15 Ekim 2019 Salı

EKİM 2


OTOBAN ORDULARI

Emperyalizmi temsil edenler ve yerli işbirlikçileri, yeryüzünde yeni haritalar çizmek için fırsat yaratıp, savaş kolladıkça kardeşkanı akması durmaz. Yegâne amaç emperyal piramidin zirvesinde yer tutmak olunca çağlayan pınarlar kurur, akan sular akmaz. Ve emperyalizmin dayattığı ucube sistemler, ordularla pekiştirilmeye çalışılır. Bu amaçla bölgelere sevk edilen, bölgesel dizayna görevlendirilmiş ordular birbirleriyle otobanlarda karşılaşır. Tek sıra geçişirler. Selamlaşır. Sonra da sahada savaşırlar…
Dünya tarihi bu tip örneklerle dopdolu. Siyasi takvimin belirsizliği, yanlış diplomasi, geniş cephe, eksik diplomatik tavır, sürdürülen her türlü harekâtı ifadesizleştirir. Her çeşit hareketi etkisizleştirir. Deniz, hava, kara destekli ve aralıksız sürdürülen harekâtlar bile çok bilinmeyenli denklemi çözemez.
Çözümsüzlük, taraflarla diyalog yerine savaşma, yeni askeri hamleler ve hamlelerin nereye kadar sürdürüleceği izne tabi durum ise sadece emperyalizmin işine gelir…
Onun için emperyalist güçler, emperyal aritmetiğe gizli anlaşmalarla ve anlaşmaların ardından mantık dışı yakınlaşma refleksleri geliştirilerek dâhil ve müdahil unsurlar eklemler.  Blok mutabakatın sağlanması yönünde arabuluculuk yapan, nihai bir sonuç elde etme bağlamında yeni bakış açıları geliştiren, mevcut durumu iyi kötü değerlendirenlerin de katıldığı bir süreç geliştirir.
Sürecin aktörleri süreci, sınır hattı kontrolü, rejim sorunu,  güç dengesinde bozulma, paylaşılamayan pazarlar, doğrulanamayan pazarlıklar ve medyatik şovlar kapsamında sürdürür. Asıl amaç kaynakların paylaşımı sündürülür. Bölge insanları on yıllarca süründürülür.
Emperyalizmin yeryüzü cennetini cehenneme çevirme pahasına, yeryüzünde yeni haritalar çizme arzusu bir kez daha tepe yapmıştır. Piramidin tepesindekileri ise koltuk kaybetme tehlikesi sarmıştır. O yüzden taraflara neler getireceği, paydaşlardan neler götüreceği net değildir.  
Görünen o ki; her zaman olduğu gibi emperyal aktörler gerekli veya yeterli gördüğü an düğmeye basacak ve bölgenin hareketlenmesi durdurulacak. Askeri harekâtlar sonlanacak. Temel gaye bölgenin imhası ve kendilerini masaya oturtacak şartların olgunlaşması. Sonra sömürü amaçlı imha edilmişliğin sözde ihyasına girişilecek.
Peşinden emperyalizmin tuzağına düşmüş, bataklığa dönüştürülmüş bölgenin ve bölge yaşayanlarının geleceğine yönelik yeni vizyon ve koşulların metazori dayatılması gelecek. Burada esas mesele orduların konuşlandığı bölgelerde hâkimiyetin kime geçeceği meselesi. Yerel iktidarlar sorunu. Enerji kaynaklarının el değiştirmesi. Yerli işbirlikçilerin güdümünde demografik yapıların kimin kampına daha sıcak baktığı. İstenen yere geçip geçmeyeceği.  İşte emperyalizmin kotarmak istediği ince meseleler bunlar. Hepsi toptan halledilecek.
O yüzden emperyalizm, savaş hattında yeni askeri kırılmalar yaşamamak için vekâlet savaşlarına ruhsat tanıdı. Kendisine siyasi ve askeri bağımlılığı uzun yıllara varan müttefikin harekâtına gizli yeşil ışık yakıldı. Netice verebilir, vermeyebilir ama şimdilik egemen güçler bu sonu tehlikeli savaşçıl metodun sürdürülmesinden hoşnut. Arada bir diplomatik alandaki yalnızlıklarını gidermek amaçlı, barışçıl söylemler atılması ise yeni sorunlara kapı aralanmaması için.  Barışı özlediklerinden değil. Bunların hepsi taktik hamleler.
Zaten harekâta ve katı tarzına yönelik ciddi baskılar, ağır yaptırımlar ve sınırsız diplomatik yalnızlık bir garip bölge paydaşına devredilmiş durumda. Nasılsa suç ve günah ona yıkılmış. Tüm egemen güçler bunu fırsat bilerek suça ceza kesme meyillileriyle ve iflahı kesilenlerle arabulucu pozisyonuna geçmiş.  Komşuların ve herkesin çıkarlarını koruyan bir poz takınılmış. Ne güzel. Yeter ki emperyalist sömürü devam etsin. Büyük sermaye oluşturulacak güvenli bölgelerde, kâğıt üzerinde talep ettiklerini bir bir hayata geçirsin.  
Ona daha zaman var. Şimdilik çatışma ve çatışma rekabetini artıranlarla bir süre daha işi götürmesi, iş tutması gerekiyor.
Diğer yandan emperyalizmin denetimine geçen yeryüzü parçacıklarında, savaştırılan ve konuşlandırılan orduların, askeri güçlerin kısa zamanda çıktıkları yok. Buradan da çıkmaları zor. Toprakların tamamen terk edilmesi ise mümkün değil. İşte bu sebepten yeryüzü kanadıkça kanıyor. Her yerde kardeşkanı akıyor.
Yani barışçıl diplomasi ve barış en sonra ama hiç…


FRANCALA EKMEĞİ
Yabani buğday on bir bin yıl önce küçük kızıl gemik ile birkaç kuşak boyu ehlileşince ekilip biçilmeye başlandı. Böylece toprağa bağlı tarım ekonomisi doğdu. Ve buğday yedi sekiz bin yıl önce ezilip suyla karıştırıldı. Hamur, kızgın taşlar üzerinde ya da kül içerisinde pişirildi…
Ekmeğin yaşı sekiz bin yıl civarında. Değirmencilik ve fırıncılık da öyle. Daha yakın zamanlarda vaktiyle Kırım, Kefe, Braila, Köstence, Varna, Burgaz’dan buğday yükleyen gemiler Unkapanı rıhtımına iner, halkın ekmeği yüz küsur fırında bunlarla pişerdi. Ekmekçi ustalarının çoğunun aslı armeniydi. Her gün erkenden harcı, ekmek, çörek, kata, kadayıf, baklava, simit, gevrek, peksimet, börek, gözleme, francala fırınlara atılırdı. Kışla fırınlarında tayın. Saraylarda has ekmek. İlle de francala.
Francala ekmeği kepeksiz has undan yapılan beyaz, yumuşak ince uzun, en has ekmek. Fransa ile de alakası yok...
Uzun yıllar sonra francala ekmeğini kaç yaşında gördüğünü anımsamaya çalışanların ve francala adı dağarcığına yer edenlerin dönemi en acılı sancılı dönemlerdi. Adı niye böyledir bilmeden, ne zaman yediğini tam çıkaramadan kavgalara salınanlar dönemiydi o dönemler.
Oyun içinde oyunlar ve akla takılan soruya yanıt; Ecevit ekmeğinden önce veya sonra sanki…
Ekmeğin, yani kara somunun, karabuğday özlü tam değirmen görmemiş bir şeklinden sonraki tipine geçiş. Tüp kuyruğu, sanayağ illeti vesaire yılları. Zillet zamanı. Beyaz giysili, önlük etekli Arnavut’un Şam tatlısı sattığı, camekânlı seyyar arabalı günler. Fıstıklı şambaba. Kıymalı börek. Su muhallebisi, leblebi tozu ve kaymaklı lokma. Yani çocukluğun bitişi dönemi.
Francalayı kimin kaç yaşında yiyeceği belirsiz yıllardı. Bir denizkızının doğduğu yıllar. Her kara yazgıya, cevap Frenk ellerinde karakaşlı bir liman. Üçgenin bir ucunda imansızın taş fırın ocağı. Taş fırın. Gençlik başları.
Francalasız bir geçmişe, dilek dilemek gibi bir şey ekmek kavgası. Su kayağı, su kıyağı ve işkence saatlerinde işkillenmek. Yarınlara içlenmek. İşte öyle kahır yılları. Kara yazgı. Böyle bir yazı.
Adı francala, filanca adamın ekmek üzerine esintileri gibi. Eskicilik. Unutmamalı türden ekmeğe övgü. Francala, ince uzun, nar gibi kıpkırmızı ve çörek otlu, susamlı dünya. Susmayış ortamında kavruluş.
İsyanın nedeni insanı var eden, hep aynıyı yaşama korkusu. Peş peşe günlerin hep başka acıyı getirecek umutsuzluğu. Umut ve isyan tutkusu…
Çektiği çekeceği tüm acıların tek nedeni francala ekmeği yiyebilme hakkı, ekonomik özgürleşme ve ya hep ya hiç. Deliren döngüde anılarla değerlenen kontrat. Çocukluk biter, gençliğin dramı başlar girdabında sonlanır bir şeyler. Çağın filmini çekenlerin, çekenlerden olmanın hüznü yeter.
İşte o hüzündür francala ekmeğinin tadını damakta hissediş. Kimseyi kayıp yaşlara sorumlu tutmadan kayıplara alışmak. Kaybolmak…
En alt katmanların adı dipnotlarda geçen katı sembol kişilikleriyle arkadaşlığın simgesidir francala. Sosyete fırıncı ekmeği. Nereden nereye gelişin en çarpıcı izahı. Eğer geçmişten bir iz kaldıysa geriye, anıları titreten mendireğin ucunda francala.
Francala ekmeğinin kenar ucunun sıcaklığıdır eli yakan. Baskın buğulu ve çıtır çıtır...
Belki yaşam öykülerinde pek yer almaz ama olası mucizelerden kopuşun da en iyi kanıtıdır francala ekmeği.
Belki de ekmek kavgasına atılışın ilk adımı…

DİN ADAMLARI SINIFI

Dinler, din adamları sınıfı tekeline girince, asla dinlere yakışır yaraşır olmayan yobazlık, bağnazlık, kula kulluk acizliği toplumlarda din vasıflı kök salar…

Bu budala bağnazlık yüzünden, yeryüzünde yaşayan bütün dinler geldikleri veya çıktıkları dönem gerçekliğini hiçbir zaman aşamaz. Dinlerin her biri çağına özgü bir mitoloji yaratarak, pratik çözümleri zorlaştırıp zorbalaşarak ilerler. Doğuşu, kökeni ve gelecek kurgusunu yerle bir eder. Savaşları kutsayan bir moda dönüşür. Simge ve sembol saltanatına dönüşür.

Din adamları sınıfı her dilde her dinde, sadece kendisini kutsallaştıran fırsatçı ve fesat zihniyet güder. Ve dinler kastlara bölünür.  Her bölünmede aslan payını yine, onlar alır. Dinlerin egemenliği ve egemenlik kurma hakkını kullanma onlarındır imajı keskinleşir. Din varlığının devamına şatafatlı ve korunaklı mekânlarda karar alma yetkisi de din adamları sınıfına geçer.

Bu dini mülkiyet hakkı binlerce yıl önceden gelen haktır babında, haklılık dayatılır. Haklı çıkmaya çalışmanın özü, yalnızca yasalara uygun veya yasalara uydurulmuş, insan ve inanç sömürüsüdür. Başkaldırının her türüne din adamları sınıfı aracılığıyla ket vuran dinler baskısıdır. Bir sınıfın diğer sınıflara tahakkümüdür. Bu din benim, devlet benim, din ile devlet bizim, aymazlığında köleci ortaçağ açılımıdır.

Her çağda, en kaotik dönemlerde yaşanan bu budala bağnazlığın, gizli hedefler doğrultusunda açıkça kullanımıdır…

Kullanma ve kullandırmanın son evresi, din biliminin düzmece bilgilerle yok edilmesi, toplumsal düzenliliği ve düzenlemeleri temel alan ahlaki öğretilerin tırpanlanmasıdır. Dinlerin ve dini kavramların içinin boşaltılmasıdır. Tüm yetkenin sömürü için yeniden dizaynıdır.

Dinlerin kullanıldığı her çağda din adamları sınıfı, sınıfsal eşitlenmeye karşıtlık görevi üstlenir. Karşı mülkiyet formatları geliştirir. İnananlara tanrı armağanı sınıflar vaat ederek günü kurtarır.

Din adamları sınıfı dini, kibir ve kabre gömen tartışmalı bir tavır geliştirir. Her yönetsel sıkışmada eşitlik bir ütopyadır diyerek dinlerin doğuş nedenlerini ve gelişme süreçlerini mülki çıkarlar doğrultusunda yok sayan role soyunmaktan hiç çekinmez. Dinleri de kendilerinin dediği gibi havasına büründürür.

Böylece dinleri hurafeler,  halifeler ve havariler döngüsü ile sınırlı zanneden diğer sınıflar oluşur…

Dinleri yöneten sınıf ve din ile devleti birlikte yöneten sınıflar uzlaşma ihtiyacının önüne geçen bu budala bağnazlık yüzünden iktidarlarını sağlamlaştırırlar. Bu yanlış sağlama neticesinde dinlerin sınırları da ortadan kalkar. Farklılıkları da. Tüm dinler birbirine karışır.

Bu karma karışım, işlerine gelenler tarafından din adamları vasıtasıyla bilimin yerine geçirilir. Dinler bambaşka bir kisveye büründürülür. Ve bilim karşıtı, dinler tutsağı, vesikalı vesikasız din adamları takipçisi, esası unutan dincon sınıflar oluşur. Yani tüm dini aksamaları akla uyduran ama tüm yozlaşmayı dinden farz eden bir din adamları sınıfı ve güruhu türer.

Ve bu türeyişle beraber dinlerin tamamına asla uygun düşmeyen sistemler, sistematik dini operasyonlarla yeryüzüne yayılır. Ve yeryüzü bütün sair işlere, genele dair ve gidişata yönelik tüm ayrıntılara din adamları sınıfı penceresinden bakar. Sadece tanıklık eder. Yanlışların ve yanılgıların acısını yüklenir.

Yükü yüklenen sınıflar, dinler ve türevleri çerçevesinde hizaya çekilince, sermaye ile bütünleşen din adamları sınıfı kendi sermayesini de yaratarak gizli açık dünyayı yönetir. Yönetmeye yeltenir.

Ta ki ilahi bir emre kadar…
Formun Üstü

ME-HER ŞEY ÇALINDI

Hüznün tam ortasındayız. Gülün mevsimi soldu...

Bakışlarının eksikliği tam da yanıbaşımda. Sarı saclarının, mavi gözlerinin suçu yok. Bir deli rüzgar esiyor dağın yamaçlarından.

Son sarı papatya, güneşin ışığını süzerken acı tebessümü, son veda busesi gibi. Yorgun dalından yere düşen sararmış yaprağa ve toprağa güneş.

Birbir eksiliyor gökyüzündeki yıldızlar, yeryüzündeki dostlar. Acıların fırtınası yüreğimde, bağbozumu gibi gülüşlerin. Acıların seferberliğindeyiz. Bütün melekler semah dönerken evrende, kara bulutlar kapatırken göğü, sicim gibi yağarken üstüme sensizlik yağmurları, umutların yokluğunda geçiyor çileli günlerim.

Kim çalacak kapımı korkunun eşiğinde. Şah kapısı divan kapatmış, haksızlığın kadıları fetva yazıyor. Bu gece de hak karanlık.

Cigaramın dumanı, Keşan üstü dağılır, daha Istanbula çok var. Fermanım yazılmış, harmanım bozulmuş. Anlamsız çalıyor şarkılar. Delilik haktan, aklım cebimde geziyorum.

Feleğin ağına takılmış umutlarım. Hep ters geliyor zarlarım. Sel olmuş gözyaşlarımı toplarım. Şu köşe başındaki meyhanede, ellerim yosun kokarken düşlerimle hayallerim gerçek arası. Kafa bulur benimle.

Ayazı çekiyorum içime. Eskicinin bile beşpara vermediği edersiz günlerim. İçim yangın dışım soğuk. Bu gecede herşeye inat körkütük sarhoş olmalıyım, üstüme yağmalı acılarım.

Çıldırdı insanlık. Her yer kan gölü. Köşe başları tutulmuş insan kasapları can alıyor. Bir küçük çocuğun masum ve korku dolu bakışları arasında, çığlıkları siren seslerine karışıyor. Herşey çalındı. Çalıntı.

Yine sensizlik yağacak sabaha, bir cılız aydınlığın gölgesi düşecek yarınlara. Cebi faiz zam orantısızlığında, umutsuz ve mutsuz insanlarla dolacak caddeler.

Nereden baksam hep hayal kırıklığı. Kırık hayatlar. Ne çekilmez günler, insanın insana zulmü ne kadar zor. Oldu olacak asgari ücretin kıyısında yaşamak savaşı.

Asıl savaş bu...
COĞRAFYA KADERDİR-KADER ÇIKMAZIDIR…

Temel, evrensel, kurucu ilkeler terk edildikçe, egemen sermayeye direnilmedikçe elbette coğrafya kader olur. Bitmez tükenmez savaşlar da. Kader çıkmazında savaşların ortasında kalmak, kanlı bataklığa girmek ve sınırlı kaynakların sınırsızca kullanımı da. Coğrafya kader olunca da kadere tutsaklık başlar…

Kim ne derse desin, kadere kör körüne inanılan, ilk ve son çare dine bağlanılan topraklarda, kesinlikle coğrafya kaderdir. Hatta coğrafyanın yer altı, yerüstü zenginlikleri, en kadim, kutsal kültürlerin beşiği olması da kader, günden güne gerilemeye, gerileşmeğe sebep de kaderdir.

Değilse de kader denir geçilir. Doğrusu milyonlarca insanın makûs kaderidir aynı coğrafyanın paydaşı olmak…

İşte o paydaşlık; kader çıkmazında, kaderin en cilveli oyunlarına gelmeyi, coğrafyanın kaderi sayılan savaşların envai çeşidine boğulmayı kaçınılmaz kılar. Ancak aynı coğrafyada doğmak, oburca doymak pahasına emperyalizmin peydahladığı kısır savaşlara bulaşmayı asla gerektirmez.

Diğer yandan coğrafyadaki, egemenlerin projelendirdiği paylaşım savaşları yerine ikame edilen aşiret savaşları, kavim savaşları, etnik savaşlar, din ve mezhep savaşlarını iyi tahlil etmek ve bunların topundan uzak kalmak gerekir. Emperyalizm, coğrafyada sömürüyü artırmak ve kalıcı sömürü düzeni kurmak için şekil ve kılık değiştirdikçe ucuz senaryolu filmlere karşı durmak gerekir. Coğrafyanın özüne ait değerler ve bağımsızlık çerçevesinde kader mantığına yeni yorumlar eklemek gerekir.

Aksi halde coğrafya geleneksel gücünü kaybeder. Zenginliklerini koruyamaz. Tarihten gelen edinimlerini kaybeder. Dünyadan, özellikle değişen ve gelişen dünyadan kopuldukça coğrafyada yaygara koparanlar çoğalır. Coğrafyayı dizayna, soymaya, yönetmeye, coğrafyanın paydaşlarını yönlendirmeye coğrafya dışından gelenler talip olur. Yani coğrafya resmen kader olur. Kötü kader, kara kader coğrafyaya çepeçevre yayılır.

İşte bu yayılmaya, coğrafyanın kaderi budur safsatasıyla, lafta kadersizliğine dem vurup kaynaklarını elde etmeye, zenginliğini talana, akan pınarı sahiplenmeye meşru zemin hazırlamak için önce iç savaşlar programlanır. Sonra iç savaşlar memleketler arası savaşlara bağlanır. Oysa lafta barış maksatlı müdahalelerin topu ve kurgu savaşlar aslında coğrafyanın zenginliklerinin denetimi ve kontrolü için egemen sermayenin çizdiği kader çıkmazıdır.

Kader çıkmazında, coğrafyaya armağan yer altı yer üstü zenginlikleri de, kaderin coğrafyaya oynadığı acı bir oyundur. Çünkü bu zenginlikler asla coğrafyanın kaderini etkileyecek ve değiştirecek güçte, güçlü ülkeler yaratamaz. Güçlü olmak egemen güçlerce, belli azınlığın lüksü yaşaması ve belli bir azınlığa hizmet şeklinde gelenekselleştirilir. Dinci hamlelerle bu içsel sömürü kaderleştirilir.

Sonra coğrafyanın bu kader veya kadersizliği başta egemen güçlerin işine, daha sonra silah tekellerinin işine gelir. Daha sonrası yoktur…


Coğrafyada sonu gelmez çatışmalar, acımasız çarpışmalar, ölümler, yıkımlar, sürgünler, sığınmalar, açlık, yokluk, kıtlık, yoksullaşma kaderden sayıldıkça coğrafyanın iştah kabartan zenginlikleri el değiştirir. Savaşçıl manevralarla coğrafyanın paydaşları manen ve madden yıpratılır. Ayni toprak bütünlüğünde birden çok memleket kurma kurgusu coğrafyanın kaderine eklenir.


Onca zenginlik el birliğiyle çarçur edilince, coğrafyanın çaresiz paydaşları kaderleri sırtında yaşayacakları yeni topraklar arayışına girişirler. Başka hangi coğrafyada kime kader olurlar, kimlerin kaderini değiştirmek için kendi kaderlerinden vaz geçerler orası muamma. Yani coğrafyanın avantajlarını puantajına kaydedenler ile dezavantajlarını bizzat yaşayan paydaşların kader çıkmazına savrulmasıdır coğrafyanın acı gerçeği.


Tarihsel gerçeklik boyutunda uluslar kendi kaderlerini kendileri tayin ederler, kısmen de olsa kötü kadere dur derler, doğrulaması demografik yapının temel, evrensel, kurucu ilkelere nasıl ve nereden baktığıyla ilişkilidir. Eğer paydaşlar ilkeliliği bir yana bırakıp, ilkel bir duruşla coğrafya kaderimiz, yaşattıkları kabulümüz babında boyun eğerlerse elbette coğrafya kader olur. Yani yaşadığı şartları değiştiremeyenler ile yaşayacağı şartları kendileri belirleyemeyenlere coğrafya kaderdir…


Coğrafya, kaderi tümden belirlemez belki ama şüphesiz etkiler savıyla egemen sermayeye direnenlere ise coğrafya, kader çıkmazıdır…

TARİHİ HIRS VE İHTİRASIN BEDELİ…

Toprağı ve üzerinde yaşayanları, memleketleri ve bölgeyi, kıtaları ve dünyayı etkileyen her türden ordu desteğinde hareket tarihe malzemedir. Tarih, zaman ve yer göstererek böylesi her olayı kitabına nakşeder. Gelişmelerin tümünü ilişkiler, olaylar, taarruzun önü ve sonu itibariyle derinlemesine inceler ve yarınlara nakleder. Tıpkı; ‘Tarihin ahengini bozanlar, işler arapsaçına döndükçe, sonu nereye varacak fazla düşünmeden bozguna aracılığı sürdürürler’ tespiti gibi…

Tarihle sabittir, her yeni sürümde, tarihsel gerçekler hayal gücünü zorlar bir kurguda tersine çevrilir.  Haliyle hayat döngüsü, savaş döngüsüne evrilir. Düşündürücü olan ise bu zorlama akışın hiç yadırganmaması ve eleştirilememe durumudur. Yani tecrübeyle sabit tutum, memleketler kaotik bir döngüde sıkıştığında geçmişten gelen acılara, iflah olmaz yeni acılar ekleneceğini bile bile sözde avangartlığa arka çıkar. Ardı arkası belirsiz ucuza badigardlığa avam tabakası topyekûn inandırılır. Bitmek tükenmek bilmeyen açgözlülüğe, yegâne amacı kaynak sömürmek, özünde insanı sömürmek olan vahşete yeşil ışık yakılır. Bozgunlar desteklenerek kaçınılmaz sona yaklaşılmasına kısmen ortak olunur. Düşündürücü olan işte budur…

Oysa insanlık tarihinde,  yara izleri hala kapanmamış ve asla yaşanmaması dilenen nice dramlar, kara öyküler, belgesel niteliğinde sıfırdan hayatlar capcanlı duruyor. Ancak bozguncu mantıkla bunlar göz ardı ediliyor.

Edilirse edilsin, nasılsa ileride; ince detaylarda boğulan, derin araştırmalardan korkanların otobiyografilerinde bozgun edebiyatı ve demografik bozguncu hatıratı geniş yer tutacak. Ve tarih onları kara listesine kaydedecek. Kararan dünyanın nabzı tutulacak.

Çünkü bu gün sebepli sebepsiz haklı görülen fikri sabit eylemlilik, yarın hangi fikirlerle yoğurulur ise yoğurulsun haklı bulunmayacak. Kayda değer görülmeyecek. Hayra alamet atfedilmeyecek. Hele de tarihin doğal dengesini, mevcut ritmini bozmaya dönük, bozguncu düş severler hiç affedilmeyecek…

Tarihi çok iyi bilir havasında övünenlerin, tarihe ihanet bazında bozgunculuğunu tarih asla affetmez. Çünkü tarihe ihanetin bedeli çok ağırdır. Taşınamaz. Tarifsiz tahakkümün ve tahammülü zor tarihi akibetin sorumluları ise bu yükü hiç taşıyamaz…

Tarihe rağmen tarihsel döngü savaşa evrilince, ne yazık ki; çoluk çocuk ölenler ölür, ölmeyenler ölümden beter olur, ayakların altından toprak kayar. Üzerindeki memleketler dağılır. Dağıtılır. Vatan yiter. Biter.

O yüzden dağılımın ve dağıtımın hemen öncesinde tarihsel doku bozulur. Bölünme ve paylaşım tarihe yedirilir. Bozguncular;  toprakları, memleketleri top tüfek kuşatır. Hayatları kuşa çevirir, ortak nokta sulh da uzlaşışız ortam yaratır. Ve yıkıcı harekâtlara kapı aralanır. Böylece geniş çaplı savaşa odaklanma tarihe kazınır.

Gelmiş geçmiş savaşlar tarihi, siyasetin silah gücüyle içli dışlı olması, sınırların bozulması ve haritaların yeniden çizilmesi kapsamında yazılır. Yıkıma uğrayan toprakların yaşayanları ise her fırsatta hınç alır ve intikam peşine düşerler. Yani ‘barışın kaybedeni, savaşların kazananı’ olmaz. Tarihin doğal akışını değiştirmeye yönelik, toprağın ve üzerinde yaşayanların kaderini derinden etkileyen her savaş ise bozgundur.

Tarihi kaynaklar, yanlış siyasi kararların her bozgunda en etkili neden olduğunu ortaya koyar. Tarihin seyrini bozan birçok olaya siyasi çekişmeler de eklendiğinde başta toprak egemenliklerinin yok olduğu, eksen kaymaları yaşandığı acı gerçekliktir. Hele bozgunu göze alarak, yanlış ve tehlikeli sevk ve sevkiyatlardaki inat, belli zamana kadar saklanabilecek sadece hırs ve ihtiras ürünüdür.

Hırs ve ihtiras öyle bir yere vardırılır ki; ‘bir takım yalan yanlış fikirler, ucuz makaleler ve yersiz eleştiriler’ doğru karar almaya engel olur. Bozguna uğrayabilir olma sebepleri bu şekilde gizlenir. Sonu baştan belli her harekât ve biçimi saklanmaya çalışılır. Ancak şüpheleri artıran, ötekinin berikinin fikriyle geçinenler ve havadan geçinmeler yanlış vadilerde iz sürmeyi meşrulaştıramaz. Tarih görür.

Ne denli meşru ve makul gösterilse de Tarih; yer, zaman ve tarih düşerek, düşünmeden değerlendirmeden icra edilen bütün harekâtları ve savaşa denk her kusurlu kurguyu; ‘Tarihin ahengini bozanlar, işler arapsaçına döndükçe, sonu nereye varacak fazla düşünmeden bozguna aracılığı sürdürürler’ tespitiyle geleceğe taşır.

Bir diğer tespit ise tarihi bozgunlara aracılığın ve tarihi hırs ve ihtirasın bedelinin ödenemez çaptaki ağırlığıdır…
  


SAVAŞ VE BARIŞ.. BARIŞ…

Soğuk savaş döneminden sonra oluşan tek kutuplu-çok kutuplu dünya, zengin enerji kaynaklarına erişim için, bölgeleri ve haliyle enerjiyi kontrol etmek için sıcak savaşı veya savaşa varan çatışmaları günceller. Yani büyük sermaye yaşanan köklü değişimler neticesinde özellikle zengin yerüstü ve yeraltı kaynaklarına sahip bölgeleri ve bölge ülkelerini mevcut insani düşünce kalıplarını zorlayacak biçimde sıcak savaşa koşullandırır.

Her nerede olursa olsun ileri demokrasi adına bol vaat varsa, vaatler ardında ise etnik, dini ve mezhepsel ayrıştırma, aldatmaca, kandırmaca, baskı, tehdit, zulüm, ambargo gizliyse orada savaşa değer enerji kaynakları var demektir. Oralarda mutlaka karışıklıklar çıkarılır. Çatışmalar örgütlenir. Savaşa hazırlık yapılır…

Egemen güçler sıcak savaşa alt yapı oluşturma işini de dini terörist örgütler ve etnik teröre yatkın suç odaklarına havale eder. Küresel oyunun en güvenilir halkası haline gelen çeşitli terör grupları stratejik ortaklarının güdümünde, ulusal politikaları zaafa uğratarak bölgelerde ve bölge ülkelerinde, barış ve istikrarı bozarlar. Fırsat kollayan egemen güçler, sözde açık destek maksatlı, anında devreye girerek, toprak bütünlüğünü hiçe sayarak sınırları yeniden çizerler.

Çizilen yeni sınırların içine başta dinci terör ile etnik ayrımcı terör grupları yerleştirilir. Faaliyet alanları genişletilir. Silah mühimmat aşırı derecede desteklenerek bunlara bölgede stratejik tehdit olana dek, komşu sınırlara tehlike yaratacak düzeyde sarkana dek göz yumulur.

Bu arada bölgelerin demografik yapısı bozulur. Kaçışlar göçler başlar. Sığınmacı modunda milyonlar vatansızlaştırılır. İhmaller yeni işgalleri getirir. Taraflar daha da sertleşir. Düşmanlık rejim tanımaz. Güvenli sanılan koridorlar kararır. Ve beklenen kırılma başlar.

Kırılmayla birlikte uzak yakın herkesin aklına birden, ne hikmetse sınır güvenliği sağlama, barışa destek, çatışmaları önleme, terörizmle mücadele ve insani yardım gelir. Elbette olası harekatları ve muhtemel savaşı haklı kılacak hangi enstruman varsa devreye sokulur. Aslında ulusal çıkarlar gereği bölge politikalarına verilen desteğin bir anlamda boşa çıkmasıdır bu son hamle.

İçeride ve dışarıda müttefik siyasetinin çökmesi, bölgede de olmayan stratejik ortaklığın vekâlet savaşına evrilmesidir son durum…

Devlet hafızasını yok sayan tek adam rejimlerinin, iç ve dış politikada güven kaybetmesiyle yeniden güven tesisi için sınır ötesi silahlı uygulamalara girişmesi vazgeçilmez paradigmadır. Paradays politikanın iflasını tescilleyen acı sondur.

Diğer yandan bu harekat içeride insani ve vicdani ne varsa ruhsat alınamayacağı, uzun süre erteleneceği bir ortam yaratır. Tüm farklılıkların, iç siyasette yaşanılan bütün tartışmaların rafa kaldırılmasını. Ordusu cephe içeride metezori bütünleşme. Lafta barış yaratır. Ancak dışarıda insani ve vicdani değerlerin aranacağı, sınır güvenliği politikası oluşturmak için yapılan silahla bütünleşen bir tescillemedir. Söz verilen sınırları geçmeyin operasyonudur.

Böyle yürütülürse savaşa teslimiyetin, süreç içinde çok daha karmaşık hâle geleceği besbelli. Şimdilik vekaleten yürütülen, savaş benzeri bir tatbikat görünümü söz konusu. Temel dayanağı ise; en uzun sınır komşu olma, kriz cephesinde yer alma, meşru güvenlik savunması, terör kaygıları, terörist saldırılara maruz kalma ve milyonlarca sığınmacıya ev sahipliği. Ancak başı, ucu, sonu, derinliği meçhul bir girişim.

Bu savaşçı uygulamanın haklılığı yönünde dikkat çekilenler ise; sınır güvenliği tehdidi, sınırların emniyeti, Fırat’ın doğusunda barış ve istikrar. Güvenli bölge konsepti. Sığınmacıların güvenle evlerine dönmeleri…

Dikkatten kaçırıldığı için topyekûn anımsatılanlar ise; toprak bütünlüğüne saygı, diplomatik müzakere, barışçıl yollar arama ve anlaşma. Askeri operasyonun bölgeyi istikrarsızlaştırma ve sivillere zarar verme riski. Durdurulması gerekliliği.

Şimdiden görünüyor ki; en başı kriz olan proje ortaklığının sonucu da kriz olunca, nedense şartlanılmış müttefik siyaseti yeniden devreye sokuldu. Şimdi yepyeni krizler doğacak. Dünya bu bölgeye yoğunlaşacak. Burayı konuşacak. Harekâtla birlikte yeni insani felaketler ve yeni sığınmacı dalgaları oluşacak. Sığınmacıların sayısı arttıkça terörizm yükselecek. Sil baştan içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye kaos. Ve başa dönülecek.

Yani savaş ve barış ikilemi çok başlar ağrıtacak. Elbette ilk tercih barış olmalı.. Hem de yurtta ve cihanda…

DİN VE KİTAP

Yeryüzü dinlerinin tümünün ya kitabı vardır ya da kutsal sayılan metinleri…

Dinleri iyi anlayabilmek, gereğince tanımak ve kabullenmek için kutsal sayılan metinleri ve kitapları ilk referanstır. Çünkü bütün dinlerin Kutsal kitapları bilgi hazinesidir. Tarihin aynasıdır. Dinin kaynağıdır. Bu özelliklerinin yanı sıra ahlaksal kurallar ve öğretiler bütünüdür. Dinler eğer dönem dönem zor günler yaşamışsa ve hala yaşıyorsa, hatta yeni dinler doğmuşsa ana neden kitap bütünlüğünün bozulmasıdır. Yani dinler ve kitapların ahlaki felsefesinin yok edilmesidir…

Bu yok ediş sürecinde ahlakın yerine siyaset geçer. Geleneksel ritüelleri vazife görmek ve istisnasız yerine getirme işlemi de din sayılır. Kitapların temel felsefesinden kopulur. Kopuldukça dinler siyasallaşır, siyaset dincileşir. Tanrısal değerlerden ve değerlemeden uzaklaşır.

Ve arada kalan insanlar da yeryüzü tanrıları icat ederler…

Dinleri tehlikeye atan, dinleri tehlikeli aşamaya getiren durum budur. Diğer yandan dinlerin kitaplarının kutsallığı ve nedenselliği yeterince anlaşılamamış ise veya dinden çıkarı olanlarca anlamsızlaştırılmış ise din zaafa uğrar. Kutsal metinleri de, sadece metnin diliyle ezberlenen, ezbere okunan, okunması için uydurulmuş kutsiyet dışı günlerde anımsanan, anlamadan içlenilen manzumelere dönüşür.

Oysaki kitaplar dinlerin ahlaki teorilerini içerir. Örf adet, gelenek görenek ve kutsal hikâyeler ile beslenmiş örnek derleyicisidir. Değişik alternatifler öğütleyen ahlaksal kuralları kapsar. Tamamen ahlakı en yüce mertebeye çıkaran, akılcılığı öne çıkaran bir yapısı vardır.

Ancak tüm dinler ister yazılı, ister sözlü, isterse sonradan yazılmış olsun kitapların dini olmaktan uzaklaştırıldıkça bozulmuştur. Bozulma ile beraber din mensupları zorbalık dinini kurmuşlardır. Tanrı'dan bile isteye kopmuşlardır. Ve her yaptıklarını din adına yaptıklarını ifade ederek kitaptan ve Tanrı'dan dem vurmuşlardır.

Böylece dinler neredeyse çok kitaplı din olma vasfına evrilmişlerdir. Bu çok kitaplı ilk tanrılı veya tek kitaplı çok tanrılı din olma batağında, ahlaki kuralların yozlaştırılması ile birlikte Kutsal kitapların öğütlediği ve önerdiği modeller yok olmuştur. Öyle ki bireyden bireye, toplumdan topluma değişkenleşen, kökeni aynı bambaşka dinler oluşmuştur.

Kutsal veya değil, kitapsızlığın en son aşaması çağı ne olursa olsun, ilk çağ ilkelliğine dönülmesidir…
Bu ilkelliğe zirve yaptırmak istenircesine, dini ve dinci neşriyatlarla siyasi tüccarlık prim yapar hale gelince kutsal kitaplardan daha da sapılmıştır. Devamla, boyutu genişleyen kurgu eserlerle, dinler yolundan iyice saptırılmış, Tanrısallık ta arada kaybolmuştur.

İşte bu kayboluş veya yok oluş girdabından kurtulmanın yolu yine dinlerin kitaplarıdır. Dinin matematiksel formülü kutsal kitabı içindedir. Işık saklayan, aydınlanma gizleyen ve ahlaki değerler çerçevesinde kurtuluş öğütleyen kutsallıktır kitap.

Dinlerin kutsal kitapları ya da kutsal bilinen kitaplar bazen akıl ve mantık zorlayan aktarımlardır. Onlardan vicdan sesi dinlenerek bizzat faydalanmak gerekir. Dinleri de bu kaynaklara dayandırmak gerekir.

Çünkü eğer dinler varsa ve vazgeçilmez bir olguysa, kitapların dinine, Tanrıların varlığına dönülmedikçe, insanlığın kurtuluşuna dönük çığlıklar işitilmedikçe, Tanrı ile yüzleşme çabası boşa heves olur.

Yüzleşince de, yüzleşmeye yüz gerekir…




TOMAHAWK-BARIŞ ÇUBUĞU…

Savaş baltası çıkarıldığında, keskin ucu parlar ve çok canlar yanar…

Durduk yerde savaş baltasını gömdüğü yerden çıkaran her kim olursa olsun, hiç kuşku yok ki çok zordadır. Ya savaş baltası ile vurmak ve kazanmaktır arzuladığı ya da arzulamadığı bir şeyi, belki de birçok şeyi ortadan kaldırmak, yok etmektir yegâne amacı. Yani her iki düşünce de toprağa gömülmeliktir. Tomahawk’lık değil…

Kuzey Amerikalı Kızılderililerinin kullandığı savaş baltası, devlet gücüyle her türden mücadelenin, olmadık savaşlara girişmenin, hatta sosyal alanlara füze atmanın bile ismi oldu. Cismi oldu. Barış çubuğu bir türlü tüttürülemiyor.

Gittikçe genişleyen coğrafyada ve dıştan içeri değişen hiçbir şey olmayınca hep hawk politika. Devletin istemediği gösteri ve mitinglerde toma. Baltalı ilah baskılı önlem. Yani toplumsal olaylara müdahale aracı sürgünü. Bir baltası eksik.

Daha geniş açılımı, demokratik açılımlara engel olabilecek türde, tırnak içinde izinsiz eylem ve gösterilerde kalabalığı dağıtmak için gaz, köpük ve boyalı su püskürten güvenlik güçleri aracı. İçte böyle, sınır dışarı ise adları unutulan operasyon üstüne operasyon. Bunlara önceki operasyonlara pek benzemeyen uzun soluklu olacağı belli bir yenisi daha eklendi. Resmen savaş ilanı.

Zaten devletlerin birbirleriyle olmayan diplomatik ilişkileri hepten kesilince, savaş baltası topraktan çıkarılır ve ortadan kaldırma, yok etme amaçlı düzenli düzensiz saldırılar başlar. Dünya tarihi benzerleriyle dopdolu…

Tomahawk güçlü olanın, zayıf olana, isteğini benimsetmek için ilk ikaz. Sonrasında tüm olanaklar ve silahlı güçler düzenli saldırıya yönlendirilir. Ülke veya ülkeler de. El birliğiyle meydana çıkarılan bu silahlı vuruşmaya katılma, savaşçı siyasetin yani militarizmin nihai noktaya evrilmesidir. Belki de istenen veya hiç istenmeyen biçimde küçük büyük ordular ve tüm silahlı kuvvetler karşı karşıya getirilir.

Bu çağda bir iç savaşın bile sekiz dokuz yılda, yüz binlerce insanın, çoluk çocuğun hayatına mal olduğu,  milyonlarca insanı vatansızlaştırdığı düşünüldüğünde savaşsız çözüm yollarının neden denenmediği yarınların tek sorusu olacak. Denemeyenler ise başa geleceklerin sorumlusu.

Değil mi ki; şimdinin kan deryası coğrafyada ve yakınlarında yarım asrı bulan tek parti yönetimlerini protestolarla başlayan lafta bahar, mevcut iktidarlara ayaklanmanın fitilini ateşledi. Gösteriler coğrafya geneline yayıldı. Gidişat dış mihrakların eliyle iç savaşlara evrildi ve eskisinden beter hale gelindi. Daha da beteri kapıda.

Geçen zamana gerçekçi, ayrıntılı ve derinlikli bakıldığında bazen baharın savaş getirdiği ve barıştan oldukça uzaklaşıldığı görülür. Tarihte nice altüst olmuş ülkeler ve hayatlar kolayca sıralanır. Geçmişten bu güne kendini en güçlü zannedenlerin bile bir anda bozguna uğrayarak, en ürkütücü savaş sonuçlarına rıza gösterdiği, razı edildiği görülür. Savaştan beter ayak oyunları ile muharebelere sürülerek iyice zayıflatıldığı görülür. Cepheleri arttığı ve genişlediği görülür. Ayrıca savaşların beslediği klikler, artan kaos, kara vicdanlılık ve etik kopuş zafer kazanacağız diyenleri de kısa zamanda ters köşe yaptığı görülür.

Savaş baltası çıkarıldığında savaşın provası olmaz. Savaşılır. Ve evrende bir savaşa giriyoruz, biz kazanacağız diye bir dünya da yoktur. Gerilen toplumu öyle veya böyle, savaşa hazırlamak ve savaşı meşrulaştırmak amacı güden benzer duygusal savaş naraları büyü bozulduğunda da çok baş ağrıtır. Savaş üzerine temellendirilen tüm sinsi oyunlar büyü bozulduğunda geç de olsa anlaşılır. Zaten har vurup harman savurduktan sonra savaşmak binlerce yıllık yeryüzü geleneğidir. Ancak çoğunlukla savaşlar, beklendiği gibi sonuçlanmaz.

Sonu baştan belliyse eğer, savaşmanın mantıksızlığına vurgu, barış özlemi ve söylemi savaş baltasının keskin ağzı parladığında işe yaramaz. Oysa ‘Savaş hiledir, hileden ibarettir… Ulusun yaşamı tehlike ile karşı karşıya kalmadıkça, savaş cinayettir’…
Amerika yerlisi Kızılderililerin savaş baltası, kendine çok uzak bir coğrafyada, Denizden karaya, denizaltıdan karaya, karadan karaya, Denizden denize, havadan karaya savaş yağdırıyor. Ve Barış çubuğu unutuluyor. Barış çubuğu törenleri de. Bu törenlerin sosyal, ekonomik ve siyasal boyutta törenler olduğu da…
Vaktiyle Kuzey Amerika Kızılderilileri savaş baltalarını gömer, Reis ve diğer temsilciler bir araya gelir, uzun barış çubukları tüttürülürdü. Başta reis çubuğu tüttürür, sonra barış çubuğu elden ele geçer ve herkes bir kez üflerdi.
Barış tesisi için, ciğerler paralanırdı belki ama canlar yanmazdı…

Hiç yorum yok: