GÜVENSİZLİK VE YOLSUZLUK TRENDİ, KÖMÜR KARASI TÖHMETİ…
El elin kaybolan eşeğini türkü çağırarak arar…
Ülkede yolsuzluklar son yıllarda diz boyu olunca, en derindekiler kömür cüruflarında kaybolur, Enderuncular ise iç saraylarda hazine dairelerinde bağlılık yeminlerinde boğulurlar. Derin devlet, paralel devlet derken olan yerin yüzlerce metre altında kilometrelerce uzaklıkta derin ve birbirine paralel dehlizlerde kazma ucuyla kara elmas avlayan madencilere olur.
Çetrefilli, afili metotlarla ve çetesel marifetlerle yönetimlerde etkinliklerini alabildiğince artıranlar, ülke ekonomisinin en gerçekçi ve hissedilebilecek yanını daima gizlerler. Ama bu gizlemeler yetmez, gizler saçılır kömür karası izlere gark olmuş yüzlere. Hal böyle olunca her gizli zarfla zaaflara uğratılan ve meçhule giden ülkede yer altında ve toprak üstünde ek vurgun söylentileri de söz konusu olur. Bir yığın sorunun en uç noktasında ve odağında kimler varsa derin gizli ve gazlı kirlenmeyle baş başa kalırlar ve toprak altına uğurlananların günahı vebali de onlara kalır. Baştan ayağa egemen olan her neyse söylemeye dili varmıyor insanın.
Yoldan çıkılmış, yolsuzlukla iç içe yönetsel yapılar oluşmuş, oluşturulmuş şu garip ülkede civatalar yerinde bir oynar ise mazallah...
Yıllarca uluslararası boyutta saydamlık ve yolsuzluk raporu açıklamalarında en altlarda yer almak işin bir boyutu. Ama son on yılda devamlı aşağılara düşüldüğü de bir başka acı gerçek, madalyonun ters yüzü. Bu bir türlü aşılamayan baş belası durum satır aralarında birkaç cümle işlene işlene iş bilenin kılıç kullananın hesapsızlığıyla malı götürmüş olanı haklı sayar. Asıl önemli nokta şu, aslında bu raporlar, uluslar arası yolsuzluklar baz alınarak hesaplanıp, kitaplanıp açıklanıyor. Yani içte ve dışarıda çökmüş tersyüz edilmiş moral değerlerle ilerleme ancak buraya kadarın kesin cetveli yüzün dışında kalmak.
Siyasi erkin temizleyip üstesinden gelmek yerine rüşvet, haksız kazanç, rant, enflasyon, devalüasyon, banka mevduatları, faizler, krediler, döviz kurları ile keyfi oynamalar, ithalatta vergi sıfırlamaları, vergi borçları afları, gelir dağılımındaki artan çarpıklık ve adaletsizlik, kutu-banknot sıfırlamaları ve başka enstrumanlar ile dünyalıkların kurtarılmasına yönelik yol vermelere yol açılması biraz ayıp kaçıyor olsa da tercihli yol bu yol.
Bu siyasi erke güven azalacağı halde devamla artıyor ve her iyilik veya şer semaya ulaşır er ya da geç sahibine döner beklentisi de sevabına azalıyor ise, günah ve haram zirvede demektir maalesef…
İktidar lokomotifinin pek az politikası, doğru, dürüst ve onurlu olma ilkesini ve ileride övülebilecek olma niteliğini muhafaza ediyorken bu şahlanış yüz yıllık yalnızlığa bağlar mı memleketi yaşayanlar görür. Ancak bu korunmasızlık çarkı nicelik bir yana nitelik bağlamında hesaplandığından, tüm değerlemeler hele de muhalefet şerhi var ise şeref, şerefsizlik yönünde işleniyor, işletiliyor ise bir gün olur çatlar. Bu yarı mamül işlemeciliği işletmeciliği sonucunda putlar, putlaşmalar ve putlaştırmalar güncellik kazanıyor olsa da yer kabuğu da çatlar. Ve bu ayarsız doğumlarla sevimli ikizler hikâyeleri yazdırılır herkese. Artık kimin ki prim yaparsa.
Dürüst ve onurlu olmak delikanlılığın kitabında kalın harflerle yazılı iken, artık dalkavukluğun tezgahında törpüleniyor aklı evvellerce. Ve kavramlar birbirine karıştıkça ve karıştırıldıkça suçlarla özdeş, yoldan çıkmışlıkla kardeş, şartı şurtu bozulmuş ve uhreviliği kalmamış siyasal süreç yalanla dolanla ülkenin esenliğini rey hanedanlığına bağlıyor. Esen yelden habersiz bu yapraksı savruluş ve bel bağlayışın hikmeti de bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır mertebesine eriştiriliyor ve kanlı kara elmas torbalarına aktarılıyor.
Bu derleme evrim de kesinkes çıkar aramayan, bilerek asla aldatmayan, şeytan üçgenine çarpılsa da çalmayan, baskılardan yamulsa da yavşamayan, her türlü azgın ve kızgın süreçten alnının akıyla çıkabilen her siyasi tümleç baş tacıdır aslında. Toplum vicdanında aklanamayacak duhuller, sandıkta aklaşır ve meseleler hallolur sığınağına mal mülk yağmalayıp, istiflemek ve yığmak hiçbir yer sarsıntısından yara bere almadan sıyrılmayı sağlamaz.
Herkes tahta kaşık yapar ama sapını ortaya getiremez. Ama kelimelerin anlamlarını kurcalamak işleyen demir ışıldar sözünü de tenekeleştirir faslın sonunda.
Onur; kişinin kendi varlığına beslediği saygı, insanı insan yapan iç değerler, dış bükeyler toplamıdır. İnsanın kendi varlığını bütünleyip, tümleyip, güzelleştirip yüceltme duygusudur onurluluk.
Dürüst ise, doğruluktan ayrılmayan özünde, sözünde ve tavırlarında dosdoğru olan demektir harbisinden.
Son günlerde maskeler bir bir düştüğünden, sahte çehreler çınladığında, kara yüzler ortaya çıkarıldığında karanlık emellerinde boyutu beliriverdi ve gözler önüne serildi bir anda. Denklemi formülü olmayan bir çaldırışın ve çıldırışın, oyası, boyası ve foyası meydana çıktı. İşte her icraatin içinde yi bu ulvi iki kavram çerçevesinde, onur ve doğruluk doğrultusunda götürdüğünü ifade eden siyasal süreç taşıyıcıları kömür tozuna bulandılar, suyu da sıkmak vardı ya peşine vardiyadakiler daha var dediler. Önce yüzleri sonra yürekleri karardı.
Her mesleğe, iş dalına, her bireye musallat olan, musallat edilen kirlenme elbette bir çırpıda temizlenemez. Mesele halkın görmeyi, bakmayı, algılamayı yeniden öğrenmesi önceliği ve koşullanmasıdır. Onun dışındaki her çözüm karakteri karaktersizliği dayatan çözümsüzlükleri paketler kara elmas taneleriyle. Sıkı arkadaşlıkları iyi yönetim, yılanın dostluğunu meyveli ağacı taşlarlar biçiminde beyin arkasında unutmak, balık hafızalığa bile hakarettir işin özünde.
Güven ve güvensizlik değerleri, yolsuzlukla en doğal yakınlaşmaları kurduğundan, ülke insanı neye ve kime güveneceğini önce bilemez. Ancak sonra hele de şaşkınlıktan kurtulunca her şeyi bilir ve gereğini yapar. Güven bunalımına itilmiş toplum, yönetme ve yönetilme erkini hor kullanır belki. Yönetmeye talip yeni veya alternatif değerlikler değer verilmez, iş görmez görülürse mutlak hakimiyet elden kaçar. Siyasete yerli yersiz yön veren ortak değerlerin güdümünde eriyen yaşamlar, eridikçe eriyen sistemi baştan birilerinin önüne atar ve kaçar. Vitrinlerde mevcudun yerine yenisini, değişimi önerenlerin kıvama gelmesi de bir o kadar zorlaşır, kıvam kavram çamurunu bulanınca da asla kolaylaşmaz meseleyi çözmek.
Bu durum daha da kötü bir geleceğin kapıda beklediğinin en açık ifadesidir aslında. Asıl ilginç olan kötüye gidişten toplumun haberli olduğu ve bu yolsuzluk düzeni yolculuğuna, o nasıl bir bilirlik ise bilinçlice yol verişidir. Bu paslı düzenden milleti kurtaracak, bu illetlik lanetten nesli esenliğe çıkaracak, her çıkışın gereksinimler hanesinden her neden ise silindiğidir garip olan. Bütçenin aktif ve pasifi denklendiğinde kem gözlere kömür çuvalı zarifliğidir yürek yakan.
İşte bu denli güvensizlik ve yolsuzluk trendinin tavan yaptığı bir ortamda, trend bunalımına kömür karası töhmeti de eklenince, ak kalmak, onurlu ve dürüst kalmak, tazyikli tazyiksiz sulanmamak ve sulandırmamak amatör profesyonel tüm siyasilerin en zorlanacağı konudur. Zoru başarmak için ise kuşları bile afallatacak, aptal kurbağa masallarına inanmamak başlıca şarttır.
Son cümle; …Akıllı düşman akılsız dosttan hayırlıdır… Bıkkınlığı…
25 Mayıs 2014 Pazar
DENİZ MAVİSİDİR GENÇ ÖLÜMLERİN ANA RENGİ…
Bu saatten sonra süt mavisi gökte beyhude akıyor zaman. Çıkışsız tünellerde çirkin peri masalları egemen iken havaya, fikri tembelleştiren şeytan uçurtmaları akar maviye ve mavi şenlenir. Şenlenir belki ama çocuğun sütten kesilmesi gibidir pembeye doluşan hayallerin bitişi. Hayallerin tükenişi ise uysal uysal yaklaşan ve kapıyı aniden çalan genç ölümdür…
İşte o vakit aklına ve doğruluğuna bakmadan, otağına düşman girmişçesine kendine değer katmak ve direnmekte bir anda anlamsızlaşır. Saat yönünde dönen gezegen Venüs bile boğulur, ağlamaklı olur bu yitişe bu gidişe. Ey dost bu köy, bu kent ve bu ülke bile hikâyeni bilse dağılır gerçekten diye hüzünlenir ince nağmeler. Çünkü deniz mavisidir genç ölümlerin ana rengi.
Gözlerinin çapağından öpülen hasrettir ağaçtan odalarda tül perdelerle ayrılmış haslet. Kurduğun hayal nasibindir elbet ama kelepir hayat yaşamaktan ani sıyrılış ve usanmışlık yasaklı bir sarmalın kucaklamasıdır tüm örtülü gerçekleri. Ve gök kubbenin altında, sokaklarda güverte göçüren umut gemilerindeki mucizeleri bekler tüm yakınlar asla yakınmadan. Zaten geri sayım ve tutmayan tahminler, güvensiz söyleşiler insanın içindeki uyuklayan barbarlığı huzursuz eder. Bu körükleniş geçici barışlar sağlasa da hayatla bombardımanın bin türlüsüyle vahşiliğe ve yenilgiye en organik bağını kurar duygular. Her müşküle düşende idrak zayıflasa da ümit zenginliği dağlar yürekleri, hislilik de bir yere kadar işler.
İşte yaşamın kıyısındaki o Azraile direnişin miting deryası, şiirsel neşe, köysel tat ve şairsel hava ılımlı yakıcılıktan bir anda imtina etmeyi sağlar. Çetesiz isyanlar eşliğinde, hayatın uhrevi kürsülerinde senin için olan nutuklar naralanır. Dostu haini bir yana kim ne derse desin ateş düştüğü yeri yakar. Ve gitti geldi demekle de olmaz işin özüne varış. Ve emmisi ümmisi bir yana sıcak ve perde arkasından süzülen ve de mazeretsiz maziye kalan hatıralar kurgusu bozuk çalakalem tutkulu yazılara dönüşür.
Her insanın rüyası önemlidir ve birilerini de zorlayıcıdır. Gün yüzüne çıkan muhteşemlik ise eğer usanmadan usluca gün ışığına çıkan en bilinenlerden bir seçki yapmakla olur. En merak edilenleri sorgulamadan üstün körü bilmekle ve inanmakla olmaz. Zaten doğru hayatlar özgürce yaşanır ise hayattır. Bir umut damlasını renklendirmek için bile o an geldiğinde kutsal şiirlere aşırı yakınlık gerekir. Apostrof kıskançlığı zırıldayınca tüm ayrıntıların üstünü kapatır pırıltılı örtüler. Evet, aslında panayırlarda oynatılan tahta kuklaların kırlangıç kanadında aşka varışıdır zaman ve ölüm, ve zamansız ölümler…
Yararsızlığın şenlik ateşinde ısınanlar, yokluğun şehrinde boz eşeğe bindirilmiş hakikatin peşinde koşarlar. Ama hayatı tokatlamak ve aşırı gestapolaşmak bile kurtarmaz narda kızartılmayı. genç ölümlülerden başkası kurtaramaz nesebini. Kendine çapına çapuluna bakmadan oynaşan aynalarda akşamları içer ve kendinden akar geçer kara sevdalar. Bir acayip denemedir ki yaşanan ve denenen, şimdi seni yazacağım, seni sana emanet diye başlar sütunlar. Yanılmaktır aslında sütunlar kırıldığında sırça köşkler çöktüğünde safiyane sufiyane susam sokağındaki simit fırınlarına inanmak. Çünkü dev aşkların âşıklığı ve ışığı ağız dolusu kuru söz ile kararır ve kurur.
Öyle bir afra tafradır ki yaşama tutunmak, haftaym olur biter ve irili ufaklı kırk bir camide okunur dua. Öyle bir yok olma modelidir ki geride kalmışlık, elli yıl tahsil edilse de cahil kalınır ve gerçeğin ateşine yanılır. Özel hastaneler acilden giriş eylemektir dört nefeste ve kaç paraya çıkılacağı bilinmeden çaresizleşmek. En gelişmiş tıp merkezlerinde beş kuruşa beş taş oynamaktır çocukluktan kurtuluş. Her şeyden yakayı kurtarmak vardır da onda yoktur maalesef. Ve polikliniklik vakadır aslında her türlüsünden iki yüzlülük. Ve azı dişleri çekilesilik çok duraklı bir yolculuktur hekimbaşılık. Gözlüklerin camı karardıkça on sekiz ayar altın da tenekeleşir yavaştan.
Hangi ilaçtır insanı yeniden dirilten seksen tekmili birden eczanelerin tamamı hepsi dolaşılsa raflarda dizilmişlerden değildir bir tanesi bile. Ocak başı sağlıkçılığı on dokuz kıtalık, dört dörtlük bir şiirdir. Şiirdir ama beş para etmez en babavari kemoterapiler de, onlarda bunlarda. Bu günden yarınlara hiç mi hiç çare olmaz pastiller, tabletler ‘Akyuvarların ve onların öncü hücrelerinin kanda ve kemik iliğinde aşırı derecede üretimi sonucunda biçimlenmesiyle oluşan hastalığa’ . Hiçbir ilaç, hiç bir…
İşte böyledir misilemelerle misallerle gerilmiş ve gecikmiş isyanın yazısını karalamak. İnsanlıktan nasibini almışlıkla rakamlar bu günden yarına değişir ama gençlikten yaşlılığa bu konuda onlarca kitap kamulaştırılsa da hayat durur ansızın. Korsan kitaplarda yazanlardan değildir bu hayata veda. Çünkü içinde daha hala yaşanmamışlıklar gizlidir dönülmeze giderken. Ömür bitti denilip, göklerin hanedanlığını uğurlanırken hatası günahı varsa da yoktur artık garibin.
Boyuna çelişki, boyuna ikilem yaşamaktan bezmişlikle dökülür kelimeler ata diyarına. İzler izemleştikçe inadına seyirci kalmak iflah olmaz hatalar zinciridir, beklenilenden öte ötesidir. Ötelerde bir yerde kortejlerde slogansı birlikler sağlanacak olsa bile kayıp sevgililer çok uzaklarda kaldığından yürümez artık bu yorgun ve ağır hasarlı gemi. Kaldıkça kalır demir atar başka dünyalara ölümlülük ve ölümsüzlük üzerine. Ve beşiğini sallamışlık olsa da serde yalnızlık varsa kaderde biter tüm sevdalar ve kar eylemez amanlar yarım kalan akla. Böyledir işte genç ölümleri gördükçe yaşamın ipine sarılmak veya sarılmamak hevesliliği.
Yıllar geçer paslanır gider sevgiler, yiter sevgililer ama yârin nefesi hala çam sakızı kokar, bedeni yasemin, koynu karanfil ve gülkurusu akşamlarda heyhat boşa geçer zaman. Ve sol anahtarından taşan hiç de basmakalıp olmayan notalar akar aksuların gönlüne, emmiler gölüne.
Ve bir Fatıma şarkısıdır denizin maviliğine ana rengini hatırlatan…
Bu saatten sonra süt mavisi gökte beyhude akıyor zaman. Çıkışsız tünellerde çirkin peri masalları egemen iken havaya, fikri tembelleştiren şeytan uçurtmaları akar maviye ve mavi şenlenir. Şenlenir belki ama çocuğun sütten kesilmesi gibidir pembeye doluşan hayallerin bitişi. Hayallerin tükenişi ise uysal uysal yaklaşan ve kapıyı aniden çalan genç ölümdür…
İşte o vakit aklına ve doğruluğuna bakmadan, otağına düşman girmişçesine kendine değer katmak ve direnmekte bir anda anlamsızlaşır. Saat yönünde dönen gezegen Venüs bile boğulur, ağlamaklı olur bu yitişe bu gidişe. Ey dost bu köy, bu kent ve bu ülke bile hikâyeni bilse dağılır gerçekten diye hüzünlenir ince nağmeler. Çünkü deniz mavisidir genç ölümlerin ana rengi.
Gözlerinin çapağından öpülen hasrettir ağaçtan odalarda tül perdelerle ayrılmış haslet. Kurduğun hayal nasibindir elbet ama kelepir hayat yaşamaktan ani sıyrılış ve usanmışlık yasaklı bir sarmalın kucaklamasıdır tüm örtülü gerçekleri. Ve gök kubbenin altında, sokaklarda güverte göçüren umut gemilerindeki mucizeleri bekler tüm yakınlar asla yakınmadan. Zaten geri sayım ve tutmayan tahminler, güvensiz söyleşiler insanın içindeki uyuklayan barbarlığı huzursuz eder. Bu körükleniş geçici barışlar sağlasa da hayatla bombardımanın bin türlüsüyle vahşiliğe ve yenilgiye en organik bağını kurar duygular. Her müşküle düşende idrak zayıflasa da ümit zenginliği dağlar yürekleri, hislilik de bir yere kadar işler.
İşte yaşamın kıyısındaki o Azraile direnişin miting deryası, şiirsel neşe, köysel tat ve şairsel hava ılımlı yakıcılıktan bir anda imtina etmeyi sağlar. Çetesiz isyanlar eşliğinde, hayatın uhrevi kürsülerinde senin için olan nutuklar naralanır. Dostu haini bir yana kim ne derse desin ateş düştüğü yeri yakar. Ve gitti geldi demekle de olmaz işin özüne varış. Ve emmisi ümmisi bir yana sıcak ve perde arkasından süzülen ve de mazeretsiz maziye kalan hatıralar kurgusu bozuk çalakalem tutkulu yazılara dönüşür.
Her insanın rüyası önemlidir ve birilerini de zorlayıcıdır. Gün yüzüne çıkan muhteşemlik ise eğer usanmadan usluca gün ışığına çıkan en bilinenlerden bir seçki yapmakla olur. En merak edilenleri sorgulamadan üstün körü bilmekle ve inanmakla olmaz. Zaten doğru hayatlar özgürce yaşanır ise hayattır. Bir umut damlasını renklendirmek için bile o an geldiğinde kutsal şiirlere aşırı yakınlık gerekir. Apostrof kıskançlığı zırıldayınca tüm ayrıntıların üstünü kapatır pırıltılı örtüler. Evet, aslında panayırlarda oynatılan tahta kuklaların kırlangıç kanadında aşka varışıdır zaman ve ölüm, ve zamansız ölümler…
Yararsızlığın şenlik ateşinde ısınanlar, yokluğun şehrinde boz eşeğe bindirilmiş hakikatin peşinde koşarlar. Ama hayatı tokatlamak ve aşırı gestapolaşmak bile kurtarmaz narda kızartılmayı. genç ölümlülerden başkası kurtaramaz nesebini. Kendine çapına çapuluna bakmadan oynaşan aynalarda akşamları içer ve kendinden akar geçer kara sevdalar. Bir acayip denemedir ki yaşanan ve denenen, şimdi seni yazacağım, seni sana emanet diye başlar sütunlar. Yanılmaktır aslında sütunlar kırıldığında sırça köşkler çöktüğünde safiyane sufiyane susam sokağındaki simit fırınlarına inanmak. Çünkü dev aşkların âşıklığı ve ışığı ağız dolusu kuru söz ile kararır ve kurur.
Öyle bir afra tafradır ki yaşama tutunmak, haftaym olur biter ve irili ufaklı kırk bir camide okunur dua. Öyle bir yok olma modelidir ki geride kalmışlık, elli yıl tahsil edilse de cahil kalınır ve gerçeğin ateşine yanılır. Özel hastaneler acilden giriş eylemektir dört nefeste ve kaç paraya çıkılacağı bilinmeden çaresizleşmek. En gelişmiş tıp merkezlerinde beş kuruşa beş taş oynamaktır çocukluktan kurtuluş. Her şeyden yakayı kurtarmak vardır da onda yoktur maalesef. Ve polikliniklik vakadır aslında her türlüsünden iki yüzlülük. Ve azı dişleri çekilesilik çok duraklı bir yolculuktur hekimbaşılık. Gözlüklerin camı karardıkça on sekiz ayar altın da tenekeleşir yavaştan.
Hangi ilaçtır insanı yeniden dirilten seksen tekmili birden eczanelerin tamamı hepsi dolaşılsa raflarda dizilmişlerden değildir bir tanesi bile. Ocak başı sağlıkçılığı on dokuz kıtalık, dört dörtlük bir şiirdir. Şiirdir ama beş para etmez en babavari kemoterapiler de, onlarda bunlarda. Bu günden yarınlara hiç mi hiç çare olmaz pastiller, tabletler ‘Akyuvarların ve onların öncü hücrelerinin kanda ve kemik iliğinde aşırı derecede üretimi sonucunda biçimlenmesiyle oluşan hastalığa’ . Hiçbir ilaç, hiç bir…
İşte böyledir misilemelerle misallerle gerilmiş ve gecikmiş isyanın yazısını karalamak. İnsanlıktan nasibini almışlıkla rakamlar bu günden yarına değişir ama gençlikten yaşlılığa bu konuda onlarca kitap kamulaştırılsa da hayat durur ansızın. Korsan kitaplarda yazanlardan değildir bu hayata veda. Çünkü içinde daha hala yaşanmamışlıklar gizlidir dönülmeze giderken. Ömür bitti denilip, göklerin hanedanlığını uğurlanırken hatası günahı varsa da yoktur artık garibin.
Boyuna çelişki, boyuna ikilem yaşamaktan bezmişlikle dökülür kelimeler ata diyarına. İzler izemleştikçe inadına seyirci kalmak iflah olmaz hatalar zinciridir, beklenilenden öte ötesidir. Ötelerde bir yerde kortejlerde slogansı birlikler sağlanacak olsa bile kayıp sevgililer çok uzaklarda kaldığından yürümez artık bu yorgun ve ağır hasarlı gemi. Kaldıkça kalır demir atar başka dünyalara ölümlülük ve ölümsüzlük üzerine. Ve beşiğini sallamışlık olsa da serde yalnızlık varsa kaderde biter tüm sevdalar ve kar eylemez amanlar yarım kalan akla. Böyledir işte genç ölümleri gördükçe yaşamın ipine sarılmak veya sarılmamak hevesliliği.
Yıllar geçer paslanır gider sevgiler, yiter sevgililer ama yârin nefesi hala çam sakızı kokar, bedeni yasemin, koynu karanfil ve gülkurusu akşamlarda heyhat boşa geçer zaman. Ve sol anahtarından taşan hiç de basmakalıp olmayan notalar akar aksuların gönlüne, emmiler gölüne.
Ve bir Fatıma şarkısıdır denizin maviliğine ana rengini hatırlatan…
AKIL DUVARINA KARA ELMAS, DİL DUVARINA BUZ GRİSİ, KÖRLER DUVARINA DENİZ MAVİSİ, YÜREK DUVARINA KARA VİCDAN…
Soma’da kaşla göz arası özelleştirilmiş, lafta hiç eksiksiz bir madende neden ise dünyaya mal olan bir facia yaşandı, yürekler yandı. İleride asla unutulmayacak bir kara yas günü, kara çarşamba olacak 13 Mayıs 2014, öğle sonrası. Madencinin bir yüzü kara, faciaya seyirci kalan yürek duvarı kara vicdanlıların, yüzsüz mebusların ve özelci deyyusların kim bilir? Kolay ekmek yoktur ama kömürde emek en zorudur. Çizmelerini çıkarma madenci, kirli olan sen değilsin çünkü. Bir avuç kömür için bir ömür veren tüm maden şehitlerine...
Kara elmas duvarlarda buz grisi aynalar ve deniz mavisi demir kapılar, mentollü akşam üstüleri gözü karalığa ve korkulu kırıtkan kekemeliğe son verecek paydosları tam ağırlayacak iken birden öğleden sonra patladı yürekler. Nemlenen gözlerden düşecek kömür tozlu ilk damlalar ile son dakika ses ve görüntü kayıtları vahşi kapitalizmi sergiledi kara kömür galerilerde.
Karanlıkta kömür karası tüm kediler leoparlaşır…
Otantik olmayan düşüncelerle projeleştirilen özelleştirmelerin ağırlığı altında ezilmeden, yüklenen aşırı yükü sızlanmadan taşımak abartısız ve palavrasız sadece madenci hikayesinde gizlidir. Bölük pörçüktür ilk şaşkınlıklar ama sonrasında geçer ve Başkente yürümeye kadar varan bir bütünleşmedir madenci baretindeki hüner. Bilenler bilir madencidir en büyük devrimleri kazmasının ucunda saklayan ve yaratan.
Muhafazakarlar ise nefrete çabuk dönenlerdir…
Bayağı kararlı olunsa da, en kararlı görülse de bu toprakların insanı olmak var ya serde forsu düşer yaşamın. Mayası başka olan ifritlerin de er geç foyası çıkar ortaya. Ve asap bozan hava dağılmaya başlar yüreklerde, cılız birkaç hamleden sonra tamamen linyit tadı vurur damaklara.
Tok kuşlar aç kuşlarla birlikte uçmaz…
Zihinde netleşen resimlere kıyısından köşesinden girmeye çalışan kara yüzlerin sıcağına hapsolur yiten canlar. Poz verenleri uğultular arasında izleyerek gerçeği hala öğrenemeyenler ve sağır sağmallığı açıkça bilerek görmezden gelenler Tanrı’ya havale edilecek bireylerdir. İhanetleşme ve yarenleşme karşılığı verilen ödülleri eriştirmek ve ödülü ödü kopmadan nasiplenmek kara elmas çöldeki muhtaçlık ve düşkünlük suyunda bedevileşmedir. Zihinlerde zamansız göç, öç ve kin dolu kapkara günlerde uyumasa bile uyur taklitçilerine bedava gelir yitip giden hayatlar, sönen ocaklar.
Uyukluyor taklidi yapanı uyandırmak, gerçekten uyuyanı uyandırmaktan bile zordur…
Her yan hilebazlarla, kuklakazlarla çevrili olunca herkesin yargıcı ve cellâdı aslında kendisi olur. Ve gerçek hayat dar gelir gerçekten insan olana, adam gibi adam olana. Ayrıca en korkunç bir imgelemdir kontrolden çıkmak. Ve her asılsız şatafatın altından bir kapanoğlu, çapanoğlu çıkar. Hayatın pek de iç dinamiğine dayanmayan, mantığına ters rahatlık sonucu kararan günlerde devam eden bu rahatlık düşkünlüktür ve sadece düşkünleri rahatsız etmez.
İnsanlığı yedek parça deposuna atmışlık, dini imanı kar saymak prim yapıyor görünse de karamsarlık yakadan bir tutarsa asla bir daha bırakmaz. O vakit kömür karası aydınlık yüzlerdeki gözyaşında boğulur külçe külçe altın istifçileri. O saatten sonra mezarlıkları geçerken ıslık çalarak yürümek, soğuk meyve depolarından, dipsiz galerilerden yayılan ve insanın içine yerleşen korkuyu hiç mi hiç gidermez.
O korku ki, gerçektir, gerçekler ise hayaller içindeki parlak hayallerdir ve hayallerde kömür karası işler elmas yüzlere…
Dengeler tümüyle yitirilir ise ki yiter gider bu düzensizlikte, minnet de eksik kalır ve mihnet artar. Ve aklın tüm bilimsel gerçekliklerle kavrayamadıkları bile artık mucizeden sayılmaz. Tarz konseptleri oluşturmak hevesi, önce göçebeliğe ters düşer sonra madenci kazmasına takılır. Arada ateş parçası proteskler olaya müdahil laf taşır taşımasına da üstleri çizilmiştir önceden. Artık küçük büyük insanların karıştığı işe yaramazlık egemendir gerileyen ve gerilen ortama.
Kapkara duvarlarda küçük insanların büyük gölgeleri, duman grisi kapılarda mentollü gün batımları ve kimleri ağırlayacağını kestiremez cellat ana, baba, çoluk çocuğa kavuşmayı kömürleştirir. Damar damar kömürleşme de aşkı tanıdığında yaratıcıyı da tanırsın tekerlemesi tek elden sıradanlaşır, sıfırlanır. Oysa yağan gaz yağmuru adil olanında olmayanında üstüne eşit yağar, ferman denk dökülür. Olan olur, ölen ölür ama ölen güç ve azametini götüremez kara mezara. Bilgilerini hayata ektiklerini biçer götürür oraya. Eksiklik varsa eğer bu tarihi katliamda güven ve himaye ile giderilemez ve gönül rahatlığıyla göç edilemez başka evrenlere.
Nezih nehirler tersine çağlatıldığında, rotu çıkmış dünya şarampole yuvarlandığında, nezirler safa geldiğinde, usulünce iğnelemek başlangıç için kâfidir. Ama hayat morga beş varken, simsiyah dehlizlerde kararıp kömürleşince rüyalar, insan ne kadar durulmuşsa da duramaz. Dursa da işe yaramazlık baş gösterir maden dehlizlerinden ve karanlık kömür katranı taşar sokaklara…
Sırt üstü uzanmak ve alelade asap bozacak, azap verecek bu yoğun sessizlikte beklemek kadar soğuk değildir buzulu buzullarda yaşamak. Ve bir düşman çok, yüz düşman azdır o an geldiğinde. Düşmanı dost seçmek, dostu düşman görmek ise külliyen zarardır. Külliyen isyan ve itaatsizlik yayılınca buz mavisi duvarlara, akıl duvarına kara elmas, dil duvarına buz grisi, körler duvarına deniz mavisi, yürek duvarına kara vicdan…bulaşınca da;
Bir dilin sinkaflarını bilmiyorsan, o dili biliyor ve öğrenmiş sayılmazsın gerçeği netlik kazanır…
Soma’da kaşla göz arası özelleştirilmiş, lafta hiç eksiksiz bir madende neden ise dünyaya mal olan bir facia yaşandı, yürekler yandı. İleride asla unutulmayacak bir kara yas günü, kara çarşamba olacak 13 Mayıs 2014, öğle sonrası. Madencinin bir yüzü kara, faciaya seyirci kalan yürek duvarı kara vicdanlıların, yüzsüz mebusların ve özelci deyyusların kim bilir? Kolay ekmek yoktur ama kömürde emek en zorudur. Çizmelerini çıkarma madenci, kirli olan sen değilsin çünkü. Bir avuç kömür için bir ömür veren tüm maden şehitlerine...
Kara elmas duvarlarda buz grisi aynalar ve deniz mavisi demir kapılar, mentollü akşam üstüleri gözü karalığa ve korkulu kırıtkan kekemeliğe son verecek paydosları tam ağırlayacak iken birden öğleden sonra patladı yürekler. Nemlenen gözlerden düşecek kömür tozlu ilk damlalar ile son dakika ses ve görüntü kayıtları vahşi kapitalizmi sergiledi kara kömür galerilerde.
Karanlıkta kömür karası tüm kediler leoparlaşır…
Otantik olmayan düşüncelerle projeleştirilen özelleştirmelerin ağırlığı altında ezilmeden, yüklenen aşırı yükü sızlanmadan taşımak abartısız ve palavrasız sadece madenci hikayesinde gizlidir. Bölük pörçüktür ilk şaşkınlıklar ama sonrasında geçer ve Başkente yürümeye kadar varan bir bütünleşmedir madenci baretindeki hüner. Bilenler bilir madencidir en büyük devrimleri kazmasının ucunda saklayan ve yaratan.
Muhafazakarlar ise nefrete çabuk dönenlerdir…
Bayağı kararlı olunsa da, en kararlı görülse de bu toprakların insanı olmak var ya serde forsu düşer yaşamın. Mayası başka olan ifritlerin de er geç foyası çıkar ortaya. Ve asap bozan hava dağılmaya başlar yüreklerde, cılız birkaç hamleden sonra tamamen linyit tadı vurur damaklara.
Tok kuşlar aç kuşlarla birlikte uçmaz…
Zihinde netleşen resimlere kıyısından köşesinden girmeye çalışan kara yüzlerin sıcağına hapsolur yiten canlar. Poz verenleri uğultular arasında izleyerek gerçeği hala öğrenemeyenler ve sağır sağmallığı açıkça bilerek görmezden gelenler Tanrı’ya havale edilecek bireylerdir. İhanetleşme ve yarenleşme karşılığı verilen ödülleri eriştirmek ve ödülü ödü kopmadan nasiplenmek kara elmas çöldeki muhtaçlık ve düşkünlük suyunda bedevileşmedir. Zihinlerde zamansız göç, öç ve kin dolu kapkara günlerde uyumasa bile uyur taklitçilerine bedava gelir yitip giden hayatlar, sönen ocaklar.
Uyukluyor taklidi yapanı uyandırmak, gerçekten uyuyanı uyandırmaktan bile zordur…
Her yan hilebazlarla, kuklakazlarla çevrili olunca herkesin yargıcı ve cellâdı aslında kendisi olur. Ve gerçek hayat dar gelir gerçekten insan olana, adam gibi adam olana. Ayrıca en korkunç bir imgelemdir kontrolden çıkmak. Ve her asılsız şatafatın altından bir kapanoğlu, çapanoğlu çıkar. Hayatın pek de iç dinamiğine dayanmayan, mantığına ters rahatlık sonucu kararan günlerde devam eden bu rahatlık düşkünlüktür ve sadece düşkünleri rahatsız etmez.
İnsanlığı yedek parça deposuna atmışlık, dini imanı kar saymak prim yapıyor görünse de karamsarlık yakadan bir tutarsa asla bir daha bırakmaz. O vakit kömür karası aydınlık yüzlerdeki gözyaşında boğulur külçe külçe altın istifçileri. O saatten sonra mezarlıkları geçerken ıslık çalarak yürümek, soğuk meyve depolarından, dipsiz galerilerden yayılan ve insanın içine yerleşen korkuyu hiç mi hiç gidermez.
O korku ki, gerçektir, gerçekler ise hayaller içindeki parlak hayallerdir ve hayallerde kömür karası işler elmas yüzlere…
Dengeler tümüyle yitirilir ise ki yiter gider bu düzensizlikte, minnet de eksik kalır ve mihnet artar. Ve aklın tüm bilimsel gerçekliklerle kavrayamadıkları bile artık mucizeden sayılmaz. Tarz konseptleri oluşturmak hevesi, önce göçebeliğe ters düşer sonra madenci kazmasına takılır. Arada ateş parçası proteskler olaya müdahil laf taşır taşımasına da üstleri çizilmiştir önceden. Artık küçük büyük insanların karıştığı işe yaramazlık egemendir gerileyen ve gerilen ortama.
Kapkara duvarlarda küçük insanların büyük gölgeleri, duman grisi kapılarda mentollü gün batımları ve kimleri ağırlayacağını kestiremez cellat ana, baba, çoluk çocuğa kavuşmayı kömürleştirir. Damar damar kömürleşme de aşkı tanıdığında yaratıcıyı da tanırsın tekerlemesi tek elden sıradanlaşır, sıfırlanır. Oysa yağan gaz yağmuru adil olanında olmayanında üstüne eşit yağar, ferman denk dökülür. Olan olur, ölen ölür ama ölen güç ve azametini götüremez kara mezara. Bilgilerini hayata ektiklerini biçer götürür oraya. Eksiklik varsa eğer bu tarihi katliamda güven ve himaye ile giderilemez ve gönül rahatlığıyla göç edilemez başka evrenlere.
Nezih nehirler tersine çağlatıldığında, rotu çıkmış dünya şarampole yuvarlandığında, nezirler safa geldiğinde, usulünce iğnelemek başlangıç için kâfidir. Ama hayat morga beş varken, simsiyah dehlizlerde kararıp kömürleşince rüyalar, insan ne kadar durulmuşsa da duramaz. Dursa da işe yaramazlık baş gösterir maden dehlizlerinden ve karanlık kömür katranı taşar sokaklara…
Sırt üstü uzanmak ve alelade asap bozacak, azap verecek bu yoğun sessizlikte beklemek kadar soğuk değildir buzulu buzullarda yaşamak. Ve bir düşman çok, yüz düşman azdır o an geldiğinde. Düşmanı dost seçmek, dostu düşman görmek ise külliyen zarardır. Külliyen isyan ve itaatsizlik yayılınca buz mavisi duvarlara, akıl duvarına kara elmas, dil duvarına buz grisi, körler duvarına deniz mavisi, yürek duvarına kara vicdan…bulaşınca da;
Bir dilin sinkaflarını bilmiyorsan, o dili biliyor ve öğrenmiş sayılmazsın gerçeği netlik kazanır…
10 Mayıs 2014 Cumartesi
HER YAZ BAŞI DEDELER KARANFİL, BABALAR İSE KEKİK KOKAR…
HER YAZ BAŞI DEDELER KARANFİL, BABALAR İSE KEKİK KOKAR…
Dümene geçer her yaz başı uzun gecelerin şiircisi ve yazı başlar…
Geldiğinde demir alma vakti hayattan, kara tren vagonları da çoktan gemiye yüklenmiş olur. Elde kalan sadece seyri zor şehir ışıklarıdır ve paramparça olur avizelik kristaller. Kederli bir son sefer yazılır maviliklere. Kader beni bu kez yok say diye başlar yazlar ve yazılar. Hoppa ve kıvrak, bir o kadar da tutkulu ve gerçek bir kuzey türküsü dolanır dillere. Demir al ve çark et kuzeye emrini hissettirir inceden.
Gamzelerinden yudumlanan hayat, boşa geçen günlerin en keskin ilacıdır yüreklere. Ve bu kent herkese bu yaz haram ritmiyle çarpar kampana. Motorlara güç ver, yol ver makinelere, vira ileri diye hükmeder zaman. Sebepsiz ayrılıklara yepyeni masallar anlatıldığında hiç de zor olmaz ağlamak.
Başından sonuna yan yana üç kelimedir tüm yaz ve yazıla; dedem, oğlu ve ben, sonuna ağlama efektleri ve üç nokta...
Gemi ilerledikçe öksüzlüğe ve garipliğe niçin utancından simsiyah dalgalar döver karmaşık şiirler. Dalga dümensiz yarılan gök ve varılan yer aslında kendi halinde aşkın müebbet hapsinde yüzmektir yalnızca. Saçlardaki beyazlar köpük köpük imkânsızlığı doğaçladığında, tersine işler doğa ve dantel dantel vurulur beynin kuzey kıyılarına. İşte o vakit acılar deniz renkli sulara ve altın gümüş karışımlı kumlara gömülür. Gözü kara, korkusuz titreyişler ve sudan çıkmış balığa dönmüşlük dökülür gözyaşlarıyla. Veda öpücükleri sızarken gözlerden, mehtaba selam durur kirpikler.
Ve gidenlerin ardı sıra şehirler ağlar, şiirler yanar ve şairler ağlar...
Çok yakındır belki, kim bilir kaç evren uzaktadır veya gökyüzünde yüzen sahipsiz gemi. Yakıtı ağlamaklı düşünceler ve anılardır. Yeterince dolmuş ise gönül, küllenmiş yaralardan beslenir ayrıca. Ve masumiyet tutar yakalardan yarınlara çeker her acı günü. Garibe günü gösteren yıkılası evrenin kiralık veya satılık rüzgârlarıdır. Ve tüm yazarlar her yaz başı yazılarını uçuracak, kalpleri şişirecek, şiirleri kanatlandıracak, anıları anlatacak poyraz ararlar. Tepeden tırnağa arındıran, sıla ve gurbet şarkıları vurunca martıları da fırtınalı isyanlar kopar uzun yaz geceleri. Çığırtkanlıklar çaresizce delirtir denizi ve suya hasret suyun sesi, dev taşlarla doldurulmuş limanlarda boğulur.
Ve sevdalar kentinin sevdası zorla ertelenir. Yani hiç kimse limoni limansızlıkta mavi-laciverde âşık yeşilin orta yerinde kızım kızım kızaran güneşe hiçbir soru soramaz. Yaşlanmışlığı, nemi, gamı, rutubeti neyle kurutacağını öğrenemez. Fındıkkabuğunu doldurmayacak günahlara kimi ortak edeceğini bilemez. İçlenmeyi, hiçlenmeyi kiminle paylaşacağını göremez. Af dilemek istenir eller açılıp deniz püskülü göğe, bu kara sevdada günah yoktu diye ama olmaz. Bulut grisi bulutlara hissettirmeden ağlamak istenir doyasıya lakin ağlanamaz.
Kaç kitaplık dolusu kitap yalvarışlar boştur aslında. Çünkü kaç değmez güne açılır paslı anahtarlar. Ve kaç çilingir asla okumadığı, okuyamayacağı kitapları çaldırır bin bir kilitli kasalardan. Tornasında demir bileyleyerek kaç masal uydurduğunu unutmuş ustalar hala çıraktır. Ve raflardan kaç çeşit ışık vurur ise vursun kara masaya gereğince ışıtamaz.
Her yaz başı işte böyle olur…
Dede öldüğü gün boğazda bir yerde kokoz yıldızların, yakamozlarla kırıştırdığı uzun gecede yollara düşülür. Fotoğraf karelerinden sakınılan cansız hayaller arkasına hatıra olsun diye yazılamadan siyah beyazlaşır. Kiremit kırmızısı çatılarından öpülen kent hala biçaredir ve tünellerin sonuna varılamayan çıkışı günlük güneşliktir. Dehlizde ampuller patladığında birer birer, sıcakkan damarda durmaz ve sakallı dede ölüverir...
Saçlara sakallara beyaz gecelerin gölgesi düşer. Nasıl bir adamsa dedeler, hep olmadık zamanda akıllara düşer ve o düşüşle canlanır, kanlanır hayaller. Tespih tanesi dizerken dua dua, yeşil uçurumlara son sürat seyrederken ömür her iki omuzda oturanlar, mırıl mırıl, yokuş aşağı gidişe inciler dizer. Ve korkudan eser kalmaz esaretlerin her nevinde.
Karanfil kokar dedeler ve kalın bağırsak tembelliğinden muzdariplikle ağrıyan dişe kekik yağı sürmeler ile pusulasız yollanılır yaz düşlerine. Ele güne rezil olmamak adınadır her şey. Ufacık valizlerde dualar ve seni seviyorum pusulaları her yaz başı, bağrına babaların bırakıldığı topraklara uğrar geçer gönüller.
Yollanmışlık varsa sevgiyle en zor sürgünlere genç yaşta erkenden ihtiyarlamışlık vurur beyaz gölgelere. Bütün inanışlar iç karartınca kapkara isyan çiçeği sürgün verir, tüm vurgun yemişliklere.
Karanfil kokulu dedelere ve kekik kokan babalara ve ata toprağına her yaz başı duyulan özlemdir alna sürülen tek leke. Gayrisi temiz pak…
Dümene geçer her yaz başı uzun gecelerin şiircisi ve yazı başlar…
Geldiğinde demir alma vakti hayattan, kara tren vagonları da çoktan gemiye yüklenmiş olur. Elde kalan sadece seyri zor şehir ışıklarıdır ve paramparça olur avizelik kristaller. Kederli bir son sefer yazılır maviliklere. Kader beni bu kez yok say diye başlar yazlar ve yazılar. Hoppa ve kıvrak, bir o kadar da tutkulu ve gerçek bir kuzey türküsü dolanır dillere. Demir al ve çark et kuzeye emrini hissettirir inceden.
Gamzelerinden yudumlanan hayat, boşa geçen günlerin en keskin ilacıdır yüreklere. Ve bu kent herkese bu yaz haram ritmiyle çarpar kampana. Motorlara güç ver, yol ver makinelere, vira ileri diye hükmeder zaman. Sebepsiz ayrılıklara yepyeni masallar anlatıldığında hiç de zor olmaz ağlamak.
Başından sonuna yan yana üç kelimedir tüm yaz ve yazıla; dedem, oğlu ve ben, sonuna ağlama efektleri ve üç nokta...
Gemi ilerledikçe öksüzlüğe ve garipliğe niçin utancından simsiyah dalgalar döver karmaşık şiirler. Dalga dümensiz yarılan gök ve varılan yer aslında kendi halinde aşkın müebbet hapsinde yüzmektir yalnızca. Saçlardaki beyazlar köpük köpük imkânsızlığı doğaçladığında, tersine işler doğa ve dantel dantel vurulur beynin kuzey kıyılarına. İşte o vakit acılar deniz renkli sulara ve altın gümüş karışımlı kumlara gömülür. Gözü kara, korkusuz titreyişler ve sudan çıkmış balığa dönmüşlük dökülür gözyaşlarıyla. Veda öpücükleri sızarken gözlerden, mehtaba selam durur kirpikler.
Ve gidenlerin ardı sıra şehirler ağlar, şiirler yanar ve şairler ağlar...
Çok yakındır belki, kim bilir kaç evren uzaktadır veya gökyüzünde yüzen sahipsiz gemi. Yakıtı ağlamaklı düşünceler ve anılardır. Yeterince dolmuş ise gönül, küllenmiş yaralardan beslenir ayrıca. Ve masumiyet tutar yakalardan yarınlara çeker her acı günü. Garibe günü gösteren yıkılası evrenin kiralık veya satılık rüzgârlarıdır. Ve tüm yazarlar her yaz başı yazılarını uçuracak, kalpleri şişirecek, şiirleri kanatlandıracak, anıları anlatacak poyraz ararlar. Tepeden tırnağa arındıran, sıla ve gurbet şarkıları vurunca martıları da fırtınalı isyanlar kopar uzun yaz geceleri. Çığırtkanlıklar çaresizce delirtir denizi ve suya hasret suyun sesi, dev taşlarla doldurulmuş limanlarda boğulur.
Ve sevdalar kentinin sevdası zorla ertelenir. Yani hiç kimse limoni limansızlıkta mavi-laciverde âşık yeşilin orta yerinde kızım kızım kızaran güneşe hiçbir soru soramaz. Yaşlanmışlığı, nemi, gamı, rutubeti neyle kurutacağını öğrenemez. Fındıkkabuğunu doldurmayacak günahlara kimi ortak edeceğini bilemez. İçlenmeyi, hiçlenmeyi kiminle paylaşacağını göremez. Af dilemek istenir eller açılıp deniz püskülü göğe, bu kara sevdada günah yoktu diye ama olmaz. Bulut grisi bulutlara hissettirmeden ağlamak istenir doyasıya lakin ağlanamaz.
Kaç kitaplık dolusu kitap yalvarışlar boştur aslında. Çünkü kaç değmez güne açılır paslı anahtarlar. Ve kaç çilingir asla okumadığı, okuyamayacağı kitapları çaldırır bin bir kilitli kasalardan. Tornasında demir bileyleyerek kaç masal uydurduğunu unutmuş ustalar hala çıraktır. Ve raflardan kaç çeşit ışık vurur ise vursun kara masaya gereğince ışıtamaz.
Her yaz başı işte böyle olur…
Dede öldüğü gün boğazda bir yerde kokoz yıldızların, yakamozlarla kırıştırdığı uzun gecede yollara düşülür. Fotoğraf karelerinden sakınılan cansız hayaller arkasına hatıra olsun diye yazılamadan siyah beyazlaşır. Kiremit kırmızısı çatılarından öpülen kent hala biçaredir ve tünellerin sonuna varılamayan çıkışı günlük güneşliktir. Dehlizde ampuller patladığında birer birer, sıcakkan damarda durmaz ve sakallı dede ölüverir...
Saçlara sakallara beyaz gecelerin gölgesi düşer. Nasıl bir adamsa dedeler, hep olmadık zamanda akıllara düşer ve o düşüşle canlanır, kanlanır hayaller. Tespih tanesi dizerken dua dua, yeşil uçurumlara son sürat seyrederken ömür her iki omuzda oturanlar, mırıl mırıl, yokuş aşağı gidişe inciler dizer. Ve korkudan eser kalmaz esaretlerin her nevinde.
Karanfil kokar dedeler ve kalın bağırsak tembelliğinden muzdariplikle ağrıyan dişe kekik yağı sürmeler ile pusulasız yollanılır yaz düşlerine. Ele güne rezil olmamak adınadır her şey. Ufacık valizlerde dualar ve seni seviyorum pusulaları her yaz başı, bağrına babaların bırakıldığı topraklara uğrar geçer gönüller.
Yollanmışlık varsa sevgiyle en zor sürgünlere genç yaşta erkenden ihtiyarlamışlık vurur beyaz gölgelere. Bütün inanışlar iç karartınca kapkara isyan çiçeği sürgün verir, tüm vurgun yemişliklere.
Karanfil kokulu dedelere ve kekik kokan babalara ve ata toprağına her yaz başı duyulan özlemdir alna sürülen tek leke. Gayrisi temiz pak…
YÜKSEK TİCARET’TEN YÜKSEK SİYASETE…
YÜKSEK TİCARET’TEN YÜKSEK SİYASETE…
Yazının başlığına üstünkörü bakıp, bu yazı da o muhalif yazılardan dememek için baştan sona, inceden inceye okumak gerek. Derdimizin ülkede toplumsal muhalefetin önünün tıkanmışlığı, toplumun her kesiminde özgürlüğünü yaşama ve yaşatma, demokratik haklarını yeterince kullanamama endişesi olduğu doğrudur. Sadece bu nedenlerle bile kıyametin kopacağı da bir gerçekliktir. Ancak biz başka bir Yüksek Ticaret’ten, başka bir yüksek siyasetten söz edeceğiz bu gün.
‘Yaklaşık seksen yıllık geçmişe sahip bir sivil toplum kuruluşu olarak, Yüksek Ticaret Mezunlar Derneği ülkenin en kalabalık ailesine sahiptir. Ürettiği maddi ve manevi değerleri ile izlenen ekol ülkeye iki asra yakın daima pozitif katkı sağlamıştır. Yüksek Ticaret Mezunları önünde saygıyla eğilinmesi gereken bir dayanışmayı, ders alınması gereken bir birlikteliği kurdukları dernekler ve vakıflar sayesinde bu güne kadar taşımıştır. Özellikle geçmişe uzanan kollarının genişliği ve güçlülüğü, geleceğe uzanan birikimin derinliği ve enginliği, iyi işleyen ve büyüyen dernek yapısıyla Yüksek Ticaretliler diğer sivil toplum örgütlerinden farklı bir gelenek yaratmışlardır.
Ülkeyi yenilemeye ve katkı sunmaya, sevgi ve saygı çerçevesinde hizmete dayanan ve koskoca bir camianın bütünleşmesiyle Yüksek Ticaret birikimi yarınlara ilişkin birçok mesajı kamuoyuna sunmuştur. Bu sunumlar ilme sahip olmasının yanında, cesaretliliği de gösteren bir tavırdır, tutumdur, durumdur, bir duruştur…”
Bu duruş asrı çoktan devirmiş bir ekolun, okulun, akademinin, üniversitenin devamında Mezunlar Derneği olarak bilinen tüm yönetsel ve işlevsel politikaları hayata geçirecek kadrosal yeterliliğe ve yetkinliğe sahip olmakla özdeşleşmiş bir duruştur. Temel ilke ve amaçları belli bu mezunlar bütünlüğü ülkede her dönem uygulanmış ve uygulanan iktisadi politikalar hakkında birikime ve deneyime dayalı en donanımlı saptamaları yapacak bir güçtür bu duruş.
Öyleyse, amaç ve hedeflere varmak, ulaşmak için üye mezunlarına bir eylem serbestîsi tanımak ve sağlamak, siyasal aktivitelerin içine katmak ve ülke yönetiminde söz sahibi olabilmek gibi başka bir görevi daha üstlenebilmelidir Yüksek Ticaret. Tüm yapılanmaların yaptığı yanlışları görmek ve göstermek tüm Yüksek Ticaretlilerin geçmişten geleceğe sorumluluğudur ve bu sorumluluğu yerine getirmek boyunlarına da borçtur. Özellikle Yüksek Ticaretlilerin insan çeşitliliğine rağmen katılımcılık ve söylem birliğinde buluşması, terbiye çerçevesinde ülke menfaatlerini gözeten bir tavırlılık göstermesi en paha biçilmez üründür.
Demek ki, sürekli, yaygın bilgilenme ve bilgilendirme yoluyla düzenlenen tüm etkinlikler daha tepelere dokunur, anlam kazanır, gelişir ve sonuçlanırsa bu durum korku duyulacak değil, aksine ülke yüksek siyasetine katkı ve politik kulvarda ise Yüksek Ticaretlilerin önünün açılması manasına gelir. Ancak bu aşamada kurumsallaşmak çok önemlidir. Dinamizm eksikliğinden çıkış yapma ve çözümsel patlama beklentisine yanıt veremeyen yönetsel anlayışlar filizlenen umutları hep bir sonraki dönemlere aktarır. Bu aktarımlar sürdükçe ülkeye yön verecek güce sahip Yüksek Ticaretli kadroların da demlenmiş hayalleri yıkılır. Oysa gerçeğin ta kendisidir o hayaller ve bu güne değin iktidar olmak bağlamında bir kadro hareketi yürütemeyen bir camianın kolaycılığa teslimiyetidir tüm yaşananlar.
Bu ve benzer mantalite ile toplumun her kesiminde gerileyişe ve sıradanlığa zemin hazırlandığı asla unutulmamalı ve artık gerekli yenilenmelere açılım sağlanmalıdır. Ülkenin en büyük ve örgütlü sivil gücü olan Yüksek Ticaretin hangi siyasi erkin yanında yer alır ise alsın, Yüksek Ticaretli camianın top yekûn desteğiyle nelerin değişebileceğini ve en olmazların olabileceğini aslında herkes biliyor. Ancak neden ise tüm teamüllerin ve temayüllerin tersine Yüksek Ticaret’in Yüksek Siyasete talepkarlığından çekiniliyor.
Oysa bu ülkenin artık en yüksek makamlarda Yüksek Ticaret’e ve Yüksek Ticaretliye aşırı ihtiyacı var. Her fırsatta övgüyle söz edilen yüz binlerce mezuna sahiplik ve yüz bini aşan akredite üyeye mensupluk ile uyuyan bir dev olarak ülkenin en aktif gücüdür Yüksek Ticaret. Radikalleşmeden çekinildikçe, marjinalleşmeye kayan bir hatta gereksiz ısrar ve direnç zamanla kötü gidişe dur demeyi de zorlaştırır. O halde güncele ilişkin, günü kurtaracak basit projelerin yerine ülkeyi kurtaracak siyasal prodüksiyonlara imza atılmalıdır. Güçlü veya zayıf tüm sivil toplum örgütlerinin yaptığı gibi siyasal çalışmalardan beklentisi olan Yüksek Ticaretlilerin sürece katılması sağlanmalı, ciddi biçimde ve yılmaz tavırlılıkla desteklenmeleri yönünde çaba harcanmalıdır.
Çünkü diğerlerine bakıldığında, gündem oluşturabilecek, günden güne artan ve değişen sorunlara çözüm ve çözüm yolları öngörebilecek ve önerecek konumda olan, her şey bir kenara bu sivil örgütler içinde en önemlisi ve en güçlüsü Yüksek Ticaret’tir. Ayrıca hepsinden öne çıkan bir marka ve imaja sahiptir Yüksek Ticaret…
Kısa sürede az sayıda ve belirli üyesine seslendiğinde bile, küçük zaman dilimine sığdırılmış ufak etkinliklerle dahi çok şeyler söylenebildiği ve başarıldığı ortadadır. Üyesel katılım yollarının alabildiğine açıldığı, geçiştirmek kabilinden değil, gerçekçi açıdan bir yerlere gelebilmek olgusu güncellendiğinde, bu geleneksele dayanan zümre nice yanlış gelenekleri yıkar geçer.
O nedenle doğru değerlendirme ve değerlemelerle, Yüksek Ticaret topluma dönük yüzünü ciddi vurgulamalarla ve belli hedeflerinden şaşmadan ama siyasetin de fazla uzağına düşmeden yenilemelidir. Değişim ve hızlı gelişimin yaşandığı dünyada Yüksek Ticaret komplike bir duruşla hakkettiği payı alma doğrultusunda hamlelerini düzenleyebilmelidir. Yönetsel işlerliği ve işlevselliği sayesinde tüm üye yapısını kucaklayan bütünlükte tazelenmiş umutlarla topluma yön veren ve saran bir moda bürünerek gereğini yapmalıdır.
Yüksek Ticaret’ten yüksek siyasete uzanan yolda, ülkeye fayda sağlama ve öncü olma iradesi doğrultusunda efor sarf etmek yeterde artar. Her konuda sağlıklı yönetim platformları kurabilecek bir ekolun öğrencileri fırsat verildiğinde icatları ve icraatları ile başucu kaynağı olabilecek, literatürlere geçecek manifestolara konu olurlar.
Fazla söze hacet yok…
Yazının başlığına üstünkörü bakıp, bu yazı da o muhalif yazılardan dememek için baştan sona, inceden inceye okumak gerek. Derdimizin ülkede toplumsal muhalefetin önünün tıkanmışlığı, toplumun her kesiminde özgürlüğünü yaşama ve yaşatma, demokratik haklarını yeterince kullanamama endişesi olduğu doğrudur. Sadece bu nedenlerle bile kıyametin kopacağı da bir gerçekliktir. Ancak biz başka bir Yüksek Ticaret’ten, başka bir yüksek siyasetten söz edeceğiz bu gün.
‘Yaklaşık seksen yıllık geçmişe sahip bir sivil toplum kuruluşu olarak, Yüksek Ticaret Mezunlar Derneği ülkenin en kalabalık ailesine sahiptir. Ürettiği maddi ve manevi değerleri ile izlenen ekol ülkeye iki asra yakın daima pozitif katkı sağlamıştır. Yüksek Ticaret Mezunları önünde saygıyla eğilinmesi gereken bir dayanışmayı, ders alınması gereken bir birlikteliği kurdukları dernekler ve vakıflar sayesinde bu güne kadar taşımıştır. Özellikle geçmişe uzanan kollarının genişliği ve güçlülüğü, geleceğe uzanan birikimin derinliği ve enginliği, iyi işleyen ve büyüyen dernek yapısıyla Yüksek Ticaretliler diğer sivil toplum örgütlerinden farklı bir gelenek yaratmışlardır.
Ülkeyi yenilemeye ve katkı sunmaya, sevgi ve saygı çerçevesinde hizmete dayanan ve koskoca bir camianın bütünleşmesiyle Yüksek Ticaret birikimi yarınlara ilişkin birçok mesajı kamuoyuna sunmuştur. Bu sunumlar ilme sahip olmasının yanında, cesaretliliği de gösteren bir tavırdır, tutumdur, durumdur, bir duruştur…”
Bu duruş asrı çoktan devirmiş bir ekolun, okulun, akademinin, üniversitenin devamında Mezunlar Derneği olarak bilinen tüm yönetsel ve işlevsel politikaları hayata geçirecek kadrosal yeterliliğe ve yetkinliğe sahip olmakla özdeşleşmiş bir duruştur. Temel ilke ve amaçları belli bu mezunlar bütünlüğü ülkede her dönem uygulanmış ve uygulanan iktisadi politikalar hakkında birikime ve deneyime dayalı en donanımlı saptamaları yapacak bir güçtür bu duruş.
Öyleyse, amaç ve hedeflere varmak, ulaşmak için üye mezunlarına bir eylem serbestîsi tanımak ve sağlamak, siyasal aktivitelerin içine katmak ve ülke yönetiminde söz sahibi olabilmek gibi başka bir görevi daha üstlenebilmelidir Yüksek Ticaret. Tüm yapılanmaların yaptığı yanlışları görmek ve göstermek tüm Yüksek Ticaretlilerin geçmişten geleceğe sorumluluğudur ve bu sorumluluğu yerine getirmek boyunlarına da borçtur. Özellikle Yüksek Ticaretlilerin insan çeşitliliğine rağmen katılımcılık ve söylem birliğinde buluşması, terbiye çerçevesinde ülke menfaatlerini gözeten bir tavırlılık göstermesi en paha biçilmez üründür.
Demek ki, sürekli, yaygın bilgilenme ve bilgilendirme yoluyla düzenlenen tüm etkinlikler daha tepelere dokunur, anlam kazanır, gelişir ve sonuçlanırsa bu durum korku duyulacak değil, aksine ülke yüksek siyasetine katkı ve politik kulvarda ise Yüksek Ticaretlilerin önünün açılması manasına gelir. Ancak bu aşamada kurumsallaşmak çok önemlidir. Dinamizm eksikliğinden çıkış yapma ve çözümsel patlama beklentisine yanıt veremeyen yönetsel anlayışlar filizlenen umutları hep bir sonraki dönemlere aktarır. Bu aktarımlar sürdükçe ülkeye yön verecek güce sahip Yüksek Ticaretli kadroların da demlenmiş hayalleri yıkılır. Oysa gerçeğin ta kendisidir o hayaller ve bu güne değin iktidar olmak bağlamında bir kadro hareketi yürütemeyen bir camianın kolaycılığa teslimiyetidir tüm yaşananlar.
Bu ve benzer mantalite ile toplumun her kesiminde gerileyişe ve sıradanlığa zemin hazırlandığı asla unutulmamalı ve artık gerekli yenilenmelere açılım sağlanmalıdır. Ülkenin en büyük ve örgütlü sivil gücü olan Yüksek Ticaretin hangi siyasi erkin yanında yer alır ise alsın, Yüksek Ticaretli camianın top yekûn desteğiyle nelerin değişebileceğini ve en olmazların olabileceğini aslında herkes biliyor. Ancak neden ise tüm teamüllerin ve temayüllerin tersine Yüksek Ticaret’in Yüksek Siyasete talepkarlığından çekiniliyor.
Oysa bu ülkenin artık en yüksek makamlarda Yüksek Ticaret’e ve Yüksek Ticaretliye aşırı ihtiyacı var. Her fırsatta övgüyle söz edilen yüz binlerce mezuna sahiplik ve yüz bini aşan akredite üyeye mensupluk ile uyuyan bir dev olarak ülkenin en aktif gücüdür Yüksek Ticaret. Radikalleşmeden çekinildikçe, marjinalleşmeye kayan bir hatta gereksiz ısrar ve direnç zamanla kötü gidişe dur demeyi de zorlaştırır. O halde güncele ilişkin, günü kurtaracak basit projelerin yerine ülkeyi kurtaracak siyasal prodüksiyonlara imza atılmalıdır. Güçlü veya zayıf tüm sivil toplum örgütlerinin yaptığı gibi siyasal çalışmalardan beklentisi olan Yüksek Ticaretlilerin sürece katılması sağlanmalı, ciddi biçimde ve yılmaz tavırlılıkla desteklenmeleri yönünde çaba harcanmalıdır.
Çünkü diğerlerine bakıldığında, gündem oluşturabilecek, günden güne artan ve değişen sorunlara çözüm ve çözüm yolları öngörebilecek ve önerecek konumda olan, her şey bir kenara bu sivil örgütler içinde en önemlisi ve en güçlüsü Yüksek Ticaret’tir. Ayrıca hepsinden öne çıkan bir marka ve imaja sahiptir Yüksek Ticaret…
Kısa sürede az sayıda ve belirli üyesine seslendiğinde bile, küçük zaman dilimine sığdırılmış ufak etkinliklerle dahi çok şeyler söylenebildiği ve başarıldığı ortadadır. Üyesel katılım yollarının alabildiğine açıldığı, geçiştirmek kabilinden değil, gerçekçi açıdan bir yerlere gelebilmek olgusu güncellendiğinde, bu geleneksele dayanan zümre nice yanlış gelenekleri yıkar geçer.
O nedenle doğru değerlendirme ve değerlemelerle, Yüksek Ticaret topluma dönük yüzünü ciddi vurgulamalarla ve belli hedeflerinden şaşmadan ama siyasetin de fazla uzağına düşmeden yenilemelidir. Değişim ve hızlı gelişimin yaşandığı dünyada Yüksek Ticaret komplike bir duruşla hakkettiği payı alma doğrultusunda hamlelerini düzenleyebilmelidir. Yönetsel işlerliği ve işlevselliği sayesinde tüm üye yapısını kucaklayan bütünlükte tazelenmiş umutlarla topluma yön veren ve saran bir moda bürünerek gereğini yapmalıdır.
Yüksek Ticaret’ten yüksek siyasete uzanan yolda, ülkeye fayda sağlama ve öncü olma iradesi doğrultusunda efor sarf etmek yeterde artar. Her konuda sağlıklı yönetim platformları kurabilecek bir ekolun öğrencileri fırsat verildiğinde icatları ve icraatları ile başucu kaynağı olabilecek, literatürlere geçecek manifestolara konu olurlar.
Fazla söze hacet yok…
6 Mayıs 2014 Salı
GÜLLERİ SOLDURAN MAYIS AKŞAMLARINA AĞIT…
GÜLLERİ SOLDURAN MAYIS AKŞAMLARINA AĞIT…
Her seneyi devriyesi geldiğinde “Gülünün Solduğu Akşam” kızaran damlara vurur ve bıçak sırtı ayılmalar yaşar, bir başka biçimde ve daha katmerli hüzünlenirim. En baba gülümü de “Gülünün Solduğu Akşam” toprağa verdiğimdendir, bu beynimdeki diriliş ve dilimdeki dirilmiş sözcükler. Ve insani diyaloglarla bütünleşirim yeniden…
Solan güllerin dikenleri yüreğimize çentik üstüne çentik atmış bir kere. Başkalaşım başladığında sanal kahramanlığa özentiden değil, alnımızda zindan karası belirdiğinden yüreğimize bir kez daha çöker acı. ‘idamlar ve babam’ hakkında unutkanlık ve acizlik potansiyeli göstermeyişimizdir ası olan.
Yılmaz bir devrimcinin yaşamında çok kırılma noktaları olur. Olur, ama hayatında iliklerine kadar işleyen ilkler ve acılar yaşamışlığı da vardır. O variyet, keskin acıları yaşamışlık kontrolü çok az da olsa kaybettirecek bir etkendir. Zaten yaşamın köklerine inildikçe ideolojiyi eleştirmeyi kültür edinmişlik derinliği de belirir. Bu öyle bir devrimci kültürdür ki; yeni ve sade hayatlar kurmayı sürekli engeller. Sıra dışı ve aykırı yaşamaktır haneye düşülen not. Namı değer başkaldırıların sere serpe yayıldığı şu yüzyılda elden gelen de budur.
Zaman delice savrulurken ve arzdan arşa sonsuzluğu içselleştirirken; onlar öldürüldüğünde ve babam öldüğünde kim hiç ağlamadım diyebilir ki. Kim diyebilir ki manifestolar kaleme almış olsalar bile Duyguların Efendileri babasına ağlamaz diye. Devrimcilik biraz da Babası öldüğünde ağlamaktır. Defnederken de hayat aklından öpünce, kalenderliği babasından geçmişçesine yutkunmaktır. Yoldaşı öldüğünde ise benekli hayallere dalmadan gerçek hayatı çarpıtmadan yaşamaktır devrimcilik.
“Gülünün Solduğu Akşam” kaderin bir cilvesidir ve onlarla birlikte babamı da anarım yüreğimdeki tükenmez hasretle ve sönmeyecek ateşte yanarak. Çıkışsız labirentlerin esrarını ve sırrını hiçbir yazılı biyografi çözemez. Ama “ yüz metreyi en hızlı koşan çocuklar” seksenlik ihtiyara elverdiği, omuz verdiği veya kol kola yürüdükleri gün, yersiz zamansız ölüme mahkûmiyetin ağırlığı tekletir kalpleri. Yani yaşanmazı yaşamak incitir ve acıtır yürekleri.
Sarsılmadan dünyanın en canlı renklerine aldırmadan, tıknefes anmak ve dolu dolu yaşamaktır övülmeye layık dostlar ve kalender baba ayni gün ölünce, o günü…
Ve her “Gülünün Solduğu Akşam” üç kırmızı karanfil karşı yakada dost bağına, yeşil çotanak babam ise çavuşoğlunun bağrına bir güzel yakışır. Haramzadeler ile kurşun askerler ölüm korkusunu her an yaşarken onlar ölümsüzlüğe bir kez daha uğurlanırlar. Zaten çanlar devrim için çınlamaya hazırlandığında tesadüflerle vurgulanan hayal kırıklıklarıdır insan beynini kuşatan. Kuşatılmışlık aslında kaç şekerli olduğu belirsiz zifiri demli çay içmeye yolculuktur, darağacına kurulmuş veya cellâdın tırpanından doğan yepyeni hayatlarda.
Evet, “Onların başı dikti ve hayal ettikleri güzelim dünya için, ülkeleri için, memleket için, sıla için, anaları, babaları, kardeşleri için, kurtuluşa eren isyanları vardı. O yüzden sehpaya-musallaya yürümekten çekinmediler, asla korkmadılar. Asla yılmadılar, baş eğmediler ve asla eğilmediler, dimdik durdular ve gittiler. Çünkü onların ince gelecek hesapları, kişisel kaygıları yoktu. Sadece pırlanta akılları, altın yürekleri, gümüş parlağı bakışları ve gencecik umutları vardı. Tek cümle ile izahı, onların cesaretleri ve umutları vardı yığınlara mal olan…”
Her “Gülünün Solduğu Akşam” neden gam çekerim şu bedeni ve zihni yorgunluk günlerimde bilirim. Şimdi cümle âlem bilsin ne gam. Bilirim karşı kıyıda çelikten ağlara takılıdır aklımın ince gülü, gülleri. Uyku bozuğu gecelerde yıpranmış kalbe kuvvet bütün orijinalliği ile karşımda olurlar buket buket.
Ve Her “Gülünün Solduğu Akşam” iskele, sahil, meydan, memleket esenliği için turlayanlara babamın da eklendiğini hissederim. Acılarımın zirveye tırmandığı o anlarda tembel bir gevşeklik kaplar bedenimi, ama en enerjik halden daha hallicedir. Sabah uykusunun en birinci özlendiği o çocukluk yıllarımdan kalan süzme hayat önünde babama ve onlara rastlarım en güleryüzlü ve sıcak biçimde.
Babam, övülmeye layık dostlar ve ben izlenecek yolların en izmlisine vururuz adımlarımızı, inandıkça gören, gördükçe inanan ve etkilendikçe güçlenen yüreğimizle. Aslında gücümüze, çok gücümüze gider zamanı iyi değerlendirememişlik. Zorumuza gider bir parça günlük hayat huzuru tatmadan gerisingeri devrilmek. Gerçeğin özüne zamansız girişin mükâfatıdır, kırk küsur büklümlü özlem.
Oysa tarihi sulandırmaktır-sulandırılmasıdır insanın içini en acıtan. Ve zayıf düşmemek içindir her mayısın ilk haftası, dördü ile altısı arası şu anda en lüzumlu ve özlenenler arasından onları çekip çıkarmak. Derin uyku hali haraca kesmiş iken düşünceleri onlara sığınmaktır, kösnül yalnızlık ve tekdüzeliğe inat. Varsın olsun ayrılık şarkıları, yaratının kalıtsallığını bozmayacak aykırılıkları. Çünkü her içli şarkıda titrer zaman…
“Gülünün Solduğu Mayıs Akşamlarında” kurtuluşa mukabil ise yolculuk dayanılır babında hayat şeridini bir ucundan diğer ucuna ağır yolcu farkıyla dolaşırım. İmgeler yeşerdikçe, gece sohbeti yapacak dostlarımı ararım her köşede. Naaşımız kara toprağı öpene dek sürecek bu kervan. Onlardır, babamdır aradığım, unutmadığım ve unutamayacağım…
Sonsuz bilgiler gölgesinde inanmak insana gerçekten kuvvet verir. Zamanla güç kaynağı bile olabilir çekilen tüm acılar. Ortalığı sürüyle yeşillik-zerzevat istila eder ama en nazlı yetişir olanlardandır onlar. Ey çıfıt kıyafetli ölüm, sahipsiz ölüm meleği ölüm tek celselik aşktır yiğitlere. Ve yüzüne vurulacak daha çok ayıp var, çok ayıplısın sen.
Eğer ozan özür dilerse en dalgalandırıcı biçimde diler, sinkaflayacak ise de çekinmez. Yeter ki, öğüt vermeye kalkışan denizin diplerinde ayıp arayanlardan olmasın. Gülün dikeni yüreğimizi kanattığından iğneleyici sözler sarfetmeyeceğiz bu güne özgü duygusallıkla.
Babam akşam güneşini çimdikleyince yarım kalmış sevdalar, çok düşünerek yazmak, hiç düşünmeden söze başlamak gibi bir şey oluyor. Affet babam. Ve biraz daha zaman tanı. Daha zaman var sararan yapraklara ve lacivert taş üzerine kazılı bilgeliğimize.
Her seneyi devriyesi geldiğinde, “Gülünün Solduğu Akşam” sizi özlemle anıyorum ve bekliyorum…
Her seneyi devriyesi geldiğinde “Gülünün Solduğu Akşam” kızaran damlara vurur ve bıçak sırtı ayılmalar yaşar, bir başka biçimde ve daha katmerli hüzünlenirim. En baba gülümü de “Gülünün Solduğu Akşam” toprağa verdiğimdendir, bu beynimdeki diriliş ve dilimdeki dirilmiş sözcükler. Ve insani diyaloglarla bütünleşirim yeniden…
Solan güllerin dikenleri yüreğimize çentik üstüne çentik atmış bir kere. Başkalaşım başladığında sanal kahramanlığa özentiden değil, alnımızda zindan karası belirdiğinden yüreğimize bir kez daha çöker acı. ‘idamlar ve babam’ hakkında unutkanlık ve acizlik potansiyeli göstermeyişimizdir ası olan.
Yılmaz bir devrimcinin yaşamında çok kırılma noktaları olur. Olur, ama hayatında iliklerine kadar işleyen ilkler ve acılar yaşamışlığı da vardır. O variyet, keskin acıları yaşamışlık kontrolü çok az da olsa kaybettirecek bir etkendir. Zaten yaşamın köklerine inildikçe ideolojiyi eleştirmeyi kültür edinmişlik derinliği de belirir. Bu öyle bir devrimci kültürdür ki; yeni ve sade hayatlar kurmayı sürekli engeller. Sıra dışı ve aykırı yaşamaktır haneye düşülen not. Namı değer başkaldırıların sere serpe yayıldığı şu yüzyılda elden gelen de budur.
Zaman delice savrulurken ve arzdan arşa sonsuzluğu içselleştirirken; onlar öldürüldüğünde ve babam öldüğünde kim hiç ağlamadım diyebilir ki. Kim diyebilir ki manifestolar kaleme almış olsalar bile Duyguların Efendileri babasına ağlamaz diye. Devrimcilik biraz da Babası öldüğünde ağlamaktır. Defnederken de hayat aklından öpünce, kalenderliği babasından geçmişçesine yutkunmaktır. Yoldaşı öldüğünde ise benekli hayallere dalmadan gerçek hayatı çarpıtmadan yaşamaktır devrimcilik.
“Gülünün Solduğu Akşam” kaderin bir cilvesidir ve onlarla birlikte babamı da anarım yüreğimdeki tükenmez hasretle ve sönmeyecek ateşte yanarak. Çıkışsız labirentlerin esrarını ve sırrını hiçbir yazılı biyografi çözemez. Ama “ yüz metreyi en hızlı koşan çocuklar” seksenlik ihtiyara elverdiği, omuz verdiği veya kol kola yürüdükleri gün, yersiz zamansız ölüme mahkûmiyetin ağırlığı tekletir kalpleri. Yani yaşanmazı yaşamak incitir ve acıtır yürekleri.
Sarsılmadan dünyanın en canlı renklerine aldırmadan, tıknefes anmak ve dolu dolu yaşamaktır övülmeye layık dostlar ve kalender baba ayni gün ölünce, o günü…
Ve her “Gülünün Solduğu Akşam” üç kırmızı karanfil karşı yakada dost bağına, yeşil çotanak babam ise çavuşoğlunun bağrına bir güzel yakışır. Haramzadeler ile kurşun askerler ölüm korkusunu her an yaşarken onlar ölümsüzlüğe bir kez daha uğurlanırlar. Zaten çanlar devrim için çınlamaya hazırlandığında tesadüflerle vurgulanan hayal kırıklıklarıdır insan beynini kuşatan. Kuşatılmışlık aslında kaç şekerli olduğu belirsiz zifiri demli çay içmeye yolculuktur, darağacına kurulmuş veya cellâdın tırpanından doğan yepyeni hayatlarda.
Evet, “Onların başı dikti ve hayal ettikleri güzelim dünya için, ülkeleri için, memleket için, sıla için, anaları, babaları, kardeşleri için, kurtuluşa eren isyanları vardı. O yüzden sehpaya-musallaya yürümekten çekinmediler, asla korkmadılar. Asla yılmadılar, baş eğmediler ve asla eğilmediler, dimdik durdular ve gittiler. Çünkü onların ince gelecek hesapları, kişisel kaygıları yoktu. Sadece pırlanta akılları, altın yürekleri, gümüş parlağı bakışları ve gencecik umutları vardı. Tek cümle ile izahı, onların cesaretleri ve umutları vardı yığınlara mal olan…”
Her “Gülünün Solduğu Akşam” neden gam çekerim şu bedeni ve zihni yorgunluk günlerimde bilirim. Şimdi cümle âlem bilsin ne gam. Bilirim karşı kıyıda çelikten ağlara takılıdır aklımın ince gülü, gülleri. Uyku bozuğu gecelerde yıpranmış kalbe kuvvet bütün orijinalliği ile karşımda olurlar buket buket.
Ve Her “Gülünün Solduğu Akşam” iskele, sahil, meydan, memleket esenliği için turlayanlara babamın da eklendiğini hissederim. Acılarımın zirveye tırmandığı o anlarda tembel bir gevşeklik kaplar bedenimi, ama en enerjik halden daha hallicedir. Sabah uykusunun en birinci özlendiği o çocukluk yıllarımdan kalan süzme hayat önünde babama ve onlara rastlarım en güleryüzlü ve sıcak biçimde.
Babam, övülmeye layık dostlar ve ben izlenecek yolların en izmlisine vururuz adımlarımızı, inandıkça gören, gördükçe inanan ve etkilendikçe güçlenen yüreğimizle. Aslında gücümüze, çok gücümüze gider zamanı iyi değerlendirememişlik. Zorumuza gider bir parça günlük hayat huzuru tatmadan gerisingeri devrilmek. Gerçeğin özüne zamansız girişin mükâfatıdır, kırk küsur büklümlü özlem.
Oysa tarihi sulandırmaktır-sulandırılmasıdır insanın içini en acıtan. Ve zayıf düşmemek içindir her mayısın ilk haftası, dördü ile altısı arası şu anda en lüzumlu ve özlenenler arasından onları çekip çıkarmak. Derin uyku hali haraca kesmiş iken düşünceleri onlara sığınmaktır, kösnül yalnızlık ve tekdüzeliğe inat. Varsın olsun ayrılık şarkıları, yaratının kalıtsallığını bozmayacak aykırılıkları. Çünkü her içli şarkıda titrer zaman…
“Gülünün Solduğu Mayıs Akşamlarında” kurtuluşa mukabil ise yolculuk dayanılır babında hayat şeridini bir ucundan diğer ucuna ağır yolcu farkıyla dolaşırım. İmgeler yeşerdikçe, gece sohbeti yapacak dostlarımı ararım her köşede. Naaşımız kara toprağı öpene dek sürecek bu kervan. Onlardır, babamdır aradığım, unutmadığım ve unutamayacağım…
Sonsuz bilgiler gölgesinde inanmak insana gerçekten kuvvet verir. Zamanla güç kaynağı bile olabilir çekilen tüm acılar. Ortalığı sürüyle yeşillik-zerzevat istila eder ama en nazlı yetişir olanlardandır onlar. Ey çıfıt kıyafetli ölüm, sahipsiz ölüm meleği ölüm tek celselik aşktır yiğitlere. Ve yüzüne vurulacak daha çok ayıp var, çok ayıplısın sen.
Eğer ozan özür dilerse en dalgalandırıcı biçimde diler, sinkaflayacak ise de çekinmez. Yeter ki, öğüt vermeye kalkışan denizin diplerinde ayıp arayanlardan olmasın. Gülün dikeni yüreğimizi kanattığından iğneleyici sözler sarfetmeyeceğiz bu güne özgü duygusallıkla.
Babam akşam güneşini çimdikleyince yarım kalmış sevdalar, çok düşünerek yazmak, hiç düşünmeden söze başlamak gibi bir şey oluyor. Affet babam. Ve biraz daha zaman tanı. Daha zaman var sararan yapraklara ve lacivert taş üzerine kazılı bilgeliğimize.
Her seneyi devriyesi geldiğinde, “Gülünün Solduğu Akşam” sizi özlemle anıyorum ve bekliyorum…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)