DEPREM SİYASETİ
Depremle iç içe bir memleket olma hali, haliyle siyasetçi olgunluğunu,
olgunlaşmasını da getirir. Deprem siyaseti doygunlaşmasını da götürür. Getirir
mi, götürür mü ayrıcalığı ise başlı başına yapısal bozukluk meselesidir.
Bir başka mesele sanki millet daha yeni ayrımına vardı, deprem
memleketi olunduğunun. Meğer deprem
memleketiymişiz havası hâkim dört bir yanda. Öyleyse siyasetçiler, millet
devlet bağlamında deprem gerçeğinden, siyasi kazanç sağlama hevesinde
olmayacak. Süreci ve krize iyi yönetecek, sabırsız ve çaresizlikten tehditkâr
unsurların, sesini kesme eğiliminde olmayacak. Yani
hazırdan, kullanılır seviyede güvenoyu peşinde koşmayacak.
Ancak yapılan resmen bu biçim deprem siyaseti…
Gerçekten, bu denli deprem gerçeği ile yüz yüze
yaşayan memleketin, mutlaka gerçekçi deprem siyaseti olmalı. Deprem
politikaları olmalı. Deprem Bakanı olmalı. Deprem danışmanları olmalı. Deprem kurumları
olmalı. Deprem okulları olmalı. Tüm okullarda deprem dersi olmalı. Hepsinde
deprem haritası olmalı. Bu haritalar hakkı ile doğru okunmalı…
Gerçekte, depremle iç içe yaşayan millet ise
siyasal tercihini, diğer tercih nedenleri bir yana, deprem politikası gözeterek
yapmalı. Din kitap tüccarlığına göre değil. Liboş mezhepçi rant çizgisinde koşmalara
göre değil. Deprem siyasetini vaaz ve vaatler üzerine kurmuşlara değil. Millet
deprem gerçeğine çağa uygun ve çağ ilerisi bakanlara, rantabl çözüm odaklı
projeksiyon tutanlara yetki vermeli. İktidar erkini onlara sunmalı.
Bu seçme ve seçilme meselesini, depreme çok
odaklı çözüm yolunda gidenlerle halletmeli. Eğer gitmezse, bu millet daha çok
sunak bunak masalı dinler. Kötü resitaller ile karşılaşır. Duvardaki aynı resme
takılır. Takılı kalır.
Artık gerçekten memlekete deprem siyaseti şart.
Coğrafya belli, manzara üç aşağı beş yukarı aynı. Hava hiç iç açıcı değil.
Kaçılmaz gerçek deprem. Ve deprem gerçeğiyle beraber on yıllardır yaşananlar,
asla kaçınılmaz bir son değil. Asla kader değil, fıtrat değil, kısmet değil. Bu
sadece önleyemedikleri her acıya, kutsallık var eden erklerin yalanı. Erksiz siyasilerin
yanıltması. Lafta olağanüstü güçler ile donanmışlığın, depremde dona kalması. Muhabetten
ve mabetlerden çıkmayanların da milletten uzaklaşması…
Onun için de ömrünce siyaset yapanlar, hep aynı
çizgide kalan ve gerileyen siyasetçi. Topu ayni siyasi çarkın, çar naçarları. Tek
yapılan, deprem vurmuş bölgelere kortej çıkartması. Göstermelik dert dinleme operasyonları.
Zorunlu gözyaşı. Çadır, çorba, çorap…
Milletin başına on yıllarca çorap örenler, aslında
siyaset kazanındaki bu vurdumduymazlar. Kabileci siyaset hipnozculuğu yapanlar.
Mistik tertipçiler. ve edep dışı mucize beklentisiyle sürüklenenler. Üst başlık
adı, siyaset.
Yarından önce bugünden tezi, milletin
beklentilerini önemseyecek, akademik tez kıvamında bir deprem siyaseti
şekillendirilmelidir. Memleket siyaseti, başta muhalefet sonra mevcut iktidar
depremi değil, depremin vereceği ağır hasarı önlemeye dönük politikalar öngörmelidir.
Deprem politikası ortaklaşa geliştirilmelidir. Her çözüm devlette süreklilik
esasıyla birlikte önerilmelidir.
Yok, iktidar yanaşmıyor, birliktelik
sağlanamıyor ise, özellikle ve öncelikle, memleketin muhalefet cephesi deprem
siyaseti bayrağını göndere çekmelidir. Milleti yanına çekmelidir. Öyle deprem
sonrası yüzkitabı siyasetine çanak tutan yaklaşımlarla değil. Bunlar anında aforoz
edilmelidir.
Ve güncelden başlayarak, mevcut durum kentler, gök
kuleler, köprüler, yollar, tüneller ve muhteşem kanal, hepsi bilim aklıyla
yeniden ele alınmalıdır. İrdelenmelidir. Yani depremsiz günü geçmeyen ve
geçmeyecek memleket hali, haliyle ciddi deprem siyaseti gerektirir. Depremci siyasetçiler
gerektirir.
Üst yönetime de, ortak akılla belirlenecek deprem
siyaseti çerçevesinde, bilim aklıyla görev yapacak deprem bakanı, deprem
danışmanları gerekir.
Gerçekten, bu memlekete gerçekçi deprem siyaseti
hemen şimdi şart. Yarın çok geç…
DEPREM DERDİ
Memleket haritası kıpkırmızı…
Depremle şaka olmaz. Savsama tavsama
olmaz. Olursa bir an gelir, belini kırar göçertir. Çünkü doğa kendine oynanan
oyunların hesabını, mutlaka sorar. Zehrini kusar. Gelecek kararır…
O yüzden acilen bir şeyler yapmak
lazım. Aklın yolu bir. Ama partizanlık vuruyor aklı. Depremden önce de sonra da.
Deprem de garipleri. Bin türlü dert ile boğuşan ama baş edemeyen memlekete bir
dertte deprem.
Vatandaşa yalan olmaz. Atılsa da
uzun süre tutmaz. Gün gelir gerçek ayan beyan ortaya çıkar. Toplama alanları
vatandaşı toplayamaz. Toplananların tamamı nereye birilerine dert olur. Çünkü
dört bir yanda deprem haberleri.
Her beş on yılda bir, böyle bir
furya vurur geçer. Sonra unutulur. Bu kez unutulacak gibi değil. Kıyı köşe fay
hattı bir memleket, bu memleket. Memleket haritasındaki kıpkırmızıları yok
sayarak, eski moda önlemler ve tutucu siyasetle deprem derdinden kurtulmak
hayalcilik. An gelir o hayaller yıkılır.
Sembolik görüntülerle memlekete yansıtılan istikrarı, istatistiki bilgiler götürür.
Etki ve yetki sahipleri memleketin sahibi havasında olsa da, her şey hava civa
kalır. Her şeyden güç devşirme ve kamuoyu yaratma işi ise dibe vurur. Memleket
oligarşisi haritanın kırmızılığını bildiği halde, hala göz boyama peşinde. Derdi
halletme derdinde değil.
Deprem beşiği bir memlekette bu kıpkırmızı haritayı hakkınca okumak gerek.
Yoksa tüm kurulu değerler, alabora olur. Sistem yıkılır. İktidar erki kaybedilir.
Ütopya biter. Onun için depremle şaka olmaz, vatandaşa yalan olmaz…
Beton ve çelik çağını, yerin yedi kilometre altındaki huzursuzluk saniye
farkıyla her şeyi bitirir. Tarihe gömer. Geriye soğuk bir anı olarak, tarihi
tekrarlar kalır. O nedenle her depremde bir şeyleri görmek lazım.
Öyle ki; Laleler ve deprem derdi,
dinler ve inançlar zedelenmesi, iktidar ve itibar kaybı, görkem ve kader, hikmet
ve keder, dert ve akıbet, toplama ve bol keseden dağıtma, devlet malı ve baba
malıymışçasına, toplanma ve korku… İkilemler çoğaltılabilir.
Elbette bu ikilemler, işleme tabi tutulmalı. Ancak dert edilmesi gereken
tek şey var, memleketin deprem haritası kıpkırmızı…
Diğer dertleri anmayı ve anlamayı da unutmadan, kodu kırmızı-kod acil
uyarınca deprem derdine odaklanmalı memleket. Zaman bilimsel tabir ve ivedi
tedbir zamanı. Zamanı da boşa geçirmenin faturası çok ağır. Çünkü memleket
haritası güne özgü bir kırmızılık arz etmiyor. Deprem bir yeri vuracak,
haritası yarın orada ak olacak değil. Kırmızı aynı kırmızı dert aynı dert.
O halde bir an evvel çıplak uyarıları, kışkırtıcı ve saptırıcı görmekten
kaçınmak gerekir. Sonra toplanan ve toplanma yerleri hesabını da hakkınca vermek
gerekir. Daha sonra da hesaplı kitaplı kırmızı memleket haritası üzerine akılla
gitmek gerekir.
Çünkü bu memleketin deprem derdi, en büyük dert…
HESAP DÖNEMİ
En ağır eleştirilerin, kitlesel tepkilerin politik bir güce
dönüşmediği, politik yöntemlerin çalıştırılmadığı tek zaman aralığıdır, doğal
afetler dönemi. O yüzden fazla korkmamak gerekir. Zaten iktidara dönük hâkim
algı, kolay kolay kırılmaz. Muhalefet ne yapsa bu dönemlerde başkaca hakim algı
kurulmaz. Çünkü afet kırılması sonrası kurulma dönemleridir…
Kuruluşta her kuruşun hesabı millete verildikçe, değişim
dönüşüm kısa zamanda gerçekleştirilir. İş oluruna varır. İşte o yüzden, rasyonel soru ve sorgulamaya açılan kovuşturmalar
gereksizdir. Ayrıca canı yanan, canan da tanımaz. Uzun ömürlü ortaklıklarda ise
eleştiri de olur tepki de…
Her defasında yapılanlar gibi, öyle provokatif
yaklaşımlarla önlenemez bir saflaşmadır bu yaşanan. Ayrıca doğrudur da.
Haklıdır da. Yılların tepkisiz ortaklığı ve bu ortaklığa mecburiyet, ciddi bir
sallantıda yerle bir olur. Bunu kabullenmek gerekir. Çünkü yaşanan travma,
enerjiyi hapseder. Özgürleşen enerji, kitlesel tepkiye dönüşmese de bilgi
isteme talepleri artar.
Hele ki, on yıllardır artan afet riskine bağlı
ve kalıcı hale getirilen tüm salmaların akıbeti merak edilir. Doğaldır da.
Mevcut şüpheler, başka salmalar ve tabansız saldırmalar ile aklanamaz. Yani
böylesi felaketler dönemi her zaman, geçmişten geleceğe hesap dönemidir. Hesap
hülasası ortaya koyulur, yaygara biter.
Koyulmadıkça, çeşit türlü yaptırımlarla, dayatmalarla,
toplumdan eylemsel esneklik beklenemez. Bu genel irade karşıtlığı olarak da
gösterilemez. Görülemez. Ortada kronik bir durum ve klinik bir vaka varsa eğer,
hesabını da gerektirir. Hesap verilmesini de güncelleştirir. Bir genel anlayış
ve haklılık doğmuşken, eleştiri ve tepkilere müdahale sistematiği uygulamak,
daha çok fay hatları kırar. Bu linç kültürü ile yeni bir his ve bilinç
oluşacağını beklemek ise hayalcilik olur.
Olur, çünkü dönem o dönem değildir. Felaket
dönemidir. Ortam dengesiz ve uyumsuzdur. Yaşam zaafa uğramış, hayatlar
kaybedilmiştir. Hakikatlerin üstünü örtme çabası işte bu anlarda tutmaz.
İtaatkâr referanslar ve reveranslar ile eleştirilerin ve tepkilerin önü de
alınamaz. Eğer alınmak isteniyorsa, vicdanı ölçülerde beklenen cevapların
verilmesi şarttır. Verilmediği takdirde depremler diyarı şu bahtsız memlekette,
maddi manevi kesintisiz krizler sürer gider. Eleştirmeler ve tepkiler artar,
yoğun sorgulama başlar.
Doğal afet dönemleri, insani duyarlığın tavan
yaptığı dönemlerdir. Bu duygu kırılmasını siyasal bir eğilime bağlamak ve
denklemek sadece politik bunalımı artırır. Ve her şey mauna endekslenir…
Eleştiri ve tepkiler, tutkuyla tapınma pozuna
bürünmüşlere belki dokunabilir. Ancak asıl dokunaklı olan, önlem alınsın diye
toplananların bir fanteziye kurban gidip gitmediğinin araştırılmasıdır. Bu
kaynağın kullanım sorumlusu da merkezi otoritedir.
Şimdi salt makyaja dönük yatırımlarla
geciktirilen sürecin, bilimdışı temsilin ve sabit işlevselliğin tartışmaya
açılmasını, merkezi otoriteye sorumsuzluk olarak göstermek yanlış olur.
Eğer bu hesap döneminde, iktidar susturucu
mantık istikameti koyarsa, eleştiriler ve tepkiler kaçınılmaz biçimde politik
bir güce dönüşür. Ve kendi politik yöntemlerini de arar bulur.
İlahi adaletten kaçılmaz…
YER SARSILDI…
Yer, sırf şu zengin memlekete özgü ölümcül derecede sarsıldı.
Anında iktidarın kalıtsal hastalığı nüksetti. Etkili yetkili makamlarca doğal
afete bakış, yine din odaklı ilkelere
bağlandı. Doğal afet olgusu da zedelendi. Fay hattındaki kırılmaya
yakıştırmalardan, kalpler kırıldı. Canlar kaybedildi. …
Yer altında sıkışan enerji üzerine boş yeltenmeler, kalıplaşmış
ilgisizliği de açığa çıkardı. On yılların hatırı sayılır birikimi, siyasal
kargaşaya harcandığından, haklı çatışma ve ucuz siyaset birbirine girdi. Bildik
yöntemler hayata geçti. Bilim dışılığın bu denli özgür ve özerk yapılandırıldığı
dönem, bir daha gelmez.
Sanki kötülüğün tam köküne inilmiş,
gündelik akıllar karantinaya alınmış gibi…
Bir kez daha ölümcül düzeyde yer sarsıldı. Elde
değil ki savunusuyla, Elaziz acizliği, memlekete özgü çürük bina tanıklığı,
gözler önüne serildi. Çöküş yaşandı. İzdiham ve ölümler gerçekleşti.
Bu atmosferde iktidarın hata ve ayıbını yüze
vurmak ise suç soruşturma sebebi sayıldı. Ama sömürü cenderesindeki, kitlesel enerji
boşalması otoriteyi tanımaz. Benim diyenin ölçülü tavrı ve terbiyesi bozulur. Çünkü
doğa felaketi kurgusu, akıl köprülerini yıkar. Diğer yandan inanılmaz boyutta yinelenen
şokların, dine ayete, bulunamayınca hadislere bağlanması da başka bir çıkmaz. Yani
her doğal hadise hadislere uyarlanınca veya hadisler yer sarsıntısına ayarlanınca,
bu ve benzer çetrefilli açılımlar kabahati bastırmaz.
Bu kabahat bastırma pozisyonu yetmeyince, mesele
donuk enkaz manzaraları, üfürükten kahraman figürleri, şehit edebiyatı ve fetbaz
fetvalara bağlanır. Bu oldubitti de yetmez. Çünkü son günlerdeki bu akıl
hacimsizlikleri, kurum ve kuruluşlara hepten güven kaybını getirdi.
Ve beklendiği biçimde yer sarsıldı. Zıttına zatlık
anında, kaderin cilvesi pozuna yapıştı. Kader çıkmazı bir kez daha yaşandı. Oysa
maruz kalınan felaketler, zirve performansının açıkça dip yaptığı görüntüsünü yansıttı.
Bilinen dip dalgasına önlem almayış, maziye kapanıp, geleceğe odaklanmayış yargısıyla
doldu akıllar. Yer sarsıntısının merkez üssü bilindiği, bilimsel uyarılar peş
peşe yapıldığı halde, gözleme dayalı analizlerin yok sayıldığı netleşti.
Bu kez doğal doğa olayları gölgesinde, başka
merkezlere kaydırıldı dikkatler. Bedava dua bedeviliği ile prim yapmaya
çalışıldı. Bedel ödenmeye çalışıldı. Ödenmezliği bilindiği halde tutturulan hep
ayni aymazlık…
Doğanın bağrında sefahat ile sefalet, felaket
ile fedakârlık buluşmasının bedeli çok ağır olur. Blokçu mantıkla bu günler geçilemez.
Çünkü bilinç düzeyli çözümlerden kaçış daha ağır, hazin öyküleri yaratır. El mi
yaman bey mi görülür.
Tabiatın kanunlarına aldırmayıp, doğal dengesi
bozuldukça, kanal sanal diretildikçe, sarsıntı çok daha şiddetli ve çok daha yakından
hissedilir…
Dirayetli dinci kültür her şeyi yuttu, uyuttu
ama yer sarsıldı, sosyal hayat durdu. Siyasi hayat renksizleşti. Rekabetçi
kamplaşma dayanışmayı önceledi. Yaygın yıkım hissiyatıyla, kargaşa bir
süreliğine ertelendi. Doğal afet olgusu yüzünden yüzleşilen atmosfer, sosyal
patlama seviyesindeki yoksulluğu gözler önüne serdi.
Bu saatten sonra havaya suni değerler üzerinden
kaynaşma pompalansa da yetmez. Çünkü yer sarsıldı, hâkimler sınıfı sınıfta
kaldı…
YER GÖK BETON…
Yer gök, çürük beton…
Kurulu köylerin, kasabaların ve kentlerin modernize edildiği
izlenimi verilse de, kıyı köşe, tepeden en dibe çürük olduğu bir gerçek. Ve bir
kez daha kanıtlandı bu gerçek. Onca debdebe bir depremle çöküverdi…
Umudunu ve geleceğini betona bağlamış bir iktidarın, huzur ve
güvenlik ölçüsü beton yapı stoğu bir anda çözülüverdi. Devasa yatırımlarla övünme
şapa oturdu. Ve bu yer sarsıntısı öğütülmeye çare, toplanan kaynakların da kuru
gürültüye gittiğini gösterdi. Deniz bitti.
Artık hangi ambalaja sığar bu
sağırlık zaman gösterecek. Ancak depremin gösterdiği batmış ve sürdürülemez bir
ekonomi gerçeği. Su yüzüne çıkan yıllardır olası deprem afatına yedek akçelik
etsin diye toplananların, başka politik programlarla sarf edildiği durumu. Durum
yok, tekerlek dönsün diye kullanıldığı iddiası. Bu sav öyle baştan savma izahlarla
geçiştirilemez. salt koltuk kurtarma çabasına dönük çürütülemez. O tavır da,
beton gibi çürük.
Vadi sulak, dere yatak, çepeçevre fay hattı, yer
gök çürük beton…
Sağır sultan bile duyar bu acı gerçeği. Fizandaki
de bilir. Tablo belli. Olay vahim. Kâinatın kuruluşundan beri dünya sallantıda.
Ancak aynı ruhsal reaksiyon. Dinsel inanç sapması. Bilim düşmanlığı. Ve göz
göre göre facia. Üstelik iyilik hep kendinden, kötülük başkalarından menkul hesapsızlığı. İç-dış
hesaplaşma. Ayıklamalar abartılı hurafe tuzağında, afyon etkisi. Ve akla zarar,
el aman, aziz deprem deneyimlerinin yaşamın içine girmesi. Travmayı teolojik armağan
babında içselleştirme gayretleri.
Oysa mevzu gayet açık, ucuz politika neticesinde,
yer gök beton. betona çağ atlatılmış. Tek bir eleman azizleştirilmesiyle…
Bu beton seviciliği, fay hatları ile kuşatılmış
bu coğrafyada, daha çok kıyıma zemin hazırlar…
Kapsamlı bir devlet politikası geliştirilmedikçe,
deprem konisi gittikçe genişliyorken, daha beter haller ile karşılaşmalar
sıradanlaşır. Acı kapıda biter. Ve şu yer gök beton aşkı ve betonla milli tarih
yazma hevesi bir zelzeleyle çamur çorağa belenir. Bütün maddi bağlantılar, ucuz
illiyet bağları ile şekillendirildikçe ve bu depremden yine ders çıkarılamazsa,
işin sonu makro düzeyde bir yıkıma kadar varır.
İnanmak ve kabullenmek zor ama milyonlar moloz
yığınlarının altında kalır. Bu sefer yeter gider, diyecek vakit bile bulunamaz.
Herkes kaybeder. Çünkü kazananı olmayan bir felakettir bu deprem duyarsızlığı.
Yer gök, bu betona tapıcılar yüzünden, çürük
beton keyfekederleri yüzünden moloz yığını olmaya aday. Enkaza dönük bir hava
esmekte. Dünya coğrafyasının, en güzel bölgeleri muğlak idari model yüzünden gelecek
kaygısı içinde. Kentlerin inşası, bilim yerine hikmet hükümdarlığıyla tekelden bitiriliyor.
Ve bir deprem vuruyor, acı gerçekler ortaya dökülüyor.
Kof debdebe, deprem artçılarıyla bile yıkılacak
konforda. Köyler, kasabalar, kentler yerle bir. Elbette deprem büyük felaket,
kısmen kıyamet ve bir an meselesi. İşte onun için aşırı özen gerek, acil önlem
gerek, kentlerde yenilenme gerek, yerinde veya kentsel dönüşüm gerek…
Yoksa yer gök zaten çürük beton. Kırıcı bir
deprem vurduğunda, ortalık moloz yığını ve enkaz. Acı son mevta torbası. Öncesinde
sonrasında dualar da yetmez.
Bilim şart…
KİTAP KOKUSU…
Adam olmanın, devrimci ve ilerici olmanın, kurtarıcı
olmanın, özgün ve özgür hatiplerden olmanın, yoludur kitap. Kitap yolculuğuna
özgüdür erdem. Olmaktır. Pişmektir. En iyi yol göstericidir kitap kokusu. Ayrıca
apayrı bir kokusu vardır kitabın. Kemale erince kitabı yazılan. Kitabını
yazdıran. Kitap Kokusu…
Öyle ki, oluşumu itibariyle, aşırı hesaplı zamanlarda
bile kahve ve puro ile eşdeğer bir kokudur kitabın ki. Karma. Pahalı. Reformist
üniforma ile antikonformist sivil kıyafet arası çağlardan kalmadır aroması. İbadet
eder gibi okumanın ve hürmet edercesine koklamanın yaygın kıvamıdır aklı
yücelten.
Bu koku, karakter ve karizma arasında adamlaşmak,
yani büyük adam olmak kokusudur. Korkmadan konuşmak. Güvenilir ve yanıltmaz
olmak. Ranayı kelimelerle anlatmanın bir yolu olmalı elbette ama bu herkese has
değil. Atılımcı ruh gerek. Ruh ve beden bütünlüğü ile var olmak. Ve gönülden
istemek gerek. Tümü kitabın kokusunu alma ile orantılıdır. Hissetme ile. Sonra
vazgeçilmez bir irade ve tutku gerekir. Tutku ötesi…
Her an o koku, Kitap Kokusu. Birilerinde kitap
korkusu, düşünceyi örgütleyenlerde ise Kitap kokusu. Muhteşem dayanışma veya
fevkalade çatışma…
Yüzyıllardır birbirine karışan korkunun kokusu. Kokunun korkusuzluğu. Korku büyük. Korkulan
yaratıcı yöntemlerle bir hedef doğrultusunda vazgeçilmez olanlar. Büyük adamlar…
Büyük adam sayılma ölçütü de kitaptır. Büyük adamın
okuduğu ve yazdığı kitaplardır ölçü. Açık bir deyişle, insanlar arasındaki eşitsizliğin
kaynağıdır. Okuyan ile okumayan bir olur mu babında. Mesele kitabın kokusunu
duymaktır yakından. Mesela dil bilmek de önemlidir. Bir lisan bir insan
ayrıcalığıyla. Orijinalinden okumak, bir başka macera. Veya gerçeklik. Gerçeğin
ta kendisi.
En kapsamlı bilginin kaynağı, kitap kokusunu
almaktır. Daha derinlemesine düşünmenin ve düşlemenin de öncüsü. Araştırmacı
kimliği oluşturan da odur. Ayrıca o kokudur gündelik hayata mütevazilik katan. Bilgi tasarımcısı, seçkin kimlik, olgun insan özelliği
kazandıran.
Hele kenar notu düşerek okuyanlar o kokuyu daha iyi bilir.
Çünkü o koku bilgi avcısınadır…
Kitapları merak ötesi tarayanlar da onlardır. Onlar,
abidevi bir anıt olarak yaklaşırlar kitaba. Önce sayfaları şöyle bir karıştırırlar.
Sanki her sayfası başka koku, bir başka türlü kokar. Yani kitap kültürünün,
kendiliğinden gelişen eylemselliğidir önce burunla okuma. Sonra akıl ile dil
ile cahille mesafeyi açma mücadelesi.
Kitap terbiyesiyle ilk sayfadan başlamak, çok renkli
okuyucu kavrayışıdır. Sergilenen Kitap Kokusuna tapınmadır. Çağdaş model
dünyalar kurmaya gönüllülerin hissettiği kokudur o. İsyana temel, ideolojik ve akademik
beslenmedir. İşte o kokuyu salan, ruh koçlarıdır kitaplar. Ve korku
İmparatorluğundan korkmamayı öğütlerler. Adam olana hiç korku hissettirmezler.
Çünkü Kitap Kokusu enteresan biçimde, soğukkanlılık taşır efsanelerden.
Kitap kokusu, Soluktur. Nefestir Uyarıcıdır. Enfestir...
Itır, bir kelime bir makale ile başlar. Her şey
teklik, çokluk derdinden. Ve insan tek kişik hücresinden çıkar. Kendi kültürü
içinde, mesleği dışında okudukça okur. Zekâ ve dil ustalığını kokladıkça da
adamlaşır. Bir batında yaşamın akışı değişir. Makaleler kitap olur. İşte o
değişim kitap kokuludur. Adam olana altın çağlar yaşatır. Olmayanlara yolun
sonunu.
Kitap kokusuna açlık, tutkulu bir yolculuktur. Asla
düzene tabi olmayan. Koku takip edildiğinde, bir gün mutlaka yolları kesiştiren.
Asal prensiplere bağlı, her yol ayrımında bir nebze olsun umut aşılayan.
Yaşamın her evresinde adamlığa sabitlenmiş, derin hissedilen
aşkın kokudur, Kitap Kokusu…