OTOBAN ORDULARI
Emperyalizmi temsil edenler ve yerli işbirlikçileri, yeryüzünde
yeni haritalar çizmek için fırsat yaratıp, savaş kolladıkça kardeşkanı akması
durmaz. Yegâne amaç emperyal piramidin zirvesinde yer tutmak olunca çağlayan pınarlar
kurur, akan sular akmaz. Ve emperyalizmin dayattığı ucube sistemler, ordularla pekiştirilmeye
çalışılır. Bu amaçla bölgelere sevk edilen, bölgesel dizayna görevlendirilmiş
ordular birbirleriyle otobanlarda karşılaşır. Tek sıra geçişirler. Selamlaşır.
Sonra da sahada savaşırlar…
Dünya tarihi bu tip örneklerle dopdolu. Siyasi takvimin belirsizliği, yanlış
diplomasi, geniş cephe, eksik diplomatik tavır, sürdürülen her türlü harekâtı ifadesizleştirir.
Her çeşit hareketi etkisizleştirir. Deniz, hava, kara destekli ve aralıksız sürdürülen harekâtlar bile çok bilinmeyenli
denklemi çözemez.
Çözümsüzlük, taraflarla diyalog yerine savaşma, yeni askeri hamleler ve
hamlelerin nereye kadar sürdürüleceği izne tabi durum ise sadece emperyalizmin
işine gelir…
Onun için emperyalist güçler, emperyal aritmetiğe gizli anlaşmalarla ve
anlaşmaların ardından mantık dışı yakınlaşma refleksleri geliştirilerek dâhil ve müdahil unsurlar eklemler. Blok mutabakatın sağlanması yönünde
arabuluculuk yapan, nihai bir sonuç elde etme bağlamında yeni bakış açıları
geliştiren, mevcut durumu iyi kötü değerlendirenlerin de katıldığı bir süreç
geliştirir.
Sürecin aktörleri süreci, sınır hattı kontrolü, rejim sorunu, güç dengesinde bozulma, paylaşılamayan
pazarlar, doğrulanamayan pazarlıklar ve medyatik şovlar kapsamında sürdürür. Asıl
amaç kaynakların paylaşımı sündürülür. Bölge insanları on yıllarca süründürülür.
Emperyalizmin yeryüzü cennetini cehenneme çevirme pahasına, yeryüzünde yeni
haritalar çizme arzusu bir kez daha tepe yapmıştır. Piramidin tepesindekileri
ise koltuk kaybetme tehlikesi sarmıştır. O yüzden taraflara neler getireceği, paydaşlardan
neler götüreceği net değildir.
Görünen o ki; her zaman olduğu gibi emperyal aktörler gerekli veya yeterli gördüğü
an düğmeye basacak ve bölgenin hareketlenmesi durdurulacak. Askeri harekâtlar
sonlanacak. Temel gaye bölgenin imhası ve kendilerini masaya oturtacak şartların olgunlaşması.
Sonra sömürü amaçlı imha edilmişliğin sözde ihyasına girişilecek.
Peşinden emperyalizmin tuzağına düşmüş, bataklığa dönüştürülmüş bölgenin ve
bölge yaşayanlarının geleceğine yönelik yeni vizyon ve koşulların metazori
dayatılması gelecek. Burada esas mesele orduların konuşlandığı bölgelerde hâkimiyetin
kime geçeceği meselesi. Yerel iktidarlar sorunu. Enerji kaynaklarının el
değiştirmesi. Yerli işbirlikçilerin güdümünde demografik yapıların kimin kampına
daha sıcak baktığı. İstenen yere geçip geçmeyeceği. İşte emperyalizmin kotarmak istediği ince meseleler
bunlar. Hepsi toptan halledilecek.
O yüzden emperyalizm, savaş hattında yeni askeri kırılmalar yaşamamak için vekâlet
savaşlarına ruhsat tanıdı. Kendisine siyasi ve askeri bağımlılığı uzun yıllara
varan müttefikin harekâtına gizli yeşil ışık yakıldı. Netice verebilir,
vermeyebilir ama şimdilik egemen güçler bu sonu tehlikeli savaşçıl metodun sürdürülmesinden
hoşnut. Arada bir diplomatik alandaki yalnızlıklarını gidermek amaçlı, barışçıl
söylemler atılması ise yeni sorunlara kapı aralanmaması için. Barışı özlediklerinden değil. Bunların hepsi
taktik hamleler.
Zaten harekâta ve katı tarzına yönelik ciddi baskılar, ağır yaptırımlar ve
sınırsız diplomatik yalnızlık bir garip bölge paydaşına devredilmiş durumda. Nasılsa
suç ve günah ona yıkılmış. Tüm egemen güçler bunu fırsat bilerek suça ceza
kesme meyillileriyle ve iflahı kesilenlerle arabulucu pozisyonuna geçmiş. Komşuların ve herkesin çıkarlarını koruyan bir
poz takınılmış. Ne güzel. Yeter ki emperyalist sömürü devam etsin. Büyük sermaye
oluşturulacak güvenli bölgelerde, kâğıt üzerinde talep ettiklerini bir bir hayata
geçirsin.
Ona daha zaman var. Şimdilik çatışma ve çatışma rekabetini artıranlarla bir
süre daha işi götürmesi, iş tutması gerekiyor.
Diğer yandan emperyalizmin denetimine geçen yeryüzü parçacıklarında,
savaştırılan ve konuşlandırılan orduların, askeri güçlerin kısa zamanda çıktıkları
yok. Buradan da çıkmaları zor. Toprakların tamamen terk edilmesi ise mümkün değil.
İşte bu sebepten yeryüzü kanadıkça kanıyor. Her yerde kardeşkanı akıyor.
Yani barışçıl diplomasi ve barış en sonra ama hiç…
FRANCALA EKMEĞİ
Yabani buğday on bir
bin yıl önce küçük kızıl gemik ile birkaç kuşak boyu ehlileşince ekilip
biçilmeye başlandı. Böylece toprağa bağlı tarım ekonomisi doğdu. Ve buğday yedi
sekiz bin yıl önce ezilip suyla karıştırıldı. Hamur, kızgın taşlar üzerinde ya
da kül içerisinde pişirildi…
Ekmeğin yaşı sekiz bin
yıl civarında. Değirmencilik ve fırıncılık da öyle. Daha yakın zamanlarda
vaktiyle Kırım, Kefe, Braila, Köstence, Varna, Burgaz’dan buğday yükleyen
gemiler Unkapanı rıhtımına iner, halkın ekmeği yüz küsur fırında bunlarla
pişerdi. Ekmekçi ustalarının çoğunun aslı armeniydi. Her gün erkenden harcı,
ekmek, çörek, kata, kadayıf, baklava, simit, gevrek, peksimet, börek, gözleme,
francala fırınlara atılırdı. Kışla fırınlarında tayın. Saraylarda has ekmek.
İlle de francala.
Francala ekmeği
kepeksiz has undan yapılan beyaz, yumuşak ince uzun, en has ekmek. Fransa ile
de alakası yok...
Uzun yıllar sonra
francala ekmeğini kaç yaşında gördüğünü anımsamaya çalışanların ve francala adı
dağarcığına yer edenlerin dönemi en acılı sancılı dönemlerdi. Adı niye böyledir
bilmeden, ne zaman yediğini tam çıkaramadan kavgalara salınanlar dönemiydi o
dönemler.
Oyun içinde oyunlar ve
akla takılan soruya yanıt; Ecevit ekmeğinden önce veya sonra sanki…
Ekmeğin, yani kara
somunun, karabuğday özlü tam değirmen görmemiş bir şeklinden sonraki tipine
geçiş. Tüp kuyruğu, sanayağ illeti vesaire yılları. Zillet zamanı. Beyaz giysili,
önlük etekli Arnavut’un Şam tatlısı sattığı, camekânlı seyyar arabalı günler.
Fıstıklı şambaba. Kıymalı börek. Su muhallebisi, leblebi tozu ve kaymaklı
lokma. Yani çocukluğun bitişi dönemi.
Francalayı kimin kaç
yaşında yiyeceği belirsiz yıllardı. Bir denizkızının doğduğu yıllar. Her kara
yazgıya, cevap Frenk ellerinde karakaşlı bir liman. Üçgenin bir ucunda
imansızın taş fırın ocağı. Taş fırın. Gençlik başları.
Francalasız bir
geçmişe, dilek dilemek gibi bir şey ekmek kavgası. Su kayağı, su kıyağı ve işkence
saatlerinde işkillenmek. Yarınlara içlenmek. İşte öyle kahır yılları. Kara
yazgı. Böyle bir yazı.
Adı francala, filanca
adamın ekmek üzerine esintileri gibi. Eskicilik. Unutmamalı türden ekmeğe övgü.
Francala, ince uzun, nar gibi kıpkırmızı ve çörek otlu, susamlı dünya. Susmayış
ortamında kavruluş.
İsyanın nedeni insanı
var eden, hep aynıyı yaşama korkusu. Peş peşe günlerin hep başka acıyı
getirecek umutsuzluğu. Umut ve isyan tutkusu…
Çektiği çekeceği tüm
acıların tek nedeni francala ekmeği yiyebilme hakkı, ekonomik özgürleşme ve ya
hep ya hiç. Deliren döngüde anılarla değerlenen kontrat. Çocukluk biter,
gençliğin dramı başlar girdabında sonlanır bir şeyler. Çağın filmini
çekenlerin, çekenlerden olmanın hüznü yeter.
İşte o hüzündür
francala ekmeğinin tadını damakta hissediş. Kimseyi kayıp yaşlara sorumlu
tutmadan kayıplara alışmak. Kaybolmak…
En alt katmanların adı
dipnotlarda geçen katı sembol kişilikleriyle arkadaşlığın simgesidir francala.
Sosyete fırıncı ekmeği. Nereden nereye gelişin en çarpıcı izahı. Eğer geçmişten
bir iz kaldıysa geriye, anıları titreten mendireğin ucunda francala.
Francala ekmeğinin
kenar ucunun sıcaklığıdır eli yakan. Baskın buğulu ve çıtır çıtır...
Belki yaşam
öykülerinde pek yer almaz ama olası mucizelerden kopuşun da en iyi kanıtıdır
francala ekmeği.
Belki de ekmek kavgasına atılışın ilk adımı…
DİN ADAMLARI SINIFI
Dinler, din adamları sınıfı tekeline
girince, asla dinlere yakışır yaraşır olmayan yobazlık, bağnazlık, kula kulluk acizliği
toplumlarda din vasıflı kök salar…
Bu budala bağnazlık yüzünden,
yeryüzünde yaşayan bütün dinler geldikleri veya çıktıkları dönem gerçekliğini hiçbir
zaman aşamaz. Dinlerin her biri çağına özgü bir mitoloji yaratarak, pratik
çözümleri zorlaştırıp zorbalaşarak ilerler. Doğuşu, kökeni ve gelecek kurgusunu
yerle bir eder. Savaşları kutsayan bir moda dönüşür. Simge ve sembol
saltanatına dönüşür.
Din adamları sınıfı her dilde her
dinde, sadece kendisini kutsallaştıran fırsatçı ve fesat zihniyet güder. Ve
dinler kastlara bölünür. Her bölünmede aslan
payını yine, onlar alır. Dinlerin egemenliği ve egemenlik kurma hakkını
kullanma onlarındır imajı keskinleşir. Din varlığının devamına şatafatlı ve
korunaklı mekânlarda karar alma yetkisi de din adamları sınıfına geçer.
Bu dini mülkiyet hakkı binlerce yıl
önceden gelen haktır babında, haklılık dayatılır. Haklı çıkmaya çalışmanın özü,
yalnızca yasalara uygun veya yasalara uydurulmuş, insan ve inanç sömürüsüdür. Başkaldırının
her türüne din adamları sınıfı aracılığıyla ket vuran dinler baskısıdır. Bir
sınıfın diğer sınıflara tahakkümüdür. Bu din benim, devlet benim, din ile
devlet bizim, aymazlığında köleci ortaçağ açılımıdır.
Her çağda, en kaotik dönemlerde yaşanan
bu budala bağnazlığın, gizli hedefler doğrultusunda açıkça kullanımıdır…
Kullanma ve kullandırmanın son
evresi, din biliminin düzmece bilgilerle yok edilmesi, toplumsal düzenliliği ve
düzenlemeleri temel alan ahlaki öğretilerin tırpanlanmasıdır. Dinlerin ve dini kavramların
içinin boşaltılmasıdır. Tüm yetkenin sömürü için yeniden dizaynıdır.
Dinlerin kullanıldığı her çağda din
adamları sınıfı, sınıfsal eşitlenmeye karşıtlık görevi üstlenir. Karşı mülkiyet
formatları geliştirir. İnananlara tanrı armağanı sınıflar vaat ederek günü
kurtarır.
Din adamları sınıfı dini, kibir ve
kabre gömen tartışmalı bir tavır geliştirir. Her yönetsel sıkışmada eşitlik bir
ütopyadır diyerek dinlerin doğuş nedenlerini ve gelişme süreçlerini mülki
çıkarlar doğrultusunda yok sayan role soyunmaktan hiç çekinmez. Dinleri de kendilerinin
dediği gibi havasına büründürür.
Böylece dinleri hurafeler, halifeler ve havariler döngüsü ile sınırlı
zanneden diğer sınıflar oluşur…
Dinleri yöneten sınıf ve din ile
devleti birlikte yöneten sınıflar uzlaşma ihtiyacının önüne geçen bu budala
bağnazlık yüzünden iktidarlarını sağlamlaştırırlar. Bu yanlış sağlama
neticesinde dinlerin sınırları da ortadan kalkar. Farklılıkları da. Tüm dinler
birbirine karışır.
Bu karma karışım, işlerine gelenler
tarafından din adamları vasıtasıyla bilimin yerine geçirilir. Dinler bambaşka
bir kisveye büründürülür. Ve bilim karşıtı, dinler tutsağı, vesikalı vesikasız
din adamları takipçisi, esası unutan dincon sınıflar oluşur. Yani tüm dini
aksamaları akla uyduran ama tüm yozlaşmayı dinden farz eden bir din adamları
sınıfı ve güruhu türer.
Ve bu türeyişle beraber dinlerin
tamamına asla uygun düşmeyen sistemler, sistematik dini operasyonlarla
yeryüzüne yayılır. Ve yeryüzü bütün sair işlere, genele dair ve gidişata
yönelik tüm ayrıntılara din adamları sınıfı penceresinden bakar. Sadece
tanıklık eder. Yanlışların ve yanılgıların acısını yüklenir.
Yükü yüklenen sınıflar, dinler ve
türevleri çerçevesinde hizaya çekilince, sermaye ile bütünleşen din adamları
sınıfı kendi sermayesini de yaratarak gizli açık dünyayı yönetir. Yönetmeye
yeltenir.
Ta ki ilahi bir emre kadar…
Hüznün tam ortasındayız. Gülün mevsimi soldu...
Bakışlarının eksikliği tam da yanıbaşımda. Sarı saclarının, mavi gözlerinin suçu yok. Bir deli rüzgar esiyor dağın yamaçlarından.
Son sarı papatya, güneşin ışığını süzerken acı tebessümü, son veda busesi gibi. Yorgun dalından yere düşen sararmış yaprağa ve toprağa güneş.
Birbir eksiliyor gökyüzündeki yıldızlar, yeryüzündeki dostlar. Acıların fırtınası yüreğimde, bağbozumu gibi gülüşlerin. Acıların seferberliğindeyiz. Bütün melekler semah dönerken evrende, kara bulutlar kapatırken göğü, sicim gibi yağarken üstüme sensizlik yağmurları, umutların yokluğunda geçiyor çileli günlerim.
Kim çalacak kapımı korkunun eşiğinde. Şah kapısı divan kapatmış, haksızlığın kadıları fetva yazıyor. Bu gece de hak karanlık.
Cigaramın dumanı, Keşan üstü dağılır, daha Istanbula çok var. Fermanım yazılmış, harmanım bozulmuş. Anlamsız çalıyor şarkılar. Delilik haktan, aklım cebimde geziyorum.
Feleğin ağına takılmış umutlarım. Hep ters geliyor zarlarım. Sel olmuş gözyaşlarımı toplarım. Şu köşe başındaki meyhanede, ellerim yosun kokarken düşlerimle hayallerim gerçek arası. Kafa bulur benimle.
Ayazı çekiyorum içime. Eskicinin bile beşpara vermediği edersiz günlerim. İçim yangın dışım soğuk. Bu gecede herşeye inat körkütük sarhoş olmalıyım, üstüme yağmalı acılarım.
Çıldırdı insanlık. Her yer kan gölü. Köşe başları tutulmuş insan kasapları can alıyor. Bir küçük çocuğun masum ve korku dolu bakışları arasında, çığlıkları siren seslerine karışıyor. Herşey çalındı. Çalıntı.
Yine sensizlik yağacak sabaha, bir cılız aydınlığın gölgesi düşecek yarınlara. Cebi faiz zam orantısızlığında, umutsuz ve mutsuz insanlarla dolacak caddeler.
Nereden baksam hep hayal kırıklığı. Kırık hayatlar. Ne çekilmez günler, insanın insana zulmü ne kadar zor. Oldu olacak asgari ücretin kıyısında yaşamak savaşı.
Asıl savaş bu...
COĞRAFYA KADERDİR-KADER ÇIKMAZIDIR…
Temel, evrensel, kurucu ilkeler terk edildikçe, egemen sermayeye
direnilmedikçe elbette coğrafya kader olur. Bitmez tükenmez savaşlar da. Kader
çıkmazında savaşların ortasında kalmak, kanlı bataklığa girmek ve sınırlı
kaynakların sınırsızca kullanımı da. Coğrafya kader olunca da kadere tutsaklık
başlar…
Kim ne derse desin, kadere kör körüne inanılan, ilk ve son çare dine
bağlanılan topraklarda, kesinlikle coğrafya kaderdir. Hatta coğrafyanın yer
altı, yerüstü zenginlikleri, en kadim, kutsal kültürlerin beşiği olması da
kader, günden güne gerilemeye, gerileşmeğe sebep de kaderdir.
Değilse de kader denir geçilir. Doğrusu milyonlarca insanın makûs
kaderidir aynı coğrafyanın paydaşı olmak…
İşte o paydaşlık; kader çıkmazında, kaderin en cilveli
oyunlarına gelmeyi, coğrafyanın kaderi sayılan savaşların envai çeşidine boğulmayı
kaçınılmaz kılar. Ancak aynı coğrafyada doğmak, oburca doymak pahasına emperyalizmin
peydahladığı kısır savaşlara bulaşmayı asla gerektirmez.
Diğer yandan coğrafyadaki, egemenlerin projelendirdiği paylaşım
savaşları yerine ikame edilen aşiret savaşları, kavim savaşları, etnik
savaşlar, din ve mezhep savaşlarını iyi tahlil etmek ve bunların topundan uzak
kalmak gerekir. Emperyalizm,
coğrafyada sömürüyü artırmak ve kalıcı sömürü düzeni kurmak için şekil ve kılık
değiştirdikçe ucuz senaryolu filmlere karşı durmak gerekir. Coğrafyanın özüne ait
değerler ve bağımsızlık çerçevesinde kader mantığına yeni yorumlar eklemek
gerekir.
Aksi halde
coğrafya geleneksel gücünü kaybeder. Zenginliklerini koruyamaz. Tarihten gelen
edinimlerini kaybeder. Dünyadan, özellikle değişen ve gelişen dünyadan
kopuldukça coğrafyada yaygara koparanlar çoğalır. Coğrafyayı dizayna, soymaya, yönetmeye,
coğrafyanın paydaşlarını yönlendirmeye coğrafya dışından gelenler talip olur.
Yani coğrafya resmen kader olur. Kötü kader, kara kader coğrafyaya çepeçevre yayılır.
İşte bu
yayılmaya, coğrafyanın kaderi budur safsatasıyla, lafta kadersizliğine dem
vurup kaynaklarını elde etmeye, zenginliğini talana, akan pınarı sahiplenmeye
meşru zemin hazırlamak için önce iç savaşlar programlanır. Sonra iç savaşlar
memleketler arası savaşlara bağlanır. Oysa lafta barış maksatlı müdahalelerin topu
ve kurgu savaşlar aslında coğrafyanın zenginliklerinin denetimi ve kontrolü için
egemen sermayenin çizdiği kader çıkmazıdır.
Kader çıkmazında,
coğrafyaya armağan yer altı yer üstü zenginlikleri de, kaderin coğrafyaya
oynadığı acı bir oyundur. Çünkü bu zenginlikler asla coğrafyanın kaderini
etkileyecek ve değiştirecek güçte, güçlü ülkeler yaratamaz. Güçlü olmak egemen
güçlerce, belli azınlığın lüksü yaşaması ve belli bir azınlığa hizmet şeklinde
gelenekselleştirilir. Dinci hamlelerle bu içsel sömürü kaderleştirilir.
Sonra
coğrafyanın bu kader veya kadersizliği başta egemen güçlerin işine, daha sonra
silah tekellerinin işine gelir. Daha sonrası yoktur…
Coğrafyada
sonu gelmez çatışmalar, acımasız çarpışmalar, ölümler, yıkımlar, sürgünler,
sığınmalar, açlık, yokluk, kıtlık, yoksullaşma kaderden sayıldıkça coğrafyanın
iştah kabartan zenginlikleri el değiştirir. Savaşçıl manevralarla coğrafyanın
paydaşları manen ve madden yıpratılır. Ayni toprak bütünlüğünde birden çok
memleket kurma kurgusu coğrafyanın kaderine eklenir.
Onca
zenginlik el birliğiyle çarçur edilince, coğrafyanın çaresiz paydaşları
kaderleri sırtında yaşayacakları yeni topraklar arayışına girişirler. Başka hangi coğrafyada kime kader olurlar,
kimlerin kaderini değiştirmek için kendi kaderlerinden vaz geçerler orası
muamma. Yani coğrafyanın avantajlarını puantajına kaydedenler ile
dezavantajlarını bizzat yaşayan paydaşların kader çıkmazına savrulmasıdır
coğrafyanın acı gerçeği.
Tarihsel gerçeklik boyutunda uluslar kendi
kaderlerini kendileri tayin ederler, kısmen de olsa kötü kadere dur derler,
doğrulaması demografik yapının temel, evrensel, kurucu ilkelere nasıl ve
nereden baktığıyla ilişkilidir. Eğer paydaşlar ilkeliliği bir yana bırakıp,
ilkel bir duruşla coğrafya kaderimiz, yaşattıkları kabulümüz babında boyun
eğerlerse elbette coğrafya kader olur. Yani yaşadığı şartları değiştiremeyenler ile yaşayacağı şartları kendileri belirleyemeyenlere
coğrafya kaderdir…
Coğrafya, kaderi tümden belirlemez belki ama
şüphesiz etkiler savıyla egemen sermayeye direnenlere ise coğrafya, kader
çıkmazıdır…
TARİHİ HIRS VE İHTİRASIN BEDELİ…
Toprağı ve üzerinde yaşayanları, memleketleri
ve bölgeyi, kıtaları ve dünyayı etkileyen her türden ordu desteğinde hareket tarihe malzemedir. Tarih, zaman ve yer göstererek böylesi her
olayı kitabına nakşeder. Gelişmelerin tümünü ilişkiler, olaylar, taarruzun önü
ve sonu itibariyle derinlemesine inceler ve yarınlara nakleder. Tıpkı; ‘Tarihin
ahengini bozanlar, işler arapsaçına döndükçe, sonu nereye varacak fazla
düşünmeden bozguna aracılığı sürdürürler’ tespiti gibi…
Tarihle sabittir, her yeni sürümde, tarihsel
gerçekler hayal gücünü zorlar bir kurguda tersine çevrilir. Haliyle hayat döngüsü, savaş döngüsüne
evrilir. Düşündürücü olan ise bu zorlama akışın hiç yadırganmaması ve
eleştirilememe durumudur. Yani tecrübeyle sabit tutum, memleketler kaotik bir döngüde
sıkıştığında geçmişten gelen acılara, iflah olmaz yeni acılar ekleneceğini bile
bile sözde avangartlığa arka çıkar. Ardı arkası belirsiz ucuza badigardlığa avam
tabakası topyekûn inandırılır. Bitmek tükenmek bilmeyen açgözlülüğe, yegâne
amacı kaynak sömürmek, özünde insanı sömürmek olan vahşete yeşil ışık yakılır.
Bozgunlar desteklenerek kaçınılmaz sona yaklaşılmasına kısmen ortak olunur. Düşündürücü
olan işte budur…
Oysa insanlık tarihinde, yara izleri hala kapanmamış ve asla
yaşanmaması dilenen nice dramlar, kara öyküler, belgesel niteliğinde sıfırdan
hayatlar capcanlı duruyor. Ancak bozguncu mantıkla bunlar göz ardı ediliyor.
Edilirse edilsin, nasılsa ileride; ince
detaylarda boğulan, derin araştırmalardan korkanların otobiyografilerinde
bozgun edebiyatı ve demografik bozguncu hatıratı geniş yer tutacak. Ve tarih
onları kara listesine kaydedecek. Kararan dünyanın nabzı tutulacak.
Çünkü bu gün sebepli sebepsiz haklı görülen
fikri sabit eylemlilik, yarın hangi fikirlerle yoğurulur ise yoğurulsun haklı
bulunmayacak. Kayda değer görülmeyecek. Hayra alamet atfedilmeyecek. Hele de tarihin
doğal dengesini, mevcut ritmini bozmaya dönük, bozguncu düş severler hiç affedilmeyecek…
Tarihi çok iyi bilir havasında övünenlerin,
tarihe ihanet bazında bozgunculuğunu tarih asla affetmez. Çünkü tarihe ihanetin
bedeli çok ağırdır. Taşınamaz. Tarifsiz tahakkümün ve tahammülü zor tarihi
akibetin sorumluları ise bu yükü hiç taşıyamaz…
Tarihe rağmen tarihsel döngü savaşa evrilince,
ne yazık ki; çoluk çocuk ölenler ölür, ölmeyenler ölümden beter olur, ayakların
altından toprak kayar. Üzerindeki memleketler dağılır. Dağıtılır. Vatan yiter.
Biter.
O yüzden dağılımın ve dağıtımın hemen öncesinde
tarihsel doku bozulur. Bölünme ve paylaşım tarihe yedirilir. Bozguncular; toprakları, memleketleri top tüfek kuşatır. Hayatları
kuşa çevirir, ortak nokta sulh da uzlaşışız ortam yaratır. Ve yıkıcı harekâtlara
kapı aralanır. Böylece geniş çaplı savaşa odaklanma tarihe kazınır.
Gelmiş geçmiş savaşlar tarihi, siyasetin silah gücüyle içli dışlı olması, sınırların
bozulması ve haritaların yeniden çizilmesi kapsamında yazılır. Yıkıma uğrayan
toprakların yaşayanları ise her fırsatta hınç alır ve intikam peşine düşerler.
Yani ‘barışın kaybedeni, savaşların kazananı’ olmaz. Tarihin doğal akışını
değiştirmeye yönelik, toprağın ve üzerinde yaşayanların kaderini derinden
etkileyen her savaş ise bozgundur.
Tarihi kaynaklar, yanlış siyasi kararların her
bozgunda en etkili neden olduğunu ortaya koyar. Tarihin seyrini bozan birçok
olaya siyasi çekişmeler de eklendiğinde başta toprak egemenliklerinin yok
olduğu, eksen kaymaları yaşandığı acı gerçekliktir. Hele bozgunu göze alarak,
yanlış ve tehlikeli sevk ve sevkiyatlardaki inat, belli zamana kadar
saklanabilecek sadece hırs ve ihtiras ürünüdür.
Hırs ve ihtiras öyle bir yere vardırılır ki; ‘bir
takım yalan yanlış fikirler, ucuz makaleler ve yersiz eleştiriler’ doğru karar
almaya engel olur. Bozguna uğrayabilir olma sebepleri bu şekilde gizlenir. Sonu
baştan belli her harekât ve biçimi saklanmaya çalışılır. Ancak şüpheleri
artıran, ötekinin berikinin fikriyle geçinenler ve havadan geçinmeler yanlış vadilerde
iz sürmeyi meşrulaştıramaz. Tarih görür.
Ne denli meşru ve makul gösterilse de Tarih; yer,
zaman ve tarih düşerek, düşünmeden değerlendirmeden icra edilen bütün harekâtları
ve savaşa denk her kusurlu kurguyu; ‘Tarihin ahengini
bozanlar, işler arapsaçına döndükçe, sonu nereye varacak fazla düşünmeden
bozguna aracılığı sürdürürler’ tespitiyle geleceğe taşır.
Bir diğer tespit ise tarihi bozgunlara
aracılığın ve tarihi hırs ve ihtirasın bedelinin ödenemez çaptaki ağırlığıdır…
SAVAŞ VE BARIŞ.. BARIŞ…
Soğuk savaş döneminden sonra oluşan tek kutuplu-çok kutuplu dünya,
zengin enerji kaynaklarına erişim için, bölgeleri ve haliyle enerjiyi kontrol
etmek için sıcak savaşı veya savaşa varan çatışmaları günceller. Yani büyük
sermaye yaşanan köklü değişimler neticesinde özellikle zengin yerüstü ve
yeraltı kaynaklarına sahip bölgeleri ve bölge ülkelerini mevcut insani düşünce
kalıplarını zorlayacak biçimde sıcak savaşa koşullandırır.
Her nerede olursa olsun ileri demokrasi adına bol vaat varsa, vaatler
ardında ise etnik, dini ve mezhepsel ayrıştırma, aldatmaca, kandırmaca, baskı,
tehdit, zulüm, ambargo gizliyse orada savaşa değer enerji kaynakları var
demektir. Oralarda mutlaka karışıklıklar çıkarılır. Çatışmalar örgütlenir.
Savaşa hazırlık yapılır…
Egemen güçler sıcak savaşa alt yapı oluşturma işini de dini terörist
örgütler ve etnik teröre yatkın suç odaklarına havale eder. Küresel oyunun en
güvenilir halkası haline gelen çeşitli terör grupları stratejik ortaklarının
güdümünde, ulusal politikaları zaafa uğratarak bölgelerde ve bölge ülkelerinde,
barış ve istikrarı bozarlar. Fırsat kollayan egemen güçler, sözde açık destek
maksatlı, anında devreye girerek, toprak bütünlüğünü hiçe sayarak sınırları yeniden
çizerler.
Çizilen yeni sınırların içine başta dinci terör ile etnik ayrımcı terör grupları
yerleştirilir. Faaliyet alanları genişletilir. Silah mühimmat aşırı derecede desteklenerek
bunlara bölgede stratejik tehdit olana dek, komşu sınırlara tehlike yaratacak
düzeyde sarkana dek göz yumulur.
Bu arada bölgelerin demografik yapısı bozulur. Kaçışlar göçler başlar.
Sığınmacı modunda milyonlar vatansızlaştırılır. İhmaller yeni işgalleri
getirir. Taraflar daha da sertleşir. Düşmanlık rejim tanımaz. Güvenli sanılan koridorlar
kararır. Ve beklenen kırılma başlar.
Kırılmayla birlikte uzak yakın herkesin aklına birden, ne hikmetse sınır
güvenliği sağlama, barışa destek, çatışmaları önleme, terörizmle mücadele ve
insani yardım gelir. Elbette olası harekatları ve muhtemel savaşı haklı kılacak
hangi enstruman varsa devreye sokulur. Aslında ulusal çıkarlar gereği bölge
politikalarına verilen desteğin bir anlamda boşa çıkmasıdır bu son hamle.
İçeride ve dışarıda müttefik siyasetinin çökmesi, bölgede de olmayan stratejik
ortaklığın vekâlet savaşına evrilmesidir son durum…
Devlet hafızasını yok sayan tek adam rejimlerinin, iç ve dış politikada
güven kaybetmesiyle yeniden güven tesisi için sınır ötesi silahlı uygulamalara
girişmesi vazgeçilmez paradigmadır. Paradays politikanın iflasını tescilleyen
acı sondur.
Diğer yandan bu harekat içeride insani ve vicdani ne varsa ruhsat alınamayacağı,
uzun süre erteleneceği bir ortam yaratır. Tüm farklılıkların, iç siyasette
yaşanılan bütün tartışmaların rafa kaldırılmasını. Ordusu cephe içeride metezori
bütünleşme. Lafta barış yaratır. Ancak dışarıda insani ve vicdani değerlerin
aranacağı, sınır güvenliği politikası oluşturmak için yapılan silahla
bütünleşen bir tescillemedir. Söz verilen sınırları geçmeyin operasyonudur.
Böyle yürütülürse savaşa teslimiyetin, süreç içinde çok daha karmaşık
hâle geleceği besbelli. Şimdilik vekaleten yürütülen, savaş benzeri bir
tatbikat görünümü söz konusu. Temel dayanağı ise; en uzun sınır komşu olma,
kriz cephesinde yer alma, meşru güvenlik savunması, terör kaygıları, terörist
saldırılara maruz kalma ve milyonlarca sığınmacıya ev sahipliği. Ancak başı, ucu,
sonu, derinliği meçhul bir girişim.
Bu savaşçı uygulamanın haklılığı yönünde dikkat çekilenler ise; sınır
güvenliği tehdidi, sınırların emniyeti, Fırat’ın doğusunda barış ve istikrar. Güvenli
bölge konsepti. Sığınmacıların güvenle evlerine dönmeleri…
Dikkatten kaçırıldığı için topyekûn anımsatılanlar ise; toprak
bütünlüğüne saygı, diplomatik müzakere, barışçıl yollar arama ve anlaşma. Askeri
operasyonun bölgeyi istikrarsızlaştırma ve sivillere zarar verme riski. Durdurulması
gerekliliği.
Şimdiden görünüyor ki; en başı kriz olan proje ortaklığının sonucu da
kriz olunca, nedense şartlanılmış müttefik siyaseti yeniden devreye sokuldu. Şimdi
yepyeni krizler doğacak. Dünya bu bölgeye yoğunlaşacak. Burayı konuşacak. Harekâtla
birlikte yeni insani felaketler ve yeni sığınmacı dalgaları oluşacak.
Sığınmacıların sayısı arttıkça terörizm yükselecek. Sil baştan içeriden
dışarıya, dışarıdan içeriye kaos. Ve başa dönülecek.
Yani savaş ve barış ikilemi çok başlar ağrıtacak. Elbette ilk tercih
barış olmalı.. Hem de yurtta ve cihanda…
DİN VE KİTAP
Yeryüzü dinlerinin tümünün ya kitabı vardır ya da kutsal sayılan metinleri…
Dinleri iyi anlayabilmek, gereğince tanımak ve kabullenmek için kutsal
sayılan metinleri ve kitapları ilk referanstır. Çünkü bütün dinlerin Kutsal
kitapları bilgi hazinesidir. Tarihin aynasıdır. Dinin kaynağıdır. Bu
özelliklerinin yanı sıra ahlaksal kurallar ve öğretiler bütünüdür. Dinler eğer dönem
dönem zor günler yaşamışsa ve hala yaşıyorsa, hatta yeni dinler doğmuşsa ana
neden kitap bütünlüğünün bozulmasıdır. Yani dinler ve kitapların ahlaki
felsefesinin yok edilmesidir…
Bu yok ediş sürecinde ahlakın yerine siyaset geçer. Geleneksel ritüelleri
vazife görmek ve istisnasız yerine getirme işlemi de din sayılır. Kitapların
temel felsefesinden kopulur. Kopuldukça dinler siyasallaşır, siyaset
dincileşir. Tanrısal değerlerden ve değerlemeden uzaklaşır.
Ve arada kalan insanlar da yeryüzü tanrıları icat ederler…
Dinleri tehlikeye atan, dinleri tehlikeli aşamaya getiren durum budur. Diğer
yandan dinlerin kitaplarının kutsallığı ve nedenselliği yeterince anlaşılamamış
ise veya dinden çıkarı olanlarca anlamsızlaştırılmış ise din zaafa uğrar. Kutsal
metinleri de, sadece metnin diliyle ezberlenen, ezbere okunan, okunması için
uydurulmuş kutsiyet dışı günlerde anımsanan, anlamadan içlenilen manzumelere
dönüşür.
Oysaki kitaplar dinlerin ahlaki teorilerini içerir. Örf adet, gelenek
görenek ve kutsal hikâyeler ile beslenmiş örnek derleyicisidir. Değişik
alternatifler öğütleyen ahlaksal kuralları kapsar. Tamamen ahlakı en yüce
mertebeye çıkaran, akılcılığı öne çıkaran bir yapısı vardır.
Ancak tüm dinler ister yazılı, ister sözlü, isterse sonradan yazılmış olsun
kitapların dini olmaktan uzaklaştırıldıkça bozulmuştur. Bozulma ile beraber din
mensupları zorbalık dinini kurmuşlardır. Tanrı'dan bile isteye kopmuşlardır. Ve
her yaptıklarını din adına yaptıklarını ifade ederek kitaptan ve Tanrı'dan dem
vurmuşlardır.
Böylece dinler neredeyse çok kitaplı din olma vasfına evrilmişlerdir. Bu
çok kitaplı ilk tanrılı veya tek kitaplı çok tanrılı din olma batağında, ahlaki
kuralların yozlaştırılması ile birlikte Kutsal kitapların öğütlediği ve
önerdiği modeller yok olmuştur. Öyle ki bireyden bireye, toplumdan topluma
değişkenleşen, kökeni aynı bambaşka dinler oluşmuştur.
Kutsal veya değil, kitapsızlığın en son aşaması çağı ne olursa olsun, ilk
çağ ilkelliğine dönülmesidir…
Bu ilkelliğe zirve yaptırmak istenircesine, dini ve dinci neşriyatlarla
siyasi tüccarlık prim yapar hale gelince kutsal kitaplardan daha da sapılmıştır.
Devamla, boyutu genişleyen kurgu eserlerle, dinler yolundan iyice saptırılmış,
Tanrısallık ta arada kaybolmuştur.
İşte bu kayboluş veya yok oluş girdabından kurtulmanın yolu yine dinlerin
kitaplarıdır. Dinin matematiksel formülü kutsal kitabı içindedir. Işık saklayan,
aydınlanma gizleyen ve ahlaki değerler çerçevesinde kurtuluş öğütleyen
kutsallıktır kitap.
Dinlerin kutsal kitapları ya da kutsal bilinen kitaplar bazen akıl ve
mantık zorlayan aktarımlardır. Onlardan vicdan sesi dinlenerek bizzat
faydalanmak gerekir. Dinleri de bu kaynaklara dayandırmak gerekir.
Çünkü eğer dinler varsa ve vazgeçilmez bir olguysa, kitapların dinine,
Tanrıların varlığına dönülmedikçe, insanlığın kurtuluşuna dönük çığlıklar
işitilmedikçe, Tanrı ile yüzleşme çabası boşa heves olur.
Yüzleşince de, yüzleşmeye yüz gerekir…
TOMAHAWK-BARIŞ ÇUBUĞU…
Savaş baltası çıkarıldığında, keskin ucu parlar ve çok canlar yanar…
Durduk yerde savaş baltasını gömdüğü yerden çıkaran her kim olursa olsun,
hiç kuşku yok ki çok zordadır. Ya savaş baltası ile vurmak ve
kazanmaktır arzuladığı ya da arzulamadığı bir şeyi, belki de birçok şeyi ortadan
kaldırmak, yok etmektir yegâne amacı. Yani her iki düşünce de toprağa
gömülmeliktir. Tomahawk’lık değil…
Kuzey Amerikalı Kızılderililerinin kullandığı savaş baltası,
devlet gücüyle her türden mücadelenin, olmadık savaşlara girişmenin, hatta
sosyal alanlara füze atmanın bile ismi oldu. Cismi oldu. Barış çubuğu bir türlü
tüttürülemiyor.
Gittikçe genişleyen coğrafyada ve dıştan içeri değişen hiçbir şey olmayınca
hep hawk politika. Devletin istemediği gösteri ve mitinglerde toma. Baltalı
ilah baskılı önlem. Yani toplumsal olaylara müdahale aracı sürgünü. Bir baltası
eksik.
Daha geniş açılımı, demokratik açılımlara engel olabilecek
türde, tırnak içinde izinsiz eylem ve gösterilerde kalabalığı dağıtmak için gaz, köpük ve boyalı
su püskürten güvenlik güçleri aracı. İçte böyle, sınır dışarı ise adları
unutulan operasyon üstüne operasyon. Bunlara önceki operasyonlara pek
benzemeyen uzun soluklu olacağı belli bir yenisi daha eklendi. Resmen savaş
ilanı.
Zaten devletlerin birbirleriyle olmayan diplomatik ilişkileri hepten
kesilince, savaş baltası topraktan çıkarılır ve ortadan kaldırma, yok etme
amaçlı düzenli düzensiz saldırılar başlar. Dünya tarihi benzerleriyle dopdolu…
Tomahawk güçlü olanın, zayıf olana, isteğini benimsetmek için ilk ikaz.
Sonrasında tüm olanaklar ve silahlı güçler düzenli saldırıya yönlendirilir.
Ülke veya ülkeler de. El birliğiyle meydana çıkarılan bu silahlı vuruşmaya
katılma, savaşçı siyasetin yani militarizmin nihai noktaya evrilmesidir. Belki de istenen veya
hiç istenmeyen biçimde küçük büyük ordular ve tüm silahlı kuvvetler karşı
karşıya getirilir.
Bu çağda bir iç savaşın bile sekiz dokuz yılda, yüz binlerce insanın, çoluk çocuğun hayatına mal olduğu, milyonlarca insanı vatansızlaştırdığı
düşünüldüğünde savaşsız çözüm yollarının neden denenmediği yarınların tek
sorusu olacak. Denemeyenler ise başa geleceklerin sorumlusu.
Değil mi ki; şimdinin kan deryası coğrafyada ve yakınlarında yarım asrı
bulan tek parti yönetimlerini protestolarla başlayan lafta bahar, mevcut
iktidarlara ayaklanmanın fitilini ateşledi. Gösteriler coğrafya geneline
yayıldı. Gidişat dış mihrakların eliyle iç savaşlara evrildi ve eskisinden
beter hale gelindi. Daha da beteri kapıda.
Geçen zamana gerçekçi, ayrıntılı ve derinlikli
bakıldığında bazen baharın savaş getirdiği ve barıştan oldukça uzaklaşıldığı
görülür. Tarihte nice altüst olmuş ülkeler ve hayatlar kolayca sıralanır.
Geçmişten bu güne kendini en güçlü zannedenlerin bile bir anda bozguna
uğrayarak, en ürkütücü savaş sonuçlarına rıza gösterdiği, razı edildiği
görülür. Savaştan beter ayak oyunları ile muharebelere sürülerek iyice
zayıflatıldığı görülür. Cepheleri arttığı ve genişlediği görülür. Ayrıca
savaşların beslediği klikler, artan kaos, kara vicdanlılık ve etik kopuş zafer
kazanacağız diyenleri de kısa zamanda ters köşe yaptığı görülür.
Savaş
baltası çıkarıldığında savaşın provası olmaz. Savaşılır. Ve evrende bir savaşa
giriyoruz, biz kazanacağız diye bir dünya da yoktur. Gerilen toplumu öyle
veya böyle, savaşa hazırlamak ve savaşı meşrulaştırmak amacı güden benzer
duygusal savaş naraları büyü bozulduğunda da çok baş ağrıtır. Savaş üzerine
temellendirilen tüm sinsi oyunlar büyü bozulduğunda geç de olsa anlaşılır.
Zaten har vurup harman savurduktan sonra savaşmak binlerce yıllık yeryüzü
geleneğidir. Ancak çoğunlukla savaşlar, beklendiği gibi sonuçlanmaz.
Sonu baştan belliyse eğer, savaşmanın
mantıksızlığına vurgu, barış özlemi ve söylemi savaş baltasının keskin ağzı
parladığında işe yaramaz. Oysa ‘Savaş hiledir, hileden ibarettir… Ulusun yaşamı
tehlike ile karşı karşıya kalmadıkça, savaş cinayettir’…
Amerika yerlisi Kızılderililerin savaş
baltası, kendine çok uzak bir coğrafyada, Denizden karaya, denizaltıdan karaya,
karadan karaya, Denizden denize, havadan karaya savaş yağdırıyor. Ve Barış
çubuğu unutuluyor. Barış çubuğu törenleri de. Bu törenlerin
sosyal, ekonomik ve siyasal boyutta törenler olduğu da…
Vaktiyle Kuzey Amerika
Kızılderilileri savaş baltalarını gömer, Reis ve diğer temsilciler bir araya
gelir, uzun barış çubukları tüttürülürdü. Başta reis çubuğu tüttürür, sonra barış
çubuğu elden ele geçer ve herkes bir kez üflerdi.
Barış tesisi için,
ciğerler paralanırdı belki ama canlar yanmazdı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder