basılır ve yni
beter kıyımlarla yüzleşilir yeniden.
Sanki her 12 Eylülde gökyüzünde bir izli fişek patlar
ve izmli bambaşka hayatlar o ziftli trene bindirilir ve şimşekli sağanaklara
sürülür.
Aynaların ve heykellerin üzerini toz kaplayan,
ciğerlere kurum bağlatan sığınaklarda süründürülmektir 12 Eylül. Ve 12 Eylüle
yakalanmış olmak kanı çekilmiş sokakların can damarlarında paniğin dolaşmasını
izlemektir korkmadan. Bu öyle bir korkusuzluktur ki her yenide yitip giden
nedir sorusunu aramaktır senelerce. Her şey bir yana geride kalan, uslarda iz
bırakan sinir ölümü, hücre kaybı ve tıp ayıbıdır sadece. Deniz karası boşlukta
ve kusurlu kuytularda yankılanan ise bir tutam gün ışığına hapsolmuşluktur,
denilir geçilir yiğitçe.
12 Eylül bol ayıplı, affı zor günahlı, çok kayıplı bir
maratondur. Tonlarca ağırlık basan gri çelikten prestir. Renkli renksiz kataloglardan
kopan ise bir yığın fırtınanın at koşturduğu bir acayip yenilgidir. Derin ve
gizemli bir çılgınlık ve sebepli sebepsiz bir büyülenişi resmi mühürle
edepsizce damgalamaktır 12 Eylül. Bezirganlarına hafiften pişmanlık bile
duyurtmayan neye olduğu belirsiz çok tanrılı bir tapınmadır.
Sessiz sitemsiz bir suskunluk taşır ölüm. Toplumsal
sessizlik ve ilgisizlik ise tuhaf bir fanilik barındırır bünyesinde. İşte
insanı kahreden tam burasıdır. Antika görüşler sergilenişinin dikalasıdır 12
Eylül ve mideler bulanır takvim yaprağı gongu vurduğunda. Tarih bile utanır ama
kullaşmaya ve putlaşmaya cesaretlenenler asla utanmazlar. Oysa kırk değil
seksen kere tövbe gerektirir büyük kabahat.
Ve 12 Eylül her şeye kolayca sahip olmanın, topluma
açık her fırsattan paylanmanın dönüm noktası ve tüm beytül mala bedelsiz
erişimdir.
12 Eylül huzurlu huzursuz bir kara sessizlik içine
süzülmenin, korkunç bir alınyazısına hakkınca direnemeyişin egemen güçlerce topluma
ezberlettirilmiş ilk versiyonudur. Kara duvarlarda nefessiz gölgeler bir bir
dökülürken, yüreklerden sökülen canlara bir dost selamı veremeyiştir 12 Eylül,
Allah’ın selamını dahi.
İlahi bir sevgidir içten içe duyulan ve son dakika
ortaya dökülen yasaklı ağlamalar. Tehditkâr bir korku, pespaye bir ortama
paçasından tutunduğundan bir daha bacalar tütmez eskisince özgür. Tutuşur
gönüller ve tutuklanır akıllardaki son ışıklar da. Son ışıkların da canavarca yutulmasıyla
koca memleket kül rengine döner ve küllenir tüm gerçeklikler. Sonradan tık
nefes ihtiyarların hastalıklı bedenlerine sığınır zebani kılıklı cellatlar ve
acıklı bir hikayenin acınılası yaratıklarına dönüşür tüm ihtişam.
Oysa en acıklı hikâye demiri eriten yangından kendini
zar zor kurtaranların tarihi kürenin dört bir tarafına savruluşudur.
Ve bir daha 12 Eylül gibisi görülmesin diye yalvarır
yakarır etinden et koparılmış analar. Yalandır her şey nafiledir hayat, yine en
faşist darbelere yakalanır ana yüreği. Ömür onlar için bir yudumluk ama en
tatlı içecektir. Ömür boyu bir daha içilemeyecek olanı ise melun 12 Eylüldür.
Şu garip günlerde temelleri sağlam atılmamış tarzından
cesaretlenen sanki egemenlerce savaşa dönüşmesi istenen ve planlanan bir kara
yazgı dolaşıyor memlekette. Kara bir duman halkasına hapsediliyor tüm
iyimserlik ve makul düşünceler. kervan böyle giderse, devir değişmez devran
dönmez ise güller açar her kör pencerenin paslı demirlerinde.
Her 12 Eylülde, 12 Eylül treni ayni trend düzülür
yola, demirden korkmayan yolcularını toplar…
ELEŞTİRİSEL KORSANLIK
YALANLARI…
Beyazı çamura bulanmış bir martı kendisine atılan
susamlı simit parçacıklarına süzülür. Deniz dalga dalga sırtını döndüğünde ise
bir çırpıda yutar lokmaları. Martının her kanat çırpışı anlamasını bilene
hayat, anlayana şu garip dünyaya bedava armağandır…
Şehir hatları vapurunda, vapurun dümeninde
kaptanlaşmışlarsa da elden, yelden ve eleştiriden ürkenler, ahenkle utanmayı
dahi beceremeyenler elbette boğazın ayazındaki bu sahneyi yıllar geçse de hiç içselleştiremezler.
“ Basit kimseler en ufak eleştiriyle çıldırır.
Akıllılar ise kendini eleştiren, kendisiyle tartışanların düşünce ve
fikirlerinden nüansları kapar ve ileride onlardan yararlanmaya çalışır…”
Ancak sözde düzen kobra gücüyle hep bertilme ve
kertilme üzerine kurulmuş ise düzenlilik, düzencilik, başarı ölçüsü ve başarmak
içgüdüsü madensel tınılı bir olaydır. Bu maddesel süreçte muazzam sıkıntılar içinde
kalmak, durmak ve durulmak iyice zorlaşır. Zor oyunu bozar ve rağbet edilen her
ne ise gün ışığına çıkar. O andan itibaren işler türdeşlik ve türemişlik
üzerinde işler. Gerçekler ise hep yalan olur.
Aslında ihya etmek demek husumet kökünden türeyen kırgınlık
ve dargınlıkları da gövdesinde barındıran bir dünyalık nimetidir. İnanmayanlar
açar bakar, bin bir zahmet aklının içine koyar. Haklı olmayanı, haktan yana
olmayanı, hakka inanmayanı, dilenmektense hakkınca dillenmeyeni doğadan semaya
her şey çarpar, taş yapar. Taş toprak olunacağı biline biline afra tafra
satmak, dinlenmeden dinlemek, ilimlenmeden ilenmek, sıkılmadan uhrevi
varsayılan sahte kontratlara sığınmak beyazı çamura bulanmış bir martıdan
alınacak hayat dersini alenen almamışlıktır. Âlemin bekası uğruna deyip durup
alameti kıyamet olacak, olmayacak işlere girişmek ise zamanla
değersizleşiverecek bir alâmetifarikadır. Nazar ve nazari fukaralık pratiğidir.
Fabrikasyon ayarlarıyla resmen oynamaktır.
İsmi nişanı bir yana koyup benzerlerine benzemek ve ezberden
benzetmek yerine mevcut kudreti tasarruflu kullanmaktır muhteşemlik. Mukaddes
tecellileri ecelle kıyaslamak ve çemberden sıyrılacağını sanmak ise muntazamlığın
hikmetini unutmaktır. Bıçak kemiğe dayandığında, sıyrık kangrene çevirdiğinde sesler
birbirine karışır ve sis derinleşir. Kargaşada artılar eksiler bir yana
koyulmayınca da ses önden gider, görüntüler sis perdesinde dağılır. Süs ve sus
bağlamında gece yarılarından öteye yıkım başlar. İşte o vakit süslümanlıkda pek
işe yaramaz, ekmek Mushaf çarpsın ki hiç işe yaramaz.
Zaten gönüllerdeki nefret korsanlaşınca en ufak
eleştirilere bile yürek dayanmaz, akıl direnemez. Çünkü güneş beyne sıçramıştır
bir kere. Binlerce yıllık sızlanmaların neler sağalttığı görüldüğünde, neler
solarttığı anlaşıldığında tüm basitlikler ortaya devrilir. İşte o devriliş ve
devşirilişte en küçük eleştiriden bile nem kapılır. Bunalımlı akıllar akıllarınca
tüm savsaklıkların bir türlü ayırtına varılamayacağına inanırlar ve ayrıntıda
gizlenirler. Akılcılarla gizleyiciler kolay görünen bir oyunun tarafları
olduğunda ise açılan kalın kapılar ince detaylar üzerine tekrar kilitlenir.
Kült odur, kültür yoktur ama yinede bodur
çiçekliklerden allı yeşilli kelebekler kanatlanır ve ömürden sayılan güneşli
sıcak bir gün bile yeter onlara. Bodur çalılıklarda ise gün ve yön değiştiğinden
kobralar deri değiştirir. Derişim başlayınca da akıllar karışır, zihinler
gıdıklanır seçici seçkinci kadife düşler amerikanlaşır. Evrenselliğe isli yağlambası
alevinde bile zehir zemberek yaklaşılır, ışığa ve tüm kendiliğinden onarılmış
yüreklere pranga vurulur.
Denize kafa üstü çakılmak gibidir her küçük manidar
eleştiriyle bile kaygılanıp hayıflanıp, delikanlı içtenliğinden anında
sıyrılıvermek. Tüm insancıl yatıştırmalar zemin kayganlaştırıldığından negatif
etki verir ve tüm yakışıklılar gecenin sef kullarına dönüşür. Karanlığın eli
yüzlerin genişliğinde ve aldırmazlığında dar çaplı anlamları çoğaltır. Ve bu
çağdışı anlamsız darlaşmadan çok uzaklardan gelecek bir aklı başında
terennümleri doğar. Alışmışlıktır asıl başa bela olan, bekleyicilik değil.
Yinede Tanrı’nın yakalardan tutacak pençeler de
yarattığı ucu bucağı bilinmez derinlikte en doğru gerçektir.
Acemi kaptan bir kez rotayı yanlış anlayınca veya şaşırınca
şehir hatları yalı boyuna vurur kendini ve karaya oturur. Mahşerin gözü kara
dört çekerli atlıları nerede hareket orada milli rezalet bazında bazı
oratoryoları ortalığa serer. Ortalık gerilir ve sahneler yıkılır. Asık basık
yüzlerden hala o anlaşılmaz sahte ciddiyet ve kendilerine haklılık payı çıkarma
durumu yansır. O halsizlikte en küçük eleştirilerden ve makul tepkilerden malum
seyrialem seyirlikler çıkarmak birilerine baş vazife, baştankara mazeret olur.
Bu çıkarsamalar ve basitleşme adabı hangi kimliksiz kişiliğin veya bastırılmış
kimliğin dışa vurumudur bilimcileri bile yanıltır. Bu yanılgılar cennetinde uslanmadan
araştırmasız soruşturmasız aslında olduğu gibi duran ve göründüğü gibi olmayan
yalancı heybete yürünür. Kara güneş gözlüklerinden ve karagözlülerden hala ve
hala medet umulur, umursamazlık baş tacı edilir.
Mademki kaptan bir kez rotadan çıkmıştır artık iflah
olmaz başlığı altında toplamalar ve çıkarmalar neden ise pek yapılmaz.
Eleştirel bakış açısıyla derlenen tüm değerlemeler korsanlık sayılır ve tez
elden bir kalemde yalanlanır. Oysa birilerine hiçbir şey ifade etmese de Beyazı
çamura bulanmış martı ile deniz kardeştir. Havaya atılan susamlı simit
lokmalarında ise nice kanat çırpışları ve zoraki çırpınışlar saklıdır. Bu
mecazi duruma da hor bakılınca ve şehir hatları da denizi yok sayınca kaptan
köşkünden, köşklü kaptan sevdalılarına hatıra tek satır kalır.
Basit kimseler en ufak bir eleştiriye çıldırır…
Çılgınlık büyür… Ve çıldırtır…
VARLAR YOKLAR BARIŞI…
Yıllar öncesinden bu güne demokratik, siyasi, ekonomik
ve sosyal çözüm önerileri kapsamında çok şey sayıldı, yazıldı, çizildi. Gizli
açık anlaşmalı, anlaşmasız çözüm süreçleri yaşandı, geçti gitti. Ve maalesef
mesele küçülecek yerde büyüdükçe büyüdü ve sil baştan en başa dönüldü yine.
Bitti süreç, bir bilinmeze doğru sürükleniyor ülke
doğudan batıya. Bu saatten sonra kalıcı barış gelir mi? Kürt sorunu kökten çözülür
mü? Dört bir yanda akan kan durdurulabilir mi? Ülkenin üniter yapısı
zedelenmeden memleket tek parça kurtulur mu? Cumhuriyet devrilir mi? Maazallah
yenisinde yurt esenliğe kavuşur mu? Büyük sermayenin toprak paylaştırma
oyunlarını bekleyip göreceğiz.
Temelinde o var şu yok değerlendirmeleri ile
karşılıklı gerilen kardeşlik ekseni son aylarda eksilerde seyrediyor artık.
Demokratik çözüm önerileri kapsamında yıllarca sadece konuşulduğunu savlayanlar
ile yapıldı edildi şeklinde kitleleri tavlayanlar çıkmaza sürükledi koskoca memleketi.
Siyasete güven kazandıralım derken iyice değer yitirmesine, ateşli olayların
iyice alevlenmesine zemin hazırlandı ister istemez sanki.
Hal böyle olunca yıllardan beri arzulanan; anadilde
yazılı basın, radyo televizyon kurulması, etnik medya planlaması, yerel ve
ulusal medyadan eşit koşullarda faydalanma, anadilde eğitim yapacak okullar
kurulması, özel okullara müfredat serbestliği, enstitü ve benzeri kurumlara
yasal izin, yerel siyasetin yerel parlamentolarda iktidarı, ulusal
parlamenterlerin etkinlik alanlarına özgürlük gibi temel değerler ve bu anayasal
değerlerin sınırlı sınırsız kullanımı unutuldu, vardı yoktu bahisleriyle de unutturuldu.
Yine aynı taraflar ve çevrelerce siyasi çözüm
önerileri bazında hayata geçen veya geçmeyen ne varsa hiç biri düzenlemelere
tabi tutulmamış gibi gösterilerek biz yaptık, biz ettik de mesele halloldu
bağlamında halklara angajmanı yapıldı. Bu yersiz yaklaşımlarla her türden yeni talepler
sıcak ve diri tutuldu. Hal böyle olunca açık gizli görüşmelerden halkoyu yerine
öte beri belli merkezler daha çok bilgilendi ve ilgilendirildi.
Yerelden genele yerinden yönetim ve idari reformlar,
yasa önünde eşitlik, ana dilde ifade hukukunun üstünlüğü ilkesine dayanan değişiklikler,
her alanda fırsat eşitliğini düzenleyebilecek yapıcı yaptırımlar, dil kültür ve
folklor alanında ciddi çalışmalar yapılmasını öncelemeler, kimlik açıklama
rahatlaması, kimlik yüzünden sıkıntı çekilmesini önleyecek yaklaşımlar, incelemeler
ve uygulamalar hiç yapılmamış, hiç başlanmamış biçiminde lanse edilince, sadece
son on küsur yılda yapıldığına hükmeden bir kamuoyu yaratıldı. Böylece gittiği
yere kadar, sürdüğü zamana kadar yeter mantığıyla sıkışan halklar iki taraf
arasında git gele zorlandı.
Bu medcezirde siyasi çözüm önerisi denildiğinde ilk
akla gelen DGM’ler kaldırıldı belki ama yerine adı değişiği ikame edilince, TSK’nın
asli görevi olan sınır korumaya yönelik duruşu sınır ötesine kayınca, basın ve
medya sansüründe doz yükseltildikçe, MGK’nın sivil otoritenin üstünde erke
sahip olması bir türlü kırılamayınca, siyasi görüşler özgürce açıklandığında
Silivri modeli devreye girince, özgürce açıklanabilir ama görüşler serbestçe
örgütlenemez denilince, köy koruculuğu hala tasfiye edilmeyince, çağdaş bir iç
güvenlik sistemi kurulamayınca, ucundan kıyısından gayrı yasala düşmüşlerin
affı geciktirildikçe, OHAL kalktı derken başka haller bastırdıkça, çekiç güç
kaldırılmayıp süreleri uzatıldıkça ve en önemlisi MİT sivilleştikçe başka
işlerde sivrilince, bunlar yetmezmiş gibi eski tas eski hamam çatışmalar bir
anda güncelleniverdi, ortalık yangın yerine döndürüldü.
Tüm bunlar vardır yoktur zihniyete göre değişkendir ama
on küsur yıldır onca yaptık ettik arasında ekonomik açıdan meseleye gerektiğince
bakılmadığından tüm çözüm süreci mutad görüşmelerle sınırlı kaldı. Ve bu kısır döngü
tarafları gerdi ve bekleyişler bir anda hezeyana dönüştürüldü.
Oysa ekonomik manada, köye dönüş projeleri hayata
geçseydi, toprak ve tarım reformu yapılabilseydi, yatırım ve teşvik
uygulamaları o yok sayılan bölgelere gereğince kaydırılabilseydi, mezralar ve
meralar aklı selime açılsaydı, tarımda müstahsilin desteklenmesi
fonlaştırılsaydı, besicilik ve hayvancılığın inşası önemsenseydi, kırsala
üretkenliği yüksek iş projeleri aktarılabilseydi, bölgesel gelişmeye hız
verilseydi, kalkınmayı hızlandıracak tipik yatırımlara yönelinseydi, esnaf ve
zanaatkarlar korunsaydı, özel girişimi özendirici ve müteşebbisi kollayıcı
garantiler verilebilseydi, yerel iktisadi tedbirler genel uygulamalara kurban
edilmeseydi, sınır ticareti yaygınlığı yanlış dış politikalar ile
bitirilmeseydi ve üretim, sürekli üretim, üretim ıslahı ve verimlilik
planlaması devlet millet eliyle kotarılabilseydi bu çılgınlık boyutuna varan
kaos yaşanır mıydı? Düşünmek gerek.
Vardı yoktu, yaptık ettik kısır döngüsü bir yana,
Sosyal çözüm politikaları ve uygulanabilir toplumsal çözüm önerileri birbiri
ardına sıralansaydı belki de bu gün savaşma barış demeye hiç gerek kalmazdı. Yıllarca
topluma ters yansıyan siyasi, ekonomik, sosyal odaklı birçok nokta gözden kaçırılınca
şu son günlerde hallederiz kolay denilen mesele talebin toprak, bayrak, hak
seviyesine dayandığı noktaya geldi mi gelmedi mi? İrdelemek gerek.
Vardır yoktur tartışa tartışa gelinen son aşamada,
şimdiden sonra, eğitimde fırsat eşitliği, sağlıkta açığın giderilmesi,
hastanelerden yeterince faydalanma, yeni sağlık hizmeti sisteminde öncelik, iş
güvencesi, istihdam olanakları, mesleki eğitim, meslek kursları, tarih kültür
ve doğa zenginliğini koruma, her alanda kurum ve kurumlaşma, sivil toplum
örgütlülüğüne güvence, gençliğe sınırsız imkanlar sunma, spor ve sosyal imkanların
artırılması, sosyal alanda tam eşitlik, yeni ve özgür bir statü ve tüm
kazanımların korunması gibi çözüm çeşitlemeleri ileri sürülse ve devlet garantisi
verilse de bu halkların kategorize edilmişliği önlenebilir mi? Bilinmez.
Artık sonsuz bilinmezlikle baş başa mesele ve ortam
gerildikçe gerildi. Son tahlilde on yıllardır dağarcıkta saklananlar, saklı
kalanlar, biriktirilenler birden ortaya serildi ve kılıçlar çekildi. Meselenin
özüne uygun içtenlikle halledilemeyenler çoğaldıkça, meselenin üzerine hep ayni
metotla gidildikçe başka ne olacağı beklenmeliydi açıklamak gerek.
Geçici veya kalıcı barışa açılan tüm kapılar rey
sandığına kilitlendikçe, bu varlar yoklar çıkmazında özlenen barış da varla yok
arası…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder