30 AĞUSTOS VE SONRASI…
O, böyle savaşamayız ordu yok denilen orduyu sabırla kurdu. Mehmetleri zafere inandırdı, altın sırma ile işledi ve ölüme gönüllü etti. Şehadete imanlı. O, parasız pulsuz olmaz, savaş için çok para gerekir dediler, para bulunur dedi buldu. Karşımızda bin bir çeşit çok düşman var içlerinden birine mandalanalım dediler. O, mandallanmayı reddetti. Yedi düvele tek başına karşı durdu ve topunu yendi…
O, “ 30 Ağustos'ta yürüdü uçurumun başına kadar. Eğildi durdu. Bıraksalar Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı…” O, atılan boş laflara kanmadı, yılmadı, doğrudan ayrılmadı. Zerre korkmadı. O, dünyanın en büyük siper savaşlarından, süngü savaşlarına dek geçen zamanda asla uyumadı. Hiç uyutmadı.
Ve O’nun sayesinde bir millet doğdu küllerinden…
Öyle bir manzara ki; çarığı çaputu delik, lokması kuru ekmek, içkisi üzüm hoşafı, üstü başı perişan, çulu yamalık, elde kalan en öldürücü silahı süngüsü ama kurtuluşa tam inançlı ordunun, yoğun eleştirilerin tersine düzenli olmasına çaba sarf edilen ordunun önünde Gazi Mustafa Kemal. Ve etrafında komuta kademesinden neferine, silah arkadaşları. Asla yakınmadılar. Ve Kutsal isyanın taçlandırılacağı ilk gün alacasında kutsallar üzerine yeminler edildi. Yeminden dönülmedi…
26 Ağustos sabah ayazında tam bağımsızlık için hücuma geçeli, yedi düveli Karşıyaka'dan denize dökmek için taarruz edeli, büyük zafere ulaşılalı tam 96 yıl. Yıllar geçmiş gitmiş. Çok geçti sanılıyor ama öyle uzun bir süre geçmiş değil aslında. Ortalama yaşın biraz üstünde bir insan ömrü. Yaşı yüze vurmuşların ve az buçuk aşmışların kıyısından köşesinden, tarihin kırıntılarından anımsayacağı bir ulu serüvendi yaşanan.
İşte bu büyük Zafer, tarihin bu en ödünsüz taarruzu ve kutlu ilerleyiş son yıllarda nedense artık unutulsun isteniyor. Gazi Paşa'nın öncülüğü ve önderliği, muharebeyi bizzat yönettiği resmen yok sayılıyor. Başkomutanlığı görmezden geliniyor. Oysa üzerinden çok değil 96 yıl geçmiş. Unutulması mümkün değil.
Sıkıştıkça öylesine anti-emperyalist nutuklar çekmek, emperyalizmle ekonomik savaş veriyoruz, veriliyor deyip havanda su dövmek, havadan övünmek ile olmaz. Bu gün bile hala ezilenlerin ve mazlumların sembol saydığı yüzyıl başındaki o kutsal dirilişi hiçe sayarsan, yakın tarihini unutur ve yok sayarsan, gelmişinden geçmişinden ders çıkarmazsan, aslını neslini inkâr edersen, Büyük Kurtarıcı’nın adını sanını anmaktan dokuz takla atarak imtina edersen şimdilik kısa süreliğine imtiyazlanabilirsin. Ama civarda reddi miras maksatlı restin görüldüğünde, eloğlu sıkar boyunduruğu nefessiz bırakır. Ortalıkta kalırsın. Zaten memleketin çivisi kopmuş, milletin bir kısmı iyice çığırından çıkmış. Bir daha toparlayamazsın.
İşte bu kapalı kapaklı çerçevede koskoca Kuvayı Milliye Destanı üç kuruşluk çıkar düşkünlerince, zoru görende yol ve yön değiştirme maharetlilerince aklı sıra karalanıyor. Sözde emperyalist sarmaldan çıkma kavgasına girişenler, 96 yıl önceki bu Ulusal Kurtuluş hamlesini bambaşka yerlere bağlıyorlar. Olmasa da olurdu. Olacak iş değildi oldu. Başa geldi bir kere diyebiliyorlar. Hatta bu ulvi mücadele üzerinden nemalanmayı ganimete sayıyorlar. Sahiplenirmiş görünerek cüziye, külliye recepsiyonları ile sözde anmalarla, aslında otokratik yönetim perçinleniyor. Cumhuriyetin köküne kibrit suyu. On yıllardır sinkaflanan tek adamlık padişahlık düzeyinde pederşahi hortlatılıyor.
30 Ağustos Büyük Taarruz ve 31 Ağustos ile başlayan zafere yürüyüşün özü; Gazi Mustafa Kemal Paşa, Sevr’in parçalanması ve Zafer. Ve tam bağımsızlık. Bir yanda ise ”gaflet, dalalet ve ihanet”…
Ölesiye minnettarlık ise tek Ata cümlesinde gizli; “ 30 Ağustos'ta yaptığımız savaş sonunda düşmanın ana kuvvetlerini yok ettik. 31 Ağustos günü ordularımız İzmir'e doğru yürüyordu…”
Durum bu iken 96 yıl sonra otomatik biçimde terkiplenen anlaşılmaz bir nefret ve nankörlük söz konusu. Yetmezmiş gibi dâhili ve harici bir bedhahlık tertipleniyor. Bir millet ki yaklaşık yüz yıl önce vakti zamanında milletine tüm uyarıları yapmış, 96 yıl önce memleketi düşman işgalinden, ümmeti dinsiz olmaktan, ahaliyi köle düşmekten kurtaran ve bağımsız bir ülke kuran liderini yok saymayı maharet görüyor. Sövmeyi vazife. Ötekiyle berikiyle kıyaslamayı ise serdengeçtilik.
Alemde gelecek nesillerine aktarmak için insanlık tarihinde en silik, en cılız, en ucuz kahramanlık gösterisinde bulunmuş kendinden şahısları cımbızla seçen milletler varken, koca yeryüzünde başkalarınca da kahramanlık abidesi görülen mitlerine, gelmişine geçmişine sayıp saydıran bu millet gibi bir başka millet olmaya. Yazık.
Böyle millet düşman başına…
31 Ağustos 2018 Cuma
29 Ağustos 2018 Çarşamba
MERCAN KÜKREMESİ
MERCAN KÜKREMESİ
Atol dünyasında mercan kükremesi. Atoller arasında tellenen bir mesaj. Rüya. Dünyanın yarı küresindeki benzersizlik. Volkanik terbiye…
Deniz dibi volkanların milyonlarca yıl önce oluşturduğu adaların yerlilerinden sayılanlar dağılır yeryüzüne. İskanlı ve iskansız dinavlar. Lavlar. Yalandan kuzeyliler. Volkanik hareketlilik yüzünden sıcak yeraltı sularının ısıttığı yüzler. Yüzeyler. Jeotermal kaynaklar sayesinde toprağa ekilen de tutarlar. Tutkunun filizlenmesidir formül. Kışın buz tutunca Deniz, karlı dalgalar döver kıyıları. Ormanlar ve göller ve ortasında nice cevher. Coğrafya izin verdikçe yol bulur aksular, akar denizlere. Denizler okyanuslara.
Okyanusun orta yerinde dairesel mercan resifi. Sualtı düzenek. Resmi karanlık ılık suların dış iskeleti. Bermuda dev bir mercan Adası. Şeytan üçgeni. Kara denizin sahilinde mihenk taşı. Korkusuz tek başına bir adacık. Ekvator'un tam kuzeyi. Yedi büyük büyük ada ve iki yüze yakın volkan adacığın pek uzağında. Eşsiz.
Benzersiz atol. Ataol kırmızı kumsalların çağı döndüren renksiz yüzü. Yeditepe üzerinde salınan diller ve kültürler mozaiğin de kayıt dışılık. Hangi en üstün akıllı dizayn etmiş ise etmiş. Her devre dair yanıtı vardır ve hazır. Burada aramak ve bulmak noktasında bir mercan kükremesidir üzeri küllenen. Ve kapatılan kapılar. Nedensiz.
Deniz dibi şehirlerin miskin kudretsiz halinde saklıdır yerkürenin altındaki tüm belirsizlikler. Benzersiz bir olgunluk teskeresidir, hiç direnmeden kuzeyden güneye sıcacık akan. O akıntıda milyonlarca yıl boyunca kral ve kraliçe Tanrılar antropolojik bulgulara yön tayin etmişlerdir. Mesaj kozmozun gücünde saklıdır. Sakıncasız güçler panayırında göç eder keşifler. Ve markalaşır okyanus. Mercansı tercihler peşinde koşanların izi dalgalandırır o çelikten gemileri. Yüzdürür. Gem vurulamaz bir doğallık sarar ahtapot kolları ile yüzeyi. Yakamozları.
Ve bir sonraki nefes aralığında inci testi yapılır. Sedef testiler de azap gazap yıllanır. Mercan canlılığı vursa da şarabi, Denizi ve karayı kuşatan savaşçı ruhu pekiştiren apansız durulmalardır. Ne durumlar yaşanır, yaşanmıştır durduk yerde. An gelir dur durak karıştırılır. Her fırsatta ekvatoru boğan küresel despotizm sıcak su akımları ile kıtalardan kıtalara bulaşır. Bulaşır kaotik ve katolik kutsiyet. Klişe mitolojilerle dolar akıl.
Atol dünyasını ilgilendiren ise kozmos düşüdür. Konfor lüksüdür. Ana kraliçeyi rakamların diliyle aşılayan perde aralandığında tellenir yeni mesajlar. Turkuaza yakındır adaların açığı. Açığa vuran düşleri ve izdüşümleri suda yaşam, karada yaşamak mücadelesidir. Ve kırmızıdır.
Mercan süslemesi yarı kürenin küllenmişliğidir. Koca kürenin ise kire kürlenmesidir. Ataol dünyasının kükremesidir…
Atol dünyasında mercan kükremesi. Atoller arasında tellenen bir mesaj. Rüya. Dünyanın yarı küresindeki benzersizlik. Volkanik terbiye…
Deniz dibi volkanların milyonlarca yıl önce oluşturduğu adaların yerlilerinden sayılanlar dağılır yeryüzüne. İskanlı ve iskansız dinavlar. Lavlar. Yalandan kuzeyliler. Volkanik hareketlilik yüzünden sıcak yeraltı sularının ısıttığı yüzler. Yüzeyler. Jeotermal kaynaklar sayesinde toprağa ekilen de tutarlar. Tutkunun filizlenmesidir formül. Kışın buz tutunca Deniz, karlı dalgalar döver kıyıları. Ormanlar ve göller ve ortasında nice cevher. Coğrafya izin verdikçe yol bulur aksular, akar denizlere. Denizler okyanuslara.
Okyanusun orta yerinde dairesel mercan resifi. Sualtı düzenek. Resmi karanlık ılık suların dış iskeleti. Bermuda dev bir mercan Adası. Şeytan üçgeni. Kara denizin sahilinde mihenk taşı. Korkusuz tek başına bir adacık. Ekvator'un tam kuzeyi. Yedi büyük büyük ada ve iki yüze yakın volkan adacığın pek uzağında. Eşsiz.
Benzersiz atol. Ataol kırmızı kumsalların çağı döndüren renksiz yüzü. Yeditepe üzerinde salınan diller ve kültürler mozaiğin de kayıt dışılık. Hangi en üstün akıllı dizayn etmiş ise etmiş. Her devre dair yanıtı vardır ve hazır. Burada aramak ve bulmak noktasında bir mercan kükremesidir üzeri küllenen. Ve kapatılan kapılar. Nedensiz.
Deniz dibi şehirlerin miskin kudretsiz halinde saklıdır yerkürenin altındaki tüm belirsizlikler. Benzersiz bir olgunluk teskeresidir, hiç direnmeden kuzeyden güneye sıcacık akan. O akıntıda milyonlarca yıl boyunca kral ve kraliçe Tanrılar antropolojik bulgulara yön tayin etmişlerdir. Mesaj kozmozun gücünde saklıdır. Sakıncasız güçler panayırında göç eder keşifler. Ve markalaşır okyanus. Mercansı tercihler peşinde koşanların izi dalgalandırır o çelikten gemileri. Yüzdürür. Gem vurulamaz bir doğallık sarar ahtapot kolları ile yüzeyi. Yakamozları.
Ve bir sonraki nefes aralığında inci testi yapılır. Sedef testiler de azap gazap yıllanır. Mercan canlılığı vursa da şarabi, Denizi ve karayı kuşatan savaşçı ruhu pekiştiren apansız durulmalardır. Ne durumlar yaşanır, yaşanmıştır durduk yerde. An gelir dur durak karıştırılır. Her fırsatta ekvatoru boğan küresel despotizm sıcak su akımları ile kıtalardan kıtalara bulaşır. Bulaşır kaotik ve katolik kutsiyet. Klişe mitolojilerle dolar akıl.
Atol dünyasını ilgilendiren ise kozmos düşüdür. Konfor lüksüdür. Ana kraliçeyi rakamların diliyle aşılayan perde aralandığında tellenir yeni mesajlar. Turkuaza yakındır adaların açığı. Açığa vuran düşleri ve izdüşümleri suda yaşam, karada yaşamak mücadelesidir. Ve kırmızıdır.
Mercan süslemesi yarı kürenin küllenmişliğidir. Koca kürenin ise kire kürlenmesidir. Ataol dünyasının kükremesidir…
AFRONİL
AFRONİL
Tam dört milyon yıl önceden australopithecus iskeleti. Yani kadın üç buçuk milyon yaşında. Dik yürüyen ve gezgin…
Gezgin kum fırtınalarının oluşturduğu tepecikler ile dolu çölde tek başına. Çetin arazilerde dağ krallığına hizmet, hizmetçilik. İnsan kalabalığında yalnızlık. Lusi. Nil'in parıltılı sularında yüzen boynuzun içindeki kıvamlılık. Aksu ve batlama daha patlamamış. Ama hırçın Lucy var. Süs için de olsa doğaya çizilmiş. Mahmurluğu gözü patlayacak fırtınaların habercisi. Umut yüklü olacak, olacağı besbelli kovalamacanın şelale artığı. İnsanlığın doğduğu yerde bir bebek.
Bir bebektir Nil. Afronil. Dünyanın en uzunu. Beyaz Nil. Mısır püskülü. Ağırlaşan kanyonu ıslayan sır. Kuzey de geniş bir çöl. Güneyde upuzun bir ırmak. Nil doruk noktasında karagözlü Lucy. Sihirli bir kesişme. İnsanlığın İlk göze gelir parçası. Kadın. Etopyalı.
Duygu göğün sonsuzluğunda neyin bekleyişi ise işte o bekleyiş. Karanlığa inat parlaklığı yanardöner. Bir ateş. Ateşli bir dans. Kadınsı bir duruş. Kara yazgının döküntüsü tamamen beyaz. Dört milyon yıl önceden sönmüş ateş. Gözü kara bir yalnızlık. Ceza veya ödül. Sessizliğin düzensizliğinde geçen üç buçuk milyon yıl. Çatışma aralığında ve rastgele. Aşk eşiğinin az ötesinde havada ıslık çalan gezginlik. Ve de gerginlik. Gezginin boş kovan artığı suskunluğu.
Kime sorusuna aynı yanıt. Milyon yıllık coğrafya sürgünlüğü. Dünün fırsat ve fırsatçılık sesi duyulduğunda ses yönüne yolculuk. Kuzeyden güneye, doğudan batıya. Ayni manidar mani.
Nil masumiyeti alaycı. Yazıcı lusinin donup kalmışlığı da. Sarpa saran işlerin mücadeleci ruhla halli. Halledilişi. İnsanlığın öldüğü yerde ki öfkeden. Öfkenin önündeki kararlılık. Nil ve nil gibi taş bloklar. Çok basamaklı piramit tepesinde bambaşka seçenekler. Benzerlik ağaç kapılı tahta barınaklı ayak sesleri. Sönük yıldızların sessizliği. Ve değişken algı.
Serin taş döşeli, kara taş örülü yollardan savrulur kadın. Çıplak göğün altında capcanlı. Alacalı renklere boyalı bir yüz. Çölde tek başına. Gölde yıkanmış. Mısır püskülü saçlar şelale çıkmazı. Kurbağa gözler erketede. Suların yüzünde masmavi bulut. Derin nefeslenmeler sıcağında neler neler. En sihirli siperlik kadın. Kadınsı ve anaç.
İnsanlığın türediği türevlendiği yerde bir barınak. Nice baskın yemiş bir yolcu. Yolculuk Nil'in mahmurluğuna. Afronile yuvarlanmışlıklara. Dünyanın en uzun gününe. En kısa hükmüne.
Ve kadınsı bir tavır dört milyon yıl öncesinden. Ötesi berisi var olan üç buçuk milyon yaşındalık. Başı dik ve gezgin.
Afronil, sonsuzluğu yoğuran evlat. Kadın. Nil ve amazon…
Tam dört milyon yıl önceden australopithecus iskeleti. Yani kadın üç buçuk milyon yaşında. Dik yürüyen ve gezgin…
Gezgin kum fırtınalarının oluşturduğu tepecikler ile dolu çölde tek başına. Çetin arazilerde dağ krallığına hizmet, hizmetçilik. İnsan kalabalığında yalnızlık. Lusi. Nil'in parıltılı sularında yüzen boynuzun içindeki kıvamlılık. Aksu ve batlama daha patlamamış. Ama hırçın Lucy var. Süs için de olsa doğaya çizilmiş. Mahmurluğu gözü patlayacak fırtınaların habercisi. Umut yüklü olacak, olacağı besbelli kovalamacanın şelale artığı. İnsanlığın doğduğu yerde bir bebek.
Bir bebektir Nil. Afronil. Dünyanın en uzunu. Beyaz Nil. Mısır püskülü. Ağırlaşan kanyonu ıslayan sır. Kuzey de geniş bir çöl. Güneyde upuzun bir ırmak. Nil doruk noktasında karagözlü Lucy. Sihirli bir kesişme. İnsanlığın İlk göze gelir parçası. Kadın. Etopyalı.
Duygu göğün sonsuzluğunda neyin bekleyişi ise işte o bekleyiş. Karanlığa inat parlaklığı yanardöner. Bir ateş. Ateşli bir dans. Kadınsı bir duruş. Kara yazgının döküntüsü tamamen beyaz. Dört milyon yıl önceden sönmüş ateş. Gözü kara bir yalnızlık. Ceza veya ödül. Sessizliğin düzensizliğinde geçen üç buçuk milyon yıl. Çatışma aralığında ve rastgele. Aşk eşiğinin az ötesinde havada ıslık çalan gezginlik. Ve de gerginlik. Gezginin boş kovan artığı suskunluğu.
Kime sorusuna aynı yanıt. Milyon yıllık coğrafya sürgünlüğü. Dünün fırsat ve fırsatçılık sesi duyulduğunda ses yönüne yolculuk. Kuzeyden güneye, doğudan batıya. Ayni manidar mani.
Nil masumiyeti alaycı. Yazıcı lusinin donup kalmışlığı da. Sarpa saran işlerin mücadeleci ruhla halli. Halledilişi. İnsanlığın öldüğü yerde ki öfkeden. Öfkenin önündeki kararlılık. Nil ve nil gibi taş bloklar. Çok basamaklı piramit tepesinde bambaşka seçenekler. Benzerlik ağaç kapılı tahta barınaklı ayak sesleri. Sönük yıldızların sessizliği. Ve değişken algı.
Serin taş döşeli, kara taş örülü yollardan savrulur kadın. Çıplak göğün altında capcanlı. Alacalı renklere boyalı bir yüz. Çölde tek başına. Gölde yıkanmış. Mısır püskülü saçlar şelale çıkmazı. Kurbağa gözler erketede. Suların yüzünde masmavi bulut. Derin nefeslenmeler sıcağında neler neler. En sihirli siperlik kadın. Kadınsı ve anaç.
İnsanlığın türediği türevlendiği yerde bir barınak. Nice baskın yemiş bir yolcu. Yolculuk Nil'in mahmurluğuna. Afronile yuvarlanmışlıklara. Dünyanın en uzun gününe. En kısa hükmüne.
Ve kadınsı bir tavır dört milyon yıl öncesinden. Ötesi berisi var olan üç buçuk milyon yaşındalık. Başı dik ve gezgin.
Afronil, sonsuzluğu yoğuran evlat. Kadın. Nil ve amazon…
KITAPSIZ...
KITAPSIZ...
Kitapların bir ruhu vardır. O ruh sonraki nesillere doğrusal aktarımdır. Kitapların içindeki hikayelerde insanların da biçimden biçime giren halleri vardır. Haleti ruhiye...
Acılardan yoğrulmuş ruhlar korur kitapları ve kitaplar dolusu kütüphaneleri. Açlık çektikçe yağmur sularıyla beslenilen tutsak günlerde arınır gelir kitaplar.
Kitapsızlar diyarından nice krallıklar yıkıp gelmiş eşsiz kahramanları yansıtırlar. Kitapların ruhunda saklıdır var olan her şey. Onu her gün biraz daha isyankarlaştırır.
Bilenle bilmeyen bir olur mu köprüsünden geçilir. Baştan çıkmışlar eşleşir dünyayla.
Kitapları ve kütüphaneleri koruma gülüşüdür en güvenilir gülüş. Düşünce ruhlar diyarının en kudretli lerinin en duyarlısıdır. Kralların kralları bile düşünceden korkar. Korkar çünkü kitapların da bir ruhu vardır.
Yitip giden yılların aynasıdır kitaplar. Korkaklığı giderir. Kitapsızlara da korku verir. En cesaretliler kitaplara dokunmuşturlar. Hissetmek ve kokusunu duymaktır mesele. Önüne durulmaz. Ateşin kızılları gibi sarar aklın duvarlarını.
Kitaplar kara dumanlara aldırmaz. Pıtırak kıvılcımlara da. En sönmez ateşi yakarlar içten içe. Ateş ruhtan içeri girer. Akıl alemini de yüreği de aydınlatır.
Bir kitap çok şeydir. Ruhsuzlara ruh. Güçsüzlere derman. Çaresizlere de umuttur. Bilgi topraklarında bereket...
Kitapların ruhu kitapları sevenleri baştan ayağa kuşatır. Hayat boyu önüne bir kitap koyup okumamışlar anlayamazlar bu gerçeği. Kitapsız ve ruhsuz bağımsızlık da olmaz.
Kitaplarında ruhu vardır. Bağımsızlığın da bağımsızlığını anlatan kitapları. Bağımsızlık ise bambaşka dinlerin dediğine ayrıntılı ayar çekmektir. Ayan beyan ayar kitaplarının da ruhu vardır.
Kitapların ruhlarına özgü özü sözü buluşturan mahareti vardır. Bundan sonra olmaz diye bir şey yoktur. Olur...
Okudukça ruhlar esir edilir sonraki nesillere. Açılır kitap kapakları klasik tutsaklık günleri başlar. Beklenen içerik çıkmasıyla da bir sevinç yaşanır. o sevinç içinde yarışa tutulmak boştur.
Yollar yorulmuş kitap sayfalarında da çarmıha gerilir. Yer almaz belki kitap sayfalarında. Ama hissedilir.
Aslı hu nesli hu okumak ciddi bir iştir. Ruh benzerini bulma adına düşüncelere boğulmaktır. Ortalaması zayıf bir isyan ve kahramanlar dayanışmasıdır. Taşınmaz kitapların ruhu da okuyan tarafından kulaktan kulağa üflenir. Dibe vurmuş bilgiler de ayan beyan isyancılar tablosudur.
Simülasyon uygulamalı barajlara takılır ruhsal öngörüler tuzağındaki kitapsızlar. Düşer kitaplar. en kudretlileri dahi beklentilere yanıt aramak üzerine sistemsel bir kurgudur. Yitip giden yılların uzağında kayıp ruhlar oynaşır. Kitap kitap ve yalancı Tanrılar dokunulmazlığıdır donatılan atmosfer.
İşte o atmosferde kitapsızlar kitaplardan çok korkar.
Kitapsızların da kitapların ruhundan ruhları daralır...
Kitapların bir ruhu vardır. O ruh sonraki nesillere doğrusal aktarımdır. Kitapların içindeki hikayelerde insanların da biçimden biçime giren halleri vardır. Haleti ruhiye...
Acılardan yoğrulmuş ruhlar korur kitapları ve kitaplar dolusu kütüphaneleri. Açlık çektikçe yağmur sularıyla beslenilen tutsak günlerde arınır gelir kitaplar.
Kitapsızlar diyarından nice krallıklar yıkıp gelmiş eşsiz kahramanları yansıtırlar. Kitapların ruhunda saklıdır var olan her şey. Onu her gün biraz daha isyankarlaştırır.
Bilenle bilmeyen bir olur mu köprüsünden geçilir. Baştan çıkmışlar eşleşir dünyayla.
Kitapları ve kütüphaneleri koruma gülüşüdür en güvenilir gülüş. Düşünce ruhlar diyarının en kudretli lerinin en duyarlısıdır. Kralların kralları bile düşünceden korkar. Korkar çünkü kitapların da bir ruhu vardır.
Yitip giden yılların aynasıdır kitaplar. Korkaklığı giderir. Kitapsızlara da korku verir. En cesaretliler kitaplara dokunmuşturlar. Hissetmek ve kokusunu duymaktır mesele. Önüne durulmaz. Ateşin kızılları gibi sarar aklın duvarlarını.
Kitaplar kara dumanlara aldırmaz. Pıtırak kıvılcımlara da. En sönmez ateşi yakarlar içten içe. Ateş ruhtan içeri girer. Akıl alemini de yüreği de aydınlatır.
Bir kitap çok şeydir. Ruhsuzlara ruh. Güçsüzlere derman. Çaresizlere de umuttur. Bilgi topraklarında bereket...
Kitapların ruhu kitapları sevenleri baştan ayağa kuşatır. Hayat boyu önüne bir kitap koyup okumamışlar anlayamazlar bu gerçeği. Kitapsız ve ruhsuz bağımsızlık da olmaz.
Kitaplarında ruhu vardır. Bağımsızlığın da bağımsızlığını anlatan kitapları. Bağımsızlık ise bambaşka dinlerin dediğine ayrıntılı ayar çekmektir. Ayan beyan ayar kitaplarının da ruhu vardır.
Kitapların ruhlarına özgü özü sözü buluşturan mahareti vardır. Bundan sonra olmaz diye bir şey yoktur. Olur...
Okudukça ruhlar esir edilir sonraki nesillere. Açılır kitap kapakları klasik tutsaklık günleri başlar. Beklenen içerik çıkmasıyla da bir sevinç yaşanır. o sevinç içinde yarışa tutulmak boştur.
Yollar yorulmuş kitap sayfalarında da çarmıha gerilir. Yer almaz belki kitap sayfalarında. Ama hissedilir.
Aslı hu nesli hu okumak ciddi bir iştir. Ruh benzerini bulma adına düşüncelere boğulmaktır. Ortalaması zayıf bir isyan ve kahramanlar dayanışmasıdır. Taşınmaz kitapların ruhu da okuyan tarafından kulaktan kulağa üflenir. Dibe vurmuş bilgiler de ayan beyan isyancılar tablosudur.
Simülasyon uygulamalı barajlara takılır ruhsal öngörüler tuzağındaki kitapsızlar. Düşer kitaplar. en kudretlileri dahi beklentilere yanıt aramak üzerine sistemsel bir kurgudur. Yitip giden yılların uzağında kayıp ruhlar oynaşır. Kitap kitap ve yalancı Tanrılar dokunulmazlığıdır donatılan atmosfer.
İşte o atmosferde kitapsızlar kitaplardan çok korkar.
Kitapsızların da kitapların ruhundan ruhları daralır...
YOLCULUK ORAYADIR HEMŞERUM…
YOLCULUK ORAYADIR HEMŞERUM…
Yolculuk nereye hemşerim? Böyle geldi böyle gider bu muazzam anekdot. İyotludur çoğunlukla kaynakçada toplanan. Alışılmışın sınırını zorlayan geniş kapsamlı, karizmatik bir öfkedir bazen. Daha nerelisin diye sormadan. Yakın geçmişten elde kalan sloganlarla ayakta kalmaya çalışılan zamanların ilk sorgusudur ayrıca. Yegâne yoldur, yolculuktur, sorumluluktur başa bela olan. Küreler çatlar ve kıymıkları gözüne batar su kürenin. Seçkinleri kutlayan bir demir yumruktur Karadeniz. Çoğunluğun konuştuğu dili konuşmaz, haklıdır, kışkırtıcı düşleri vardır. Bedelini merak etmeden ıslatmakta olmaz gelmişi geçmişi. Öğrenilmesi gereken şeyi maharetle öğretir acı suyu. çünkü onun adı Karadeniz’dir. İyi öğretir.
İşte yolculuk orayadır hemşerum. Elvedaya durmuş koca gemilerin yatağına…
Gülerim geçerim birlikte katlandığımız yanılsamalara. Önce direği sonra kendi gözüken bütünü dopingli dedikodulara. Gülsün bize cildi balık parlaklığında yüzmekten aşınmış sarı kızlar. Sapsarı ufukta tümseklerde çelikten direnç. Aşmaya az kaldı kara yağız dalgaları. Maksadına ulaşmamış sürüklenmelerin keşfine de az kaldı. Kırık bir anı üzerine oluşan lirik bir öyküyü içiyorum yavaş yavaş. Her türlü dürtüden yoksun bir yok oluşu. Ne yolculuklar taşıyor kulaçlarında. Güvenlikten uzak, uzak bir limandır aradığın. Peşinde yasadışı bir göç ve gönlünü o yalayacak kaba dalgalı Karadeniz, gelişi güzel bir aşk ilişkisi, ağzına kadar dolu yaşayamadan aşk da biter ilişki de. Belleğini zayıflatan yalnızlıktır, vücuduna yönelmen de. Tüm tehlikeleri bertaraf edip en uç noktalara taşıyacağın hayat, göğüs gerdiğin bunca deneyime değer mi diyeceksin özetle ve ikna gücün yüksekse bu en özeline yolculuklarda eşlik edilmesine izin vereceksin. İzole edilmiş ucuzluğa sen de güleceksin, tek başına, anlayacaksın ki yapayalnızsın. Erkek gibi saçlarını kestirmiş sarı kız, ciddi bir sınava dönüşen sulu yakınlaşmalara, cıvımaya hatırı sayılır inatla karşı koyuyor. Önünde açılan kara delikten girip yepyeni bir dünyanın yorgun kollarına kendini bırakıyor. Gülüyorsun seyir zevki almışçasına. Oysa gülüp geçtiğin o yansıma gelecek hayallerin. Alaycı, moral bozucu kendi kendine gülüyorsun. Yolculuğun bedeli tüm organlarından vazgeçmektir aslında.
Elveda koca gemi…
Koskoca dünya küçücük bir gemiye binmiş sanki. Şaşarsın öyle büyük diyet ödüyor ki, milyonlarca insan evlerinde huzursuz, itirafların sorgulandığı gece gerçek, hayale bağlanmış, hayaller geçmişe. Çarkçıbaşı, çoluk çocuk değme ahali güverte de. Güvercinler uçuruyorlar bu can alıcı düşlere. Koparıyorlar tarihi yaprak yaprak apayrı kuşaklar. Suç ortakları ağacı tersten veren melek. Bu güzellik kalbime vuruyor. Olacak iş mi diyenler yanılınca sahne şıp diye kesiliyor. En duyarlı tanıtımlar uğultulu şikâyetlerden utanıp belleklere nakşediyor aç gözlülüğü. Tek perdelik oyunun kahramanları Karadeniz’in orta yerinde uyuyan sarı kızla dudak dudağa. Tutunmaya çalışıyorlar farkına varışın kampında. Yüz yüze savunulamamış, inançlar sarsılmış ve kontrolünü yitirmiş. Ölüm döşeği dikenli tellerle sarmalanmış. Zor bir hal yüz yüze olmaktan kaçınılan Karadeniz, tepeden tırnağa sakatlığı sağaltıyor. Dört bir taraftan meslek gereği iddialar, başvurular af edilecek gibi değil. Anıların gölgesinde bir araya getirilmiş, uyarı niteliği gözden kaçırılarak o kayıp mürettebat benliğin yeniden keşfidir. insanlığın doğaya hükmen yenilgisi açıktır. Kısacık süren tatlı bir rüyadan artırılanlardır gerçek ve gerçek ötesi örselendikçe cam fanus çatlar. Özsaygı yitirilir çünkü içine kara su sızmıştır abartının, ötmüyor zilidir çalan.
Ve Karadeniz’in ötesine, rüyanın bir gün mutlaka gerçekleşeceği saçma fanteziler diyarına taşınır ilham. Cüzi gelirle yaşamaya çalışılır. Yoğun yağmur, kara dalgalar ve azgın hava şartları yolculuk etmek zorunda başka bir gemi yakalar.
Elveda koca gemi, işte yolculuk tam orayadur…
Yolculuk nereye hemşerim? Böyle geldi böyle gider bu muazzam anekdot. İyotludur çoğunlukla kaynakçada toplanan. Alışılmışın sınırını zorlayan geniş kapsamlı, karizmatik bir öfkedir bazen. Daha nerelisin diye sormadan. Yakın geçmişten elde kalan sloganlarla ayakta kalmaya çalışılan zamanların ilk sorgusudur ayrıca. Yegâne yoldur, yolculuktur, sorumluluktur başa bela olan. Küreler çatlar ve kıymıkları gözüne batar su kürenin. Seçkinleri kutlayan bir demir yumruktur Karadeniz. Çoğunluğun konuştuğu dili konuşmaz, haklıdır, kışkırtıcı düşleri vardır. Bedelini merak etmeden ıslatmakta olmaz gelmişi geçmişi. Öğrenilmesi gereken şeyi maharetle öğretir acı suyu. çünkü onun adı Karadeniz’dir. İyi öğretir.
İşte yolculuk orayadır hemşerum. Elvedaya durmuş koca gemilerin yatağına…
Gülerim geçerim birlikte katlandığımız yanılsamalara. Önce direği sonra kendi gözüken bütünü dopingli dedikodulara. Gülsün bize cildi balık parlaklığında yüzmekten aşınmış sarı kızlar. Sapsarı ufukta tümseklerde çelikten direnç. Aşmaya az kaldı kara yağız dalgaları. Maksadına ulaşmamış sürüklenmelerin keşfine de az kaldı. Kırık bir anı üzerine oluşan lirik bir öyküyü içiyorum yavaş yavaş. Her türlü dürtüden yoksun bir yok oluşu. Ne yolculuklar taşıyor kulaçlarında. Güvenlikten uzak, uzak bir limandır aradığın. Peşinde yasadışı bir göç ve gönlünü o yalayacak kaba dalgalı Karadeniz, gelişi güzel bir aşk ilişkisi, ağzına kadar dolu yaşayamadan aşk da biter ilişki de. Belleğini zayıflatan yalnızlıktır, vücuduna yönelmen de. Tüm tehlikeleri bertaraf edip en uç noktalara taşıyacağın hayat, göğüs gerdiğin bunca deneyime değer mi diyeceksin özetle ve ikna gücün yüksekse bu en özeline yolculuklarda eşlik edilmesine izin vereceksin. İzole edilmiş ucuzluğa sen de güleceksin, tek başına, anlayacaksın ki yapayalnızsın. Erkek gibi saçlarını kestirmiş sarı kız, ciddi bir sınava dönüşen sulu yakınlaşmalara, cıvımaya hatırı sayılır inatla karşı koyuyor. Önünde açılan kara delikten girip yepyeni bir dünyanın yorgun kollarına kendini bırakıyor. Gülüyorsun seyir zevki almışçasına. Oysa gülüp geçtiğin o yansıma gelecek hayallerin. Alaycı, moral bozucu kendi kendine gülüyorsun. Yolculuğun bedeli tüm organlarından vazgeçmektir aslında.
Elveda koca gemi…
Koskoca dünya küçücük bir gemiye binmiş sanki. Şaşarsın öyle büyük diyet ödüyor ki, milyonlarca insan evlerinde huzursuz, itirafların sorgulandığı gece gerçek, hayale bağlanmış, hayaller geçmişe. Çarkçıbaşı, çoluk çocuk değme ahali güverte de. Güvercinler uçuruyorlar bu can alıcı düşlere. Koparıyorlar tarihi yaprak yaprak apayrı kuşaklar. Suç ortakları ağacı tersten veren melek. Bu güzellik kalbime vuruyor. Olacak iş mi diyenler yanılınca sahne şıp diye kesiliyor. En duyarlı tanıtımlar uğultulu şikâyetlerden utanıp belleklere nakşediyor aç gözlülüğü. Tek perdelik oyunun kahramanları Karadeniz’in orta yerinde uyuyan sarı kızla dudak dudağa. Tutunmaya çalışıyorlar farkına varışın kampında. Yüz yüze savunulamamış, inançlar sarsılmış ve kontrolünü yitirmiş. Ölüm döşeği dikenli tellerle sarmalanmış. Zor bir hal yüz yüze olmaktan kaçınılan Karadeniz, tepeden tırnağa sakatlığı sağaltıyor. Dört bir taraftan meslek gereği iddialar, başvurular af edilecek gibi değil. Anıların gölgesinde bir araya getirilmiş, uyarı niteliği gözden kaçırılarak o kayıp mürettebat benliğin yeniden keşfidir. insanlığın doğaya hükmen yenilgisi açıktır. Kısacık süren tatlı bir rüyadan artırılanlardır gerçek ve gerçek ötesi örselendikçe cam fanus çatlar. Özsaygı yitirilir çünkü içine kara su sızmıştır abartının, ötmüyor zilidir çalan.
Ve Karadeniz’in ötesine, rüyanın bir gün mutlaka gerçekleşeceği saçma fanteziler diyarına taşınır ilham. Cüzi gelirle yaşamaya çalışılır. Yoğun yağmur, kara dalgalar ve azgın hava şartları yolculuk etmek zorunda başka bir gemi yakalar.
Elveda koca gemi, işte yolculuk tam orayadur…
2 Ağustos 2018 Perşembe
SÖZ İLE ARINMAK
SÖZ İLE ARINMAK
Hatalardan dönüş aklıma yattı. Çıktım yola. Özür dilerim ama sizleri bulamadım. Tenhaydı dört bir yan…
Gül mevsimi topkapıdan yola çıktım. Şehrin bütün müzelerini sırayla gezdim. Arzuları kısıtlayıcı bir anahtar vardı elimde. Emelim üç öğünde verilen tüm öğütlere de katıksız uymaktı. Gençtim, güzeldim, acemiydim demedim duvarlara afişler astım. Kasten yaşadım o geceyi, kasveti bilmeyen kalmasın diyerek. Gecelerce. Umutsuzca direndim karanlığa çünkü kendimi dışlanmış hissettim.
Sonra tasarım dışı bir güzelliğe uyandım. Evet, o an dostlarım acı çekmeye başladı. Tarihte bugün ne var desen, uzun yıllardan beri diye başlarım. Ne hâkimiyetler gördüm ve bağımsızlığa yamandım. Artık büyümüştüm, sevgime karşılık veremeyen dünyalar küçülmüştü. Olayları iyice hafife alan donmuş dünya, gelecekle ilgili umutları, egzoz dumanı kusan şehirlere bırakmıştı. Kusursuz ama şımarık günlerdi. Geleneksel kavramları un ufak eden suçlulukla ilgili absürd bir komediydi havai mirasçımızdan emanet. Öldürücü detaylarla övülen biyografiler döktürmekte ustaydı zaman. Hatada ısrarcı gizli hayranlar çıktı ortaya birer birer.
İşte canımı sıkan o sahtekâr iddialar fikrimi değiştirdi. Beklenmedik çapraşık üçlemeler, o günle olan garip bağımı da kopardı. Çeviriler yaparak amaçsızca tüyler ürperten karanlığa dümen kırdım. Ağır ve tanımlanması zor devrin ihtişamı etkisini yitirmekteydi. Uydurmacaya işte o zaman son verdim. Kirli aldatmacalar su yüzüne yeni yeni çıkıyordu. Ayırt edilemez sahtecilik midemi bulandırdı. Doğum günümü hatırlayan bile yoktu. Eşsiz becerilerimi gösteremeden, yavaş yavaş göz yaşartıcı hikâyelerin içinde ölüyordum. Her şey yolunda seyrederken ne olmuştu bize. Hatalarımla yüzleştim…
Izgara telli çitlerden atladım. Peynir gemisini şen şakrak yürüten laflara kemik attım. Gemi söz denizine demirledi. Sindirimi zor vefatlarla yeniden doğdum. Gül mevsimi çifte gökkuşağının altında istilaya uğradı. Hiçbir şey insanoğlu kadar yükselemezdi ve alçalamazdı. Haberleştiğim dünyalar kasten izlerini karıştırdı. Gizli antlaşmalar alakasız meşalelerin arkasından yürüdü. Meselelerle aleyhte uğraştı vasiler. Son bir sınavdı, sınav heyecanı hiç yaşanmadı, nane şekeri emilmedi.
Kan gibi ılık suyla gargara yaptım. Önce ağzımdaki yabancı şekerin boyası çıktı, tadı şekerden şeker oturdu kaldı mideme. O hizaya asla yükselemeyecektim. Hatasızlığa inandım ve mönüde ne varsa tatlı tatlı yuttum. Sahibi olduğum birkaç parça anı bile elimden alındı.
Her şeyimle bu gidişi durdurmak isterken, tabiat için kolay lokma oldum. En nihayet görünmez bir kazada, duyularım sonrasını ve öncesini hatırlayamaz oldu. Oysa terk etmeye hazırlanıyormuşum gibi erkeği erkek yapan şeyleri daha bir benimsedim. Esas aşağılanma ondan sonraymış, bitirecekmiş bunca emeğimi. Bilemezdim. Hayret edilesi biçimde ansızın uyandım. Maruz kaldığım muameleler dünya utanılasıdır. Dünya utanç içindedir. Adaletsizliğini vurdu yüzüme, on yılları iç etmiş bu kibar sessizlik. Her dileğin hayatta olamayacağını ancak öğretmişti ki hayat aradaki uçurumu cesaretle atladım. İkiyüzlü bir darbe daha yemeyecektim. Manşetlerde biriken kılık kıyafeti perişan umutsuzluğu bu sayede okumayacaktım.
Sorunlar arttıkça sana bağlılığım da azaldı. Veya arttı. Artı filizkıran fırtınalarına direncim de. Hizmetler sattım, hizmetler satın aldım. Dört yanım patates kafalarla kuşatılmıştı. Şahsi eşyalarım çantamın içindekilerden ibaretti. Beşiğim, kafesim, saksılarım paramparçaydı. Yerel yolculukların arifesinde alışkanlıklarımdan başka hiç eşyam kalmamıştı. Islah resminde yaşamaya mahkûmdum sanki bundan böyle.
Doğanın vicdansız doğası, bu dünyaya ilişkin büyük düşlerimi çalmıştı benden. Bozgunu atlatınca, ümidi yarım kalan yolculuğumda kötü huylar edinmeden, en kayıp sundurmalara uzandım.
Görgüsüzce yüklendim gizli sözlerin gizini çözmek için. Söz ile hatalarımdan arındım…
Hatalardan dönüş aklıma yattı. Çıktım yola. Özür dilerim ama sizleri bulamadım. Tenhaydı dört bir yan…
Gül mevsimi topkapıdan yola çıktım. Şehrin bütün müzelerini sırayla gezdim. Arzuları kısıtlayıcı bir anahtar vardı elimde. Emelim üç öğünde verilen tüm öğütlere de katıksız uymaktı. Gençtim, güzeldim, acemiydim demedim duvarlara afişler astım. Kasten yaşadım o geceyi, kasveti bilmeyen kalmasın diyerek. Gecelerce. Umutsuzca direndim karanlığa çünkü kendimi dışlanmış hissettim.
Sonra tasarım dışı bir güzelliğe uyandım. Evet, o an dostlarım acı çekmeye başladı. Tarihte bugün ne var desen, uzun yıllardan beri diye başlarım. Ne hâkimiyetler gördüm ve bağımsızlığa yamandım. Artık büyümüştüm, sevgime karşılık veremeyen dünyalar küçülmüştü. Olayları iyice hafife alan donmuş dünya, gelecekle ilgili umutları, egzoz dumanı kusan şehirlere bırakmıştı. Kusursuz ama şımarık günlerdi. Geleneksel kavramları un ufak eden suçlulukla ilgili absürd bir komediydi havai mirasçımızdan emanet. Öldürücü detaylarla övülen biyografiler döktürmekte ustaydı zaman. Hatada ısrarcı gizli hayranlar çıktı ortaya birer birer.
İşte canımı sıkan o sahtekâr iddialar fikrimi değiştirdi. Beklenmedik çapraşık üçlemeler, o günle olan garip bağımı da kopardı. Çeviriler yaparak amaçsızca tüyler ürperten karanlığa dümen kırdım. Ağır ve tanımlanması zor devrin ihtişamı etkisini yitirmekteydi. Uydurmacaya işte o zaman son verdim. Kirli aldatmacalar su yüzüne yeni yeni çıkıyordu. Ayırt edilemez sahtecilik midemi bulandırdı. Doğum günümü hatırlayan bile yoktu. Eşsiz becerilerimi gösteremeden, yavaş yavaş göz yaşartıcı hikâyelerin içinde ölüyordum. Her şey yolunda seyrederken ne olmuştu bize. Hatalarımla yüzleştim…
Izgara telli çitlerden atladım. Peynir gemisini şen şakrak yürüten laflara kemik attım. Gemi söz denizine demirledi. Sindirimi zor vefatlarla yeniden doğdum. Gül mevsimi çifte gökkuşağının altında istilaya uğradı. Hiçbir şey insanoğlu kadar yükselemezdi ve alçalamazdı. Haberleştiğim dünyalar kasten izlerini karıştırdı. Gizli antlaşmalar alakasız meşalelerin arkasından yürüdü. Meselelerle aleyhte uğraştı vasiler. Son bir sınavdı, sınav heyecanı hiç yaşanmadı, nane şekeri emilmedi.
Kan gibi ılık suyla gargara yaptım. Önce ağzımdaki yabancı şekerin boyası çıktı, tadı şekerden şeker oturdu kaldı mideme. O hizaya asla yükselemeyecektim. Hatasızlığa inandım ve mönüde ne varsa tatlı tatlı yuttum. Sahibi olduğum birkaç parça anı bile elimden alındı.
Her şeyimle bu gidişi durdurmak isterken, tabiat için kolay lokma oldum. En nihayet görünmez bir kazada, duyularım sonrasını ve öncesini hatırlayamaz oldu. Oysa terk etmeye hazırlanıyormuşum gibi erkeği erkek yapan şeyleri daha bir benimsedim. Esas aşağılanma ondan sonraymış, bitirecekmiş bunca emeğimi. Bilemezdim. Hayret edilesi biçimde ansızın uyandım. Maruz kaldığım muameleler dünya utanılasıdır. Dünya utanç içindedir. Adaletsizliğini vurdu yüzüme, on yılları iç etmiş bu kibar sessizlik. Her dileğin hayatta olamayacağını ancak öğretmişti ki hayat aradaki uçurumu cesaretle atladım. İkiyüzlü bir darbe daha yemeyecektim. Manşetlerde biriken kılık kıyafeti perişan umutsuzluğu bu sayede okumayacaktım.
Sorunlar arttıkça sana bağlılığım da azaldı. Veya arttı. Artı filizkıran fırtınalarına direncim de. Hizmetler sattım, hizmetler satın aldım. Dört yanım patates kafalarla kuşatılmıştı. Şahsi eşyalarım çantamın içindekilerden ibaretti. Beşiğim, kafesim, saksılarım paramparçaydı. Yerel yolculukların arifesinde alışkanlıklarımdan başka hiç eşyam kalmamıştı. Islah resminde yaşamaya mahkûmdum sanki bundan böyle.
Doğanın vicdansız doğası, bu dünyaya ilişkin büyük düşlerimi çalmıştı benden. Bozgunu atlatınca, ümidi yarım kalan yolculuğumda kötü huylar edinmeden, en kayıp sundurmalara uzandım.
Görgüsüzce yüklendim gizli sözlerin gizini çözmek için. Söz ile hatalarımdan arındım…
SON SEFER
SON SEFER
Nazar değmiş sanki dokunduğum mısralara. Okuduğum son fasılda bu son seferdir bilesin yazıyor. Yazgı işte…
Hazır nazır aralığında karanfil kokan dedem gibi ağrıyan dişime kekik yağı sürerim. Kalın bağırsak tembelliğinden muzdarip pusulasız yollanmışım kış düşlerine. Ele güne rezil olamamak adına ufacık valizimde dualarım ve seni çok seviyorum pusulası. Yollanmışım her seferinde sevgiyle en zor sürgünlere. O yüzden genç yaşımda erkenden ihtiyarlamışım. Gölgeler bütün inanışlarımın içini karartınca ayılmışım. İçimde kapkara isyan çiçeği sürgün vermiş. Eşlik etmesem eğer sana akla ziyan seneleri yaşayacağım. Eşkiyalarca yolu kesilmiş kervancıyım sanki. Hafif defolu şarkısı dağlarda dolaşan.
Git git bitmeyecek aslında yazılması gereken ömrümden gidenler. Yazı işte…
Çıkmaz sokaklarda bana yarını gösteren, uğruna şehirler yakılacak seni bana saklayışım dolaşıyor. Beni bana bağladın. Hiç gözyaşı dökmezdim eskiden. Şimdi kara denizlere ağlıyorum. Işıl ışık seni içip sana. Sonra elim senin el değmemişliğine alışınca, gönlümdeki ateşe. Cama vuran rüzgârın şehvetli diline. Ne bileyim işte kaçtıkça yakalanışlarıma. Yakalandıkça gereğince kaçamadığıma. Bu kaçgöç ne kadar sürecek bilemiyorum ve içmeden sarhoş oluyorum artık. Her ayak sesini senin ki sanıp kilitli kapının çalınmasını bekliyorum usanmadan. kapı açık deme provaları yaparak. Drama hocalarının ağırdan ve davudi sesini taklit ederek. Susuz rakıyı leblebilemekten her sabah başım ağrıyor. ve sade kahve peşine dillendirilen fallara asla inanmıyorum. Her falda sen, nazara gelmiş.
Kapatmışım denizkızına dünyamı, denize sevdam sürsün diye. Fısıltıları saklamışım deniz kabuklarına, her yalnız kaldığımda kulağımı dayadığım an çağlayasın diye. On yıllarca beklediğim armağan gibi her fısıltıda senin resmin, içimde çeşit çeşit hikayen. hem okuyup hem yazıyorum yazgı işte…
Yazı bir türlü dışa vuramayacağımı bile bile. Koynumda sana ayırdığım sıcaklık bile üşümüş, titriyorum aralanmış kapıdan senin geçtiğini varsayarak. Gizlice o geçişlerini izliyorum. Pencerede inci dişli bembeyazlık sırıtıyor seni görünce. Salkım söğüt yüklenmişim acıları. Sürüklendiğim hayal gerçeğin ta kendisi. Yaktığım ateşin etrafında dönüyorum sımsıcak. Bir tek sen eksiksin ve dönmüyorsun. Sen giden trende de yoksun gelende de. Gemiler bomboş, ne gitmişsin ne de gelmişsin. Silahın tetiğine basacakken tül gibi uykularıma sarılıyorsun. Benden çaldığın bana çaldığın ne ola ki? Dibine kadar içiyorsam hayatı sen varsın diye. Düşüncelerin köküne kibrit suyu. Alev almış mevsimleri, meseleler kitapsız. Edepsiz içerlemem ondandır. Hatta zevk sefa masalarında silinmiş yazılarda seni aramam da. Yüreğime vurulan damga belli değil mi oturup saatlerce kelime kelime didinişimden. Her numara ayak izine takılmamın nedeni sen değil misin? Dilimde hüzzam şarkılarla doğum günümde doğmadan ölmek gibi. Ölerek çoğalmamda senin eserin. Sen ki o eseri hakkınca okumadıkça ben olamayacağım. Eminim.
Gel zaman git zaman yosun kokacak denzi dalgalı saçların. Sesim ulaşmıyorsa da sana dur. Göğsündeki kanat çırpışlarına sesten hızlı uçuyorum. Uçuyorum zamanı delip geçen sürgüne. Düşlerimde sür git sen. Kahrımdan şakalara vurdum kendimi. Şakaklarımda bu son sefer arması. İçimi dökecek kimi bulduysam kendime yabancılaştım ve beceremedim hayatı. Unutmak istiyorum, unutmak. Nutku tutulmuş arkadaşlarıma inat umutlanmak. Duygularım elden ele dolaşırken ölümü yalamışım sırtından, okşamışım tepeden tırnağa. İnan bir tırnağın etmez dünyalar.
Nazarına dokunduğum her canlıda sen varsın, her canlı sen. Son fasılda son nefes. Son sefer…
Nazar değmiş sanki dokunduğum mısralara. Okuduğum son fasılda bu son seferdir bilesin yazıyor. Yazgı işte…
Hazır nazır aralığında karanfil kokan dedem gibi ağrıyan dişime kekik yağı sürerim. Kalın bağırsak tembelliğinden muzdarip pusulasız yollanmışım kış düşlerine. Ele güne rezil olamamak adına ufacık valizimde dualarım ve seni çok seviyorum pusulası. Yollanmışım her seferinde sevgiyle en zor sürgünlere. O yüzden genç yaşımda erkenden ihtiyarlamışım. Gölgeler bütün inanışlarımın içini karartınca ayılmışım. İçimde kapkara isyan çiçeği sürgün vermiş. Eşlik etmesem eğer sana akla ziyan seneleri yaşayacağım. Eşkiyalarca yolu kesilmiş kervancıyım sanki. Hafif defolu şarkısı dağlarda dolaşan.
Git git bitmeyecek aslında yazılması gereken ömrümden gidenler. Yazı işte…
Çıkmaz sokaklarda bana yarını gösteren, uğruna şehirler yakılacak seni bana saklayışım dolaşıyor. Beni bana bağladın. Hiç gözyaşı dökmezdim eskiden. Şimdi kara denizlere ağlıyorum. Işıl ışık seni içip sana. Sonra elim senin el değmemişliğine alışınca, gönlümdeki ateşe. Cama vuran rüzgârın şehvetli diline. Ne bileyim işte kaçtıkça yakalanışlarıma. Yakalandıkça gereğince kaçamadığıma. Bu kaçgöç ne kadar sürecek bilemiyorum ve içmeden sarhoş oluyorum artık. Her ayak sesini senin ki sanıp kilitli kapının çalınmasını bekliyorum usanmadan. kapı açık deme provaları yaparak. Drama hocalarının ağırdan ve davudi sesini taklit ederek. Susuz rakıyı leblebilemekten her sabah başım ağrıyor. ve sade kahve peşine dillendirilen fallara asla inanmıyorum. Her falda sen, nazara gelmiş.
Kapatmışım denizkızına dünyamı, denize sevdam sürsün diye. Fısıltıları saklamışım deniz kabuklarına, her yalnız kaldığımda kulağımı dayadığım an çağlayasın diye. On yıllarca beklediğim armağan gibi her fısıltıda senin resmin, içimde çeşit çeşit hikayen. hem okuyup hem yazıyorum yazgı işte…
Yazı bir türlü dışa vuramayacağımı bile bile. Koynumda sana ayırdığım sıcaklık bile üşümüş, titriyorum aralanmış kapıdan senin geçtiğini varsayarak. Gizlice o geçişlerini izliyorum. Pencerede inci dişli bembeyazlık sırıtıyor seni görünce. Salkım söğüt yüklenmişim acıları. Sürüklendiğim hayal gerçeğin ta kendisi. Yaktığım ateşin etrafında dönüyorum sımsıcak. Bir tek sen eksiksin ve dönmüyorsun. Sen giden trende de yoksun gelende de. Gemiler bomboş, ne gitmişsin ne de gelmişsin. Silahın tetiğine basacakken tül gibi uykularıma sarılıyorsun. Benden çaldığın bana çaldığın ne ola ki? Dibine kadar içiyorsam hayatı sen varsın diye. Düşüncelerin köküne kibrit suyu. Alev almış mevsimleri, meseleler kitapsız. Edepsiz içerlemem ondandır. Hatta zevk sefa masalarında silinmiş yazılarda seni aramam da. Yüreğime vurulan damga belli değil mi oturup saatlerce kelime kelime didinişimden. Her numara ayak izine takılmamın nedeni sen değil misin? Dilimde hüzzam şarkılarla doğum günümde doğmadan ölmek gibi. Ölerek çoğalmamda senin eserin. Sen ki o eseri hakkınca okumadıkça ben olamayacağım. Eminim.
Gel zaman git zaman yosun kokacak denzi dalgalı saçların. Sesim ulaşmıyorsa da sana dur. Göğsündeki kanat çırpışlarına sesten hızlı uçuyorum. Uçuyorum zamanı delip geçen sürgüne. Düşlerimde sür git sen. Kahrımdan şakalara vurdum kendimi. Şakaklarımda bu son sefer arması. İçimi dökecek kimi bulduysam kendime yabancılaştım ve beceremedim hayatı. Unutmak istiyorum, unutmak. Nutku tutulmuş arkadaşlarıma inat umutlanmak. Duygularım elden ele dolaşırken ölümü yalamışım sırtından, okşamışım tepeden tırnağa. İnan bir tırnağın etmez dünyalar.
Nazarına dokunduğum her canlıda sen varsın, her canlı sen. Son fasılda son nefes. Son sefer…
CUMHURBAŞKANI OLMAK DA PARAYLA…
CUMHURBAŞKANI OLMAK DA PARAYLA…
Aday olmak ve Partili cumhurbaşkanı seçilmek öyle göründüğü gibi kolay değil. Hep siyasi bakıldı manzaraya. Rakamların dilinden hiç değerlendirilmedi yarış. Evet, en başta aday olunacak Parti gerekiyor. Yoksa 100.000 aday gösterecek vatandaş olmalı. Sonra da hesabı verilebilecek miktarda para. Ne kadarı yok en az 25-30 milyon lira. Ayrıca misliyle destekçilerin harcayacağı da hesaba katılmalı. Şu fakir memlekette on yıllardır her şey paraya endekslendiğinden hem de öyle az buz paralara değil gözden kaçanlarda olabilir. Ancak bu genel toplam dolar 5 lira değilken tutulmuş bir hesaba göre o kadar. yani seçim bu gün olsa daha çok para yapmak lazım…
Yeni rejimde milleti yönetecek Cumhurbaşkanı adayları kampanya giderlerini bağışlarla karşılamak durumunda. Öyle param bol ben yöneteceğim yok. Sözde bu çıkışın önü kesilmiş. Ama çıkan adaylara bakıldığında hepsi kalburüstü. Olsun. Yasa böyle yani para gönüllü bağışçılardan gelecek. Aday cebinden beş kuruş harcamayacak. Kanunda sınırı belli miktarda kendine bağış yapabilir mi orası muamma. Rakiplerine yapabiliyor. Ayrıca kâğıt üzerinde iş sıkı tutulmuş, Cumhurbaşkanlığı Seçim Kanunu'nun 14. maddenin 6. fıkrasında ise harcamaların ve hesapların nasıl denetleneceği ve sonuçlarının nasıl açıklanacağı da belirtilmiş.
Cumhurbaşkanı Adayların nereye ne kadar gitti diyerek takip etmesi elbette mümkün değil. Kanuna göre, her adayın YSK nezdinde bir yeminli mali müşaviri olacak. Var mıdır vardır elbette. Bu bildirilmiş Yeminli Mali müşavirler seçimler bittikten sonra adayının harcamalarına ait tuttuğu kayıtları YSK'ya bildirecek. YSK gerekli denetimleri yapacak. Ve bir ay içinde sonuçları açıklayacak. Eğer tespit edilen bir usulsüzlük varsa, YSK tarafından gereği yapılacak. Yapılmış mıdır prosedür bu ama kimseden ses seda yok.
Bu arada YSK tarafından denetimlerin yapıldığı ve Cumhurbaşkanı adaylarının harcamalarıyla ilgili bir sorun görülmediği Resmi Gazete’de açıklandı. Açıklandı ama diğer yaygaracı enstrümanlarca kamuoyuna yansıyan yansıtılan bir durum yok. Millete hesap veren yok. Demek oluyor ki devlet kaynakları mahfuz olmak kaydıyla, bilinen haliyle dahi kallavi paralar dökülmüş yollara.
Yani şu fakir memlekette, seçimler sonrası dolar ve zam taarruzları ile daha da fakirleşen memlekette Cumhurbaşkanı olmak bir yana adaylaşmak da araba yükü parayla. Önce para pula değer vermeyen 100.000 kişi bulunacak. Bulsan ne olacak. Kampanya yürütmek için para lazım. Ortada bu işe ayrılmış epey yüklü miktarda paranın da hatırdan çıkmayacaklar üzerinden bağışa yönlendirilmesi gerçekleştirilecek. Ya da para babası yakınlar yandaşlar bu işe soyundurulacak. Hibe edilen para neden hibe edildiği sorgulanmadan kapıcı müstahdem, yakinimdir üzerinden kayıt içine alınacak. Ve seçimin rotasını değiştirmek babında bol kepçe harcanacak, dağıtılacak. Yani adaylaşmak komplike bir iş.
Son seçimler gösteriyor ki adaylaşmada en can alıcı nokta bunlara hiç tevessül etmeden gariban bir yurttaş olarak yarışta ben de varım denilemeyeceği. Çünkü aday çıkılsa para bulmak zor. Adaylık metalı meşakkatli iş. Para bulunsa hesap vermek zor. Bir şekilde hesap verilse kazanmak mucize. Kazanılsa memleketin hali ortada, düzeltmek ömür törpüsü.
Yine de ben de bu memleketin vatandaşı isem, millete hizmet adına bende Cumhurbaşkanlığına aday olacağım diyebilecek babayiğit varsa önce devlet bankasına kaldıysa eğer bunlardan ikisine hesap açacak.
Kamuoyunda bilinen reel rakamlara göre sadece kazanabilir görünebilmek için bu hesapların birinde minimum “21 milyon 925 bin lira” diğerinde “3 milyon 866 bin lira” olmak üzere toplam “25.791.776.880 lira” bağış birikecek.
Sonra fakir zengin bu gönüllü bağışçılardan biriken tutar seçim kampanyasında bir bir hesabı tutularak harcanacak. Muhtemelen para şuralara gidecek; “Reklam, ilan, film harcamaları: 10 milyon 451 bin lira. Miting, Organizasyon harcamaları: 7 milyon 464 bin lira. Matbaa harcamaları: 2 milyon 988 bin lira. Promosyon harcamaları: 733 bin lira. Uçak kiralama ulaşım harcamaları: 1 milyon 314 bin lira. Branda, kaplama, baskı harcamaları: 1 milyon 487 bin lira. Bayrak alımı harcamaları: 328 bin lira. Araç kiralama harcamaları: 693 bin lira. Diğer harcamalar: 330 bin lira. Bankalardaki bakiye 349.480 lira…”
Kampanyadan tasarruf edilerek bankalarda kalan para bir daha ki seçime mi kalacak, devletin mi olacak, yoksa adına bağış yapılan aday, hesapları çekip afiyetle yiyecek mi belli değil.
Evet, harcanan para ile elde edilen oy oranı ilişkisi başka rakamsal tecrübe. Yani Partili Cumhurbaşkanı seçilmek hiç göründüğü gibi kolay değil…
Aday olmak ve Partili cumhurbaşkanı seçilmek öyle göründüğü gibi kolay değil. Hep siyasi bakıldı manzaraya. Rakamların dilinden hiç değerlendirilmedi yarış. Evet, en başta aday olunacak Parti gerekiyor. Yoksa 100.000 aday gösterecek vatandaş olmalı. Sonra da hesabı verilebilecek miktarda para. Ne kadarı yok en az 25-30 milyon lira. Ayrıca misliyle destekçilerin harcayacağı da hesaba katılmalı. Şu fakir memlekette on yıllardır her şey paraya endekslendiğinden hem de öyle az buz paralara değil gözden kaçanlarda olabilir. Ancak bu genel toplam dolar 5 lira değilken tutulmuş bir hesaba göre o kadar. yani seçim bu gün olsa daha çok para yapmak lazım…
Yeni rejimde milleti yönetecek Cumhurbaşkanı adayları kampanya giderlerini bağışlarla karşılamak durumunda. Öyle param bol ben yöneteceğim yok. Sözde bu çıkışın önü kesilmiş. Ama çıkan adaylara bakıldığında hepsi kalburüstü. Olsun. Yasa böyle yani para gönüllü bağışçılardan gelecek. Aday cebinden beş kuruş harcamayacak. Kanunda sınırı belli miktarda kendine bağış yapabilir mi orası muamma. Rakiplerine yapabiliyor. Ayrıca kâğıt üzerinde iş sıkı tutulmuş, Cumhurbaşkanlığı Seçim Kanunu'nun 14. maddenin 6. fıkrasında ise harcamaların ve hesapların nasıl denetleneceği ve sonuçlarının nasıl açıklanacağı da belirtilmiş.
Cumhurbaşkanı Adayların nereye ne kadar gitti diyerek takip etmesi elbette mümkün değil. Kanuna göre, her adayın YSK nezdinde bir yeminli mali müşaviri olacak. Var mıdır vardır elbette. Bu bildirilmiş Yeminli Mali müşavirler seçimler bittikten sonra adayının harcamalarına ait tuttuğu kayıtları YSK'ya bildirecek. YSK gerekli denetimleri yapacak. Ve bir ay içinde sonuçları açıklayacak. Eğer tespit edilen bir usulsüzlük varsa, YSK tarafından gereği yapılacak. Yapılmış mıdır prosedür bu ama kimseden ses seda yok.
Bu arada YSK tarafından denetimlerin yapıldığı ve Cumhurbaşkanı adaylarının harcamalarıyla ilgili bir sorun görülmediği Resmi Gazete’de açıklandı. Açıklandı ama diğer yaygaracı enstrümanlarca kamuoyuna yansıyan yansıtılan bir durum yok. Millete hesap veren yok. Demek oluyor ki devlet kaynakları mahfuz olmak kaydıyla, bilinen haliyle dahi kallavi paralar dökülmüş yollara.
Yani şu fakir memlekette, seçimler sonrası dolar ve zam taarruzları ile daha da fakirleşen memlekette Cumhurbaşkanı olmak bir yana adaylaşmak da araba yükü parayla. Önce para pula değer vermeyen 100.000 kişi bulunacak. Bulsan ne olacak. Kampanya yürütmek için para lazım. Ortada bu işe ayrılmış epey yüklü miktarda paranın da hatırdan çıkmayacaklar üzerinden bağışa yönlendirilmesi gerçekleştirilecek. Ya da para babası yakınlar yandaşlar bu işe soyundurulacak. Hibe edilen para neden hibe edildiği sorgulanmadan kapıcı müstahdem, yakinimdir üzerinden kayıt içine alınacak. Ve seçimin rotasını değiştirmek babında bol kepçe harcanacak, dağıtılacak. Yani adaylaşmak komplike bir iş.
Son seçimler gösteriyor ki adaylaşmada en can alıcı nokta bunlara hiç tevessül etmeden gariban bir yurttaş olarak yarışta ben de varım denilemeyeceği. Çünkü aday çıkılsa para bulmak zor. Adaylık metalı meşakkatli iş. Para bulunsa hesap vermek zor. Bir şekilde hesap verilse kazanmak mucize. Kazanılsa memleketin hali ortada, düzeltmek ömür törpüsü.
Yine de ben de bu memleketin vatandaşı isem, millete hizmet adına bende Cumhurbaşkanlığına aday olacağım diyebilecek babayiğit varsa önce devlet bankasına kaldıysa eğer bunlardan ikisine hesap açacak.
Kamuoyunda bilinen reel rakamlara göre sadece kazanabilir görünebilmek için bu hesapların birinde minimum “21 milyon 925 bin lira” diğerinde “3 milyon 866 bin lira” olmak üzere toplam “25.791.776.880 lira” bağış birikecek.
Sonra fakir zengin bu gönüllü bağışçılardan biriken tutar seçim kampanyasında bir bir hesabı tutularak harcanacak. Muhtemelen para şuralara gidecek; “Reklam, ilan, film harcamaları: 10 milyon 451 bin lira. Miting, Organizasyon harcamaları: 7 milyon 464 bin lira. Matbaa harcamaları: 2 milyon 988 bin lira. Promosyon harcamaları: 733 bin lira. Uçak kiralama ulaşım harcamaları: 1 milyon 314 bin lira. Branda, kaplama, baskı harcamaları: 1 milyon 487 bin lira. Bayrak alımı harcamaları: 328 bin lira. Araç kiralama harcamaları: 693 bin lira. Diğer harcamalar: 330 bin lira. Bankalardaki bakiye 349.480 lira…”
Kampanyadan tasarruf edilerek bankalarda kalan para bir daha ki seçime mi kalacak, devletin mi olacak, yoksa adına bağış yapılan aday, hesapları çekip afiyetle yiyecek mi belli değil.
Evet, harcanan para ile elde edilen oy oranı ilişkisi başka rakamsal tecrübe. Yani Partili Cumhurbaşkanı seçilmek hiç göründüğü gibi kolay değil…
1 Ağustos 2018 Çarşamba
GÜPEGÜNDÜZ GİTMEK
GÜPEGÜNDÜZ GİTMEK
Gecikmişim yoluna kurban olduğum. Zaten geçmiş gitmiş bizden be ustam. Sade yitik özgüvenle bitik duygular ifade buluyor. O kadar. Sonunda Çavuşo da doğmuş, asma kilitsiz kapıda ölmüş derler ve hemencek oraya defnederler. İşte bende fıkra bu kadar. Çünkü çağırıyorlar ve bekliyorlar. Kim mi? Onlar…
Menü defne yaprağı, limon kabuğu takviyeli. Ne hazırladıysan yerim son nefeste bile. Öleceğimi öğrensem, şu vakit diye anında kabullenirim. Eşlik etmeni katiyen istemem. Öldürücüyü, bir yaz başı kasvetine kapılmadan, bir deniz sahilinde beklemek isterim. Son arzum da bu olsun.
Güpe gündüz denizin kıvranışını seyrederek gitmek isterim. Gece ölümleri bozar beni, yorar. Bedenimdeki izlerini beynimdeki eserini de bir bir yok ederim. Yani çöküşünü hızlandırırım vücudumun. Kollarımda, bacaklarımda, el ve ayaklarımda uyuşmaların başlamasını hiç önemsemem. Ama o vahşiliğin yakamdan tutup, boşluğa iteceği an beynimdeki uyuşmayı ve üşümeyi asla istemem. Bilirim en inanılmaz kaynaklara inanılır da, bu terk ediş destanına asla güvenilmez.
Kaç yıl yıkılmadan hüküm sürer ki şatafat. Yüz yılı bulan kaç kişidir Allanı seversen. Şatafatı bulmak için, hükümdar kızıyla illa da evlenilmez ki. Şair evlenmesi hariç şairler hep yalan söyler, inanın yalan. Her dilden latin harflerinin aslını inkâr etmesi gibi. Boş. Oysa alfabe asıl ehliyetsiz, liyakatsız ellerde bozulur. Şairle birlikte. Onlarda an gelir ve ölür.
Katmerli yakınlaşmalarla kırılır karlı dağların beli. Söz cevheri yataklarında amele olunur. Cana yakın ve çarpıcı etki uğruna, galerilerde ömürler heba edilir. Ehli ama doyumsuz ilişkilerle sallantının geçmesine duacı olunur. Üstelik varsayılan muhabbete ulaşamayınca uzuvlar, büsbütün kızılır. Hararetle dövülen demir o geceyi atlatmak üstüne, alet edevattır. Her yolculuğun sonu başlanılan yere dönmektir…
Gencinden yaşlısına bu nankör oyun oynanır ve kadife perde usuletle iner. Suhuletle eser. Yalan ne kelime ayan beyan dersen en gerçek hazine derim. Dünya dolusu iyilik, güzellik, mücevherat. Büyük İstanbul depreminde cenaze merasimi yapılmadan gömülen şiirler gibi dipdiri. Şiir ne dersen, can derim, canan, yanan. Ölüm ne dersen, şiir gibi yaşamak. Yaşamak ne dersen; masmavi göğün altında ara sıra bulutları tıkınarak, denize karşı, düş tanrısının gözü içine, küçük kaçamakları gece yolculuğuna çıkararak, sevişmek. Yeniden sevişmek. Ve kucağında kelebekler, şölene gider gibi sevinçli, bu gök bana yetmez diyerek sevmek.
Bekleme yok, sıfır noktasındasın. Vakit yok. Bahisler kapandı. Masal treni son yolcusunu arıyor, güvenilmez öldürücü sinsice yaklaşmış. Yanı başımda. Ortasına fıstıklı karışım konulan şekerpare tadında orta yere kurulmuşum. Ne söylerseniz kabulümdür. Karnımda çelik ağırlığı ve renklerden gri. Ey şair söyle, minik ressam çiz, fıkracı güldür, öldürücü sen şöyle dur. Sözcük dünyasını fethinizi alkışlayayım, tablonuza en tumturaklı bravoyu çekeyim. Katıla katıla güleyim eften püften sululuklara. Biliniz ki ellerim ikinci dereceden yanık, diş macunu sürmüşüm ellerime. Artık göremiyorum, göremeyince de gülemiyorum. İşitmiyorum dilimin söylediğini. Öldürücü ölümü öp.
Sona bir kala bir parça pamukla aklım tıkansın istemiyorum. Aksın suyum koylara, denize. Akan selin önünde duramazdım ki bir başıma. Durulmasın. Sayım suyum yok ama gelecek bahar hatırlanmak en baba dileğim. İstersen olurmuş derler, istiyorum. Yaz başı güneşlenmeyi telaşın bittiği günlerin sarı sıcağında her gölge altına sinerek yanmayı. Sivriliyorum. Sonra bir sivri dilli ölmüş diyecekler. Olsun varsın. Ev halkı ne derse desin iptalimi istiyorum çifte minarelerden. Tabutumu havada asılı tutan hürmeti, kerevete sığmayan mahremiyeti. Adam olana çok bile bunlar.
Kevser suyundan içtim, iktidarı göremedim, ama itibarımı hiç zedeledim. Dostlarım, cenaze görsün gözünüz. Efendiler ardımdan ne derseniz deyin. Takmam. Sabah olunca kim ne yana düşer, dağılır, yakılır anlarsınız. Dengesi bozulmuş doğanın renkleriyle harmanlanır çamlıklar ve bendeniz dört bir yana dağılmış yakarılarla, çiçek çiçek güneşe dönerim soluk yüzümü.
Hayat işte, bu dünyadaki işlevim tamam. Kızım olursa ismi şu, oğluma bu ismi takacağım diye daha çocuklukta isimlerden isim beğenmiştim. Belleğimde el ele tutuşan iki çocuk elime varıyorlar. Aynı seçtiğim isimleri bağırıyorlar. Ve beni çağırıyorlar. Beni bekliyorlar.
Ben de daha gecikmeden, gitmek gerek, gidiyorum…
Gecikmişim yoluna kurban olduğum. Zaten geçmiş gitmiş bizden be ustam. Sade yitik özgüvenle bitik duygular ifade buluyor. O kadar. Sonunda Çavuşo da doğmuş, asma kilitsiz kapıda ölmüş derler ve hemencek oraya defnederler. İşte bende fıkra bu kadar. Çünkü çağırıyorlar ve bekliyorlar. Kim mi? Onlar…
Menü defne yaprağı, limon kabuğu takviyeli. Ne hazırladıysan yerim son nefeste bile. Öleceğimi öğrensem, şu vakit diye anında kabullenirim. Eşlik etmeni katiyen istemem. Öldürücüyü, bir yaz başı kasvetine kapılmadan, bir deniz sahilinde beklemek isterim. Son arzum da bu olsun.
Güpe gündüz denizin kıvranışını seyrederek gitmek isterim. Gece ölümleri bozar beni, yorar. Bedenimdeki izlerini beynimdeki eserini de bir bir yok ederim. Yani çöküşünü hızlandırırım vücudumun. Kollarımda, bacaklarımda, el ve ayaklarımda uyuşmaların başlamasını hiç önemsemem. Ama o vahşiliğin yakamdan tutup, boşluğa iteceği an beynimdeki uyuşmayı ve üşümeyi asla istemem. Bilirim en inanılmaz kaynaklara inanılır da, bu terk ediş destanına asla güvenilmez.
Kaç yıl yıkılmadan hüküm sürer ki şatafat. Yüz yılı bulan kaç kişidir Allanı seversen. Şatafatı bulmak için, hükümdar kızıyla illa da evlenilmez ki. Şair evlenmesi hariç şairler hep yalan söyler, inanın yalan. Her dilden latin harflerinin aslını inkâr etmesi gibi. Boş. Oysa alfabe asıl ehliyetsiz, liyakatsız ellerde bozulur. Şairle birlikte. Onlarda an gelir ve ölür.
Katmerli yakınlaşmalarla kırılır karlı dağların beli. Söz cevheri yataklarında amele olunur. Cana yakın ve çarpıcı etki uğruna, galerilerde ömürler heba edilir. Ehli ama doyumsuz ilişkilerle sallantının geçmesine duacı olunur. Üstelik varsayılan muhabbete ulaşamayınca uzuvlar, büsbütün kızılır. Hararetle dövülen demir o geceyi atlatmak üstüne, alet edevattır. Her yolculuğun sonu başlanılan yere dönmektir…
Gencinden yaşlısına bu nankör oyun oynanır ve kadife perde usuletle iner. Suhuletle eser. Yalan ne kelime ayan beyan dersen en gerçek hazine derim. Dünya dolusu iyilik, güzellik, mücevherat. Büyük İstanbul depreminde cenaze merasimi yapılmadan gömülen şiirler gibi dipdiri. Şiir ne dersen, can derim, canan, yanan. Ölüm ne dersen, şiir gibi yaşamak. Yaşamak ne dersen; masmavi göğün altında ara sıra bulutları tıkınarak, denize karşı, düş tanrısının gözü içine, küçük kaçamakları gece yolculuğuna çıkararak, sevişmek. Yeniden sevişmek. Ve kucağında kelebekler, şölene gider gibi sevinçli, bu gök bana yetmez diyerek sevmek.
Bekleme yok, sıfır noktasındasın. Vakit yok. Bahisler kapandı. Masal treni son yolcusunu arıyor, güvenilmez öldürücü sinsice yaklaşmış. Yanı başımda. Ortasına fıstıklı karışım konulan şekerpare tadında orta yere kurulmuşum. Ne söylerseniz kabulümdür. Karnımda çelik ağırlığı ve renklerden gri. Ey şair söyle, minik ressam çiz, fıkracı güldür, öldürücü sen şöyle dur. Sözcük dünyasını fethinizi alkışlayayım, tablonuza en tumturaklı bravoyu çekeyim. Katıla katıla güleyim eften püften sululuklara. Biliniz ki ellerim ikinci dereceden yanık, diş macunu sürmüşüm ellerime. Artık göremiyorum, göremeyince de gülemiyorum. İşitmiyorum dilimin söylediğini. Öldürücü ölümü öp.
Sona bir kala bir parça pamukla aklım tıkansın istemiyorum. Aksın suyum koylara, denize. Akan selin önünde duramazdım ki bir başıma. Durulmasın. Sayım suyum yok ama gelecek bahar hatırlanmak en baba dileğim. İstersen olurmuş derler, istiyorum. Yaz başı güneşlenmeyi telaşın bittiği günlerin sarı sıcağında her gölge altına sinerek yanmayı. Sivriliyorum. Sonra bir sivri dilli ölmüş diyecekler. Olsun varsın. Ev halkı ne derse desin iptalimi istiyorum çifte minarelerden. Tabutumu havada asılı tutan hürmeti, kerevete sığmayan mahremiyeti. Adam olana çok bile bunlar.
Kevser suyundan içtim, iktidarı göremedim, ama itibarımı hiç zedeledim. Dostlarım, cenaze görsün gözünüz. Efendiler ardımdan ne derseniz deyin. Takmam. Sabah olunca kim ne yana düşer, dağılır, yakılır anlarsınız. Dengesi bozulmuş doğanın renkleriyle harmanlanır çamlıklar ve bendeniz dört bir yana dağılmış yakarılarla, çiçek çiçek güneşe dönerim soluk yüzümü.
Hayat işte, bu dünyadaki işlevim tamam. Kızım olursa ismi şu, oğluma bu ismi takacağım diye daha çocuklukta isimlerden isim beğenmiştim. Belleğimde el ele tutuşan iki çocuk elime varıyorlar. Aynı seçtiğim isimleri bağırıyorlar. Ve beni çağırıyorlar. Beni bekliyorlar.
Ben de daha gecikmeden, gitmek gerek, gidiyorum…
KAVANOZ DİPLİ DÜNYA
KAVANOZ DİPLİ DÜNYA
En güzel günlerimmiş meğer o günler. Neden bitti, ne kadar sürdü bilemeyeceğim. Sanırım çok çabuk büyüdüm, çocukluğum da gün güne öldü. İçimde ağlasa da sarımtırak fırça saçlı çocuk, anladım ki büyümek yarı yarıya ölmekmiş…
Her ilkbahar sıcağı yürekleri sardığında, derinde en derinlerde dönmüş hislerim kıpraşır. Yaza yakın yüreğim sızlar. Yüreğimi sızlatır kaç bahar sonra kavanoz dipli dünyada aniden karşıma çıkışın. Solmuş çiçekler seni sorarken, sağa sola saçılmış zenginlikte kaç sene seni, seni aradığına pişman olacak denli yüreğim sızlar. Yürekten sararım sıcağını, buz tutmuş bedenimde eriyişin hızlanır. Hızlanır ve cemre havaya düşer. Tutarım demet demet elimde seni. dilerim doğadan dilek dilek üstüne. Sadece yüreciğinin üşümemesini.
Şimdi yapma çiçekler boğuyor ilkbaharı. Yaza yakın. Kavanoz dipli dünya içinde neler neler saklıyor…
Çocukluğumun yaz odasını saklıyor mesela. Odadaki misafir odalarına yaraşır antika dolabı. Ve dolaptaki kavanozu. O küçük kavanoz cam kavanoz değil de büyücek bir cam şişeydi sanki. Heveslerimi kristalleştirirdi onun durduğu köşe. Zehirlemişti beni iyiden iyiye. Hasır koltuğun önünde, üstü kalın camdan bir sehpa dururdu. Üstünde küçücek demir aksamlı bir abajur ve kristale yakın camdan vazo. İçinde hep taze çiçekleri olan. Yaz, kış evimiz çiçek açarmış gibi kokardı. Papatya kokardı çoğunlukla. Yayla çiçekleri kokmazdı ama. Gökkuşağı renkleri taşınırdı bu esrarengiz köşeme, göz kamaştırıcı ahenkle.
Elime değişik renk ve tonları sunarlardı bıkmadan usanmadan. Alır saklardım hepsini dolabıma. Sıkıldıkça çıkarır bakar rahatlardım. Elyaf elyaf sarardı sapsarı papatyalar dünyamı. Kitaplarımın sayfaları arasına dizerdim az kuruyanları. Gözlerimde isyan çiçeği, bütünüyle bir başkaldırış olurlardı. Gizlerim dökülürdü sallasan antika dolaptan.
Sıcak su konulmalıymış vazoya, papatyaların ömrü uzun olsun diye onu da öğrendim. Ve her gün bir su bardağı sıcaklık ilave ettim vazoya. Kelebekler dans ederdi bu pistte, çeşitli ebatlarda ve çeşit çeşit renkte. Yaldızlı akşamlarda gökyüzünü yıldızlar boğana dek resim fırçası elimde uyurdum.
Günden geceye ağırdan sallanan hasır koltuğa oturup saatlerce okurdum. Fırçamı dizlerime koyduğum tuvale binlerce defa okşar gibi dokundururdum. Ağaç dalları, gül yanakları, yeşil yaprakları, gelincik çiçeklerini değişik kombinasyonlarla düşlerdim. Çiçekler arasında belli belirsiz seni oluştururdum. Bir demet boşluk olurdu hep yüreğimde. Dönerdi başım rüzgâr fırıldağı gibi, daha bir sabitlerdim kendimi koltuğa. Hasıraltı edemediğim mükemmel hazırlanmış buketler keserdi önümü. Yön bulamazdım zevkime göre. Polisiye romanların ucuzcu sokaklarında kaybolurdum, yaşlı bir nine bulurdu beni çıkmazın başında. Başımı okşar, gözlerimden öper, elimden tutar yine hasır koltuğun yanına ulaştırırdı.
Kavanozun içine akciğerli kırmızı bir süs balığı attım, yönümü o tayin etsin diye. Rengârenk kuyruğunun kıvrak hareketleriyle yol iz buldum derinliğe. Bir gün kavanozun değiştirdiğim suyunu fazla kaçırınca, intihar etti pusulam, süs balığım. Onu antik dolabın yanında iki seksen yatar buldum. Ve bulaşık teliyle yavaş yavaş ovalayarak dolabımı sildim. Acımı dindiren bir keyifle.
İşte o an takılmıştı gözüm kırmızı kadife kaplı resim albümüne...
Sarı sararmış fotoğraflarda tanınmış yüzler aradım. Kimseye sormadan roller biçtim onlara, yakınlık, yarenlik kurdum. Şövalye yüzüklü ince kıyım bir orta yaş delikanlısı yatağına oturmuş bir hap yutuyordu. Şu yanda gördüğün sakallı köylü var ya deden dedi. Bende dedenim. Bir arka sayfada ceketi omzunda yürüyen fulü fotoğraftaki de benim. O hasta olmadan önceki halimdir, ama vurmuş illet de haberim yokmuş, haberim yokmuş hiçbirinden.
Albümdekiler bir bir tanıttılar kendilerini, çok sevdim hepsini de. onlarda beni sevdiler. Kara önlüklü bir fotoğrafımı iliştirdim yanı başlarına. Artık albümü hiç açmasam da sohbet edebilecektim onlarla.
Kavanoz dipli dünyayı anlatabilecektim…
En güzel günlerimmiş meğer o günler. Neden bitti, ne kadar sürdü bilemeyeceğim. Sanırım çok çabuk büyüdüm, çocukluğum da gün güne öldü. İçimde ağlasa da sarımtırak fırça saçlı çocuk, anladım ki büyümek yarı yarıya ölmekmiş…
Her ilkbahar sıcağı yürekleri sardığında, derinde en derinlerde dönmüş hislerim kıpraşır. Yaza yakın yüreğim sızlar. Yüreğimi sızlatır kaç bahar sonra kavanoz dipli dünyada aniden karşıma çıkışın. Solmuş çiçekler seni sorarken, sağa sola saçılmış zenginlikte kaç sene seni, seni aradığına pişman olacak denli yüreğim sızlar. Yürekten sararım sıcağını, buz tutmuş bedenimde eriyişin hızlanır. Hızlanır ve cemre havaya düşer. Tutarım demet demet elimde seni. dilerim doğadan dilek dilek üstüne. Sadece yüreciğinin üşümemesini.
Şimdi yapma çiçekler boğuyor ilkbaharı. Yaza yakın. Kavanoz dipli dünya içinde neler neler saklıyor…
Çocukluğumun yaz odasını saklıyor mesela. Odadaki misafir odalarına yaraşır antika dolabı. Ve dolaptaki kavanozu. O küçük kavanoz cam kavanoz değil de büyücek bir cam şişeydi sanki. Heveslerimi kristalleştirirdi onun durduğu köşe. Zehirlemişti beni iyiden iyiye. Hasır koltuğun önünde, üstü kalın camdan bir sehpa dururdu. Üstünde küçücek demir aksamlı bir abajur ve kristale yakın camdan vazo. İçinde hep taze çiçekleri olan. Yaz, kış evimiz çiçek açarmış gibi kokardı. Papatya kokardı çoğunlukla. Yayla çiçekleri kokmazdı ama. Gökkuşağı renkleri taşınırdı bu esrarengiz köşeme, göz kamaştırıcı ahenkle.
Elime değişik renk ve tonları sunarlardı bıkmadan usanmadan. Alır saklardım hepsini dolabıma. Sıkıldıkça çıkarır bakar rahatlardım. Elyaf elyaf sarardı sapsarı papatyalar dünyamı. Kitaplarımın sayfaları arasına dizerdim az kuruyanları. Gözlerimde isyan çiçeği, bütünüyle bir başkaldırış olurlardı. Gizlerim dökülürdü sallasan antika dolaptan.
Sıcak su konulmalıymış vazoya, papatyaların ömrü uzun olsun diye onu da öğrendim. Ve her gün bir su bardağı sıcaklık ilave ettim vazoya. Kelebekler dans ederdi bu pistte, çeşitli ebatlarda ve çeşit çeşit renkte. Yaldızlı akşamlarda gökyüzünü yıldızlar boğana dek resim fırçası elimde uyurdum.
Günden geceye ağırdan sallanan hasır koltuğa oturup saatlerce okurdum. Fırçamı dizlerime koyduğum tuvale binlerce defa okşar gibi dokundururdum. Ağaç dalları, gül yanakları, yeşil yaprakları, gelincik çiçeklerini değişik kombinasyonlarla düşlerdim. Çiçekler arasında belli belirsiz seni oluştururdum. Bir demet boşluk olurdu hep yüreğimde. Dönerdi başım rüzgâr fırıldağı gibi, daha bir sabitlerdim kendimi koltuğa. Hasıraltı edemediğim mükemmel hazırlanmış buketler keserdi önümü. Yön bulamazdım zevkime göre. Polisiye romanların ucuzcu sokaklarında kaybolurdum, yaşlı bir nine bulurdu beni çıkmazın başında. Başımı okşar, gözlerimden öper, elimden tutar yine hasır koltuğun yanına ulaştırırdı.
Kavanozun içine akciğerli kırmızı bir süs balığı attım, yönümü o tayin etsin diye. Rengârenk kuyruğunun kıvrak hareketleriyle yol iz buldum derinliğe. Bir gün kavanozun değiştirdiğim suyunu fazla kaçırınca, intihar etti pusulam, süs balığım. Onu antik dolabın yanında iki seksen yatar buldum. Ve bulaşık teliyle yavaş yavaş ovalayarak dolabımı sildim. Acımı dindiren bir keyifle.
İşte o an takılmıştı gözüm kırmızı kadife kaplı resim albümüne...
Sarı sararmış fotoğraflarda tanınmış yüzler aradım. Kimseye sormadan roller biçtim onlara, yakınlık, yarenlik kurdum. Şövalye yüzüklü ince kıyım bir orta yaş delikanlısı yatağına oturmuş bir hap yutuyordu. Şu yanda gördüğün sakallı köylü var ya deden dedi. Bende dedenim. Bir arka sayfada ceketi omzunda yürüyen fulü fotoğraftaki de benim. O hasta olmadan önceki halimdir, ama vurmuş illet de haberim yokmuş, haberim yokmuş hiçbirinden.
Albümdekiler bir bir tanıttılar kendilerini, çok sevdim hepsini de. onlarda beni sevdiler. Kara önlüklü bir fotoğrafımı iliştirdim yanı başlarına. Artık albümü hiç açmasam da sohbet edebilecektim onlarla.
Kavanoz dipli dünyayı anlatabilecektim…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)