17 Eylül 2015 Perşembe

12 EYLÜL TRENİ, ELEŞTİRİSEL VE VAR YOK BARIŞI ÜÇLEMESİ...

12 EYLÜL TRENİ…
On yıllar geçse de kalplere nice feci kara delikler açtı açar şu melun 12 Eylül. 12 Eylül Resmi faşizmi. Kimler binmedi ki ucundan köşesinden 12 Eylül trenine. Unutulmuş sanılan ama hala yürekleri yanan, yürekler yakan kimler de kimler. Kimler geldi kimler geçti ayni terane. Tarih tekerrürden ibaret, yıllardan sonra tren ayni tren, trend ayni trend, anlamasını ve görmesini bilene…
O uzun kara gecelerde faşizm güneş gibi kavurdu evreni, evrenin evrene yaptığına insanlık onuru bile dayanamadı. O güzelim Eylülün tüm bahar esintilerini oburca yuttu 12 Eylül. Eylül ismini kirletti. Kırık can zerrecikleri dağılıverdi maviliklere.
Ücretli trenler şimdi bedavaya yolcular taşır dinozorlar çağına. Geçmişin o simit gevreği günlerinde mısır patlağı saatlerde sınıflara ayrılmış insanlık artık teneffüste. Kudretin simgeleştirdikleri her neyse buluşur kirlenmiş havayla, temizlik eskidendi cinsinden. Eğer ağır manzaralı yollarda yolculuklar koleksiyonlarda var ise, demiryolda işçi ve yolcu olmak vurur azalan ücretleri, daralan yürekleri. Ve tren her on yıl sonrası, on küsur yılda bir tıynetsizce raydan çıkar veya çıkarılır, işin fıtratı gereği. Her fetret döneminde ak gardenyalar gölgesinde kara gardiyanlar susuz dereler ve engebeli araziler boyunca alfabeyi silbaştan öğretir. Yamaçlardan süzülen rüzgârların etkisiyle telgraf direkleri titrer, dijital mesajlar takibe takılır. Ve donanımlı dağcılar, bağımlı bağcılar ücretli trenlerin yolunu bekler boşu boşuna. Köprülü kavşaklarda yeni yetme yavşaklar ücreti peşin alınmış hizmet babında makiniste ucu karanlık bir yol gösterir. Bir nevi ders niteliğinde tünelin ucundaki ışığın kendi halesinde boğulmasıdır 12 Eylül.
Ve bir güneş çığlığıdır yayılan memlekete, duymak gerek, bilmek gerek, anlamak gerek, işin özü 12 Eylülü yaşamış olmak gerek.
Kim ne derse desin kasa, kese heybe haybeyedir, bir namazlık saltanattır koca ömür. Bıçak yere körlemesine düştüğünde kimi keser, adressiz kör kurşun hangi cüsseyi deler hiç belli olmaz. Sözün kıssası bir yakışıksız devrialemdir 12 Eylül. Ve balmumu kaplı yüzlerden taşan kırmızımsı lekedir yiten yıllar. Yürek sarsan ve bir derinden etkileniştir şu vurdumduymazlar dünyasında çocuk yaşta göndere çekilmek. Saman ve duman kokusudur ıtırlı boş arazilere, altın başak kaplı tarlalara yayılan. Ve barut patladığında beyaz kefen örtülü mükellef bir sofradır bir hiç uğruna ölüm. Ve ömürde bir kez tadılır bir piç uğruna değil de bin hiç uğruna ölümler. Yani asla bitmez 12 Eylül hikâyeleri. Tam bitti denildiğinde dişler bileylenir, diller bereketlenir. Ve gemi her karaya oturduğunda kendini anımsatır kör olasıca melun 12 Eylül. Yani barış yeryüzünde kıvrım kıvrım kıvrılarak kaybolduğunda ayni faşist el güçlenir, güçlendirilir. Düğmeye basılır ve yni beter kıyımlarla yüzleşilir yeniden.
Sanki her 12 Eylülde gökyüzünde bir izli fişek patlar ve izmli bambaşka hayatlar o ziftli trene bindirilir ve şimşekli sağanaklara sürülür.
Aynaların ve heykellerin üzerini toz kaplayan, ciğerlere kurum bağlatan sığınaklarda süründürülmektir 12 Eylül. Ve 12 Eylüle yakalanmış olmak kanı çekilmiş sokakların can damarlarında paniğin dolaşmasını izlemektir korkmadan. Bu öyle bir korkusuzluktur ki her yenide yitip giden nedir sorusunu aramaktır senelerce. Her şey bir yana geride kalan, uslarda iz bırakan sinir ölümü, hücre kaybı ve tıp ayıbıdır sadece. Deniz karası boşlukta ve kusurlu kuytularda yankılanan ise bir tutam gün ışığına hapsolmuşluktur, denilir geçilir yiğitçe.
12 Eylül bol ayıplı, affı zor günahlı, çok kayıplı bir maratondur. Tonlarca ağırlık basan gri çelikten prestir. Renkli renksiz kataloglardan kopan ise bir yığın fırtınanın at koşturduğu bir acayip yenilgidir. Derin ve gizemli bir çılgınlık ve sebepli sebepsiz bir büyülenişi resmi mühürle edepsizce damgalamaktır 12 Eylül. Bezirganlarına hafiften pişmanlık bile duyurtmayan neye olduğu belirsiz çok tanrılı bir tapınmadır.
Sessiz sitemsiz bir suskunluk taşır ölüm. Toplumsal sessizlik ve ilgisizlik ise tuhaf bir fanilik barındırır bünyesinde. İşte insanı kahreden tam burasıdır. Antika görüşler sergilenişinin dikalasıdır 12 Eylül ve mideler bulanır takvim yaprağı gongu vurduğunda. Tarih bile utanır ama kullaşmaya ve putlaşmaya cesaretlenenler asla utanmazlar. Oysa kırk değil seksen kere tövbe gerektirir büyük kabahat.
Ve 12 Eylül her şeye kolayca sahip olmanın, topluma açık her fırsattan paylanmanın dönüm noktası ve tüm beytül mala bedelsiz erişimdir.
12 Eylül huzurlu huzursuz bir kara sessizlik içine süzülmenin, korkunç bir alınyazısına hakkınca direnemeyişin egemen güçlerce topluma ezberlettirilmiş ilk versiyonudur. Kara duvarlarda nefessiz gölgeler bir bir dökülürken, yüreklerden sökülen canlara bir dost selamı veremeyiştir 12 Eylül, Allah’ın selamını dahi.
İlahi bir sevgidir içten içe duyulan ve son dakika ortaya dökülen yasaklı ağlamalar. Tehditkâr bir korku, pespaye bir ortama paçasından tutunduğundan bir daha bacalar tütmez eskisince özgür. Tutuşur gönüller ve tutuklanır akıllardaki son ışıklar da. Son ışıkların da canavarca yutulmasıyla koca memleket kül rengine döner ve küllenir tüm gerçeklikler. Sonradan tık nefes ihtiyarların hastalıklı bedenlerine sığınır zebani kılıklı cellatlar ve acıklı bir hikayenin acınılası yaratıklarına dönüşür tüm ihtişam.
Oysa en acıklı hikâye demiri eriten yangından kendini zar zor kurtaranların tarihi kürenin dört bir tarafına savruluşudur.
Ve bir daha 12 Eylül gibisi görülmesin diye yalvarır yakarır etinden et koparılmış analar. Yalandır her şey nafiledir hayat, yine en faşist darbelere yakalanır ana yüreği. Ömür onlar için bir yudumluk ama en tatlı içecektir. Ömür boyu bir daha içilemeyecek olanı ise melun 12 Eylüldür.
Şu garip günlerde temelleri sağlam atılmamış tarzından cesaretlenen sanki egemenlerce savaşa dönüşmesi istenen ve planlanan bir kara yazgı dolaşıyor memlekette. Kara bir duman halkasına hapsediliyor tüm iyimserlik ve makul düşünceler. kervan böyle giderse, devir değişmez devran dönmez ise güller açar her kör pencerenin paslı demirlerinde.
Her 12 Eylülde, 12 Eylül treni ayni trend düzülür yola, demirden korkmayan yolcularını toplar…

ELEŞTİRİSEL KORSANLIK YALANLARI…
Beyazı çamura bulanmış bir martı kendisine atılan susamlı simit parçacıklarına süzülür. Deniz dalga dalga sırtını döndüğünde ise bir çırpıda yutar lokmaları. Martının her kanat çırpışı anlamasını bilene hayat, anlayana şu garip dünyaya bedava armağandır…
Şehir hatları vapurunda, vapurun dümeninde kaptanlaşmışlarsa da elden, yelden ve eleştiriden ürkenler, ahenkle utanmayı dahi beceremeyenler elbette boğazın ayazındaki bu sahneyi yıllar geçse de hiç içselleştiremezler.
“ Basit kimseler en ufak eleştiriyle çıldırır. Akıllılar ise kendini eleştiren, kendisiyle tartışanların düşünce ve fikirlerinden nüansları kapar ve ileride onlardan yararlanmaya çalışır…”
Ancak sözde düzen kobra gücüyle hep bertilme ve kertilme üzerine kurulmuş ise düzenlilik, düzencilik, başarı ölçüsü ve başarmak içgüdüsü madensel tınılı bir olaydır. Bu maddesel süreçte muazzam sıkıntılar içinde kalmak, durmak ve durulmak iyice zorlaşır. Zor oyunu bozar ve rağbet edilen her ne ise gün ışığına çıkar. O andan itibaren işler türdeşlik ve türemişlik üzerinde işler. Gerçekler ise hep yalan olur.
Aslında ihya etmek demek husumet kökünden türeyen kırgınlık ve dargınlıkları da gövdesinde barındıran bir dünyalık nimetidir. İnanmayanlar açar bakar, bin bir zahmet aklının içine koyar. Haklı olmayanı, haktan yana olmayanı, hakka inanmayanı, dilenmektense hakkınca dillenmeyeni doğadan semaya her şey çarpar, taş yapar. Taş toprak olunacağı biline biline afra tafra satmak, dinlenmeden dinlemek, ilimlenmeden ilenmek, sıkılmadan uhrevi varsayılan sahte kontratlara sığınmak beyazı çamura bulanmış bir martıdan alınacak hayat dersini alenen almamışlıktır. Âlemin bekası uğruna deyip durup alameti kıyamet olacak, olmayacak işlere girişmek ise zamanla değersizleşiverecek bir alâmetifarikadır. Nazar ve nazari fukaralık pratiğidir. Fabrikasyon ayarlarıyla resmen oynamaktır.
İsmi nişanı bir yana koyup benzerlerine benzemek ve ezberden benzetmek yerine mevcut kudreti tasarruflu kullanmaktır muhteşemlik. Mukaddes tecellileri ecelle kıyaslamak ve çemberden sıyrılacağını sanmak ise muntazamlığın hikmetini unutmaktır. Bıçak kemiğe dayandığında, sıyrık kangrene çevirdiğinde sesler birbirine karışır ve sis derinleşir. Kargaşada artılar eksiler bir yana koyulmayınca da ses önden gider, görüntüler sis perdesinde dağılır. Süs ve sus bağlamında gece yarılarından öteye yıkım başlar. İşte o vakit süslümanlıkda pek işe yaramaz, ekmek Mushaf çarpsın ki hiç işe yaramaz.
Zaten gönüllerdeki nefret korsanlaşınca en ufak eleştirilere bile yürek dayanmaz, akıl direnemez. Çünkü güneş beyne sıçramıştır bir kere. Binlerce yıllık sızlanmaların neler sağalttığı görüldüğünde, neler solarttığı anlaşıldığında tüm basitlikler ortaya devrilir. İşte o devriliş ve devşirilişte en küçük eleştiriden bile nem kapılır. Bunalımlı akıllar akıllarınca tüm savsaklıkların bir türlü ayırtına varılamayacağına inanırlar ve ayrıntıda gizlenirler. Akılcılarla gizleyiciler kolay görünen bir oyunun tarafları olduğunda ise açılan kalın kapılar ince detaylar üzerine tekrar kilitlenir.
Kült odur, kültür yoktur ama yinede bodur çiçekliklerden allı yeşilli kelebekler kanatlanır ve ömürden sayılan güneşli sıcak bir gün bile yeter onlara. Bodur çalılıklarda ise gün ve yön değiştiğinden kobralar deri değiştirir. Derişim başlayınca da akıllar karışır, zihinler gıdıklanır seçici seçkinci kadife düşler amerikanlaşır. Evrenselliğe isli yağlambası alevinde bile zehir zemberek yaklaşılır, ışığa ve tüm kendiliğinden onarılmış yüreklere pranga vurulur.
Denize kafa üstü çakılmak gibidir her küçük manidar eleştiriyle bile kaygılanıp hayıflanıp, delikanlı içtenliğinden anında sıyrılıvermek. Tüm insancıl yatıştırmalar zemin kayganlaştırıldığından negatif etki verir ve tüm yakışıklılar gecenin sef kullarına dönüşür. Karanlığın eli yüzlerin genişliğinde ve aldırmazlığında dar çaplı anlamları çoğaltır. Ve bu çağdışı anlamsız darlaşmadan çok uzaklardan gelecek bir aklı başında terennümleri doğar. Alışmışlıktır asıl başa bela olan, bekleyicilik değil.
Yinede Tanrı’nın yakalardan tutacak pençeler de yarattığı ucu bucağı bilinmez derinlikte en doğru gerçektir.
Acemi kaptan bir kez rotayı yanlış anlayınca veya şaşırınca şehir hatları yalı boyuna vurur kendini ve karaya oturur. Mahşerin gözü kara dört çekerli atlıları nerede hareket orada milli rezalet bazında bazı oratoryoları ortalığa serer. Ortalık gerilir ve sahneler yıkılır. Asık basık yüzlerden hala o anlaşılmaz sahte ciddiyet ve kendilerine haklılık payı çıkarma durumu yansır. O halsizlikte en küçük eleştirilerden ve makul tepkilerden malum seyrialem seyirlikler çıkarmak birilerine baş vazife, baştankara mazeret olur. Bu çıkarsamalar ve basitleşme adabı hangi kimliksiz kişiliğin veya bastırılmış kimliğin dışa vurumudur bilimcileri bile yanıltır. Bu yanılgılar cennetinde uslanmadan araştırmasız soruşturmasız aslında olduğu gibi duran ve göründüğü gibi olmayan yalancı heybete yürünür. Kara güneş gözlüklerinden ve karagözlülerden hala ve hala medet umulur, umursamazlık baş tacı edilir.
Mademki kaptan bir kez rotadan çıkmıştır artık iflah olmaz başlığı altında toplamalar ve çıkarmalar neden ise pek yapılmaz. Eleştirel bakış açısıyla derlenen tüm değerlemeler korsanlık sayılır ve tez elden bir kalemde yalanlanır. Oysa birilerine hiçbir şey ifade etmese de Beyazı çamura bulanmış martı ile deniz kardeştir. Havaya atılan susamlı simit lokmalarında ise nice kanat çırpışları ve zoraki çırpınışlar saklıdır. Bu mecazi duruma da hor bakılınca ve şehir hatları da denizi yok sayınca kaptan köşkünden, köşklü kaptan sevdalılarına hatıra tek satır kalır.
Basit kimseler en ufak bir eleştiriye çıldırır… Çılgınlık büyür… Ve çıldırtır…
VARLAR YOKLAR BARIŞI…
Yıllar öncesinden bu güne demokratik, siyasi, ekonomik ve sosyal çözüm önerileri kapsamında çok şey sayıldı, yazıldı, çizildi. Gizli açık anlaşmalı, anlaşmasız çözüm süreçleri yaşandı, geçti gitti. Ve maalesef mesele küçülecek yerde büyüdükçe büyüdü ve sil baştan en başa dönüldü yine.
Bitti süreç, bir bilinmeze doğru sürükleniyor ülke doğudan batıya. Bu saatten sonra kalıcı barış gelir mi? Kürt sorunu kökten çözülür mü? Dört bir yanda akan kan durdurulabilir mi? Ülkenin üniter yapısı zedelenmeden memleket tek parça kurtulur mu? Cumhuriyet devrilir mi? Maazallah yenisinde yurt esenliğe kavuşur mu? Büyük sermayenin toprak paylaştırma oyunlarını bekleyip göreceğiz.
Temelinde o var şu yok değerlendirmeleri ile karşılıklı gerilen kardeşlik ekseni son aylarda eksilerde seyrediyor artık. Demokratik çözüm önerileri kapsamında yıllarca sadece konuşulduğunu savlayanlar ile yapıldı edildi şeklinde kitleleri tavlayanlar çıkmaza sürükledi koskoca memleketi. Siyasete güven kazandıralım derken iyice değer yitirmesine, ateşli olayların iyice alevlenmesine zemin hazırlandı ister istemez sanki.
Hal böyle olunca yıllardan beri arzulanan; anadilde yazılı basın, radyo televizyon kurulması, etnik medya planlaması, yerel ve ulusal medyadan eşit koşullarda faydalanma, anadilde eğitim yapacak okullar kurulması, özel okullara müfredat serbestliği, enstitü ve benzeri kurumlara yasal izin, yerel siyasetin yerel parlamentolarda iktidarı, ulusal parlamenterlerin etkinlik alanlarına özgürlük gibi temel değerler ve bu anayasal değerlerin sınırlı sınırsız kullanımı unutuldu, vardı yoktu bahisleriyle de unutturuldu.
Yine aynı taraflar ve çevrelerce siyasi çözüm önerileri bazında hayata geçen veya geçmeyen ne varsa hiç biri düzenlemelere tabi tutulmamış gibi gösterilerek biz yaptık, biz ettik de mesele halloldu bağlamında halklara angajmanı yapıldı. Bu yersiz yaklaşımlarla her türden yeni talepler sıcak ve diri tutuldu. Hal böyle olunca açık gizli görüşmelerden halkoyu yerine öte beri belli merkezler daha çok bilgilendi ve ilgilendirildi.
Yerelden genele yerinden yönetim ve idari reformlar, yasa önünde eşitlik, ana dilde ifade hukukunun üstünlüğü ilkesine dayanan değişiklikler, her alanda fırsat eşitliğini düzenleyebilecek yapıcı yaptırımlar, dil kültür ve folklor alanında ciddi çalışmalar yapılmasını öncelemeler, kimlik açıklama rahatlaması, kimlik yüzünden sıkıntı çekilmesini önleyecek yaklaşımlar, incelemeler ve uygulamalar hiç yapılmamış, hiç başlanmamış biçiminde lanse edilince, sadece son on küsur yılda yapıldığına hükmeden bir kamuoyu yaratıldı. Böylece gittiği yere kadar, sürdüğü zamana kadar yeter mantığıyla sıkışan halklar iki taraf arasında git gele zorlandı.
Bu medcezirde siyasi çözüm önerisi denildiğinde ilk akla gelen DGM’ler kaldırıldı belki ama yerine adı değişiği ikame edilince, TSK’nın asli görevi olan sınır korumaya yönelik duruşu sınır ötesine kayınca, basın ve medya sansüründe doz yükseltildikçe, MGK’nın sivil otoritenin üstünde erke sahip olması bir türlü kırılamayınca, siyasi görüşler özgürce açıklandığında Silivri modeli devreye girince, özgürce açıklanabilir ama görüşler serbestçe örgütlenemez denilince, köy koruculuğu hala tasfiye edilmeyince, çağdaş bir iç güvenlik sistemi kurulamayınca, ucundan kıyısından gayrı yasala düşmüşlerin affı geciktirildikçe, OHAL kalktı derken başka haller bastırdıkça, çekiç güç kaldırılmayıp süreleri uzatıldıkça ve en önemlisi MİT sivilleştikçe başka işlerde sivrilince, bunlar yetmezmiş gibi eski tas eski hamam çatışmalar bir anda güncelleniverdi, ortalık yangın yerine döndürüldü.
Tüm bunlar vardır yoktur zihniyete göre değişkendir ama on küsur yıldır onca yaptık ettik arasında ekonomik açıdan meseleye gerektiğince bakılmadığından tüm çözüm süreci mutad görüşmelerle sınırlı kaldı. Ve bu kısır döngü tarafları gerdi ve bekleyişler bir anda hezeyana dönüştürüldü.
Oysa ekonomik manada, köye dönüş projeleri hayata geçseydi, toprak ve tarım reformu yapılabilseydi, yatırım ve teşvik uygulamaları o yok sayılan bölgelere gereğince kaydırılabilseydi, mezralar ve meralar aklı selime açılsaydı, tarımda müstahsilin desteklenmesi fonlaştırılsaydı, besicilik ve hayvancılığın inşası önemsenseydi, kırsala üretkenliği yüksek iş projeleri aktarılabilseydi, bölgesel gelişmeye hız verilseydi, kalkınmayı hızlandıracak tipik yatırımlara yönelinseydi, esnaf ve zanaatkarlar korunsaydı, özel girişimi özendirici ve müteşebbisi kollayıcı garantiler verilebilseydi, yerel iktisadi tedbirler genel uygulamalara kurban edilmeseydi, sınır ticareti yaygınlığı yanlış dış politikalar ile bitirilmeseydi ve üretim, sürekli üretim, üretim ıslahı ve verimlilik planlaması devlet millet eliyle kotarılabilseydi bu çılgınlık boyutuna varan kaos yaşanır mıydı? Düşünmek gerek.
Vardı yoktu, yaptık ettik kısır döngüsü bir yana, Sosyal çözüm politikaları ve uygulanabilir toplumsal çözüm önerileri birbiri ardına sıralansaydı belki de bu gün savaşma barış demeye hiç gerek kalmazdı. Yıllarca topluma ters yansıyan siyasi, ekonomik, sosyal odaklı birçok nokta gözden kaçırılınca şu son günlerde hallederiz kolay denilen mesele talebin toprak, bayrak, hak seviyesine dayandığı noktaya geldi mi gelmedi mi? İrdelemek gerek.
Vardır yoktur tartışa tartışa gelinen son aşamada, şimdiden sonra, eğitimde fırsat eşitliği, sağlıkta açığın giderilmesi, hastanelerden yeterince faydalanma, yeni sağlık hizmeti sisteminde öncelik, iş güvencesi, istihdam olanakları, mesleki eğitim, meslek kursları, tarih kültür ve doğa zenginliğini koruma, her alanda kurum ve kurumlaşma, sivil toplum örgütlülüğüne güvence, gençliğe sınırsız imkanlar sunma, spor ve sosyal imkanların artırılması, sosyal alanda tam eşitlik, yeni ve özgür bir statü ve tüm kazanımların korunması gibi çözüm çeşitlemeleri ileri sürülse ve devlet garantisi verilse de bu halkların kategorize edilmişliği önlenebilir mi? Bilinmez.
Artık sonsuz bilinmezlikle baş başa mesele ve ortam gerildikçe gerildi. Son tahlilde on yıllardır dağarcıkta saklananlar, saklı kalanlar, biriktirilenler birden ortaya serildi ve kılıçlar çekildi. Meselenin özüne uygun içtenlikle halledilemeyenler çoğaldıkça, meselenin üzerine hep ayni metotla gidildikçe başka ne olacağı beklenmeliydi açıklamak gerek.

Geçici veya kalıcı barışa açılan tüm kapılar rey sandığına kilitlendikçe, bu varlar yoklar çıkmazında özlenen barış da varla yok arası…

Hiç yorum yok: