ATATÜRK, CUMHURİYET, DEMOKRASİ ÜÇGENİNE TAKILAN HATİPLER VE…
Ülkede tüm hatiplerCumhuriyet, Atatürk ve Demokrasi diyerek başlarlar söylevlerine. Bu söylev içeriği sağında ve solunda ile üç aşağı beş yukarı ayni seyreder. Ayniyle beyan bir devlet üçlemesidir bu…
Faşistinden şeriatçısına, komünistinden kapitalistine, sosyalistinden sosyal demokratına, Marksist’inden Maocusuna, ırkçısından ümmetçisine bu ülkede herkes yeri geldiğinde veya sıkıştıklarında sözümüz meclisten dışarı üçünü de severler. Veya sevmezler sevdiklerini söylerler. Yetmez demokrasi havarisi kesilirler, yetmez ileri demokrasi hayranlığı ile ayranları kabarır, yetmez Atatürk için ölürüm derler, yetmez cumhuriyetin cumbalı konaklarına kurulurlar.
Böyledir işte bu ülkede birkaç satırlık kürsü hâkimiyeti…
Solcular hem Kemalist hem de cumhuriyetçi olmak yüzünden, böyle bir zorunluluk varmış gibi kaybederler daima. Yeni demokrasi havarisi kesilenler bile Ata’ya şikâyet ederler bütün solcuları, kendileri gibi düşünmeyenleri. Mevcuda mevcudiyetten destekçi, alternatife melunluktan köstekçi köşe yazarları dahi köşeye sıkıştıklarında veya posaları çıkarılıp oyun dışı bırakıldıklarında Atatürk, demokrasi ve cumhuriyet üçlemesine, üçgenine övgüler dizerler sil baştan.
Atatürk dönemine her fırsatta saldıran neo bilmemneciler, tek parti faşizminden dem vuran izli-gizli faşistler kapılar Vahdettin ötesine açılınca gelmişine geçmişine övünmekten ve dövünmekten bir çırpıda vazgeçerler. Kayda değer bulunmak, tanınmak, ilgilenilmek ve kısa süreliğine küpe indirmek için yapılan bu boşboğazlıklar bir yere kadar tutar. İnşallah, maşallah sonrası egemenlik kayıtsız şartsız milletindir düsturu ipe un ve bal serdiğinde sığınılacak liman desturlar arası yine devlet üçlemesidir.
Böyledir işte bu memleket ve memleketin hatip manzaraları…
Ülkede tüm hatipler başladıkları gibi asla bitiremezler. Ne halde olduklarına asla bakmaksızın, kürsüde, minberde, hutbede ve minderde halden anlamazca halleşmek için, yan çıkmak için an beklerler. Anılarla sabit, dikenli telleri ortadan kaldıracak denli tatlı sözler savrulur semaya ama sonuçta sermaye ne derse o olur, o biçim şekillenir hitaplar. Eşitlik, kardeşlik, özgürlük duygusu ağır basanlar sağcısı, solcusu, ırkçısı, ümmetçisi olmayan bir toplum düzenine özlemle hatiplikten vazgeçseler de ideoloji kurbanıdırlar bazı gözlerde. Demokrasi olmayınca memlekette herkesi kendisiyle eşit görme büyüklüğünü kaybedenler de değişmez asla bu art niyetlilik. Oysa kim olursa olsun kişileri küçük görmek dürtüsünün temeli en büyük korkaklıktır. Ve bu durumlarda ne hatipler, ne hutbeler ne nutuklar değişir âdemoğlu şaşar kalır bu işe.
Böyledir işte önce nutuklar sonra natıklar en sonra da memleket değişir…
Ve tüm hatipler halkçılık, ulusalcılık ve devletçilik demode olmuştur diye başlar söze ama sırtını dayarlar devlete. Bu üç ilke tarih olmadıkça bu yurda Demokrasi uğramaz, gelmez denir sık aralıklarla. Tarih yine bu ilkelilik üzerine yazılır. Atatürk halkçılığın yanına el yazısı ile demokrasi yazmıştır denilse de yarım ağız, aslında meselenin serbest fırka deneyimine bağlanması içindir bu kısa temas. Ve tüm yollar kapanır demokrasi adına. Ayıbı kaybı bir yana şafaktan şafağa süren bir operasyondur hitabetin gücünden faydalanmak.
Solun evrensel ilkelerine bağlı, demokratik sosyalizmi içselleştirmiş, içi dışı birler bile pasifist bir erdemlilikle bu nesepsiz hatiplerin hutbelerine arada sırada nasipsizce takılırlar. Sapla saman karışınca da sakla samanı gelir zamanını unuturlar. Unutkanlık kronikleşince de aynılaşır konuşmalar. Ayrılma vaktidir işte o an…
Oysa Denizlerden başlayan süreçtir ve onların savunmalarıdır referans. Ve hiçbir legaliteye aktif üye olmadan bir süre devam eder serüven. Pasif bir destekçi konumunda gel-gitler yaşanır, yaşanır ve hatiplik paçadan bulaşıverince bir daha iflah olunmaz. Velâkin o eski forumlardaki ajitasyonların tadını vermez hiçbir kürsü.
Böyledir işte memlekette özlü-sözlü hatipler sustuğunda katipler araya laf katar…
Yani vurdu mu ses getiren, kürsü hakimiyete arşa dayanan, ama projeleri hayata geçirme noktasında tıkanan yelpaze solu tüm hatipler ile, sağdan sağdan gidip parsayı toplayan bütün hatiplere kadar ve arada kalıp yelpazelenenler de dâhil hepsi için gururlanılan tek noktadır yeri geldiğinde bu üçlemelere sığınmak ve afakanlar bastığında gelişigüzel saldırmak. Savunmak ise maalesef asla bu üçgenselliğe inanmayan, bu üçlemelerin dışında ideolojiye gönül vermişlere düşer.
Böyledir işte hatip, katip derken varılan noktanın takdim gayreti…
Bolşevikler ve Menşeviklerden bu yana en basmakalıp, en güdük ama en büyük kamplaşmadır bu gün ülkede yerleştirilmeye çalışılan. Bu kampların adı Atatürkçüler ve şeriatçılar soyadı ise memlekettir. Şimdilik hatipler söylevlerinde değinmeseler de açıktan açığa bütün mesele budur. Bu saflaşma kim ne söyler ise söylesin saf saf ülkeyi uçuruma sürükleyecektir.
İşte bu sürecin hatipliğine soyunanlar ile karşıtlığı giyinen hatipler bir an önce uyanmalıdır. Şeriata karşı Atatürk maskı takmak, Atatürk’e karşı şeriat cüppesi giymek soldan sağa, en sağdan en sola ülkenin tüm katmanlarına ve ağ tabakasına açıkça haksızlıktır, günahtır. Ilımlı dinsel yaklaşımlılığı diğer bir yazıda ele alacağız.
Dememiz odur ki; ülkedeki tüm hatipler, Atatürk, cumhuriyet ve demokrasi üçgenine laikliği de katıp, halkçılık, ulusalcılık ve devletçilik temelinde leyhte aleyhte lakırdıya devam ederler ise, simetrisi bozuk, geometrisi zayıf ve coğrafyası dalgalı bir ortama hizmet ederler ister istemez.
Böyledir işte, kürsüyle kavgalı nefis, itici konular bunlar deyip geçemez, hatiplik biter kâtiplik başlar.
31 Mayıs 2013 Cuma
27 Mayıs 2013 Pazartesi
İSTANBUL; YÜREĞİ ATEŞ, BİLEĞİ DEMİR, İNSAN BAŞLI KOÇLAR ŞEHRİ…
İSTANBUL; YÜREĞİ ATEŞ, BİLEĞİ DEMİR, İNSAN BAŞLI KOÇLAR ŞEHRİ…
İstanbul, Topkapı-Ulubatlı ’da 29 Mayıs 1453. Gök kubbe böylesini hiç görmedi, görmemişti ve göremeyecekti bir daha. Vaki mi nuru çıplak gözle görmek. Tekrarı yok bir destan ile kehanet aldatısı burçlarda, mazgallarda felç oldu. Pencerelerde Bizanslı bakışlar. Yaşanırken Gök kubbe de üstü üstüne şoklar havai fişekli karnaval kuruldu. Dipsiz hudutlarda denge, yedi tepeli surlarda neşeli burgular tüttü. Açığa demirleyince hayaller, Vuruldu hükümranlık, hafiften zafer sarhoşluğuna ve bin yılların başarısına gark oldu seyri seferler. ve mitolojik tanrıları da kuşatan özlem yüklü gözler buğulandı. Kurşunlu kubbelerde artık akşam ezanları da okunacaktı…
Görüntüler izole edilence, Kuğulu kanallarda girilmeyen kelek mekânlar, çarpık bacaklı ganimetleri kanatsız meleklere sundular haraç mezat. Son kuruşuna, son altın lirasına dek sahiplenmeler yaşandı Bizantion’da. Makastar, darboğaza yaklaştıkça Konstantiniye atlastan yeni bir kader seçti,biçti ve doğradı anında. Bir kadeh şarapta kuşatma fırtınası koptu. Fetih iksiri ise misk ve yasemin kokuyordu burcu burcu. Ve Şehadet getirilip içildi doyasıya.
Nesilden nesile taşınacak biçimde ‘Hayat yalan be yavrum, in aşağı düşersin’ diyen atalar-babalar her fethe doğan evlatlarının kulaklarına ‘fatih’ adını üflediler, ezanla…
Yaratıcı gücün ışıltısı Konstantin, ebedi kurtuluş günü istavroz çıkarmadan önce son ıstakozları lüpledi korkudan aklı çıkarak. Önü, arkası, sağı solu, boşalmıştı sıra dışılığın sırrından. İstavroz da ıstakoz da palavraların iç yansımasıydı surlardan kızgın yağ olup dökülen. Zaten ertesi sabah minaresiz sabah ezanları okunacaktı İstanbul’da dört bir yandan. Tarihe ışık tutacak yolculuk o gün başlamıştı.
Tarihin yönünü değiştirmek adına, Yüreği ateş bileği demir İnsan başlı koç kabartmaları bu inançla, cevval kuşatmada en ön safları tuttular. Tastamam delindi demir-dökme kapılar, kâğıt gibi yırtıldılar. Ak taştan-kara taştan surlar göbeğinden çatladı. Sur dibi kanaletlerde ve Lotus çiçekli göllerde boynuzunda iki farklı dünya taşıyan yiğitler battı-yitti. İnsan başlı koç kabartmaları soluksuz kalmasına kaldılar ama ölümsüzleştiler. Son nefes verilmeden bitmezdi keşkeler, keşke dememek içindi her şey. Onların yerine o güne dek tekdüze kayıtlanan tarih öldü.
Topkapı’da top patladı ve tarih eski viran yapısından bir delik-bir kapı bulup çarketti, gönülden savrulan, dökülen incilere.
Yoksa taşlar yerinden oynamasa, taş çatlasa-yer yarılsa-gök dökülse devrilmeyecekti eski çağ. Gemi yüküyle ortaçağa hapsolacaktı yeniçağ. Ve yakınçağ yadigarı yarınlar yad edilmeyecekti akıllarda-vicdanlarda. Ama müjdesi verilmişlik vardı yüzyıllar öncesinden ve gerçekleşti kuşaktan kuşağa bulaşan kehanet. Çünkü fetih kuşu uyanmıştı bir kere, kanatlanmıştı. Önce ikiye böldü zarif uykudaki İstanbul’u sonra kaynaştırdı, bütünledi, ideale yakın bütünleştirdi .
Ve Bizans Bizans olalı görmedi böyle varoluşu ihtiva eden kuşatma. İstanbul dayandı, dayandı ve fetih kuşunu kanatlarından öptü. Çünkü şehirlerin kraliçesine bunca günah kâfiydi. Gündeliğin sıradanlığına ihtişamın yalanına kefillik son bulacaktı. Zaten ehlileşince İstanbul sevdası bozulup gitti yeminler. ‘Çölü vahaya, karayı denize, denizleri yapay göletlere çeviren inanç’ karşısında tek ayaküstüne içilmiş yeminler de dayanamazdı uzun süre.
çağrışımları zengin cümleler bir yana, ‘Mert dayanır, namert kaçar, meydan gümbür gümbür gümbürlenir' ah İstanbul ah cümlesi tüm tortulaşmış hakikatleri açıklar aslında. Ah İstanbul fatihi, ah bin yılların fethi ah…
Kumandanların kılıcından ‘zafer’, yeniçerilerin gürzünden ‘Allah fethi nasip etsin’ damlar iken Haliç’in keskinliğinde altın boynuz vurulur, sur içinde eşsiz bir şehir kurulur. Kıssadan hisse böyle oldu denilebilir. Kültürel izler takip edilerek rengarenk yapılmış tasvirler eşi benzeri görülmemiş bir süreci yaşatsa da.
Çok kültürlülüğü sanat ve hakikat etkileşimi ile harmanlayan ve kültürler arası çatışmayı Anne şefkatinde ve nezaketinde yedi veren gül ile yavanlaştıran bir sevdadır İstanbul. Bebelere üst düzey site-saray terbiyesi, mürebbiyelere aşık büyük oğlan aşkı memnu ’sudur İstanbul sevdası. Çocuklara ballı süt ve lalaların eteğine yüz sürmektir özünden diriliş. Boğaziçi’ndeki serin nidadır yüzyıllarca baş şehir olmak. Köprülerin altından gün gelip lale devirleri, yükseliş duraklama-gerileme ve yıkılış dönemleri aksa da.
Son kanıtı özgüven olan Sofalar misafirli, sofralar bol nimetli, saraylar da heybetliydi. Ama hayat tuzaklarla dolu, dört yan düşman yurduydu. Kalmadı ilelebet Cem Sultan’a, Kanuni Sultan’a ve Fatih Han’a payitaht. Deşifre edilince taht oyunları; Payitaht Ahmetlere, Mehmetlere, Mahmutlara, Muratlara, Mustafalara, Kızıl-yeşil sultanlara, genç-yaşlı Osman’lara da yar olmadı gereğince.
Durduk yerde Zülfü yara dokunmak da yine dalgalar tramvayında yolcu dünyalılara, bize düştü. Vah İstanbul vah, Ah Sultan Fatih ah. Her yıl ayni Fetih-masalı, kızgın devi uyandıran ve seyircilere mercek tutan keskin ifadelerle bezenmiş kader oyunu.
Geçmişe dair suçlar aklandıkça, gerçeğe tam da uymayacak mezuniyetler yaşanır oldu. Ahşap konaklarda, ışıldaklı köşklerde, dünyalık saraylarda görgüsüzlük-öngörüsüzlük artınca, er vakit doğanlar iyilik, vatanperverlik peşine düştüler. Hasta adam epey bedel ödedi ama iyileşti. Zaman geldi Neo-Ottoman’lar sarılınca saltanatın ipine eğilmeden, el etek öpmeden yaşamak yeniden güçleşti. Eski mektuplardaki o anlaşılmaz dil sırıttı tekrardan ve epik şiirler söylenir oldu hülyalara. İç içe geçmiş harfler ve karmakarışık lisan modalaştı. Büyüklüğü küçülten iki dudak arası tınılamalar lisanı harbi olunca, mumla aranır oldu gelecek. Oysa geçmiş; Destur, kanla yazılmış fermanlar, hasdur ağdalı fetvalar üzerine kurumluydu.
Ayrımcılığa çok boyutluluk katılınca özgün çizgilerde buluşabilmek zorlaşsa da akıllara durgunluk hissi veren gerçek budur. Bin dörtyüz elli üç. Velâkin her şeye rağmen, 1453 unutulmaz. Biz unutsak Asya, Avrupa, Dünya unutmaz-unutamaz bu değişimi.
Gerçekleri gizleme çabası halen mevcut, İhanet kapanı kurulmuş bir kere. Eski- yeni çeriler, korsanlar, şövalyeler, tapınakçılar, tapınmacılar, forsalar, forslular, localar, loncalar, goncalar, günceler, cüceler hülasa herkes İstanbul’a ezelden aşıktır, sevdalıdır, heveslidir, yürekleri burkularak.
Entelektüel heyecanlar hesaba katılmadan anlaşılmaz bu ebedi sevda. Ancak Erlerin tokmağına-tokadına hapistir işte onlar, tümü. Ve emelleri sürse de, asla kıpraşamaz, bir daha zıplayamazlar. İstanbul 453 rakım, yedi tepe, yirmidokuza beş taksim, altıyüzaltmış yıl boyunca kozmopolit kültürün dönemselleşmesini yaşar.
Olsun. O günden beri aç açıktır İstanbul, aç açıktır Anadolu ama olsun. Ah İstanbul ah, vah Anadolu vah deriz, bu sevdayı süreriz. Maziye saplı bir yürekle ve devamlı ezber bozmaya çalışarak…
İstanbul, Topkapı-Ulubatlı ’da 29 Mayıs 1453. Gök kubbe böylesini hiç görmedi, görmemişti ve göremeyecekti bir daha. Vaki mi nuru çıplak gözle görmek. Tekrarı yok bir destan ile kehanet aldatısı burçlarda, mazgallarda felç oldu. Pencerelerde Bizanslı bakışlar. Yaşanırken Gök kubbe de üstü üstüne şoklar havai fişekli karnaval kuruldu. Dipsiz hudutlarda denge, yedi tepeli surlarda neşeli burgular tüttü. Açığa demirleyince hayaller, Vuruldu hükümranlık, hafiften zafer sarhoşluğuna ve bin yılların başarısına gark oldu seyri seferler. ve mitolojik tanrıları da kuşatan özlem yüklü gözler buğulandı. Kurşunlu kubbelerde artık akşam ezanları da okunacaktı…
Görüntüler izole edilence, Kuğulu kanallarda girilmeyen kelek mekânlar, çarpık bacaklı ganimetleri kanatsız meleklere sundular haraç mezat. Son kuruşuna, son altın lirasına dek sahiplenmeler yaşandı Bizantion’da. Makastar, darboğaza yaklaştıkça Konstantiniye atlastan yeni bir kader seçti,biçti ve doğradı anında. Bir kadeh şarapta kuşatma fırtınası koptu. Fetih iksiri ise misk ve yasemin kokuyordu burcu burcu. Ve Şehadet getirilip içildi doyasıya.
Nesilden nesile taşınacak biçimde ‘Hayat yalan be yavrum, in aşağı düşersin’ diyen atalar-babalar her fethe doğan evlatlarının kulaklarına ‘fatih’ adını üflediler, ezanla…
Yaratıcı gücün ışıltısı Konstantin, ebedi kurtuluş günü istavroz çıkarmadan önce son ıstakozları lüpledi korkudan aklı çıkarak. Önü, arkası, sağı solu, boşalmıştı sıra dışılığın sırrından. İstavroz da ıstakoz da palavraların iç yansımasıydı surlardan kızgın yağ olup dökülen. Zaten ertesi sabah minaresiz sabah ezanları okunacaktı İstanbul’da dört bir yandan. Tarihe ışık tutacak yolculuk o gün başlamıştı.
Tarihin yönünü değiştirmek adına, Yüreği ateş bileği demir İnsan başlı koç kabartmaları bu inançla, cevval kuşatmada en ön safları tuttular. Tastamam delindi demir-dökme kapılar, kâğıt gibi yırtıldılar. Ak taştan-kara taştan surlar göbeğinden çatladı. Sur dibi kanaletlerde ve Lotus çiçekli göllerde boynuzunda iki farklı dünya taşıyan yiğitler battı-yitti. İnsan başlı koç kabartmaları soluksuz kalmasına kaldılar ama ölümsüzleştiler. Son nefes verilmeden bitmezdi keşkeler, keşke dememek içindi her şey. Onların yerine o güne dek tekdüze kayıtlanan tarih öldü.
Topkapı’da top patladı ve tarih eski viran yapısından bir delik-bir kapı bulup çarketti, gönülden savrulan, dökülen incilere.
Yoksa taşlar yerinden oynamasa, taş çatlasa-yer yarılsa-gök dökülse devrilmeyecekti eski çağ. Gemi yüküyle ortaçağa hapsolacaktı yeniçağ. Ve yakınçağ yadigarı yarınlar yad edilmeyecekti akıllarda-vicdanlarda. Ama müjdesi verilmişlik vardı yüzyıllar öncesinden ve gerçekleşti kuşaktan kuşağa bulaşan kehanet. Çünkü fetih kuşu uyanmıştı bir kere, kanatlanmıştı. Önce ikiye böldü zarif uykudaki İstanbul’u sonra kaynaştırdı, bütünledi, ideale yakın bütünleştirdi .
Ve Bizans Bizans olalı görmedi böyle varoluşu ihtiva eden kuşatma. İstanbul dayandı, dayandı ve fetih kuşunu kanatlarından öptü. Çünkü şehirlerin kraliçesine bunca günah kâfiydi. Gündeliğin sıradanlığına ihtişamın yalanına kefillik son bulacaktı. Zaten ehlileşince İstanbul sevdası bozulup gitti yeminler. ‘Çölü vahaya, karayı denize, denizleri yapay göletlere çeviren inanç’ karşısında tek ayaküstüne içilmiş yeminler de dayanamazdı uzun süre.
çağrışımları zengin cümleler bir yana, ‘Mert dayanır, namert kaçar, meydan gümbür gümbür gümbürlenir' ah İstanbul ah cümlesi tüm tortulaşmış hakikatleri açıklar aslında. Ah İstanbul fatihi, ah bin yılların fethi ah…
Kumandanların kılıcından ‘zafer’, yeniçerilerin gürzünden ‘Allah fethi nasip etsin’ damlar iken Haliç’in keskinliğinde altın boynuz vurulur, sur içinde eşsiz bir şehir kurulur. Kıssadan hisse böyle oldu denilebilir. Kültürel izler takip edilerek rengarenk yapılmış tasvirler eşi benzeri görülmemiş bir süreci yaşatsa da.
Çok kültürlülüğü sanat ve hakikat etkileşimi ile harmanlayan ve kültürler arası çatışmayı Anne şefkatinde ve nezaketinde yedi veren gül ile yavanlaştıran bir sevdadır İstanbul. Bebelere üst düzey site-saray terbiyesi, mürebbiyelere aşık büyük oğlan aşkı memnu ’sudur İstanbul sevdası. Çocuklara ballı süt ve lalaların eteğine yüz sürmektir özünden diriliş. Boğaziçi’ndeki serin nidadır yüzyıllarca baş şehir olmak. Köprülerin altından gün gelip lale devirleri, yükseliş duraklama-gerileme ve yıkılış dönemleri aksa da.
Son kanıtı özgüven olan Sofalar misafirli, sofralar bol nimetli, saraylar da heybetliydi. Ama hayat tuzaklarla dolu, dört yan düşman yurduydu. Kalmadı ilelebet Cem Sultan’a, Kanuni Sultan’a ve Fatih Han’a payitaht. Deşifre edilince taht oyunları; Payitaht Ahmetlere, Mehmetlere, Mahmutlara, Muratlara, Mustafalara, Kızıl-yeşil sultanlara, genç-yaşlı Osman’lara da yar olmadı gereğince.
Durduk yerde Zülfü yara dokunmak da yine dalgalar tramvayında yolcu dünyalılara, bize düştü. Vah İstanbul vah, Ah Sultan Fatih ah. Her yıl ayni Fetih-masalı, kızgın devi uyandıran ve seyircilere mercek tutan keskin ifadelerle bezenmiş kader oyunu.
Geçmişe dair suçlar aklandıkça, gerçeğe tam da uymayacak mezuniyetler yaşanır oldu. Ahşap konaklarda, ışıldaklı köşklerde, dünyalık saraylarda görgüsüzlük-öngörüsüzlük artınca, er vakit doğanlar iyilik, vatanperverlik peşine düştüler. Hasta adam epey bedel ödedi ama iyileşti. Zaman geldi Neo-Ottoman’lar sarılınca saltanatın ipine eğilmeden, el etek öpmeden yaşamak yeniden güçleşti. Eski mektuplardaki o anlaşılmaz dil sırıttı tekrardan ve epik şiirler söylenir oldu hülyalara. İç içe geçmiş harfler ve karmakarışık lisan modalaştı. Büyüklüğü küçülten iki dudak arası tınılamalar lisanı harbi olunca, mumla aranır oldu gelecek. Oysa geçmiş; Destur, kanla yazılmış fermanlar, hasdur ağdalı fetvalar üzerine kurumluydu.
Ayrımcılığa çok boyutluluk katılınca özgün çizgilerde buluşabilmek zorlaşsa da akıllara durgunluk hissi veren gerçek budur. Bin dörtyüz elli üç. Velâkin her şeye rağmen, 1453 unutulmaz. Biz unutsak Asya, Avrupa, Dünya unutmaz-unutamaz bu değişimi.
Gerçekleri gizleme çabası halen mevcut, İhanet kapanı kurulmuş bir kere. Eski- yeni çeriler, korsanlar, şövalyeler, tapınakçılar, tapınmacılar, forsalar, forslular, localar, loncalar, goncalar, günceler, cüceler hülasa herkes İstanbul’a ezelden aşıktır, sevdalıdır, heveslidir, yürekleri burkularak.
Entelektüel heyecanlar hesaba katılmadan anlaşılmaz bu ebedi sevda. Ancak Erlerin tokmağına-tokadına hapistir işte onlar, tümü. Ve emelleri sürse de, asla kıpraşamaz, bir daha zıplayamazlar. İstanbul 453 rakım, yedi tepe, yirmidokuza beş taksim, altıyüzaltmış yıl boyunca kozmopolit kültürün dönemselleşmesini yaşar.
Olsun. O günden beri aç açıktır İstanbul, aç açıktır Anadolu ama olsun. Ah İstanbul ah, vah Anadolu vah deriz, bu sevdayı süreriz. Maziye saplı bir yürekle ve devamlı ezber bozmaya çalışarak…
23 Mayıs 2013 Perşembe
MODERNDEN POSTMODERNE, POSTMODERNDEN ‘FOSMODERNE’ SİYASAL SANCI…
MODERNDEN POSTMODERNE, POSTMODERNDEN ‘FOSMODERNE’ SİYASAL SANCI…
İç içe geçmiş imece öykülerde sırıtır, ayrıntı zenginliği. Ama sistematik yanılgıları da çağrıştırır, uzak olasılıkların uyarısıyla her toplu uyanış vakti. Vatan, millet Sakarya faslından uzağa düşer modern cambazlıklar. Varoluşun yumuşak karnı deşildikçe de kalıplaşmış ama olgunlaşamamış post modernizme kurban gider tüm yaşam öyküleri.
Duvardaki çivilere asılı kırıp döktüğümüz hayat ve Musaf’ın arka kapağına yazılı doğuştan saflığımız. Bir fotoğraf destesi yaşamışlığımız, yaşanmışlığımız var, kıyamet yolculuğu kıymete binince hatırlanan. Zaten çekirdeğine o özgün tutku işlendiğinden göçebe sularda ağaçlar ayakta ölür, alıklar ve balıklar yaşar sadece.
Akıl yaşı değişince inceden sıradanlığın öncesi ve sonrası bir yana, modernden post moderne bir siyasal arayış içine girmek ciddi krizleri de beraberinde getirir. İş işten geçtiğinde ise arayışların yerini yalvarışlar alır. Aslında göz erimi uzaklıktadır güneş, ufka dağılanda el yakar tutulamaz. Ve ayın o bilindik ılık aydınlık yüzü de solar karanlıklar çöktüğünde.
Şimdi modernizmin neresinde olduğu belirsiz siyaset sessizliğin ziline basılınca zırlayıp duruyor. Siyaset koskoca bir muamma titreyen dillerde yasalardan aldığı güç ve komutlarla hayatlara yansıyor. Ve siyaset postu deldirmiş bir modernlik ile geçmişe sarılmış bir siyasi rota çizip yüreklere kelepçe, duygulara pranga vuruyor hem de ileri demokrasi adına. Düşünceye zindan, tutsaklığa tanrı oluyor siyaseten muhalefet eden. Nabızda bitmez çile atıyor, atıyor.
Korkmakla başlar ve biter tüm öykünülen öyküler. Korku korkudan över hayâsızca ve korku korkuya sarkar bağnazca. El yazısı kitabın önsözü olmaz der ustalar, son sayfasında da son sözü olur acemice. Zaten adalet duygusu yitirildikçe nefret basar gaza ve öne çıkar imreni çeşnisi. İşte o vakit karanlıktaki yükselişe madalya takan post modern çam yarmaları keser yolları. Yerle göğün birleştiği yerde ise peri masalları dilenilir hayattan. Ama hayat süsüdür sadece akıllara takılan, hayat susunca güzel reklam repliğiyle dönen.
Oysa kısacası şiirsel bir tınıdır siyasetin rehberliğinde akıllarda kalan ve menzile varış geciktikçe öğrenilen. Kurşun kurşun kırlangıçlar, vızır vızır ötüşlü bülbüller barakalarda yaşanılan bin bir desenli çağırtıyı hicvederler daha güçlü söz etmek uğruna. Yolda sert kararlar verdiren kendine özgü gelenek yüzünden düşen gazinin alev alev yüzü düşlere düşer. Ve garibin mozolesi her daim sahipsizdir diye başlar metinler. Kayıtsız tarihten kayıt dışı yankısı bol bir iç yangısı kuşatır hoşluklar diyarını. Boşluklar kapsar tüm görüntüleri. Hepimizin içinde su var, tıka basa, tonlarca ve denize ulaşmaya öykünen ırmağız diye betimlenir son dualar.
Bir varoluş sancısıdır, modernden postmoderne eksik de olsa yaşanan. Kaybolan kör ışıkta uslanmakla, yalnızlığa dokunan kent tenhalarında tazyikli suyla ıslanmak arası bir şeydir modern yaşam. Son nefesle ölüme nesin sen, kimsin diye soramadan çıkıverir, uçar gider ruh. Tüm ruhsuzlar cellâdın kadın olanı girsin kanıma derler ancak. Fakat siyasi mi siyasi kaygılara sel olmuşluk ser koymuşluk suya yol olmuşluk bu son siyasal yolculukta hiç mi hiç işe yaramaz. Çok katlı sancılar sağırlaştırır deniz gözlülüğü ve yakamozların çok yakınına düşer yangın.
Modernden post moderne bir irkiliş ve diriliş yaşanır yine yeniden. Ve siyasal arayışlar on sekiz yaşın dileğine ve emeğine evrilir-devrilir bir anda. Dağlar denize dik düşerken, duygu sağanağına saplanmış sözcükler isyan eder. Ve karanlıkta ıslık çalınır ve günahlar yayılır devrilişe inat. O saatten sonra ay ışığında bile yılgı dağları bekler, yılkı atları bile hiçbir işe yaramaz.
Uyanık yatmak yeğlense de gözler kapanır kendiliğinden. Ve rüyalarda bile koşar adım geçilir kimsesizler mezarlıkları. Böyledir işte insanın kendi kendini bağışlayamaması. Hürya imgesel ayrıntılara takılmışlık vardır ya bellekte yüz metreyi en iyi koşanlar koşan çocuklar bile yetmişlik ihtiyara el verirler. Artık bu tık nefes ihtiyarcık gökkuşağına döşekler açacak oluşumda siyasi ideoloji gereği yaşamaya mahkûm edilir, onu sahiden kurtarabilecek ölüme değil.
Modernden postmoderne, postmodernden fosmoderne siyasal arayışlarda koca koca çamlar geride bırakılır, gökyüzüne öğütler savuran çınarların geçildiği sanılır. Koraller eşliğinde yürünür mezarlıklar ve her şey yine yerli yerindedir mendireğe doğru adımlanıldığında. Ay ışığı yuttuk, doyduk velâkin gökkuşağına düşürülen gölgeleri de göremedik denilse de kimsecikler inanmaz. Görmezden geldikçe de yıkılır kaleler içten içe, sözler solmuş geçmiyor cana diye başka dünyalar dolar ciğerlere.
Günaydınlığı yayla çimenine çiğ çiğ düştüğünde hamdık, çiğdik piştik elhamdülillah da diyemeyince maalesef atı alan üsküdarı hesabına atılıverir harfler. Göktaşları buzdan pasajlara çarpa çarpa denize dik iner renkli kayalıklar gibi. Zikzaklar çizer sinsi, korkak duman masmavi gökyüzünde. Lodosa kapılıp üzülenler bu kez sevinir. Bilindik bir direnç öyküsüdür aslında mührü açılan dilin, mührü açan dile anlattığı.
Bu zifiri karanlıkta ne yol kaldı, ne yolculuk ne de yoldaş. Ruha kuşkulanmayı belletmek yeter di aslında. Siyasal arayışların özünü de bir mum ışığı ferahlık özetler aslında. Mürekkep lekeli akıldan süzülen ise sakınılan göze saklı kent post modernliğini iadeli taahhütlü postalamaktır. Hayata bir fiske dahi vurmamış modern ve post modernlerden özbenliğin ustura ağzından şu dökülenleri anlamasını beklemek ise suya yazı yazmaktır. Oysa dil yol bulur aralar yarınları…
İç içe geçmiş imece öykülerde sırıtır, ayrıntı zenginliği. Ama sistematik yanılgıları da çağrıştırır, uzak olasılıkların uyarısıyla her toplu uyanış vakti. Vatan, millet Sakarya faslından uzağa düşer modern cambazlıklar. Varoluşun yumuşak karnı deşildikçe de kalıplaşmış ama olgunlaşamamış post modernizme kurban gider tüm yaşam öyküleri.
Duvardaki çivilere asılı kırıp döktüğümüz hayat ve Musaf’ın arka kapağına yazılı doğuştan saflığımız. Bir fotoğraf destesi yaşamışlığımız, yaşanmışlığımız var, kıyamet yolculuğu kıymete binince hatırlanan. Zaten çekirdeğine o özgün tutku işlendiğinden göçebe sularda ağaçlar ayakta ölür, alıklar ve balıklar yaşar sadece.
Akıl yaşı değişince inceden sıradanlığın öncesi ve sonrası bir yana, modernden post moderne bir siyasal arayış içine girmek ciddi krizleri de beraberinde getirir. İş işten geçtiğinde ise arayışların yerini yalvarışlar alır. Aslında göz erimi uzaklıktadır güneş, ufka dağılanda el yakar tutulamaz. Ve ayın o bilindik ılık aydınlık yüzü de solar karanlıklar çöktüğünde.
Şimdi modernizmin neresinde olduğu belirsiz siyaset sessizliğin ziline basılınca zırlayıp duruyor. Siyaset koskoca bir muamma titreyen dillerde yasalardan aldığı güç ve komutlarla hayatlara yansıyor. Ve siyaset postu deldirmiş bir modernlik ile geçmişe sarılmış bir siyasi rota çizip yüreklere kelepçe, duygulara pranga vuruyor hem de ileri demokrasi adına. Düşünceye zindan, tutsaklığa tanrı oluyor siyaseten muhalefet eden. Nabızda bitmez çile atıyor, atıyor.
Korkmakla başlar ve biter tüm öykünülen öyküler. Korku korkudan över hayâsızca ve korku korkuya sarkar bağnazca. El yazısı kitabın önsözü olmaz der ustalar, son sayfasında da son sözü olur acemice. Zaten adalet duygusu yitirildikçe nefret basar gaza ve öne çıkar imreni çeşnisi. İşte o vakit karanlıktaki yükselişe madalya takan post modern çam yarmaları keser yolları. Yerle göğün birleştiği yerde ise peri masalları dilenilir hayattan. Ama hayat süsüdür sadece akıllara takılan, hayat susunca güzel reklam repliğiyle dönen.
Oysa kısacası şiirsel bir tınıdır siyasetin rehberliğinde akıllarda kalan ve menzile varış geciktikçe öğrenilen. Kurşun kurşun kırlangıçlar, vızır vızır ötüşlü bülbüller barakalarda yaşanılan bin bir desenli çağırtıyı hicvederler daha güçlü söz etmek uğruna. Yolda sert kararlar verdiren kendine özgü gelenek yüzünden düşen gazinin alev alev yüzü düşlere düşer. Ve garibin mozolesi her daim sahipsizdir diye başlar metinler. Kayıtsız tarihten kayıt dışı yankısı bol bir iç yangısı kuşatır hoşluklar diyarını. Boşluklar kapsar tüm görüntüleri. Hepimizin içinde su var, tıka basa, tonlarca ve denize ulaşmaya öykünen ırmağız diye betimlenir son dualar.
Bir varoluş sancısıdır, modernden postmoderne eksik de olsa yaşanan. Kaybolan kör ışıkta uslanmakla, yalnızlığa dokunan kent tenhalarında tazyikli suyla ıslanmak arası bir şeydir modern yaşam. Son nefesle ölüme nesin sen, kimsin diye soramadan çıkıverir, uçar gider ruh. Tüm ruhsuzlar cellâdın kadın olanı girsin kanıma derler ancak. Fakat siyasi mi siyasi kaygılara sel olmuşluk ser koymuşluk suya yol olmuşluk bu son siyasal yolculukta hiç mi hiç işe yaramaz. Çok katlı sancılar sağırlaştırır deniz gözlülüğü ve yakamozların çok yakınına düşer yangın.
Modernden post moderne bir irkiliş ve diriliş yaşanır yine yeniden. Ve siyasal arayışlar on sekiz yaşın dileğine ve emeğine evrilir-devrilir bir anda. Dağlar denize dik düşerken, duygu sağanağına saplanmış sözcükler isyan eder. Ve karanlıkta ıslık çalınır ve günahlar yayılır devrilişe inat. O saatten sonra ay ışığında bile yılgı dağları bekler, yılkı atları bile hiçbir işe yaramaz.
Uyanık yatmak yeğlense de gözler kapanır kendiliğinden. Ve rüyalarda bile koşar adım geçilir kimsesizler mezarlıkları. Böyledir işte insanın kendi kendini bağışlayamaması. Hürya imgesel ayrıntılara takılmışlık vardır ya bellekte yüz metreyi en iyi koşanlar koşan çocuklar bile yetmişlik ihtiyara el verirler. Artık bu tık nefes ihtiyarcık gökkuşağına döşekler açacak oluşumda siyasi ideoloji gereği yaşamaya mahkûm edilir, onu sahiden kurtarabilecek ölüme değil.
Modernden postmoderne, postmodernden fosmoderne siyasal arayışlarda koca koca çamlar geride bırakılır, gökyüzüne öğütler savuran çınarların geçildiği sanılır. Koraller eşliğinde yürünür mezarlıklar ve her şey yine yerli yerindedir mendireğe doğru adımlanıldığında. Ay ışığı yuttuk, doyduk velâkin gökkuşağına düşürülen gölgeleri de göremedik denilse de kimsecikler inanmaz. Görmezden geldikçe de yıkılır kaleler içten içe, sözler solmuş geçmiyor cana diye başka dünyalar dolar ciğerlere.
Günaydınlığı yayla çimenine çiğ çiğ düştüğünde hamdık, çiğdik piştik elhamdülillah da diyemeyince maalesef atı alan üsküdarı hesabına atılıverir harfler. Göktaşları buzdan pasajlara çarpa çarpa denize dik iner renkli kayalıklar gibi. Zikzaklar çizer sinsi, korkak duman masmavi gökyüzünde. Lodosa kapılıp üzülenler bu kez sevinir. Bilindik bir direnç öyküsüdür aslında mührü açılan dilin, mührü açan dile anlattığı.
Bu zifiri karanlıkta ne yol kaldı, ne yolculuk ne de yoldaş. Ruha kuşkulanmayı belletmek yeter di aslında. Siyasal arayışların özünü de bir mum ışığı ferahlık özetler aslında. Mürekkep lekeli akıldan süzülen ise sakınılan göze saklı kent post modernliğini iadeli taahhütlü postalamaktır. Hayata bir fiske dahi vurmamış modern ve post modernlerden özbenliğin ustura ağzından şu dökülenleri anlamasını beklemek ise suya yazı yazmaktır. Oysa dil yol bulur aralar yarınları…
22 Mayıs 2013 Çarşamba
“19 MAYIS” TARİHE IŞIK TUTACAK ANTİEMPERYALİST RUHTUR…
“19 MAYIS” TARİHE IŞIK TUTACAK ANTİEMPERYALİST RUHTUR…
1919 15 Mayıs’ta Yunanlılar İzmir’e asker çıkarır. Ayni gün Sadrazam Damat Ferit de istifa etmiştir. Ve Mustafa Kemal 16 Mayıs günü ‘silik mühürlü’ bir yetkilendirme ve kırık dökük bir vapur olan ‘Bandırma’ ile on beş subayı ve iki şifre memuru yedeğinde İstanbul’dan Karadeniz’e açılır.
Yürekleri “ya istiklal ya ölüm” çarparak ve işgal İstanbul’una yaşlı gözlerle bakıp “geldikleri gibi giderler” diyerek…
Bandırma Vapuru Karadeniz’in çılgın fırtınalarına zar zor dayanır. Sahil boyu ağır aksak üç gün ilerlerler. İstanbul’dan ayrılıştan üç gün sonra 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ulaşılır. Vapur ahşap iskelenin açıklarına demirler.
Mustafa Kemal ve yedeğindeki karargâhı hemen işe koyulur, Üç yıl sürecek‘Kurtuluş Savaşı’ resmen başlamıştır. Başlamıştır; düşünülen kurtuluş yollarının, çarelerinin aranacağı, uygulamaların safha safha kayda geçeceği ve mücadelenin basamak basamak ilerleyeceği, dünya tarihini ve Tarihin emperyalist akışını kökten değiştirecek ‘Kutsal İsyan’.
Ülkenin yabancı güçlerden arındırılmasını sağlayacak ‘Çılgın Türkler’in ‘Kutsal İsyan’ı o gün başlamıştır.
19 Mayıs 1919 ayrıca, ulusal direnişin ayni çatı altında toplanışının ve Ulusal kurtuluş liderinin Mustafa Kemal olacağının da yedi düvele ilanı günüdür.
1935 yılından bu yana da ‘Atatürk’ü Anma ve Gençlik Spor Bayramı’ olarak kutlana gelir bu özel gün; 19 Mayıs…
Kutsal direniş; 15 Mayıs 1919’da İzmir’de Karşıyaka’da atılan ilk kurşunla sembolleşir, 16 Mayıs’ta Samsun’a demir alan Bandırma Vapuru ile de ifadesini bulur. 19 Mayıs’tan sonra artık geriye dönüş, geri adım atış yoktur. “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz”e kadar sürer inancın zaferi.
Günümüzde; hangi direnişin uyuya kalmışlığı yuvarlanıyorsa yuvasız sabahlara işler biraz karışık. İçi boşalıyor 19 Mayısında. Postu deldirmemişliğin sevinciyle yıllanan stadyumlardaki bayram temaşası sil baştan şekillendiriliyor. Karma sıkılmalar var orta yerde. Birilerince taçlandırılan-kulelendirilen bayram kleptomanlığı kitaplar üzere değil. Değil ama çok dertli bir sıra dışılık yalnızlığa mahkûm ediyor ülkeyi.
Oysa ağaçları ölçülü uzaklıkta dursa da direniş odaklı ormanda filiz sürmüş bir kere ‘19 Mayıs sevdası’. O yüzden Ulusal yeni uyarlamalar ile çelişir her boyutluluk. Ahali Uyanışların kucağında büyümüşken, sonradan uyumuş olsa da ve hangi zorlamayla olursa olsun bayramlar ve bayramlık esvaplar güncellense de bir kıvılcım yeter dağılmaya.
Yeni resmi dayatmalarcılar unutmamalı ki; ilk kurşun Karşıyaka’da ve Bandırma Vapuru ilelebet değişime yatkınlık ve yetkinlik çağında ve mertebesinde dipdiri.
Belleklerde ise o eşsiz parıltı. Silik ıssız patırtılara aldırmaksızın dillerde dualar ve mendil ıslatan sessizlik. Zaten pusula iki sözcükten ibaret; ya istiklal ya ölüm…
Ve kukla kuşaklar maalesef 19 Mayıs’ın antiemperyalist ışık çarkından nasiplenmeyip tatlı fesat bir anlayışla gece bekçilerinden medet umar. Oysa tarihin bir yerlerinde gizlidir gerçekler;
“3. Ordu müfettişliği ki; müfettişi bendim. Karargâhımla Samsun’a çıkmış bulunuyordum. Doğrudan doğruya emrim altında olmak üzere iki kolordu vardı. Bu geniş yetkinin beni İstanbul’dan sürmek ve uzaklaştırmak gayesiyle Anadolu’ya gönderenler tarafından bana nasıl verilmiş olduğu garibinize gidebilir. Hemen ifade etmeliyim ki, onlar bu yetkiyi bana bilerek ve anlayarak vermediler.
Ben bu görevin yerine getirilmesinin bir makam ve yetki sahibi olmaya bağlı bulunduğunu ileri sürdüm. Bunda hiçbir sakınca görmediler.
O tarihte genelkurmayda bulunan ve benim amacımı bir dereceye kadar sezmiş olan kimselerle görüştüm. Müfettişlik görevini buldular. Yetki konusuyla ilgili talimatı da ben yazdırdım.
Hatta Harbiye Nazırı bu talimatı okuduktan sonra, imzalamaya çekinmiş anlaşılır anlaşılmaz bir biçimde mühürlemiştir…”
“19 Mayıs 1919 ruhu” Enva-i çeşit ruhlar ve Ruh uzmanları çağı yaşayan şu memlekette daha nice mühür açar…
2103’ün 19 Mayısında; 19 Mayıs Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı kutlanamayacak olsa da kutlu olsun…
1919 15 Mayıs’ta Yunanlılar İzmir’e asker çıkarır. Ayni gün Sadrazam Damat Ferit de istifa etmiştir. Ve Mustafa Kemal 16 Mayıs günü ‘silik mühürlü’ bir yetkilendirme ve kırık dökük bir vapur olan ‘Bandırma’ ile on beş subayı ve iki şifre memuru yedeğinde İstanbul’dan Karadeniz’e açılır.
Yürekleri “ya istiklal ya ölüm” çarparak ve işgal İstanbul’una yaşlı gözlerle bakıp “geldikleri gibi giderler” diyerek…
Bandırma Vapuru Karadeniz’in çılgın fırtınalarına zar zor dayanır. Sahil boyu ağır aksak üç gün ilerlerler. İstanbul’dan ayrılıştan üç gün sonra 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ulaşılır. Vapur ahşap iskelenin açıklarına demirler.
Mustafa Kemal ve yedeğindeki karargâhı hemen işe koyulur, Üç yıl sürecek‘Kurtuluş Savaşı’ resmen başlamıştır. Başlamıştır; düşünülen kurtuluş yollarının, çarelerinin aranacağı, uygulamaların safha safha kayda geçeceği ve mücadelenin basamak basamak ilerleyeceği, dünya tarihini ve Tarihin emperyalist akışını kökten değiştirecek ‘Kutsal İsyan’.
Ülkenin yabancı güçlerden arındırılmasını sağlayacak ‘Çılgın Türkler’in ‘Kutsal İsyan’ı o gün başlamıştır.
19 Mayıs 1919 ayrıca, ulusal direnişin ayni çatı altında toplanışının ve Ulusal kurtuluş liderinin Mustafa Kemal olacağının da yedi düvele ilanı günüdür.
1935 yılından bu yana da ‘Atatürk’ü Anma ve Gençlik Spor Bayramı’ olarak kutlana gelir bu özel gün; 19 Mayıs…
Kutsal direniş; 15 Mayıs 1919’da İzmir’de Karşıyaka’da atılan ilk kurşunla sembolleşir, 16 Mayıs’ta Samsun’a demir alan Bandırma Vapuru ile de ifadesini bulur. 19 Mayıs’tan sonra artık geriye dönüş, geri adım atış yoktur. “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz”e kadar sürer inancın zaferi.
Günümüzde; hangi direnişin uyuya kalmışlığı yuvarlanıyorsa yuvasız sabahlara işler biraz karışık. İçi boşalıyor 19 Mayısında. Postu deldirmemişliğin sevinciyle yıllanan stadyumlardaki bayram temaşası sil baştan şekillendiriliyor. Karma sıkılmalar var orta yerde. Birilerince taçlandırılan-kulelendirilen bayram kleptomanlığı kitaplar üzere değil. Değil ama çok dertli bir sıra dışılık yalnızlığa mahkûm ediyor ülkeyi.
Oysa ağaçları ölçülü uzaklıkta dursa da direniş odaklı ormanda filiz sürmüş bir kere ‘19 Mayıs sevdası’. O yüzden Ulusal yeni uyarlamalar ile çelişir her boyutluluk. Ahali Uyanışların kucağında büyümüşken, sonradan uyumuş olsa da ve hangi zorlamayla olursa olsun bayramlar ve bayramlık esvaplar güncellense de bir kıvılcım yeter dağılmaya.
Yeni resmi dayatmalarcılar unutmamalı ki; ilk kurşun Karşıyaka’da ve Bandırma Vapuru ilelebet değişime yatkınlık ve yetkinlik çağında ve mertebesinde dipdiri.
Belleklerde ise o eşsiz parıltı. Silik ıssız patırtılara aldırmaksızın dillerde dualar ve mendil ıslatan sessizlik. Zaten pusula iki sözcükten ibaret; ya istiklal ya ölüm…
Ve kukla kuşaklar maalesef 19 Mayıs’ın antiemperyalist ışık çarkından nasiplenmeyip tatlı fesat bir anlayışla gece bekçilerinden medet umar. Oysa tarihin bir yerlerinde gizlidir gerçekler;
“3. Ordu müfettişliği ki; müfettişi bendim. Karargâhımla Samsun’a çıkmış bulunuyordum. Doğrudan doğruya emrim altında olmak üzere iki kolordu vardı. Bu geniş yetkinin beni İstanbul’dan sürmek ve uzaklaştırmak gayesiyle Anadolu’ya gönderenler tarafından bana nasıl verilmiş olduğu garibinize gidebilir. Hemen ifade etmeliyim ki, onlar bu yetkiyi bana bilerek ve anlayarak vermediler.
Ben bu görevin yerine getirilmesinin bir makam ve yetki sahibi olmaya bağlı bulunduğunu ileri sürdüm. Bunda hiçbir sakınca görmediler.
O tarihte genelkurmayda bulunan ve benim amacımı bir dereceye kadar sezmiş olan kimselerle görüştüm. Müfettişlik görevini buldular. Yetki konusuyla ilgili talimatı da ben yazdırdım.
Hatta Harbiye Nazırı bu talimatı okuduktan sonra, imzalamaya çekinmiş anlaşılır anlaşılmaz bir biçimde mühürlemiştir…”
“19 Mayıs 1919 ruhu” Enva-i çeşit ruhlar ve Ruh uzmanları çağı yaşayan şu memlekette daha nice mühür açar…
2103’ün 19 Mayısında; 19 Mayıs Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı kutlanamayacak olsa da kutlu olsun…
KENTSEL DÖNÜŞÜMÜ ‘SEN YAPAMAZSIN BEN YAPACAĞIM’…
KENTSEL DÖNÜŞÜMÜ ‘SEN YAPAMAZSIN BEN YAPACAĞIM’…
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Kadıköy İlçesi, Fikirtepe ve Dumlupınar mahalleleri ile Eğitim ve Merdivenköy mahallelerinin bir bölümünü kapsayan yaklaşık 134 hektara denk gelen alanda olası afet riskinin bertaraf edilmesi amacıyla 6306 sayılı kanun kapsamında ‘riskli alan’ olarak tespit edilmesi için çalışma başlattı.
Bu kapsamda İstanbul Valiliği, Altyapı ve Kentsel Dönüşüm Hizmetleri Genel Müdürlüğü, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı ve Kadıköy Belediye Başkanlığı’na bir yazı gönderen Bakanlık, Fikirtepe ile ilgili tüm projeleri yaptıkları çalışmalar tamamlanana kadar durdurduğunu açıkladı.
Sen yapamazsın ben yapacağım…
Kentler de günü gelir ölür. Tıpkı insanlar gibi doğar, büyür gelişir ve kaçınılmaz son ölürler. Tıpkı hiç yıkılmaz denilen iktidarlar gibi miadını doldurunca kentler de yıkılırlar. Yaşam süreleri binlerce on binlerce yıl sürse de yine insanların, insanları ve kentleri yönetenlerin duyarsızlığı kentlerin sonunu getirir zaman içinde.
Nihai noktada yeniden kentler planlarken, kentleri yeniden inşa ederken kentsel dönüşüm projeleri ile mesele çözme gayreti peşinde unutulur tüm gerçekler. Hele de dönüşüm sevdası siyasal ve ekonomik ranta endekslenince kadim şehir geleneğini koruyup yaşatmak gerekliliği taca atılır.
Şimdi üç büyük medeniyetin, üç büyük dinin en son izlerini bir arada gövdesinde taşıyan bu kentlerin anası kent;
Sen yapamazsın ben yapacağım… Yarışı içinde dönüştürüldüğünde o tarihsel izleri de tahrip etmeden ve talana uğratmadan sonuç elde etmek bir o kadar güçleşir. Böyle diyor en birinci kent bilimciler ve kent planlamacıları…
Yani kentleri yeniden dönüştürmek dünyanın en zor ve imkânsız görülen işlerinin başında gelir. İnsanı mutlu ve huzurlu kılacak kentler planlamak ve kurmak meselenin özü olarak görülmedikçe de sonuç hüsran olur. Tersine yeni çok katlı binalar yapmak, sosyal donatı alanlarını daraltmak, insanları blok beton kutulara hapsetmek kentsel dönüşümün mantığı ile bağdaşmaz.
Ayrıca yeni kentsel dönüşüm projelerine ve uygulamalarına bakıldığında tek tip örnekleme söz konusu. Diğer çözümler Kadıköy örneğinde olduğu gibi devlet gücü kullanılarak başlamadan durdurulur ise tek tip elbise giyer kentler.
Sen yapamazsın ben yapacağım…
Kentsel dönüşüm üst üste yığılmış beton bloklardan oluşan çağ hapishaneleri gerçekleştirmek olmamalıdır. Maalesef yerel, bölgesel, iklimsel ve coğrafik değerler ve etkenler hiç önemsenmeden inşa edilecek site-kentler zamanla toplumun iç dinamiğini bozacaktır. Her kentsel dönüşüm alanına ülkenin neresinde olursa olsun illa ki ayni toki modellerini, toki ve üç beş yandan çarklı kart hamili firma ile uygulatmak kentsel dönüşümün ana gayesini de belirler.
Oysa ülkede kenti kent yapan değer ve göstergelerin dışında birbirine benzer, tıpkısı, ikiz kentler organize etmek ileriki zamanlara gönderilen yanlış mektuptur. Çünkü kentler bir toplumun uygarlık düzeyini de gösterir.
Kentsel dönüşüm ve uygarlık ilişkisini bir sonraki yazımızda irdeleyeceğiz. Ancak ciddi ve birikimli bir kent bilimci tahlili o kentin ekonomik, siyasal ve sosyal yapısını ortaya koyar. Yani kentler aslında bilgi ve birikimi gelecek nesillere aktaran bir rolü ve iç dinamiği de bünyelerinde yaşatırlar. İşte uygulanmaya çalışılan kentsel dönüşüm ile bu değer de ister istemez yok ediliyor.
Yıllarca her boş arazi ve arsa imara açılarak oluşturulan çarpık kentlerde, bu kentlerde yaşayanların ve kentlerin nefes alması engellendikçe engellendi. Üstelik ciddi tehlikeler doğurabilecek fay hattında her an deprem olabilir korkusuyla inşa edildi bu kentler. Gün gelip gerçekle yüzleşilecek endişe ve korkusu elbette yenilenmeyi zorunlu kılar. Ancak kentleri dönüştürmek bir anda ben yaptım oldu biçiminde de cereyan etmemeli.
Sen yapamazsın ben yapacağım… Mantığıyla da asla olmaz.
Uzun yıllar içinde yıkıp yapmaya belki gerekli maddi kaynak temin edilebilir. Ama yenilenen kent yenilenmiş beton yığınlarından başka bir ruh taşımayacaktır. Kentler geleneğin ve çağın gereklerine göre dizayn edilmiyorsa da adı dönüşüm olamaz. Önemli olan idarecilerin kentlerin legal ve illegal kent olması dışında başka değerler ortaya koymasını ve mevcut değerlerini koruyabilmesini sağlamalarıdır.
Ayrıca mutabakat sağlanmışlığı muallak, metezori yaptırımlarla geçilmiş uygulamaların sonucunda toplumla yüzleşileceği de asla unutulmamalıdır. Tüm bu kentsel gerçeklere karşın ben yaptım oldu veya ‘Sen yapamazsın ben yapacağım’ mantığı ile plan, proje ve programların önünde seyreden bir kentsel dönüşümün kentin ölçekli planlarına da uyup uymayacağı zamanla bir başka sorun olarak belirir.
Ultra çılgın projelerin kentsel dönüşüm formülü ile desteklendiği de düşünüldüğünde kentln gününden önce ölmesi de kader sayılamaz…
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Kadıköy İlçesi, Fikirtepe ve Dumlupınar mahalleleri ile Eğitim ve Merdivenköy mahallelerinin bir bölümünü kapsayan yaklaşık 134 hektara denk gelen alanda olası afet riskinin bertaraf edilmesi amacıyla 6306 sayılı kanun kapsamında ‘riskli alan’ olarak tespit edilmesi için çalışma başlattı.
Bu kapsamda İstanbul Valiliği, Altyapı ve Kentsel Dönüşüm Hizmetleri Genel Müdürlüğü, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı ve Kadıköy Belediye Başkanlığı’na bir yazı gönderen Bakanlık, Fikirtepe ile ilgili tüm projeleri yaptıkları çalışmalar tamamlanana kadar durdurduğunu açıkladı.
Sen yapamazsın ben yapacağım…
Kentler de günü gelir ölür. Tıpkı insanlar gibi doğar, büyür gelişir ve kaçınılmaz son ölürler. Tıpkı hiç yıkılmaz denilen iktidarlar gibi miadını doldurunca kentler de yıkılırlar. Yaşam süreleri binlerce on binlerce yıl sürse de yine insanların, insanları ve kentleri yönetenlerin duyarsızlığı kentlerin sonunu getirir zaman içinde.
Nihai noktada yeniden kentler planlarken, kentleri yeniden inşa ederken kentsel dönüşüm projeleri ile mesele çözme gayreti peşinde unutulur tüm gerçekler. Hele de dönüşüm sevdası siyasal ve ekonomik ranta endekslenince kadim şehir geleneğini koruyup yaşatmak gerekliliği taca atılır.
Şimdi üç büyük medeniyetin, üç büyük dinin en son izlerini bir arada gövdesinde taşıyan bu kentlerin anası kent;
Sen yapamazsın ben yapacağım… Yarışı içinde dönüştürüldüğünde o tarihsel izleri de tahrip etmeden ve talana uğratmadan sonuç elde etmek bir o kadar güçleşir. Böyle diyor en birinci kent bilimciler ve kent planlamacıları…
Yani kentleri yeniden dönüştürmek dünyanın en zor ve imkânsız görülen işlerinin başında gelir. İnsanı mutlu ve huzurlu kılacak kentler planlamak ve kurmak meselenin özü olarak görülmedikçe de sonuç hüsran olur. Tersine yeni çok katlı binalar yapmak, sosyal donatı alanlarını daraltmak, insanları blok beton kutulara hapsetmek kentsel dönüşümün mantığı ile bağdaşmaz.
Ayrıca yeni kentsel dönüşüm projelerine ve uygulamalarına bakıldığında tek tip örnekleme söz konusu. Diğer çözümler Kadıköy örneğinde olduğu gibi devlet gücü kullanılarak başlamadan durdurulur ise tek tip elbise giyer kentler.
Sen yapamazsın ben yapacağım…
Kentsel dönüşüm üst üste yığılmış beton bloklardan oluşan çağ hapishaneleri gerçekleştirmek olmamalıdır. Maalesef yerel, bölgesel, iklimsel ve coğrafik değerler ve etkenler hiç önemsenmeden inşa edilecek site-kentler zamanla toplumun iç dinamiğini bozacaktır. Her kentsel dönüşüm alanına ülkenin neresinde olursa olsun illa ki ayni toki modellerini, toki ve üç beş yandan çarklı kart hamili firma ile uygulatmak kentsel dönüşümün ana gayesini de belirler.
Oysa ülkede kenti kent yapan değer ve göstergelerin dışında birbirine benzer, tıpkısı, ikiz kentler organize etmek ileriki zamanlara gönderilen yanlış mektuptur. Çünkü kentler bir toplumun uygarlık düzeyini de gösterir.
Kentsel dönüşüm ve uygarlık ilişkisini bir sonraki yazımızda irdeleyeceğiz. Ancak ciddi ve birikimli bir kent bilimci tahlili o kentin ekonomik, siyasal ve sosyal yapısını ortaya koyar. Yani kentler aslında bilgi ve birikimi gelecek nesillere aktaran bir rolü ve iç dinamiği de bünyelerinde yaşatırlar. İşte uygulanmaya çalışılan kentsel dönüşüm ile bu değer de ister istemez yok ediliyor.
Yıllarca her boş arazi ve arsa imara açılarak oluşturulan çarpık kentlerde, bu kentlerde yaşayanların ve kentlerin nefes alması engellendikçe engellendi. Üstelik ciddi tehlikeler doğurabilecek fay hattında her an deprem olabilir korkusuyla inşa edildi bu kentler. Gün gelip gerçekle yüzleşilecek endişe ve korkusu elbette yenilenmeyi zorunlu kılar. Ancak kentleri dönüştürmek bir anda ben yaptım oldu biçiminde de cereyan etmemeli.
Sen yapamazsın ben yapacağım… Mantığıyla da asla olmaz.
Uzun yıllar içinde yıkıp yapmaya belki gerekli maddi kaynak temin edilebilir. Ama yenilenen kent yenilenmiş beton yığınlarından başka bir ruh taşımayacaktır. Kentler geleneğin ve çağın gereklerine göre dizayn edilmiyorsa da adı dönüşüm olamaz. Önemli olan idarecilerin kentlerin legal ve illegal kent olması dışında başka değerler ortaya koymasını ve mevcut değerlerini koruyabilmesini sağlamalarıdır.
Ayrıca mutabakat sağlanmışlığı muallak, metezori yaptırımlarla geçilmiş uygulamaların sonucunda toplumla yüzleşileceği de asla unutulmamalıdır. Tüm bu kentsel gerçeklere karşın ben yaptım oldu veya ‘Sen yapamazsın ben yapacağım’ mantığı ile plan, proje ve programların önünde seyreden bir kentsel dönüşümün kentin ölçekli planlarına da uyup uymayacağı zamanla bir başka sorun olarak belirir.
Ultra çılgın projelerin kentsel dönüşüm formülü ile desteklendiği de düşünüldüğünde kentln gününden önce ölmesi de kader sayılamaz…
18 Mayıs 2013 Cumartesi
ÇOK PAHALIYA PATLAR DEVRİMİN ŞİİRİNİ YAZMAK…
ÇOK PAHALIYA PATLAR DEVRİMİN ŞİİRİNİ YAZMAK…
Amerika’dan bir haber…
Amerika bir haber, Amerika’dan bir haber gelecek ve hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Oysa Yepyeni teknolojilerin açmazında zayıflamadan, toplum mühendisliğinin tuzağına düşmeden, bilgi olmayan sezgilerle, Anadolu insanına özgü takıntılarla, gülü dikeninden ayırmadan, gül için dikenine katlanarak ilerleyebilmektir asıl devrimcilik.
Duymakla rüyaya yatmakla olmaz, yazgıya başkaldırıdır devrimcilik, zamanla şiirleşip destanlaşan. Üstelik çok pahalıya patlar devrimin şiirini yazmak. Ve devrimin şiirini yazmaya oturmak en zorudur. Devrimin şiirini okumak ise hecelemeyi bilenlerden başlayarak bedavadır. Oysa cehennemin kapıları açılınca istenen nasıl bir demokrasidir anında unutulur ve suikasta uğrayınca cesaret orta yola bağlanır tüm efendi köle diyalektiği.
Amerika’dan bir haber geldi…
Bir haber geldi, gelmedi veya gelecek ama kimse methiyeler düzemeyecek düzenin çarkına. Şairi şiiri bir yana bir devrimcinin hayatı insan, doğa, toplum ve çevre kontrolünü sağlamakla ve dik durarak geçer gider. Sokağın kuralları ve yaşamın kökleridir devrimciyi tarihsel özgürlük projelerinin içine iten. İdeolojinin eleştirisini yaptıran ise tutumlu ve tumturaklı bir kültür birikimine sahipliktir. Bu değerler emret komutanın ve buyur bay başkanım demeyi zorlaştırır iki dudak arası. Küresel isyanın günlüğünü tutar devrimci sadece.
Ütopik toplumsal hareketlilik yeni hayatlar kurmayı sürekli ertelettirse de aslolan; kadınlı erkekli, çoluk çocuk buram buram mutluluk kokan felsefelerin peşine takılmaktır. Ağzı paslandıran, hiç şekersiz zifiri demli çay içmeye alışarak, zifiri karanlıklaşmaya inat savrulmaktır rota rota. Program, tüzük, yönetmelik ve yönetenlerin kıskacında, çıkmazında forum forum tartışılan manifestolar kaleme alabilmektir korkmadan. Ve anası, babası ve dahası öldüğünde ağlamaktır adam gibi. Halk adına ölüme mahkûm edilenlerden olmadan, halk adına ölüme gitmeyi göze almak, gözü kapalı ölüme yürüyebilmektir devrimcilik.
Amerika’dan bir haber geldi ve…
Ve devrimciliğe sarfı-nazar ettik. Bir somun ekmek fiyatına arzdan arşa kurulu bu düzensizlik düzeninde her böylesi düzene karşı olmaktır. Sonsuzluk kulesine inat, zamanın bilinen şu kısacık tarihinde zabıta güçlerince tutulan zalimane zabıtlara karşı koymaktır devrimcilik. O şanlı geçmişi hepten silmemek adına, sivrilebilmektir yeri ve zamanı denk geldiğinde.
Ayrıca merhaba parlamento, merhaba vekillik masalıyla kurulmaya çalışılan her bir şeyi emperyal-haramzadelerin emrine sunan nihai hedefe direnebilmektir. Sabahın er saatinde ak sular bulandırıldığında içte doğan uçuş korkusunu yaşamak veya yaşamamaktır. Ölmek veya ölmemek ise bütün mesele, devrimcinin payına geriye kalan, düşen odur budur işte. Hoş nahoş birçok konu içselleştirilirken, en kahraman asker olmak da zorlaşır. Devrimcilik kuklalar cehenneminde özgürlük heykeli olabilmektir. Amerika’dakini gidip, görüp selam durup, böbürlenmek değil. Çanlar kimin için çalıyor oralarda çok iyi bilinmesine karşı üç maymunvari damızlık öykülere vurulunca gerçekler susmak hiç değil.
Bir solukluk memlekette gece trenleri süsleyince rayları, aklı taştan vicdanı kayadan olanlara ayar çekmeden ilerlemektir, ileriye ileriye. Bu derin yolculukta vasiyetler tek sayfalık mektup olsa da ekmek zeytin katığı aranan labirentlerdeki çözülmez esrar ve sır perdesi arkasına yürümektir daima. Demokratik devrimde sosyal demokrasinin işlevselliğine, teknik ve taktiğine, bağımlı kalmayan program özetlerine eklemeler yapmaktır, bir lokma sıcak mısır ekmeği hesabına.
Amerika’dan bir haber geldi veya…
Veya mecbur devrimciliğin özü özlendi. Kuşatılmış her an her alan. Gençlik kahvelerinde, mahalle kıraathanelerinde ahali havadaki buluttan nem kapmazken, yağmurda ıslandık şarkılarını dinlememektir devrimcilik. Havada bulut yok diyenlerle, kurtarılmış bölgelerde ayni safta yalan yanlış ibadete durmamaktır. Canlı bombaya, kamyon kamyon plastiğe devşirilen iç güvensizliğin kırıntısı yoktur devrimcinin otobiyografisinde, bunu bilmektir. İşin aslı olaylara ve ilerlemenin tarihine gönül gözü ile bakıldığında bu gerçeklik açığa düşecektir kimlik kimlik. Kimlik açığa düşünce de yamanmak için, yamulup, yanlamamaktır.
Amerika’dan bir haber geldi veya gel…
Eli kulağındadır, Amerika’dan bir haber geldi, gelmedi veya gelecek. Ve o genetiğiyle oynanmamış tohum bütün şiirselliği ile aramızdaki sürgün adaylarını yeşertir bahçe bahçe. Olsun der, tutsak kalmadım diye sevinmez sürgün sürgün sürdürür mücadelesini devrimci. Alay alay silah ticareti, kaçakçılık ve rest çekme hakkından teröre uzayan sırat köprüsünde inci, cinci dizilen para babalarının foyasını ortaya çıkarmaktır devrimcilik. Demirkıran, dalga vuran, dağ öğüten bu ortam ve süreçte güle saralanmak, sevdalanmak ise suç, evet devrimci suçludur.
Yıldırım hızıyla gelişen bu yazıda aklı sırrı erip, bölge bölge incinirse birileri her hakkı mahfuzdur. Tuşlarındır tüm kabahat. Güneşe yürüyenlerin soyundan, fırtınalarla savrulan ruhtan olmak ise devrimcilik biz sadece oyuz. o pamuk yumuşaklığında çelik direnci gösteren onlara selam olsun.
Amerika’dan bir haber gelse de gelmese de, gelecek ise de... ne yazar, gönül…
Amerika’dan bir haber…
Amerika bir haber, Amerika’dan bir haber gelecek ve hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Oysa Yepyeni teknolojilerin açmazında zayıflamadan, toplum mühendisliğinin tuzağına düşmeden, bilgi olmayan sezgilerle, Anadolu insanına özgü takıntılarla, gülü dikeninden ayırmadan, gül için dikenine katlanarak ilerleyebilmektir asıl devrimcilik.
Duymakla rüyaya yatmakla olmaz, yazgıya başkaldırıdır devrimcilik, zamanla şiirleşip destanlaşan. Üstelik çok pahalıya patlar devrimin şiirini yazmak. Ve devrimin şiirini yazmaya oturmak en zorudur. Devrimin şiirini okumak ise hecelemeyi bilenlerden başlayarak bedavadır. Oysa cehennemin kapıları açılınca istenen nasıl bir demokrasidir anında unutulur ve suikasta uğrayınca cesaret orta yola bağlanır tüm efendi köle diyalektiği.
Amerika’dan bir haber geldi…
Bir haber geldi, gelmedi veya gelecek ama kimse methiyeler düzemeyecek düzenin çarkına. Şairi şiiri bir yana bir devrimcinin hayatı insan, doğa, toplum ve çevre kontrolünü sağlamakla ve dik durarak geçer gider. Sokağın kuralları ve yaşamın kökleridir devrimciyi tarihsel özgürlük projelerinin içine iten. İdeolojinin eleştirisini yaptıran ise tutumlu ve tumturaklı bir kültür birikimine sahipliktir. Bu değerler emret komutanın ve buyur bay başkanım demeyi zorlaştırır iki dudak arası. Küresel isyanın günlüğünü tutar devrimci sadece.
Ütopik toplumsal hareketlilik yeni hayatlar kurmayı sürekli ertelettirse de aslolan; kadınlı erkekli, çoluk çocuk buram buram mutluluk kokan felsefelerin peşine takılmaktır. Ağzı paslandıran, hiç şekersiz zifiri demli çay içmeye alışarak, zifiri karanlıklaşmaya inat savrulmaktır rota rota. Program, tüzük, yönetmelik ve yönetenlerin kıskacında, çıkmazında forum forum tartışılan manifestolar kaleme alabilmektir korkmadan. Ve anası, babası ve dahası öldüğünde ağlamaktır adam gibi. Halk adına ölüme mahkûm edilenlerden olmadan, halk adına ölüme gitmeyi göze almak, gözü kapalı ölüme yürüyebilmektir devrimcilik.
Amerika’dan bir haber geldi ve…
Ve devrimciliğe sarfı-nazar ettik. Bir somun ekmek fiyatına arzdan arşa kurulu bu düzensizlik düzeninde her böylesi düzene karşı olmaktır. Sonsuzluk kulesine inat, zamanın bilinen şu kısacık tarihinde zabıta güçlerince tutulan zalimane zabıtlara karşı koymaktır devrimcilik. O şanlı geçmişi hepten silmemek adına, sivrilebilmektir yeri ve zamanı denk geldiğinde.
Ayrıca merhaba parlamento, merhaba vekillik masalıyla kurulmaya çalışılan her bir şeyi emperyal-haramzadelerin emrine sunan nihai hedefe direnebilmektir. Sabahın er saatinde ak sular bulandırıldığında içte doğan uçuş korkusunu yaşamak veya yaşamamaktır. Ölmek veya ölmemek ise bütün mesele, devrimcinin payına geriye kalan, düşen odur budur işte. Hoş nahoş birçok konu içselleştirilirken, en kahraman asker olmak da zorlaşır. Devrimcilik kuklalar cehenneminde özgürlük heykeli olabilmektir. Amerika’dakini gidip, görüp selam durup, böbürlenmek değil. Çanlar kimin için çalıyor oralarda çok iyi bilinmesine karşı üç maymunvari damızlık öykülere vurulunca gerçekler susmak hiç değil.
Bir solukluk memlekette gece trenleri süsleyince rayları, aklı taştan vicdanı kayadan olanlara ayar çekmeden ilerlemektir, ileriye ileriye. Bu derin yolculukta vasiyetler tek sayfalık mektup olsa da ekmek zeytin katığı aranan labirentlerdeki çözülmez esrar ve sır perdesi arkasına yürümektir daima. Demokratik devrimde sosyal demokrasinin işlevselliğine, teknik ve taktiğine, bağımlı kalmayan program özetlerine eklemeler yapmaktır, bir lokma sıcak mısır ekmeği hesabına.
Amerika’dan bir haber geldi veya…
Veya mecbur devrimciliğin özü özlendi. Kuşatılmış her an her alan. Gençlik kahvelerinde, mahalle kıraathanelerinde ahali havadaki buluttan nem kapmazken, yağmurda ıslandık şarkılarını dinlememektir devrimcilik. Havada bulut yok diyenlerle, kurtarılmış bölgelerde ayni safta yalan yanlış ibadete durmamaktır. Canlı bombaya, kamyon kamyon plastiğe devşirilen iç güvensizliğin kırıntısı yoktur devrimcinin otobiyografisinde, bunu bilmektir. İşin aslı olaylara ve ilerlemenin tarihine gönül gözü ile bakıldığında bu gerçeklik açığa düşecektir kimlik kimlik. Kimlik açığa düşünce de yamanmak için, yamulup, yanlamamaktır.
Amerika’dan bir haber geldi veya gel…
Eli kulağındadır, Amerika’dan bir haber geldi, gelmedi veya gelecek. Ve o genetiğiyle oynanmamış tohum bütün şiirselliği ile aramızdaki sürgün adaylarını yeşertir bahçe bahçe. Olsun der, tutsak kalmadım diye sevinmez sürgün sürgün sürdürür mücadelesini devrimci. Alay alay silah ticareti, kaçakçılık ve rest çekme hakkından teröre uzayan sırat köprüsünde inci, cinci dizilen para babalarının foyasını ortaya çıkarmaktır devrimcilik. Demirkıran, dalga vuran, dağ öğüten bu ortam ve süreçte güle saralanmak, sevdalanmak ise suç, evet devrimci suçludur.
Yıldırım hızıyla gelişen bu yazıda aklı sırrı erip, bölge bölge incinirse birileri her hakkı mahfuzdur. Tuşlarındır tüm kabahat. Güneşe yürüyenlerin soyundan, fırtınalarla savrulan ruhtan olmak ise devrimcilik biz sadece oyuz. o pamuk yumuşaklığında çelik direnci gösteren onlara selam olsun.
Amerika’dan bir haber gelse de gelmese de, gelecek ise de... ne yazar, gönül…
13 Mayıs 2013 Pazartesi
SOSYAL GÜVENLİK HAFTASI VE KÖR NOKTA…
SOSYAL GÜVENLİK HAFTASI VE KÖR NOKTA…
Bu hafta Sosyal Güvenlik Haftası. Altı yıldır 13 ve19 Mayıs günleri arası çeşitli etkinlikler düzenlenerek Sosyal Güvenlik Haftası olarak kutlanıyor.
Sosyal güvenlik, dün dündü, bu gün değersiz, yarının belirsizliği döngüsündeki insanları hayatın kör noktasından koruyan, gözlerine fer katan ağ tabakadır…
Ağa takılan küçük kırmızı balığın ömrü kadardır aslında uzun görünse de insan yaşamı. Ve insan bu kısacık yaşamında gün gelir en derin ve en uzun yalnızlığı, yalnızlaşmayı hisseder ve yaşar. İşte o vakit detaylar arasında kaybolmadan, sosyal güvenlik ağından yararlanmayı arzular ülke insanına özgü çekingenlikle;
Sosyal güvenlik en başta gelen ve önemsenmesi gereken en temel haklardandır. Bu temel hak anayasada düzenlenen maddelerle koruma altına alınmıştır. Anayasada özellikle emekli dul ve yetimler, engelliler, korunmaya muhtaç çocuklar ve yaşlıların sosyal güvenliklerine ilişkin ayrıntılar yer alır.
Sosyal güvenlik bu topraklar üzerinde yaşayan her bireyin en doğal hakkıdır. Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’nde de bu özel durum karşılığını bulur.
“Herkesin bir toplum üyesi olarak toplumsal güvenliğe hakkı vardır.”…
Herkes, işsizlik, hastalık, sağlık, sakatlık, dulluk, yaşlılık ve kendi denetimi dışındaki koşullardan doğan geçim sıkıntısı halinde sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Analar ve çocukların özel bakım ve yardım hakları vardır. Tüm çocuklar evlilik içi veya dışı doğmuş olmalarına bakılmaksızın toplumsal korumadan yararlanırlar.
Tüm bu saptamalar gösteriyor ki; sosyal güvenlik toplumun her bireyine eşit yaklaşan, kucaklayan, seven, şefkatini esirgemeyen bir anne gibidir. O anne ki tüm sevgisini ve katkısını çocuklarına ayrıcalıksız dağıtır. Asla sözde üvey annelik yapmayan gani gönüllü bir öz annedir. Yani kısaca sosyal devletin anaç yüzüdür sosyal güvenlik…
Sosyal güvenlik yaşananla ve gelecekle, çalışan ve çalışmayanla, sağlık ve hastalıkla, sahipsizlik ve kimsesizlikle, sağlamlık ve engellilikle iç içedir aslında. Sosyal zıtlıkların açıklayıcısı ve ayni zamanda yok edicisidir. Geleceğin belirsizliğine tek çare, etkili bir panzehirdir.
Ama politik reflekslerle halkın oya endeksli zehirlenmesine reçete değildir.
Günümüzde mesele sosyal güvenliğin genel bir devlet politikası biçiminde işletilmeyişidir. Keyfi hükümet politikaları, program ve uygulamaları ile yaraya çare olunamayacağı bilinen bir gerçektir. Herkes neticede acı bir son yaşamamak adına işsizi, çalışanı sarılır bu devletin sıcak eline.
Bu devlet eli, işçilerin hastalık, sakatlık, yaşlılık gibi işsiz kalma durumlarını parasal olarak karşılamak amacıyla 9 Temmuz 1945 günü 4792 sayılı yasa ile işçi sigortalar kurumu olarak kurulur. 1946 da 506 sayılı yasa ile yeniden düzenlenen SSK, günümüzde tüm sosyal güvenlik kurumlarının birleştirilmesiyle bu günkü şeklini almıştır.
Elli yıldan bu yana toplum geneline birebir, birey bazında ulaştırılamayan sosyal güvenlik sistemi, yeni bir oluşuma koyulma noktasında çağın gereği geliştirildi.
En başında kuruluş statüsü olarak özerk olacak çalışanlar ve işverenlerin prim katkıları ile ayakta duracağı öngörülen bu sistem zamanla yanlış yönetimler yüzünden devletin katkısı olmadan işlemez hale geldi. Hep zarar ettirildi.
Bu gün için, ülke bütçesinden sağlığa ayrılan rakamlarla sağlıklı bir toplum oluşturmak ve mevcut sağlık kurumlarının işleyişini sağlamanın bir mucize göründüğü aşamada sosyal devletin bu rolü nasıl- nereye kadar üstleneceği acabalık bir konu. Zaten dünyada işleyen sosyal güvenliğin sistemine ve boyutlarına bakmadan, bizdeki gibi hükümetlerin keyfine göre biçimlendirilen bir işleyiş-işletilişle karşılıklı mağduriyetlerin doğmasını engellemek de pek mümkün görünmüyor. Sistemin hakkıyla işlemesi için, geçmişte yapıldığı gibi, tüm sosyal açılımların oy kaygısıyla olmaması da şart…
Ülkede uygulamaya geçilen mevcut sosyal güvenlik sistemi dünya genelinde uygulanan üç modele yakın ve benzer bir sistem. Karmakarışık bir uygulamadan toplumu rahatlatan bir uygulamaya geçişin sıkıntıları elbette olacaktır ve yaşanacaktır.
Ayrıca bu yeni sosyal güvenlik ağının, atılan oyları saçılan ağa takmak olarak görülmeden uygulanması bir anayasal gerekliliktir…
Bu hafta Sosyal Güvenlik Haftası. Altı yıldır 13 ve19 Mayıs günleri arası çeşitli etkinlikler düzenlenerek Sosyal Güvenlik Haftası olarak kutlanıyor.
Sosyal güvenlik, dün dündü, bu gün değersiz, yarının belirsizliği döngüsündeki insanları hayatın kör noktasından koruyan, gözlerine fer katan ağ tabakadır…
Ağa takılan küçük kırmızı balığın ömrü kadardır aslında uzun görünse de insan yaşamı. Ve insan bu kısacık yaşamında gün gelir en derin ve en uzun yalnızlığı, yalnızlaşmayı hisseder ve yaşar. İşte o vakit detaylar arasında kaybolmadan, sosyal güvenlik ağından yararlanmayı arzular ülke insanına özgü çekingenlikle;
Sosyal güvenlik en başta gelen ve önemsenmesi gereken en temel haklardandır. Bu temel hak anayasada düzenlenen maddelerle koruma altına alınmıştır. Anayasada özellikle emekli dul ve yetimler, engelliler, korunmaya muhtaç çocuklar ve yaşlıların sosyal güvenliklerine ilişkin ayrıntılar yer alır.
Sosyal güvenlik bu topraklar üzerinde yaşayan her bireyin en doğal hakkıdır. Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’nde de bu özel durum karşılığını bulur.
“Herkesin bir toplum üyesi olarak toplumsal güvenliğe hakkı vardır.”…
Herkes, işsizlik, hastalık, sağlık, sakatlık, dulluk, yaşlılık ve kendi denetimi dışındaki koşullardan doğan geçim sıkıntısı halinde sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Analar ve çocukların özel bakım ve yardım hakları vardır. Tüm çocuklar evlilik içi veya dışı doğmuş olmalarına bakılmaksızın toplumsal korumadan yararlanırlar.
Tüm bu saptamalar gösteriyor ki; sosyal güvenlik toplumun her bireyine eşit yaklaşan, kucaklayan, seven, şefkatini esirgemeyen bir anne gibidir. O anne ki tüm sevgisini ve katkısını çocuklarına ayrıcalıksız dağıtır. Asla sözde üvey annelik yapmayan gani gönüllü bir öz annedir. Yani kısaca sosyal devletin anaç yüzüdür sosyal güvenlik…
Sosyal güvenlik yaşananla ve gelecekle, çalışan ve çalışmayanla, sağlık ve hastalıkla, sahipsizlik ve kimsesizlikle, sağlamlık ve engellilikle iç içedir aslında. Sosyal zıtlıkların açıklayıcısı ve ayni zamanda yok edicisidir. Geleceğin belirsizliğine tek çare, etkili bir panzehirdir.
Ama politik reflekslerle halkın oya endeksli zehirlenmesine reçete değildir.
Günümüzde mesele sosyal güvenliğin genel bir devlet politikası biçiminde işletilmeyişidir. Keyfi hükümet politikaları, program ve uygulamaları ile yaraya çare olunamayacağı bilinen bir gerçektir. Herkes neticede acı bir son yaşamamak adına işsizi, çalışanı sarılır bu devletin sıcak eline.
Bu devlet eli, işçilerin hastalık, sakatlık, yaşlılık gibi işsiz kalma durumlarını parasal olarak karşılamak amacıyla 9 Temmuz 1945 günü 4792 sayılı yasa ile işçi sigortalar kurumu olarak kurulur. 1946 da 506 sayılı yasa ile yeniden düzenlenen SSK, günümüzde tüm sosyal güvenlik kurumlarının birleştirilmesiyle bu günkü şeklini almıştır.
Elli yıldan bu yana toplum geneline birebir, birey bazında ulaştırılamayan sosyal güvenlik sistemi, yeni bir oluşuma koyulma noktasında çağın gereği geliştirildi.
En başında kuruluş statüsü olarak özerk olacak çalışanlar ve işverenlerin prim katkıları ile ayakta duracağı öngörülen bu sistem zamanla yanlış yönetimler yüzünden devletin katkısı olmadan işlemez hale geldi. Hep zarar ettirildi.
Bu gün için, ülke bütçesinden sağlığa ayrılan rakamlarla sağlıklı bir toplum oluşturmak ve mevcut sağlık kurumlarının işleyişini sağlamanın bir mucize göründüğü aşamada sosyal devletin bu rolü nasıl- nereye kadar üstleneceği acabalık bir konu. Zaten dünyada işleyen sosyal güvenliğin sistemine ve boyutlarına bakmadan, bizdeki gibi hükümetlerin keyfine göre biçimlendirilen bir işleyiş-işletilişle karşılıklı mağduriyetlerin doğmasını engellemek de pek mümkün görünmüyor. Sistemin hakkıyla işlemesi için, geçmişte yapıldığı gibi, tüm sosyal açılımların oy kaygısıyla olmaması da şart…
Ülkede uygulamaya geçilen mevcut sosyal güvenlik sistemi dünya genelinde uygulanan üç modele yakın ve benzer bir sistem. Karmakarışık bir uygulamadan toplumu rahatlatan bir uygulamaya geçişin sıkıntıları elbette olacaktır ve yaşanacaktır.
Ayrıca bu yeni sosyal güvenlik ağının, atılan oyları saçılan ağa takmak olarak görülmeden uygulanması bir anayasal gerekliliktir…
12 Mayıs 2013 Pazar
AKİLLERİN GEZİ PERFORMANSINA “ K. RAPORU”…
AKİLLERİN GEZİ PERFORMANSINA “ K. RAPORU”…
Akil adamlardan bir kaçının Esenler’e geldiği gün, ‘anneler günü’ arifesinde Reyhanlı’da yine yüzlerce ananın yüreğine ateş düştü, yüreğimiz yandı yine…
Her ‘akil-yerel’ toplantıda olduğu gibi alt alta isimleri yazılı yüzlerce derneğin davetlisi olarak gelinen fakat, tıpkıbasım topu birbirinin ayni bu ‘federatif-konfederatif buluşmalarda’, imzacı dernekler sayısı kadar bile izleyici toplayamayan bu ‘al gülüm-ver gülüm akillenmeler’de maalesef toplumsal saflaşma-kamplaşma netleşiyor-retleşiyor yalnızca; İşin gerçeği bu barış isteyenler, barış istemeyenler, en iyi barış bizimki, gerçek barışı biz istiyoruz diyenler, diyenler ile yiyenler restleşmesi-restorasyonu…
Son örneği; Yerel basına da yansıdığı yüzüyle, Esenler toplantısı…
Her ağzı açılan akilin, her fırsatta her ortamda ‘anlatmak için değil dinlemek için geldik’ dediği Esenler Kültür’deki buluşma da sanki muhalifleri dinlememek üzere planlanmıştı. Yine ayni sahneler yaşandı.
Madem akillerin halkı dinlemek konusunda bir arzuları var, gözde akilleri sözde davet eden akillilerce konuşanlara veya konuşmak isteyenlere bu özveriyle icra edilen susturma hevesi niye var anlamak mümkün değil. Ve bu havalı fiyakalı, birilerine yaranma girişimleri barışa ne fayda sağlar anlayan beri gelsin.
Ülkede çiçeklerin solmaması için, yeniden yeşermesi için ise her atılan adım ve her çaba, konuşanları sert-zorbaca engellemeyeceksiniz akilli beyler. Muhalif olsalar bile herkes meramını dile getirecek, sözü olan söyleyecek ve akil adamlar dinleyecek. Dinlemeleri inlemeleri yukarı raporlayacak, işte maddi yanı bir yana iş budur.
Zaten uzun yıllardır bu ve benzeri yaptırımlarla ve saptırımlarla bir arpa boyu yol alınamadı. Yarın bu girişim de hikâye olur ise işin suçlusu-sorumlusu ‘barışa değil yönteme muhalif olanlar’ olmaz. Kim ne derse desin körü körüne, kör dövüş barış çığırtkanlığına soyunanlar olur.
Ey Akil adamlar ve destekçi-köstekçi akilli beyler; Söz gümüş ise sükût altındır, yazmak ise ‘tüfeğinde zindan mermisi’ barışa inanmaktır, barışa koşmaktır. Nasıl sa Baraklit görüyor yaptıklarınızı, yazgımızı, kara yazımızı;
““ Uzun yıllardır ülkede bölge bölge eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, adalet, yatırım, sanayi, endüstri, istihdam, iş aş üretim, üretime koşut tüketim, fırsat eşitliği ve benzeri konularda sorunları çözecek bir sosyal devlet anlayışı yok ise;
-Tüm eksiklikler Kürt sorunu diye dayatılır, geçilir bu ülkeye.
Zamanında bölgesel manada tüm ülkede köy boşaltmalar, insanlık dışı baskı ve zulüm, kolluk devleti görüntüsü, yasakçı ve yasaklayıcı hukuk neticesinde sosyal devlete inanç kaybı yaşanmış ise;
-Devlete güven azalır ve azılır.
Bölgeden bölgeye milyonlar üstü insan topraklarından, evlerinden barklarından edilmiş, göçe zorlanmış ve sorun zamanla ekonomik ve sosyal açıdan ülke geneline yayılmış ise zaman içinde anti probaganda ve politikalar ile;
-Devlete güven de yok olur, yok edilir.
Çok kültürlü toplum olmanın özellikleri bir türlü geliştirilememişse, farklı etnik yapılar, değişik kültür ve yaşamların, dil, din, ırk kapsamında varlık sürdürme istekleri uzun yıllardır görmezden gelinmiş ve görüldüğünde bastırılmaya çalışılmış ise;
-İç barış da içten içe zedelenir.
Geçmişten bu güne siyasi suç, fişleme, dosyalama, işkence, gözaltında ölümler, yargısız infaz, faili meçhuller, açıklanamaz kayıplar, DGM ayıpları, askeri ve sivil yargı hataları, özel mahkemeler… Artarak devam ede gelmiş ise;
-İstikrar biter, Kaos belirir.
Eskiden bu yana ciddi önlemlerle siyasal şiddetin önü alınmaya çalışılmamışsa, Ohal, Mgk, Özel Harp Dairesi, Mit, Bit, Koruculuk, Özel Tim, Jitem, Çekiç Güç yüzünden ülke genelinde insan hakları ihlalleri önlenemiyorsa ve demokrasi işletilememiş ise, kardeş kanı aktıkça akıyor ise;
-Örtülü savaş, adı konmamış savaş, kirli savaş, iç savaş, alçak şiddetli savaş, terörle savaş, sıcak savaş, silahlı çatışma… Olarak isimlendirilen ve isimlendirilemeyen tedhiş, arbede nükseder.
Zamanla bu tedavisi zor tedhiş ve nüksediş yurtta barışı zedeler. yurtta barışı zedelenince de sınır ötesi operasyonlara kayar kronikleşen dava. Ve sınırlar- sınırlamalar bahardan bahara dar gelir ise;
-Yurtta sulh cihanda sulh, o da ne demektir.
Yıldan yıla yerli ve uluslar arası savaş kışkırtıcıları, rantçılar, stokçular, silah tüccarları, bölge üstüne siyaset yapanlar, şeyh, şıh ağa üçgeni, mevcut ekonomik payını artıranlar, olağanüstü durumdan karına kar katanlar, ehliyetsiz ruhsatsız silaha mermiye, mevkiiye makama ve yüksek maaşa bağlananlar çoğalmış ise;
-Terör öyle kolay kolay bitmez, bitirilemez.
Ütopya sayıldığından, siyasal bilinç ve sınıfsal temelde birleşerek çözüm aranıp, bulunup uygulanmayacağına göre, barış şimdiki ateşkesler ve çekilmeler ile bir yere kadar taşınabilir. Sonrasında din, dil, ırk, etnik köken bağlamında planlanan her birlik toplumsal ayrışmayı tetikleyen unsurları kendi içinden çıkarır. Bu ayrışma ve ayrıştırma uluslararası sermaye temsilcisi ile görevli toplum planlayıcılarının da işine gelir, gelir ise;
-Kürt sorunu içerde dışarıda, denizde karada körüklenmeye devam eder.
On yıllarca Demokrasi, demokratikleşme, çoğulculuk, eşitlik, hoşgörü ve bölgesel gelişme politikaları yerine tek seslilik, baskı, yıldırma… Politikaları uygulanır ise;
-İç barış kısmi veya tam iyileştirme politikaları uygulansa dahi hayata geçirilemez.
Egemen güçler artık bu ve benzeri yöntemlerin ötesinde, ülke toprakları üzerinde birkaç komşu ülke sınırlarına da taşar biçimde federatif veya benzeri bir Kürt devleti kurulmasına yönelik bölgesel düşünceyi benimsetmek için, bölgelerde bu düşünce yoğunluğunu gerginleştirmeden kabullendirmek amaçlı piramidin basamaklarını çıkıyorlar ise;
-En köklü projeler ile bile barışın sağlanıp sağlanamayacağı tartışılır.
İktidar ve siyasi partiler, parlamento ve akiller gemiyi kurtaran değil de yüzeysel ve günü kurtaran çare-çözümlerle ortaya çıkıyorlarsa siyasi güç olma yönünde zaafa uğrarlar bu ziftli yollarda. Ortak siyasi erk planlaması eksik kalınca da ülke çapında tüm kesimleri ve katmanları kapsayan ortak irade tecelli etmez. Öncelikle akiller ile sonrasında başka birim ve yöntemlerle gerekli ve yeterli kamuoyu desteği sağlanamaz ise;
-Sınır içi-sınır dışında Kürt sorununa kalıcı ve sağlıklı çözüm üretilemez.””
Geçmişten geleceğe bir marifetmiş gibi taşınan tüm bu olumsuzlukları bir kalemde silmek işini, savaş ve barışı, devlet ve demokrasiyi, “Çokuluslu sermayenin bölge dizaynını” akillerin sezi, gezi, toplantı performansına bağlayarak hecelemek ve okumak ise;
-Büyük Ortadoğu’da Projede olsun olmasın daha çok çiçekler solmasına seyirciliktir…
Akil adamlardan bir kaçının Esenler’e geldiği gün, ‘anneler günü’ arifesinde Reyhanlı’da yine yüzlerce ananın yüreğine ateş düştü, yüreğimiz yandı yine…
Her ‘akil-yerel’ toplantıda olduğu gibi alt alta isimleri yazılı yüzlerce derneğin davetlisi olarak gelinen fakat, tıpkıbasım topu birbirinin ayni bu ‘federatif-konfederatif buluşmalarda’, imzacı dernekler sayısı kadar bile izleyici toplayamayan bu ‘al gülüm-ver gülüm akillenmeler’de maalesef toplumsal saflaşma-kamplaşma netleşiyor-retleşiyor yalnızca; İşin gerçeği bu barış isteyenler, barış istemeyenler, en iyi barış bizimki, gerçek barışı biz istiyoruz diyenler, diyenler ile yiyenler restleşmesi-restorasyonu…
Son örneği; Yerel basına da yansıdığı yüzüyle, Esenler toplantısı…
Her ağzı açılan akilin, her fırsatta her ortamda ‘anlatmak için değil dinlemek için geldik’ dediği Esenler Kültür’deki buluşma da sanki muhalifleri dinlememek üzere planlanmıştı. Yine ayni sahneler yaşandı.
Madem akillerin halkı dinlemek konusunda bir arzuları var, gözde akilleri sözde davet eden akillilerce konuşanlara veya konuşmak isteyenlere bu özveriyle icra edilen susturma hevesi niye var anlamak mümkün değil. Ve bu havalı fiyakalı, birilerine yaranma girişimleri barışa ne fayda sağlar anlayan beri gelsin.
Ülkede çiçeklerin solmaması için, yeniden yeşermesi için ise her atılan adım ve her çaba, konuşanları sert-zorbaca engellemeyeceksiniz akilli beyler. Muhalif olsalar bile herkes meramını dile getirecek, sözü olan söyleyecek ve akil adamlar dinleyecek. Dinlemeleri inlemeleri yukarı raporlayacak, işte maddi yanı bir yana iş budur.
Zaten uzun yıllardır bu ve benzeri yaptırımlarla ve saptırımlarla bir arpa boyu yol alınamadı. Yarın bu girişim de hikâye olur ise işin suçlusu-sorumlusu ‘barışa değil yönteme muhalif olanlar’ olmaz. Kim ne derse desin körü körüne, kör dövüş barış çığırtkanlığına soyunanlar olur.
Ey Akil adamlar ve destekçi-köstekçi akilli beyler; Söz gümüş ise sükût altındır, yazmak ise ‘tüfeğinde zindan mermisi’ barışa inanmaktır, barışa koşmaktır. Nasıl sa Baraklit görüyor yaptıklarınızı, yazgımızı, kara yazımızı;
““ Uzun yıllardır ülkede bölge bölge eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, adalet, yatırım, sanayi, endüstri, istihdam, iş aş üretim, üretime koşut tüketim, fırsat eşitliği ve benzeri konularda sorunları çözecek bir sosyal devlet anlayışı yok ise;
-Tüm eksiklikler Kürt sorunu diye dayatılır, geçilir bu ülkeye.
Zamanında bölgesel manada tüm ülkede köy boşaltmalar, insanlık dışı baskı ve zulüm, kolluk devleti görüntüsü, yasakçı ve yasaklayıcı hukuk neticesinde sosyal devlete inanç kaybı yaşanmış ise;
-Devlete güven azalır ve azılır.
Bölgeden bölgeye milyonlar üstü insan topraklarından, evlerinden barklarından edilmiş, göçe zorlanmış ve sorun zamanla ekonomik ve sosyal açıdan ülke geneline yayılmış ise zaman içinde anti probaganda ve politikalar ile;
-Devlete güven de yok olur, yok edilir.
Çok kültürlü toplum olmanın özellikleri bir türlü geliştirilememişse, farklı etnik yapılar, değişik kültür ve yaşamların, dil, din, ırk kapsamında varlık sürdürme istekleri uzun yıllardır görmezden gelinmiş ve görüldüğünde bastırılmaya çalışılmış ise;
-İç barış da içten içe zedelenir.
Geçmişten bu güne siyasi suç, fişleme, dosyalama, işkence, gözaltında ölümler, yargısız infaz, faili meçhuller, açıklanamaz kayıplar, DGM ayıpları, askeri ve sivil yargı hataları, özel mahkemeler… Artarak devam ede gelmiş ise;
-İstikrar biter, Kaos belirir.
Eskiden bu yana ciddi önlemlerle siyasal şiddetin önü alınmaya çalışılmamışsa, Ohal, Mgk, Özel Harp Dairesi, Mit, Bit, Koruculuk, Özel Tim, Jitem, Çekiç Güç yüzünden ülke genelinde insan hakları ihlalleri önlenemiyorsa ve demokrasi işletilememiş ise, kardeş kanı aktıkça akıyor ise;
-Örtülü savaş, adı konmamış savaş, kirli savaş, iç savaş, alçak şiddetli savaş, terörle savaş, sıcak savaş, silahlı çatışma… Olarak isimlendirilen ve isimlendirilemeyen tedhiş, arbede nükseder.
Zamanla bu tedavisi zor tedhiş ve nüksediş yurtta barışı zedeler. yurtta barışı zedelenince de sınır ötesi operasyonlara kayar kronikleşen dava. Ve sınırlar- sınırlamalar bahardan bahara dar gelir ise;
-Yurtta sulh cihanda sulh, o da ne demektir.
Yıldan yıla yerli ve uluslar arası savaş kışkırtıcıları, rantçılar, stokçular, silah tüccarları, bölge üstüne siyaset yapanlar, şeyh, şıh ağa üçgeni, mevcut ekonomik payını artıranlar, olağanüstü durumdan karına kar katanlar, ehliyetsiz ruhsatsız silaha mermiye, mevkiiye makama ve yüksek maaşa bağlananlar çoğalmış ise;
-Terör öyle kolay kolay bitmez, bitirilemez.
Ütopya sayıldığından, siyasal bilinç ve sınıfsal temelde birleşerek çözüm aranıp, bulunup uygulanmayacağına göre, barış şimdiki ateşkesler ve çekilmeler ile bir yere kadar taşınabilir. Sonrasında din, dil, ırk, etnik köken bağlamında planlanan her birlik toplumsal ayrışmayı tetikleyen unsurları kendi içinden çıkarır. Bu ayrışma ve ayrıştırma uluslararası sermaye temsilcisi ile görevli toplum planlayıcılarının da işine gelir, gelir ise;
-Kürt sorunu içerde dışarıda, denizde karada körüklenmeye devam eder.
On yıllarca Demokrasi, demokratikleşme, çoğulculuk, eşitlik, hoşgörü ve bölgesel gelişme politikaları yerine tek seslilik, baskı, yıldırma… Politikaları uygulanır ise;
-İç barış kısmi veya tam iyileştirme politikaları uygulansa dahi hayata geçirilemez.
Egemen güçler artık bu ve benzeri yöntemlerin ötesinde, ülke toprakları üzerinde birkaç komşu ülke sınırlarına da taşar biçimde federatif veya benzeri bir Kürt devleti kurulmasına yönelik bölgesel düşünceyi benimsetmek için, bölgelerde bu düşünce yoğunluğunu gerginleştirmeden kabullendirmek amaçlı piramidin basamaklarını çıkıyorlar ise;
-En köklü projeler ile bile barışın sağlanıp sağlanamayacağı tartışılır.
İktidar ve siyasi partiler, parlamento ve akiller gemiyi kurtaran değil de yüzeysel ve günü kurtaran çare-çözümlerle ortaya çıkıyorlarsa siyasi güç olma yönünde zaafa uğrarlar bu ziftli yollarda. Ortak siyasi erk planlaması eksik kalınca da ülke çapında tüm kesimleri ve katmanları kapsayan ortak irade tecelli etmez. Öncelikle akiller ile sonrasında başka birim ve yöntemlerle gerekli ve yeterli kamuoyu desteği sağlanamaz ise;
-Sınır içi-sınır dışında Kürt sorununa kalıcı ve sağlıklı çözüm üretilemez.””
Geçmişten geleceğe bir marifetmiş gibi taşınan tüm bu olumsuzlukları bir kalemde silmek işini, savaş ve barışı, devlet ve demokrasiyi, “Çokuluslu sermayenin bölge dizaynını” akillerin sezi, gezi, toplantı performansına bağlayarak hecelemek ve okumak ise;
-Büyük Ortadoğu’da Projede olsun olmasın daha çok çiçekler solmasına seyirciliktir…
10 Mayıs 2013 Cuma
BARIŞ ADINA BİR ARZ TALEP DENGESİZLİĞİ…
BARIŞ
ADINA BİR ARZ TALEP DENGESİZLİĞİ…
‘Ulusal bir
politika ve program olmadan yerel ve etnik sorunları çözmek hayalciliktir’
diyor konunun uzmanları…
Bu genellemeden
hareketle; mevcut saptamaların gelişen ve değişen koşullarla gerçekliğini
yitirdiği değerlendirilmeden barış görüşüyoruz demekle de olmaz. Ayrıca alt
yapı değişim projeleri hazırlanmadan barış istiyoruz, her ne pahasına olursa
olsun barış demekle de barış gelmez. Toplum bilimciler eğer bu ülkeyi
seviyorlarsa, artık yüreklice çıkıp, açıklamaları lazım tüm gerçekleri.
Yedi bölge
dört iklim altmış küsur akil-linin her davet aldıklarında aklısıra
dolaşmaları-dolaştırılmaları ve sergilenen tiyatral duygu yüklemeler yerine
gerçekler anlatılmalı bu halka iki taraflı…
İç barışa ve
iç güvenliğe yönelik sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel yenilenme taslakları
çizilmeden, ülkenin dört bir yanına yaygınlaşacak yeni hizmet ve güvenlik
sistemi modeli biçimlendirmeden gelecek barışı daha çok bekler bu ülke halkı.
Ülkedeki tüm
bölgesel sorunlara çoğulcu demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve
eşitlik üzerine inşa edilmiş çözüm projeleri, sorunlara bölgesel çözüm
paketleri hazırlanmadan, hazırlayıp açıklamadan barış dillendirmek iyi niyetten
öteye geçmez.
Kürt sorununun
artık salt bölgesel bir sorun olmaktan çıkarıldığı, ülke ve sınır ötesi bir
sorun addedilen bir aşamaya taşındığı bu süreçte “toplumsal yenileniş-toplumsal
kurtuluş” projesi olmaksızın silah bırak git mantığı ve kolaycılığı siyasi
öngörüdeki handikaptır. Açılıp kapatılan, kapatılıp açılan açıltaylar sonucunda
patlayan baştan gizli, açığa düşünce aleni istihbarat-ada-kamp görüş
alışverişleri ile kamuoyu barışa endekslenemez.
Ülkede bu gün
barış adına bir arz talep dengesizliği yaşanıyor. Bu dengesizlikte barış için izlenecek
tüm hamleler mevcut kürt sorunu gereğince analiz edilmeden artık atılmamalı.
Yoksa çözümde iyice geç kalınmışlığın baskısı ve dürtülerin heyecanı ile
şekillendirilen her eylem ve fiil demokratik ayar sayılabilecek noktanın çok uzağına
düşer.
Kimsenin
demokratik çözüm önerilerine aldırmadan gidilmekte israrcı olunan bu yol ‘dil,
din, mezhep, kültür, folklor, kimlik koruma, kimlik açıklama serbestîsi ve
olanaklarının sağlanmasından’ çok farklı bir sondurağa taşıyabilir-götürebilir
ülkeyi…
Kırsal
yerleşme ve arsal yüzleşme planları yapılmadan, barınma ve kırsal konut
üretimleri ciddi olarak ele alınmadan, yöre insanına yeni çalışma imkânları ve istihdam
sağlayacak ortamlar yaratılmadan, olabilirliği muhtemel toplu yaşam çiftlikleri
ve merkez köy projeleri hesaplanıp kitaplanmadan barış söylemek, barış zikretmek
söylencelere hizmettir yalnızca.
Zaten on
yıllarca yanlışlarda ısrarcılık terörü önlenemeyecek boyuta getirdi. Silahla
mermiyle, topla tüfekle, sonuç alınamadığı ve alınamayacağı apaçık anlaşıldığı
halde epey geç kalındı ve mesele bu noktaya geldi. Akilli barış sağlama yöntemi
de ne kadar tutacak zaman gösterecek. Ancak yöntem yeniden yapılanma ve
yapılandırma olmadıkça, barışı ve hoşgörüyü hâkim kılacak diğer hiçbir metot
tutmaz. Ulusal bütünlüğü devam ettirecek ve ulusal bütünlüğe güveni artıracak,
pekiştirecek inanç ve inançlılık da bölgeye artık zor yerleşir.
Çağdaş
demokrasiye işlerlik kazandırmadan izlenen ve izlenecek bu barış getirme
politik çabası terörün kaynağı olan ekonomik amiller ve olumsuzluklar
giderilmeden başarılı bir sonuca varabilir mi, varılabilir mi belirsiz. Bu gerekliliği
tartışmalı atılım ile terörün toplumsal gündemden düşeceğini beklemek, terörün
ülke toprakları dışına çıkacağını ve orada yok olacağını sanmak boşa
heveslenmedir.
Köküne
kökenine inilmeden silah bırak sınır dışına çık, mantığı ile meseleyi çözmek,
çözeriz, çözüyoruz demek ileride bu ülke insanının başına başka dertler açmaz
inşallah.
Bu ülkeyi
içten içe kaynatan müzmin mesele karşılıklı olarak ulusal birlik, kanbağı ve
kültür temeline dayandırılıp, yurttaşlık bilinci ve reel siyasi bilince
bağlanamadıkça med cezirler, akiller akilsizler, bırak çıklar, nameler mektuplar,
ulaklık ve kuryelikler ülkeyi iç karartan noktaya sürüklerse ne olacak. Hesabını
kim verecek, kim çekecek…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)