ACABA ŞİİR
Gözyaşları düşmüş çarkıfeleğin içine içine. Usulca. Karanfiller fısıldar fidanlarda canlanan seviyi. Aşkı. Silme gökkuşağı. Deniz kabuğundan dinlenir dalgalanmalar. Dingin bir akşam üstü…
Ve her gece kalpler kürek çeker okyanuslara. Acaba
diyerek şiir dizeleriyle…
Bir acayip davetin sesle, sima ile nar ile durulanmayan
ilanıdır o şiirler. Narayla duyurulamayan, zihni kamçılayan hep o dizelerdir. Şiirsi.
Temposu güvercin kanatlı sözler. Yakılan. Şarkı nakaratı gibi tekdüze günlerde diz
dize haykırışların demine düşmüş gözyaşlarıdır her harfi.
Ne haykırışlardır onlar. Kıskanç
çağ şairlerinin şimendiferini yoldan çıkaran. Alacakaranlık arası, kömür karası
gözler. Gözler de birkaç damla yaş. Aşka gelmiş balköpüğü köpüren sular, huşu
içinde şelaleler hep aynı ahenkte. Bütün suç romantizmi öldürenlerde. Acaba?
Acaba şiir ilham denilen o
yansımalar ve yansıtmalar diyarında gözyaşlarını besler mi? Bent vurulan
nehirleri, taşırır mı? kurumuş çarkıfeleğin çarkında kızıl renkli ses bulutunu
dağıtır mı? Karanfil kokan dağlarda, karanfil kokan sevgileri yaşatır mı? Bol soru
işareti.
Gözyaşları düşmüş sararıp
düşen yaprakların narin tenine. Enine boyuna. Varına yoğuna sonbahar. Yaş bitmiş.
Şakıyan meltemlerin sıcağında bir yok oluş girdabı. Var oluş pınarında polen taşıyan
kelebeklerin kanatlarında renkli saydamlık. Altın yapraklarda gözyaşı seli. Silinmez.
Tek cümlecik bir parlama ve arınma.
Gözyaşları üşümüş, göz
pınarları donuk…
Acaba parçalanan
çarkıfeleğin özensiz dağınıklığı hangi ışıkta gizli? Hangi dizede hangi gizlice
düşen gözyaşında. kim kimi yazmış terasa asılan hamağın içindeki hasrete. Elmas
uçla simli cama kim? Neyin içine saklamış hayal gücünü. Akıl gücünü desenleyen,
listeleyen o şeffaf sıvıda kıvrılır bütün sitemler. Sistemler kırılır sitem
üstüne sitem. düzgün sıralı kadehlerde bir acayip tanışıklık. tanışmanın
tıngırtısıdır semaya yayılan. Şiir tadında.
Kulaksız duyulan, kalplere
işlenen, başlangıcı doğuran, sonsuzluğu öldüren…
Gözyaşlarına boğulan,
silme aşklara bulanan dingin gecelerde akıl merdivenini tırmanır her türden
mısralar. Sarhoşlayan anılar. Çıplak duvarları giydiren gözyaşları. Bilinçaltılar.
Yaslı kentin kulelerini kubbelerini boyar sessizliğin renksizliği. Ay Işığında
hasretlik. Görkemli göklere asılır zifiri odaların en mahremiyeti.
Meziyet anında en nezaketli
soru acaba? Sonsuzluğu tartmanın ve gerçeği tartışmanın sıcağı eritir mi buz
dağları? Asma kilitli kapılara gözyaşları değen de erir mi çelik duvarlar, açılır
mı kilitler?
Hayatın içini dışını eriten
lavlar şiir söyler. Sonsuzluğun boynunda takılı milyarlarca yıldız. Gökyüzünde
çarkıfeleğin içine içine doğuyor günler. Gecelere gözyaşı dokunuşu ılık ılık.
İliklerde can sıkan bir
korku, bir endişe. Acaba? Boş odalar, loş duvarlarda üzerine gözyaşı düşmüş ayni
dörtlük. Bembeyaz bir sayfa. Açılmış kapanmış. Kan kırmızı mürekkebi dağılmış
bir yaratı. Şiir.
Çarkıfeleğin mendilinde
tutsak bir gökkuşağı, lacivert kara denizin mendireklerin saf renkler. Ve içten
taşanlar acaba şiirleşir mi, şiir mi?
TANRISALLIK
İnsanlar bir ilke inanır ve ilklerin ilkesine
dayanır. Tanrı veya Tanrı merkezli dinlere güvenir. Dogmatik bir bilinçle akıl
boyutuna özgü Tanrılara…
Bu inanç, tümevaran ve tümden gelen bir
çatışmada bilinçdışı, asla gözlem ve deneyime dayanmayan insani etkisizleşmedir.
Doğuştan gelen bir içduygu, keskin bir davranış ilkesidir. Tanrı düşüncesi
insandan insana toplumdan topluma değişir. Hepsinde ulaşılmaz bir tanrı
imgesine tapılınır.
Tapınılan en yüce, en erişilmez bir varlık veya
bir temsili var oluş bağlamında her şeye sahip çıkma ve yakın olmak
içgüdüsüdür. Tanrı inancı tanrıya inanış özünde tanrısallık katında yer
tutabilmek gayesidir. Bunun için insanlar kendini kılıktan kılığa sokmaktan hiç
çekinmez. bir açıdanhiç çekinmeksizin kendini ayara çekiştir. On binlerce
yıllık gelenek, dinle yobazlaşmak ve dinlerin yozlaşması ile acayip ve
acımasızca tıraşlanmıştır.
Ve dini ayrılıklar, dinsel
kinler ve olmadık din savaşlarıyla Tanrı'dan kopuş hızlanmıştır. Yine de
insanlık tanrının niteliğini ve niceliğini ve ona uygun gördüğü sıfatlara
saygıda kusur etmemıştır. Bilimin reddettiği ne varsa, kendini ona inanmak
zorunda olduğuna şartlamış ve böyle hissettirenlere boyun eğmiştir. Ve Tanrı ve
dinler İşte o boyun eğdirenlerin akıllıca ileri sürdüğü inanca zorlayıcı ve iman
sorgulayıcı nedenler yüzünden arada kalmıştır. öylesine kolayca kurulabilir
tanrısal iletişimi tamamen aracılara devretmiştir.
Belki de insanların kendi
istem ve bilinçleri ile kurdukları, kurabilecekleri sürekli uyum dinsel
kurcalamalar ile bozulmuştur. Yani insanlık Tanrı ve dinler adına ortaya çıkanların
güdümünde hangi Tanrı ve hangi dine bağlandıklarını bilmeden, sorgulamadan
bağlanmışlardır.
Aslında bütün dinler ilk
olan ile ilk insan arasındaki paylaşımlardan doğmuştur. İlk temas ilk günah ile
şekillendirilmeye çalışılsa da temel zaaf ilklere olan bilgisizliktir. Cahilliktir.
Deneme yanılma yoluyla pekişen Tanrı bilincinin bir ahlak öğretisi ve düzen
sorgulaması olarak dizaynı bilgisizliği ortadan kaldırılmıştır.
İşte o yüzden yani
bilinmeze olan keskin alaka yüzünden Tanrı ve dinler asla sona ermeyecek bir muhataplığa
kavuşmuşlardır. Özünde Tanrı, Tanrılar ve din yoluyla batağa düşüşü düşüncelerden
çıkarma duygusu her zamanağır basmıştır. Tanrı ve dinleri öne çekilmiştir.
Yani insanlığın mutlak
huzura ve ebedi kurtuluşa bu sayede ulaşabileceğine yoğun biçimde koşullandırılma
söz konusudur. Ruhsal yapı şartlandırılmıştır. Zaten o yüzden ruh bedenden
ayrılır. Tanrının insanlara mal ettiği görevleri yerine getirme, beden ve
kafaları kurcalayan her ne varsa tanrı buyruğu sayılmıştır.
Tanrı buyruğu adalet duygusu
ile doğruya ulaşma Tanrısal ayrıcalığın insanlara geçtiği bir yaratı armağanıdır.
Böyle düşünerek insanları Tanrıya benzer kılan bir tavır ve tutum zamanla dinleşmiştir.
Ancak adaletten sapış
insanların ilke inancı ve ilklerin ilkelerine dayanmayan bir dini anlayışa
sürüklenmesini getirmiştir. İlke daha sadık kalmayış Tanrı merkezli yeni dinler
doğurmuştur. Ve insanlık yaptıklarına başka kılıflar yaratmıştır. Din dogmatizmasını
daha da kabul eder olmuştur.
Tanrı ilminin, tanrısal
tutkuyu açıkça kullanmasıyla da tanrı kayrası zedelenmiştir. Asla esnek olmayan
zemine oturtulan dogmatik yaklaşımlarla ilk ve ilkelerden uzaklaşılmıştır. Tanrısallık
katının uğraştığı temel sorun da budur…
KİTAP
Kitaplar değerlidir. Hem de çok…
Bir sürü kitabın olur, hiç kitaplığın olmaz. Kallavi kitaplığın olur hiç
kitap edinme ve okuma alışkanlığın olmaz. Veya bir kitaplığın olur çoğunu
okumuşsundur az biraz okumadıkların da bulunur. Sırasını bekler. En
değerlilerin hariç kitapların büyülü dünyasını sevdiklerine okumayı sevenler
açarsın. Gözünü kırpmadan paylaşırsın.
Kitap önemlidir. Kitapsızlık yapmadan kitap paylaşmak daha önemlidir.
Değerlidir. Kütüphane de durması ve tozlanması yerine muhteşem dünyalarına bir
kişi daha ekleme fırsatı tanımak gerek onlara da.
Her fırsatta ‘en iyi kitapları okumak, geçmişin en değerli insanlarıyla
deniz ortasında buluşmak ve havadan sudan konuşmak gibidir.’ Veya en derin
mevzulara dalmak…
Kitaplar mutluluktur. Muştudur. Yol arkadaşıdır. Yoldaştır. Asla satmaz…
Dünyalar kadar kitabın olsa da ne yazar. Ne yazdığını layıkıyla
anlamadıktan sonra. Anlamak bir yana okumayınca. Durduğu yerde aylar yıllarca
durdukça. Hiç vakit yok babında zaman harcadıkça. Boş vakit.
Oysa kitap cephanedir. Cahillik meydan muharebesinde, birinci cehalet
savaşında kitap şarttır. Kitaplar dünyasına girilince öldüren cephanenin yerini
yaşatan kitap alır. Haznede ılım ışık kitaplar. Bas tetiği oku.
Zamanı ölçme makinasıdır kitap. Hem de en dakik. En sahici. Zaman Öldürme
değil. Düzenli okuyanlar karanlık zifiri zaman tünelinde asla kaybolmazlar. Bir
eskizdir hayat. Kurgusal olmayan gerçek. Ve kitaplar hayatın anlamını
düşündürtendir. Ayağa düşüren değil.
Paylaşımı öğütler, dayanışmayı örgütler kitaplar…
Kitap sonsuza dek saklanılacak saf cevherdir. Nice hüner sunar okurlarına.
Takipçilerine. Ne takip edilesi yollar öneriri, ne gerçekler içerir her bir
paragrafı. Sayfalarca. Hem hayattan hem hayat dışı. Tutkulu ve ateşli. Buzul
sıcağı. Yansımalar yakalandıkça derinleşir bilgi. Bilinmedikler bilinir.
Kitaplar zamanın etkileri ile eskimez, için için kendini günceller. Hayatın
o çılgınsı tadını her devirde her zaman estirirler.
Daima bir ihtimalin varlığını gösteren, yön ve yol gösteren göstericilerdir
kitaplar. En karanlık dehlizler onlarla aydınlanır. Kusurlu duraklamaların
kütüphaneye çıkan yol üzerindeki kapalı duraklarıdır. Duraksamadan okunması
gerekir. Okundukça…
Kitaplar yelkenli bir gemidir. Kara deniz de seyir halinde. Ve seyir
defteri tutan. Güneş tutulmasına heybetli bir teleskoptur. Olağan üstü
güzellikleri en zirveye çakılı ışıkları yutan.
Kitap denizdir. Kitaplar okyanus. Kitaba makaleler okyanusun denizi. Taş
temelli. İlahi kulelerdir. İnanç çağını canlı tutan. Cömertçe en hassas anda
geleneklere meydan okuyan.
Bir sürü, bir süre isyanları olur insanın. Hiç isyankar olmayışın ama isyan
neferi olmanın en değerlisidir kitap. Kitaplar…
TÜRKÇE NUTUK
Türkçe'nin nutku tutulmuş. Memleketin
ufku. Milletin umudu…
Etraf ortalama orator garibi. Resmi
biat, replikalog monolog devri. İtalik levhalar ithal. Harfler buruk. Öyle bir
zaman ki gelip çatan, Türkçe nutuk atan başlar da baş altı da kalmamış. En
sevilen, sözde en beğenilenler bile aynı formda formsuz. Tutuk. Aynadan okuyanı
başka. Söylediklerini, kullandığı kelimelerin cibilliyeti dolayısıyla pek
anlayan yok. Yine de alkış gırla.
Utandırıcı bir sözel heyecan girdabında
çalkalanıyor memleket. Sayısalı bilen de yok…
Büyük Nutuk’u bile hakkıyla okumaktan
aciz bir kutlu nesil. Fel felaket bir gidiş…
Konuşan konuşana. Konuştukça doğru
yaptığını varsayan ve doğru yapıldığına kanan bir etkileşim. Atmograf atmosfer.
Milletin nutku tutulmuş. Etraf harabet garabet. Ruhbilim çökmüş. Felsefe
bitmiş. Ekonomi dip yapmış. Siyasal yaşam sürdürenler bol nutuk peşinde. Kürsüler
tutuk. Türkçe yabancı kelimeler otağı. Odağında türlü dolaplar.
Kusur saklayan dil ayıbı. Günah saklayan
Din kaybı. Dil kirli. Din kibirli...
Türkçe mahsus destanlar, mahcup hikâyeler,
hayaller, umutlar, rüyalar ve isyanların dili. Dil kayıp. Tutsak esir. Türkçe'nin
utku sarsılmış. Lisana dair çöküş. İçine dâhil edilmiş ne çok kulakları
tırmalayan nida var. Dili küçümseyenlerin ocağı sönük. Bir başka dil olmuş
Türkçe. Tümceler, günceler donuk.
Tevatür, literatür derken merak eskiden de
eskiye…
Türkçe'nin ufku daraltılmış. Etraf siyasal
iktidar kurbanı. Kelimeler hepten bilinçsiz kullanımda. Ve kuşaklar kuşa çevrilmiş
dilin hece hece kanatlarını yoluyor. Hiç de genel kültüre uygun olmayan bir
arınma. Darılma ve uzak durma. Türkçe Suskun. Nutku karışık. Kor ateş düşmüş yüreklere.
Etraf aldırmaz. Giden geri dönemez. Altyapı tarumar. Dil lal.
Türkçe bozguna uğramış. Hem de kendi
insanı tarafından bozulmakta. Taraflı tarafsız, vicdanı kara, gözü kara
bireysel seçiciler ve seçilenler tarafından. O güzel dilin yerine, bir yolunu
bulan, hınç dolu içgüdülerin izini sürenler eskaflar tarafından lisan hududu
delinmekte. İnkar ikame edilmekte. Türkçe arafta. Bitaraf edilmiş resmen. Hangi
onulmaz savaşın mağduru hiç belli değil.
Divanda başka dil seviciliği. Harf
ayrımcılığı. Kargacık burgacık yolculuğun nereye varacağını bilmezler çarkın
başında. Çarpıcı ve dokunaklı kavga. Araban buselik makamı. Lisanı hal bu
merkezde.
Makamlarda Türkçe'den Kaçış. Derin nutuk
arkadaşlığı tarafların ve adanmışlığın pınarında yorgun. Etraf uçsuz bucaksız bozguna
yandaş. Yardakçı. Küstah. Yerden bitmelerin her çıkışı inişdibi. Çatışma. Dil
ürperdi.
Alfabe denizin dibinde batık enkaz. Terkedilmiş.
Terminoloji uygunsuzluğu had safhada. Sayfa atlanmadan okunamaz bir kurgu
açmazı…
Türkçe'nin kalbi kırılmış. Etraf her
dilden kışkırtılmış. Kuşatılmış. Kandırılmış. Sunumların sırrına lisan
dayanmaz. İnsan dayanmaz. Sözde fark yaratan fiiller. Failler. Yalan. Şatafat katılmış
filmlerin gösterdiği besbelli. Senaryo
sağlak. Yan tesir. Zinhar anlaşılmaz. Acı
son kaçınılmaz. Derhal deşifre edilmeli şifli şifreler. Küflü üflemeler.
Özgürlük, maziye adanan, dile dadanan
zulmün pençesinden kurtulmakla başlar...
Tekrardan Türkçe Nutuk zamanı. Ufku
sarsa da delik zırhlı duvar, Türkçe nutuk. Çünkü her şey değişir ama büyük Nutuk
asla değişmez. Bu bilinmeli. Bilinsin yeter…
BARBARLIK...
Her karanlık çağ kendi barbarlığını ve
barbarlarını üretir. Karanlıktan çıkış ise yüz yıllar sürer. Bu arada
uygarlaşma namına ne varsa harcanır. Biter. Bilim, kültür, sanat, alanında her
yenilenme tersine döndürülür. Ne zaman yıkılan uygarlığın yerine tipik, orijinal
başka bir uygarlık geçer, tarihsel sürece katkı koyar, döngü yeniden işlemeye
başlar. O zaman da bir başka bir göçebe, sürücü toplum barbar rolüne soyunur.
Karanlık çağ yeniden başlar…
Yani uygarlık ile barbarlık, uygarlaşma
ile barbarlaşma iç içe döngülerdir. Bu olgu doğru kavranmadıkça barbarlık veya
lafta uygarbarbarlık insanlığın çöküşünü ve yok oluşunu hızlandıran bir rota
izler. Ve daima başkalarını suçlar…
Yüzyıllarca barbarlık ve uygarlık
arasında konumlandırılan ve sıkıştırılan Türkler için durum resmen budur. Aslında
Türkler yaşam, üretim ve aksiyon açısından demokratik bir geleneğin
temsilcisidirler…
Özellikle Orta Asya Türkleri yüzyıllar
boyu göçerek, demokratik örgütlenme geleneğini ulaştıkları topraklara
yaymışlardır. Ortadoğu'da dini siyasi örgütlenmeler, binlerce yıllık mevcut
antik uygarlık etkileriyle körelme noktasına gelip, derebeyileştiği zamanlar
Türkler yeniden dirilişi sağlamışlardır.
Bu diriliş Türklerin sınıfsız
toplumlardan gelmiş olması ve siyasal yapısındaki kurultay geleneği, sosyal
hayattaki demokratik tavırlılık ile açıklanabilir. Zaten Türkler, Türkmenler ve
Kürtlerin farklı boyutta bedevilik derecesine sahip oldukları tarihsel bir
gerçekliktir. Bunlar asla barbarian toplum değildirler. Bu yakıştırma Grek ve Roma
çıkışlı dinsel bir yakıştırmadır.
Özellikle Türkler yazılı tarih boyunca
ve öncesinde yaklaşık yedi bin yıl süresince tüm temaslarda hatta çatışmalarda
uygar bir profil sergilemişlerdir. Kendi tarihlerini kendilerinin yazmış olması
barbarlık ve medeniyet temelli yanlış açılımlara da en doğru cevaptır.
Türkler daima kandaş, kardeş topluluk
olma özelliğini korumuş, her şekildeki örgütlenmeler de demokratik ve
eşitlikçi, başta insan faktörünü önemseyerek karakteristik bir toplum düzeni
ortaya koymuşlardır.
Bu barbar Türk sıkıştırması tipik barbar
eylemlilikler ortaya koyup, Türkler karşısında kaybedişlerin, kaybedenlerin
tarihe mal ettiği yanlış bir olgudur…
Oysa Türklerde, eski Türklerde Beylerin
tüm servetinin genellikle topluma ait olduğu bir gerçekliktir. Yani kendine
özgü bir kolektivist anlayış söz konusudur. Bu kolektivist sistemde, sistem
bozulmadan önce boy beyleri ile hatunları umuma açık ziyafetleri birlikte
verir, tüm bireyler sofrada kendine yer bulur. Aç açıkta kalanlara yardım
edilir, borçların borcu ödenirdi. Düşkünlere destek verilirdi. Tüm servetler
topluma vakfetmek yönündeydi. Yani zenginlik ve servet topluma açık dolup
boşalan bir hazine konumundaydı. Dosdoğru halkın gönenci için harcanırdı.
Binlerce yıl kendi kaidelerini
oluşturan, kaderlerini yazan Türklerin, vatandaşlık hukuku temelli kandaşlık, yoldaşlık
dayanışması devlet boyutunda da kendini hissettirmiştir. Bu doğrultuda tarihsel
gelişim süresince, değişik kurum ve farklı sunumlarla uygarlaşmanın katıksız
katışıksız öncüsüdür Türkler.
Elbette sosyolojik açıdan barbarlığın
belli özellikleri ekonomik, sosyal ve siyasal yapılardaki değişik kurumlaşmalara
yansımış olsa da kolektivist gelenek tavrı değişmemiştir. Gelenekselleşmiş demokratik
anlayış, her çöküşte yeniden uygarlaşmayı öne çıkarmıştır.
Hele ki dediğini
yapan, sözünde duran ve sabırlı mertlik ortaya koyan eylem gücü, tarihsel
gelişimi daima en doğruya dönüştürmüştür. Her kuruluş mutlaka devletleşerek,
dönemsel uygarlaşmaya yol açmıştır. Öncü olmuştur.
Bir takım
zihniyetlerce barbar sayılan Türklerin tarih sahnesinden çıkarılması demek
uygarlaşmaya özgü hayat biçiminin ve uygarlığın yok olması demektir…
MEDENİ KIRINTI...
Her bir medeniyet kırıntısı evrensel nitelik taşır. Bu kırıntılar her zaman hümanistas çizgide modern bilimsel yol almayı öğütler…
Tarihte birlik, kritik ortaklık, illiyet ve zilyet bağı iktisadi
ve coğrafi anlamda bütünleşme koşullarıdır. Dil tandanslı göçebelik, devletler
ve medeniyetler kurulmasında ayrıca önemli yer tutar. Din, mevcut bağın ve
bütünleşmenin sağlanmasına artı destek olur. Ancak bunların tümü insanın uygar
düzeyde sosyal bir hayata duyduğu özlem olarak açıklanmalıdır.
Yalnızca devletin dinle kaim olması mümkün değildir…
Kaim olmaz çünkü Din, zorunlu görülmesi halinde, yani devlet idaresine teokratizm sokulması halinde iktisadi ve
coğrafi düzen sarsılır. Çabuk biter. Devletlerin türeyip batması, olgunlaşıp
zayıflaması, yükselmesi gerilemesi zamanla dünyayı dinden ayıramamasının
neticesidir. Öyle ki sosyal hayat din ile düzenlenir, şeriatsız siyaset olmaz savları
ve bu savların reddedilmemesi ile kurumsal zaaflar baş gösterir. Olayların ve
kaynakların tenkidine ciddi hegemonya uygulanması ve modernizme karşıtlık her
olayı dini kisveye büründürme niyetinin bir üründür. Hal dün öyleydi bu gün
böyle denilemeyen bir süreç işler.
Böylece temel bağlar, tarihsel itici güç
zayıflar. Mutlakıyetçilik doğar. Dindışı ritüeller dini aidiyetten görülür. Dini
entelektüel yapı, siyasal gericiliği baş tacı eder. Ve devlet gelişimini bu kaimci
taçlandırma ile tamamlamış olur. Coğrafi ortaklık senedi de işe yaramaz. Devlet
dini siyasallaşmanın tuzağına düşer. İyice düşürülür.
Başka bir deyişle din siyaset yoluyla, devleti
dincileştirir. Tek siyasal düşünce din odaklı uzantıların, genelleştirilmesi
ile şekillenir. Toplumun en ücralarına yaygınlaştırılması ile tarih boyu kritik
seyri olan ortaklıklar zedelenir. Böylece hangi düzeye erişmiş olursa olsun
devlet hiyerarşisi katı bir çerçeveye hapsolur.
Devletin din ile kaim olmayacağı açıkça
bilindiği halde devlet yönetimi, dinsel güce dayalı genel esaslara, dini
motiflere, tahrik derecesinde dinci tarik, ayin ve merasimlere uydurularak var
olan illiyet de yok edilir.
Kritik ortaklığın ana kriteri milliyet, siyasal
ve sosyal birim olmaktan çıkarılır. Bu v benzeri çıkarımlar sonucunda devletin
bağımsız kalarak, medeni dünya ölçeğinde varlığını sürdürmesi oldukça zorlaşır.
Bir başka açıdan bakıldığında ise din lafta dinci zorbaların elinde
rasyonelliği yitirir. Sosyal olaylar ve patlamalara dini yaklaşımlar, iktisada
ve iktidara dini çözüm önermeler artınca, artması bir yana temel itici güç din olunca
devlet tamamen gericileşir.
Ve gerici zihniyetin güdümünde devlet, güçlü
devlet olma vasfı ve örgütlülüğünü yok eder…
Bu geçiş döneminde gözden kaçırılmaması gereken
nokta şudur ve tarihle sabittir; devlet din ile kaimdir savı hayat bulunca,
elde ne devlet, ne din, ne illiyet, ne de milliyet kaldığıdır. Medeniyetin
kırıntılarından nasiplenmemişlikle elde kalan sadece barbarlık seviyesine
çıkarılma ve evrensel dışlanmışlıktır.
İşte ortodoks din anlayışının devlete temel
kaynak olması, bilginin kaynağı teokratizm görülmesi tarihten gelen siyasal kültür
çeşitliliğinin bir arada olma koşullanmasını yer bitirir. Dünyada hatırı
sayılır devlet olma geleneğini zaafa uğratır.
Diğer yandan asla doymak bilmez açlık ve
saltanat sevdası devleti dini hudutlar içine çekmeye ilk adımdır.
Aslında medeniyet ölçüleri dışında kalan,
medeniyet kırıntılarını çiğneyen ilk adım, devleti hançerleyen son hamledir…
Kum saati; Yaz…
Serin bir adadayım.
Yazgıyı hiçleyen kara yazıya adayım.
Yaz sıcağını öpüp kovan
soğuk Deniz suyunu koynunda saklayan.
İsyancı adamım.
Kum saati Cumhur reisi olmak vardı şimdiye akıyor…
Fırıldak gibi dönüyor dünya
fırsat bu fırsat harbiliğinde harp çalan maskaralar sahilde
Zokayı yutan yuttukça zorlanan balık.
Balık, şişede balık.
Serin bir adamım ben ama sert
Yaz sıcağını sevip okşayan
kara Denizin sözünü yüreğinde saklayan.
Kum saati Cumhur reisi olmak isteyenin avradını dökülüyor…
Fırsatı fırsat bilenin de dönüyor.
Serin bir odadayım.
Yaz sıcağını hiçe sayıp aldırmayan
alın terini terimleyen.
Bu dizeler denizde kum,
Kumdan kale saklı suçumdur.
Yatarım ulen Allahına kitabına atıyor kum saati…
Kalemi kıranın da avradınıyı sallıyor.
Fesatı fırsat bilenin de ferasetini.
Sakın affetmeyin idamım.
Yaz sıcağını içip içip serinlerim
Denizin kollarını kurutanın ta avradını çalıyor kum saati…
Serin bir sıladayım.
Sırtımda ölüm taşıyan adamım.
Okumayın selamı…
Yazgıyı hiçleyen kara yazıya adayım.
Yaz sıcağını öpüp kovan
soğuk Deniz suyunu koynunda saklayan.
İsyancı adamım.
Kum saati Cumhur reisi olmak vardı şimdiye akıyor…
Fırıldak gibi dönüyor dünya
fırsat bu fırsat harbiliğinde harp çalan maskaralar sahilde
Zokayı yutan yuttukça zorlanan balık.
Balık, şişede balık.
Serin bir adamım ben ama sert
Yaz sıcağını sevip okşayan
kara Denizin sözünü yüreğinde saklayan.
Kum saati Cumhur reisi olmak isteyenin avradını dökülüyor…
Fırsatı fırsat bilenin de dönüyor.
Serin bir odadayım.
Yaz sıcağını hiçe sayıp aldırmayan
alın terini terimleyen.
Bu dizeler denizde kum,
Kumdan kale saklı suçumdur.
Yatarım ulen Allahına kitabına atıyor kum saati…
Kalemi kıranın da avradınıyı sallıyor.
Fesatı fırsat bilenin de ferasetini.
Sakın affetmeyin idamım.
Yaz sıcağını içip içip serinlerim
Denizin kollarını kurutanın ta avradını çalıyor kum saati…
Serin bir sıladayım.
Sırtımda ölüm taşıyan adamım.
Okumayın selamı…
GÜÇ TAPINAĞI
Reforma tabi tutulamayan
hiç bir fikir, insani çaba, çalışma ve evrimleşmemiş hiçbir düşünce, devlet
mekanizmasına mekanik bir güç katamaz. Statik basınç bir güç değildir. Statik
bellek ise fikir üretemez. O zaman insanlar güce, güçlü iktidara taptıkça güçlü
devletler kurmaları veya güçlü kalmaları da imkânsızlaşır.
Hangi çağda olursa olsun,
kralın tanrılaştığı dönemler dâhil, en sağlam piramitler bile daima yıkılmıştır.
Kutlu hiyerarşi çökmüştür. Dayanağı sert, temel alanı ne denli geniş olursa
olsun her şatafat yerle bir olmuştur. Tarih böyle işlemiştir.
Şartlar oluşunca doğum,
büyüme, doruğa çıkış, gerileme ve yıkılış, formül
budur. Bu formülasyonun bilinmesi ne kadar normal ise özünde en bilinen öge
olmasına rağmen onu bilmemek en büyük hatadır; bireylerin inançları ile
oynanmaz…
Öyle ki otarşik bir devlet kurma arzusu, devleti dini mahiyetini göre değiştirme,
devleti dinin muhtevasına sokabilmek için tüm dinamikleri tetikler. Bu aymazlık
devlet insana özgüdür, insanın ihtiyaç karşılamak üzere kurduğu bir araçtır, yani
devlet insan içindir din de insan içindir gerçeğini bozar.
İşte bu insanlar için olan olguların, insanlarca birbiriyle örtüştürülerek
tapınma moduna getirilmesi yıkımı ivmelendirir. Çünkü temel karakterler
açısından gizli çekişmeler başlar. Dini, sözde bilimsel varsayılan devlet teorilerine
bağlama yolu açılır. veya devlet dinin ortodoks çizgisine çekilmeye çalışılır.
Sonuç; asla yoruma açık olmayan önerilerin ve hünerlerin sergilendiği, çatışma
ve çatıştırma teorisi yaratma. kutsallara dokunma, laik unsurları budama, aradaki
dinamik ilişkiyi yok ve zul sayma, asla revize edilemez içsel ve dışsal dini
gelenek dayatma.
Nihai sonuç; ampirik veriler kullanarak, iyice abartarak insanların güce
ve güçlü gösterilen iktidarlara tam tapınmasını sağlamak. Böylece toplumsal
kararlılık oluşturma. Kararsızları kovuşturma. Karizmatik lider beklentisiyle
sosyal hayatın ilkel modelli haline riayet revize etme.
En nihai sonuç; güç tapınağına adanmışlık, dini devletçiliğin yaşayışı,
tutkuları, becerileri yutması. İnsanları gelişime ve değişime kapatması.
Geleceği yükselme veya gerilemeyi hesap edemez, karşıtına sabredemez akla tabi
tutması. Bu akıl tutulması, vahim hatalar ve tertiplere gizli sebepler
yüklemeyi mahiyetten olma sebebi gören, meziyet gören, görgüsüzlüğü görgü gören
kemik bir güruhu oluşturur.
En nihayet; sonuç, nihai sonuç bu sonuç olunca, yani güç tapınağı
yüceldikçe, yüceltildikçe devlet güç yitirir. Duraklama ortamı gerer. Gerildikçe
devlet geriler. Ve güçlü olmak tarihe övünç dizme modunda servetten yeme
mekancılığına evrilir. Toplum uyanır.
Uyanır çünkü zorlama, yapay ve kobay fenomenler yaratarak idare etmeyi,
o eksik yaratıları ilahlaştırmayı toplumlar bir yere kadar idare eder. Açlık
veya doyma noktasında anca kavranan karşı doktrinler, dini ve tanrıcı görüş ile
spekülasyonları hiç makul saymaz. Ve toplumsal yapıda saygınlık din dışı
kalabilmiş faktörlere geçer.
Bu geçişle realist deneyimler, kurulu siyasal birimlerin nüvesine
odaklanmış tapınakçıları açığa çıkarır. Kurgu önyargılar ve kusurlu İlkeler
ayıklanır. Ancak her koşulda güce ve güçlü iktidarlara tapınma içgüdüsü pusuda
beklemeye devam eder. Fırsat kollar.
Nihai başlangıcı kutsayacak bu fırsatçıları güç tapınağı yine ve daima
gizlice besler. İşte o besleme tapınma, güçlü devletler kurmayı veya kurulanın güçlü kalmasını
imkânsızlaştıran formal hamledir…
İşte bu formal hamle asla
reforma tabi tutulamaz, hiç bir fikir, insani çaba, çalışma ve evrimleşmiş
hiçbir düşünceyi kabul etmez. Fikir üretemez.
Devlet mekanizmasına mekanik katkı yerine statik basınç yapar. Ve insanlar
bu gizli güce, kurgusal güçlü iktidara taptıkça, güçlü devletler kurmaları veya
güçlü kalmaları da imkânsızlaşır…
ZİRVE TAŞI
Zirve taşı zirve avcıları
için en değerli taştır. Ancak zirveye çıkıldıkça uzlaşı karakterinden
uzaklaşılır. Cesaret kaybedilir. Değişik bakış açıları ve görüşler hiç
önemsenmez. İşte sakıncası budur zirve taşına tapışın…
Sakıncalıdır çünkü elde
tutulan güç sınırsızlaştıkça, rakamların dili kolaylaşır. Ama hesabı tutmak
güçleşir. Varlığın şahlanması artar, gizlenmesi zorlaşır. Hayat hepten anlamsızlaşır.
Ve zamanla zirve taşı âşıkları,
mutlak güç karşıtlıklarını kontrol edemez hale gelir. Aynı zamanda temel
hedeflerden sapılır. Zirveye güçlü
pozisyonlara güçlü bağlantıları bulunanlar yerleşir yerleştirilir. Ama asla
akıbet değişmez.
Değişmez çünkü zirve taşı
zehirlidir. Zirveye çıkıldıkça panzehirler kar etmez.
Hele zirve ürkütücü kurcalamalar, söylentilerden yansımalar, yüzeysel
dalgalanmalar, derin hayıflanmalar yarattıkça zehrin gücüne güç katar.
Zirve taşı aslında bir nevi kodestir. Kodları basit ama hiç çözülemez,
çözdükçe de çöküşü yakınlaştıran bir hevestir.
Çöktükçe gerçeği görmek, yetenekler sınandıkça kodes kapısını açabilmek
iyice zorlaşır. Tüm kombinasyonlar denense de çare olmaz. Döngüsel bir kilit ve
akrostik bir yanılsama gözleri kör eder.
Zirve taşı anlam dışında anlam arayanları, kibir taşıyanları pek çok
şekle sokar. Sadık hizmetçilik, aman
dileme moduna dönüşür model karakterleri. Duruma göre biçimlenir hal ve gidiş.
Tutumlar. Temel amaçlardan bir çırpıda uzaklaşılır. Sadece zirvede kalmak temel
gaye olur.
Gaye doğrultusunda bir bütünsellik sorunudur mevcut yaklaşımlarla metod
arayışları. Resmen sona gelişin resmidir karmaşık uygulamalardan medet ummak.
Ve hayata kalın mercekle bakma halidir zirve taşına tapmak, tapınmak…
Açıkçası zirve taşı mahkûmluğu yalan yanlış yansıtılan, sınırları daralan
gerçeklik ve sırların dar açıdan hatalı tasvir edilen, perspektifin ters açıdan
tercih edilme disiplinidir …
Zirve taşını kutsamak ise çok daha başka bir şey…
Zirveyi kazanma sürecindeki çalışmalarda çoğunlukla fikir yelpazesinden
kopuşla amaca ulaşılacağı kuvvetle muhtemeldir. Kaynağı ne olursa olsun zirve taşı
sentez ve doktrin tanımadan amaçlanmış ve başarmış görünmenin en değerli unsurudur.
Ama bu zirve sarhoşlamasıdır. Bu sarhoşluk akıl sağlığını da bozar, sağlama
yapılmasını da güçleştirir.
Güçlük ussal ve kutsal her görüşten soyutlanarak tecrit edilmişliği
resimler. Yani çetrefilli bir dünya kurgusuna bağlanarak başta kutsal değerleri
kabullenip zirveye kurulma, sonrasında unutmadır tüm plan program. Bir taşla
iki kuş misali dahilenmektir. Dahil edilmektir. Her şey birbirine girerken tek
gaye mümtaz sima sayılmakla günü kurtarmaktır. İlle de zirve taşını sahiplenmek
için doğru görüş ve doğal teorilerin uzağında bambaşka esas ve metotlara
yuvarlanmaktır.
Yani hakimiyet aslına rücu eder…
Zirveye mahkûmluk tabiileşince, ahlak tökezlenmesinden beter bir yöntem
takipçiliği sürmek gerekir. Bu izi sürme izinsiz ruhsatsız her şeyi kabullenmektir.
Zirve taşına dokunmak, sızma fikirler ve iletişim yansımaları ile renkten renge
bürünmektir. En zirve taşının uzlaşı bilincini dondurduğunu donduracağını bile
isteye, değişik sözde benzerlikler öne sürmektir.
Kabahat büyürken kehanetler sunarak, sosyal çözülmeyi sağlayan rotaya
dümen kıvırmaktır. Hemen sonrasında süslü bezemeli işaretlerle tıkanıklığı
belli tanıdık eğilimlere yamamaktır.
Yani zirve taşı, zirveye taşıyan en değerli taştır. Ancak tılsımına
kananları, ağına düşürdüklerini bilinç dışına iterek değersiz taş kıvamında
taşlaştırır.
İşte unutulan budur…
KHALDUN…
Ortaçağ karanlığının aydın,
aydınlık yüzüdür Khaldun, İbn Haldun…
Khaldun, tarihçidir.
Felsefeci, sosyolog, ekonomist ve siyaset teorisyenidir. Din temelinde kalarak,
felsefe dili ve vurgusuyla radikal muhalifliğin kökenini oluşturan âlimdir.
Zamanına göre hiç
çekinmeden inanç sisteminin nitelik değişimine uğradığını veya uğrayacağını
varsayarak yeni bir kavrayış ileri sürmüş, materyalizmin öncüsü bir çizgi
çizmiştir…
Varlıkların gelişimi ve
insanı yaratan gelişim düzleminde, sosyal-siyasal gerçekliğin araştırması ve
açıklanmasını bilimsel zemine çekip, felsefe doğrultusunda yeni bir doktrin
kurmuştur.
Khaldun siyaset
felsefesini diyalektik bir anlayışla oluşturmuştur.
Neden-sonuç, illiyet zilliyet bağıntısını mekanik bir determinizm ile ele almamıştır.
Tarihsel gelişime, toplumların gelişim aşamalarına diyalektik inceleme, iş
bölümü ve ekonomik üretim tarzlarının şekli açısından bakmış, çağına bir
yenilik getirmiştir. İlk olmuştur.
İşte bu sıradışı yönelme, Khaldun’u tarihsel materyalizmin öncüsü
sayılabilecek bir konuma getirmektedir…
Özellikle siyasal birimlerin ortaya çıkışına sebep olan, farklı
faktörlerin tahlilini objektif değerler ölçütünde yapmıştır. Ancak geleneksel
dini ilkeler, kurduğu metodu üzerinde yine de etkilidir denilebilir. Bu etkiye
rağmen laik unsurları öne çıkaran, ortodoks dini anlayıştan farklı orijinal bir
sistematik ortaya koymuştur. Bu çıkışı çok eleştiri alsa da direnmiştir.
Yani Khaldun materyalist bir yorum ortaya koyan, dualist ve metafizik
düşüncenin sınırlandırılmış gerçekliğini öne sürmüştür.
Yaşadığı dönem düşünüldüğünde, devletin yalnızca laik temeller üzerine
kurulabileceğini, kurulan devletin devamlılığının ise siyasal erdemlerin
kaybolmaması ve moral değerlerin terk edilmemesi ile mümkün olacağını savunması
çağının çok ötesinde bilimsel tavır, devrimci duruştur. Çağların öğretisidir.
Öğreticidir.
Hele; ‘her şey Tanrıdandır, fakat her kazanç ve sermaye birikimi insan
emeği ile sağlanır’ yargısı, içinde takdir tecellisi bulunsa da bin yılların
gerçekliğinin tam ifadesidir.
O yüzden tarihçiler, Tarih biliminin kurucusu olarak onu görürler. Sosyologlar
Sosyolojinin habercisi, siyaset bilimciler çağdaş anlamıyla ilk siyaset bilimci
olarak onu görürler. Ancak bu tanımlamalar İbn Haldun için az bile gelir. Yetmez…
Önemli olan tarih, siyaset, iktisat, sosyoloji, psikoloji, siyaset
bilimi gibi bilimlerin Khaldun'un düşünce sentezinden yararlanılarak mantık
çerçevesinde açıklanabilir olmasıdır.
Diğer yandan çarpıcı olan Khaldun’un dini uygarlığın çökme döneminde,
her şeyin altüst olduğu bir aşamada, toplumsal olayları incelemiş, toplumları
üretim biçimlerine göre değerlendirmiş, devlet ve iktidar olgusunu bu değerlendirmeye
göre irdelemişliğidir.
Yani Khaldun, tarihe ve bilime, diğer bilimlere asla din çerçevesinden
değil daima bağımsız bakmıştır.
Sosyal kurallar ve kanunların; varlığın tabiatına uygun değişeceğini,
kavimlerin, ülkelerin, zamanın, olayların mutlaka değişmeye mahkum olduğunu ve
değişimin etkilerine göre değişmesi gerektiğini savunmuştur.
İşte o yüzden ortaçağın en aydın, tüm çağlarda karanlığa ışık
karakteridir, Khaldun…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder