6 Ağustos 2015 Perşembe

DENİZ GÖZLÜ KARA ZIPKALILAR…

DENİZ GÖZLÜ KARA ZIPKALILAR…

Kara zıpka giymiş zıpkın gibi delikanlıydılar. Her biri bir diğerinden cevval ve deniz gözlü. Kaynaklarda geçmeyen veya saklanan bir vasfa sahiptiler tümden. Tarih kaymasına asla izin vermeyen en parlak dönemin en gerçek figürleriydiler. Kara yeşil dağlardan, kara lacivert dalgalardan süzülen korkusuz neferdiler…

“ Bayrak bezinden barınaklarda külçe külçe insanlık ağırlanır. Onlar ağlar, ağlaşır ve ağırlaşırlar gözyaşı damlalarında. Tek katlı taştan cenik evlerde, iki katlı bağ evlerde, tümseklerde hendeklerde, ocaklarda bucaklarda külfetli hikâyeleri dolaşır hala.  Küf kokan teraslarda, yosun kokan kuytularda o süflü küflü gerçek hikâyeleri bir depolayan elbet bulunur.

Göndere yakın uzaklıkta sessizliğin sefaleti, kendince hakça en haklıları şah damarından yakalar. Ve Arnavut kaldırımlı yokuşlara ve kıyı boyu inişlere rengarenk yapbozdan resimler resmedilir. Külliyen yalan olmuş hikayeleri anlatanlarla, anlamadan dinleyenler o gökkuşağını hiç hissedemezler. Yaramaz adamlar kervanında yıllarca sürüklenmek ve sürünmek hiç de hak ettikleri paye değildir aslında. Yapılması gereken ise kararmış ak düşlere güneşli bir pencere aralamaktır sadece. Ve başka başka boyutlarda anılmanın ve var olmanın temel direği bu bilinçtir…”

Kutsal direniş renklendirilirken, tabloya biraz olsun nefti yeşil dağlardan tepelerden aşan gelen, kapkara denizin bir ucundan diğer ucuna kıyı kent takalarla dolaşan, gözü kara korkusuzluğu aşılayan ışkın gibi neferleri de katmak gerek. Kime ne ise kimilerine göre Kara hisar önlerinde can siperane direnişleri ve can vermişlikleri bile hiçlenir. Bilinen çağın bilinmeyen çağanlarıdır, kuzeyin kuzgunlarıdır bu denizi ağartan deniz gözlüler. Sadece resmi tarihe denk düşürülen bir kurgusal düşkünlük yüzünden hadise tersine cereyan eder. Tüm yararlıklar yavanlaştırılır ve boyunduruğa vurulur nedense koskocaman bir memleket. Reva görülen ceza, eza derecesinde kırar al doğanları. Karartır ak suları. Kabartır çavuş oğulları.  

Bire bir gerçektir veya değildir ama anlatılır her telden, mert ki mert karakterlerdir her biri bu kara zıpkalıların. Yavuklu yerine mavzere sarılan, kara zıpka giymiş zıpkın gibi alimler, abitler ve zabitlerdir. Kemençe mızıka çalıp horon tepen, düşman defeden, bedene değen kurşuna asla aldırmayan has vatan evlatlarıdır kara zıpkalılar. Tiradlara bırakılmış nice can taşırlar tiril tiril. Nicesi özgürlük macerasında, kutsal isyanda karşılık beklemeksizin saf tutarlar ve seve seve can verirler bu topraklara. Mezartaşları mermer, göğsüne kurşun değenlerden er isimleri can kuşunun kanadında asılıdır. Dünya durdukça dolaşırlar gönüllerde. Korkusuzca kara celladın yakasından tutmuşlukları saklıdır hala dillerde.

Doruğunda hürriyet ateşi yanar yaylakların. Çaresiz imdatlara kalenderce koşturmanın ve ölüme aldırmazlığın kalesinde şehit düşmüşlük yansır ovalara. Ve kalenin burcunda göndere çekilmiştir ebedi hayat. Ve vatan uğruna harcanmış deniz gözlü hayatlar bir bir birleşirler ve selama dururlar göndere ve deniz gözlüye. Gazinin sahile savrulan rüzgârında acıtıcı ve yürek delici mevzular zulalanır. Gırtlağına kadar memleket aşkıyla dolu bu açık sözlü, deniz gözlü, hiç korkusuz memleket uşakları ata aşkıyla dağlanmışlardır bir kere. İflah olmazlar. Gediklerden ustalara, kayasından obasına, bal ormanlardan büklere akar akar ve yanağında masmavi bir öpücük taşıyan kara denize dökülür kızıl ateş.

Ateş başında nesli tüketmişliğin coşkusudur camlara vuran, aynalara yansıyan. Anıların her zaman gözü yeşile çalanlara yüklenmesidir âşıklık. Ak sulardan çıkma alabalıklarla beslenirler ve bıçak gibi ayaz baldırlardan kasıklara değende bile içten içe yanarlar. İçtikçe içerler doğayı ve kayıtsız şartsız egemenliği. Bir mırıltı sendelemesiyle dağlardan dağlara ıslık ıslığa anlaşılır ve yayılır özgürlük kuşuna sevdalık.

Bir kalemde anlatmak mümkün değildir onları. Tüm kara zıpkalılar öyledirler işte. Nedeni niçini yoktur, köklerinde Çepniliğin tepkisi zıpkın gibi, ışkın gibi aşkla savrulurlar dört bir yana. Bu özlü sözlü, deniz gözlü memleket evlatları fişekliği çaprazvari kuşanırlar ve kuşağa da çifte hançer yerleştirirler. Kaması, kancası, tabakası, kabzası gümüş kakmalı cevvalki cevval kara zıpkalılardır onlar. Gecikmiş çığlıkları umutla, umursamazlıklarını yiğitçe atarlar. Türküler yakarlar, asla hak etmeyenin canını yakmazlar. Tarihin arka sokaklarında kara yapraklarda kahırlanırlar sadece.

Sebepsiz budanmaktan bir yılmışlık dökülür bahçelere, ocaklara. Nefretin neminde gerilmişler ama kurumlanmamışlardır hiç. Çarmıha gerilmişler ama dönmemişlerdir doğru bildiklerinden. Bulundukları coğrafyaya altın bulmuşçasına bu kadar tapan, sabırsızca koruyan, yedi düvele korku salan kimler ola ki. Onlar kara zıpkalı zıpkın gibi memleket uşakları. Uşaktırlar ama yiğitlik babında, asla uşak olmamışlardır zamana ve zamanı karartanlara. Kök utancıdır gözü kara oluşun özü. Belki acı yapışmıştır yüreklere ama kayboluşları, yitip gidişleri bile görkemlidir.

Kötü niyetli meltemler eser hasada yakın tüm ocaklara, tüm birleşmeler de o anılar işler ve şehir toptan tutunur o yüce aşka. Tıpkı kara zıpkalı zıpkın gibi atalarına benzer tondadır tutku. Onlar ki ışkın gibi sırmalılar salâvat getirip gelincik tarlasına yuvarlanıverirler ıslak kırmızı. Depolarda oburca dirilişin nefesi çekilirken üst üste kara zıpkalılar benzer şişinmelere gün o gün hala direnirler. Sahipli sahipsiz fısıltılar diyarında hır kovan, ayı boğan rolünde harmanlanırlar.

Kar boran inen tepelerde, azgın sesler ve koşuşturmacalar kendiliğinden kristalleşir. Ha uşağım ünlenişinde saklı, o suskun süzülüşler ve ebedi isyan kiminse kimin, zorlu umutsuz yarınlarda medcezirlerle akıl duvarına yaslanır. Mert dayanır ve kara zıpkalıların ruhu yeniden canlanır.

Kara zıpkalılar, zıpkın gibi, ışkın gibi delikanlı ve memlekete aşık deniz gözlü vatan uşaklarıdır…

KELİME, DİL VE SÜT…

KELİME, DİL VE SÜT…

Sorduğuna gereğince yanıt alınmadıkça ve sorulara ezber bozan yanıt bulunmadıkça asap bozucu ve azap veren sonu gelmez sorgulamalar başlar…

İşte kelimelerin sihirli gücü, tüm sorgulamalarda doğru yanıtı ararken hayallerin formüle edilmesine en üst perdede aracı olur. Hayaller kişiden kişiye, toplumdan topluma değişebilir. Ancak özlemlerin ifadesi her dilde ayni kelimelerledir. Kelimelerin anlamları çeşitlendirilebilir fakat halkların üzerinde etkisi benzerdir. Kelimeler iyi sıralandığında kötünün etkisi azalır, iyinin yetkisi değerlenir. İşte sihir de budur.

Kuruntu toplumsal bir gerekliliktir belki ama boştur. Vazgeçilmez bir gerçeklik vardır ki o da çoğunlukla gerçeğe tercih edilen hep kuruntulardır. İleriye gidememek, ilerisini görememek de işte bu yüzdendir. Tam bu yüzdelikte deneyim çok işe yarar. Deneyim akılla buluşunca toplum artık eski masallara hiç mi hiç kanmaz. Ve dilin önemi ayan beyan ortaya çıkar. O önemseyişle tüme varan da, tümden gelen de tek bir tümcedir;

“ Bu dil ağzımda anamın ak sütüdür…”

Kelimeler İstanbul Türkçesiyle ve doğaçlama elin altında oynaşırken çapraz bant yapıştırılmış güncellemeler içten içe gücenir. Kelimeleri o güceniklikle celallendirmek hiç de akıl karı bir iş değildir. Aslında kurusu satılamayacak, yaşı kuruşu kuruşuna hesaplanması gereken değerler silsilesidir kelimeler. Ayrıca hayatta öyle değerler de vardır ki anlatmaya kelime hazinesi yetmez. Öyle bir hazinedir ki o; akıl hafifliği veya akıl ağırlaşması ile susulunca değerini aniden yitirir. Dil lal olur, kelimeler bal olur. Bilgi bilgi olur ve karınca kaderince açılmaya susar. Ve dil büyür çocuklarla ve o çocuklar yarınlarda hesap sorar. Hesap o ilk cümleyle başlar;

“ Hani bu dil ağzında annenin ak sütüydü?...”

Bu gelecekteki temel en temel sorudur aslında. Ve verilecek yanıtı da yoktur. Varsa da akla gelmez ilk etapta. Çok yanıtı var diyenler kelimelerin sihirli gücünden hiç etkilenmeyenlerdir. Asıl güceniklik kinetik enerji ana hedefe yönlenince yönlendirilince ortaya çıkar.
Yön tayin ederek ata uçmayı öğretme masalına inanlar ve inanmayanlar belirler kanatlarda gizli hüneri. Her gevşeklik üzüntüyle biteceğinden bu gerginlikte kelimelerin kadrine güvenmek gerekir sadece. Bazen güzel öğütlerle mücadeleye devam demek bile çare olmaz hüsnü kuruntulara ve kurumlanılır dilden öteye. Dilsiz devletleşilir. Aslında ana şefkatine layık olmak içindir dile hürmet.

Kovulmaktan ve kavrulmaktan beter günlerin yaşamsallaştığı şu dönemde acıları gereğince paylaştıkça hak edilir mutluluk.
Ve her mutlulukta en yoğunluklu pay sahipliği ise kelimelerindir. Kararlı olmak, tavsiyeleri tartmadan tutmak değildir. Bazen en basit işlerde ve en geniş zamanlarda hissedilen sancı ve titreme kelimelere kelaynaklıktır. Savruluşun şiddetiyle de olsa tavsiyelere vekalet edilemez, edilmemelidir. Ve kelamın kalemi kul ettiği tek cümledir;

“ Bu dil ağzımda annemin ak sütünün özüdür…”

Hızla sona sürüklenilen şu ihtiyar dünyada hatırı sayılır bir nüfus açlığa ve sefalete mahkûm. Toplamda bir o kadarı da açlık tehlikesi ile baş başa. Hani insanlığın önünde açılan yeni ufuklar. Ufukta ilkel düzeyde yaşamlar, garantisiz hayatlar buharlaşıyor durduk yerde. Herkese eşit miktarda yetmesi için dengeli bir dağıtım çabası ise hiç yok. Varsa yoksa götürmece derdinde bir hiyerarşi oluşmuş sanki emperyal cenahta. Kapitalizmin vahşiliğinden kaçınılmaz biçimde anarşiye sürükleniyor dünya. En kötüsü ise kelime fakirliği, dil açlığı ve dil yarası. Şu yürek acıtan insanlığın ve nesillerin açlığa mahkûmiyeti gerçekliği bile dil sayesinde aşikar. Aşikar ama özümsemek gerek felsefeyi tek cümlede;

“ Ağzımdaki bu dil annemin aksütüdür, özümdür…”

Sorulana hakkınca cevap verilmedikçe ve sorulara adaletli yanıt bulunmadıkça sonu gelmeyen asap bozucu ve azap veren sorgulamalar devam eder. Ve halklar daralır…

Müthiş ve muhteşemdi diyerek büyük bir riskle bağlanılan dün ise bu günlere taşınır. Yetmez gündönümünden yarınlara aktarılır. Yeryüzüne üzgün seneler, gökyüzüne aşkın aykırılıklar dizilir. Ve söz birikir, dil susar, kelimeler kaçar. Söylesen suç, yazsan günah günlerde kelimelere dökül desen dökülmez. Dökülme desen kendiliğinden örülür saydam duvar. Ve ılım ışık patlar evren. Pat diye bir cümle dağılır galaksiye;

“ Bu dil ağzımda annemin ak sütünün özüdür, özümün özü, gözümdür…”

Şimdi dilden dile yarınlara acımak zamanıdır. Dilden dökülen süt renkli kelimelerle de bu güne isyan…

SÜZGEÇ…

SÜZGEÇ…

Çelik zırhını kuşansa da fani, görünmezliğe ve dokunulmazlığa bürünse de, ölüm gelir görür ve bulur. hem de en kudretliyken çelik zırhlılar. Bağışlamayan bağışlayamayanlar, üstelik hiddetliyken asla hoş görmezler hiç kimseyi ve dünyayı. Bağışlanmaz hiç ama hiç bağışlanmazlar vakti zamanı geldiğinde ve süzgeç hakkıyla eler tüm ölümlüleri…

“ Bir ateş topu yuvarlanıyor denizlerden. Delirtici hayranlıklar tekerleniyor alanlara. Dev posterler imzalanıyor geçici hevesle. Ve çok geç uyanmışlığa tenekeden madalyalar kalıplanıyor. Gerçekten geleceğe sağırlaştırıcı bir tokat şaklatıyor zaman. Sanki beyaz elbiseli devler her yerde cirit atacak. Akıldan geçenlere bakılsa süzgeçten elenen onca gün, ay yıl tutup çıkarılmamış dipsizlikte yatıyor. Bu mavi kelebekler tarzında uçuşmak da bir yere kadar. Günübirlik heyecanlar neyin nesidir anlamak mümkün değil. Sanki tazecik bahar kokuları fışkırıyor evrene. Fıs fıs fıslanan korkuların yerine ise cesaret evrenselleşiyor. Sanki haleler dolaşacak akıl üstünde ve sendeleyen ayaklara güç nakledilecek. Her şey tasarlanan ne varsa yerle bir olduğunda bu alanlarda seyirciye has sevdalıklar da kalmaz. Yeni sevdalıklar artık boynumu vuracaksanız vurun demektir ilahi kudrete. Bir oraya bir buraya seğirten çocuklar gibi şendir artık ruhlar. Koşuşturmaca bittiğinde ise kana ve ete bürünen şekliyle iğne deliğinden geçer zaman. Ve asla zehirlemeyen zehir havaya karışır. Sonsuz sayıda ateş topu dağılır denizlere…”

Yelkenliler ve mavnalar zevk zehrinden uyuşan balıkların peşini bir türlü bırakmaz. Tahrip ve imhalar başladığında ‘ol emri’ ihmale gelmez. Ancak devrin topunu ateşlemeye tek bir iğne de yetmez. Devler uyandığında ise toplar da yetmez. Maddeten kayıplar verilir, manen de yıkım başlar. Dolanılan ve doyulan mevkilerden acil düşüşler başlar. En fedakâr görünen zamaneler de zenneler de kaçamazlar çelik zırhın ağırlığından. Müslümanlıktan süslümanlığa devrilmiş devşirmeler en zamane zırhlarını kuşanırlar ama israfa bulanmışlık artınca filler zamanı durduran sıfır gongunu çalar.

Çalan gonkla süzgeçten harp gemileri, zırhlı kruvazörler, gambotlar, muhripler süzülür. Denizler ateş rengidir artık. Kara ise başka bir muamma. Elenmeyecekler bir tek denizaltılardır. Ve denizleri sakinleştirirler içten içe, kayı dan kıyıya. En hızlı biçimde işlem tamamlanır ve hava kararır. Yerde, gökte ve denizlerin derinliklerinde ispatı zor bir ateş belirir. Sıfır anı üflendiğinde ise büyük ateş alevlenir, yanar ve yakar.

Ateşten bir cümle asılır göğe, ‘gizli günahlar yapana, açıktan işlenen günahlar ise herkese zarar verir. O halde engel olmak gerekirdi. Ama olmadınız…’

Fırsat varken hep sevmek gerekir süzgeçten süzülenleri. Sevmek gerek bu dimdirek yalnızlığı. Yalnız ve kocaman bir çınar olmayı. Köklenilen, sürgün verip filizlenilen, sürülen şu bereketli toprakları. Dağ bayır, dere tepe demeden her zerresini. Özlemlerin tümünü özlemek, özledikçe sevmek gerek. Kırmızı gelinciklerle tavlanmış baharları. Sevmek ve beklemek gerek yazları. Yaprak kımıldamayan akşamlarını da, tufana denk gecelerini de. Bir varmış bir yokmuş diye başlayıp nice haltlar karıştırdıktan sonra mutlu sonla biten masalları da. Dost masalarına çöreklenen masal devlerini de. Çünkü ‘Bu memleket bizim’…,

Ayrıca sevmek gerek tüm son durak çelişkilerini. Araç işlemez, akıl ermez, çamur dinlemez devirleri. Kaldırımsız çamur deryalarını. Paçaya bir bulaşıp pir yerleşen yoksulluğu. Bünyelerde bütünleşen çelimsizliği. Varsıllığın varını değil arını. Kelimelere vurmuş zenginlikleri ve ıssız cami avlularını. Çünkü ‘ Bu sevda bizim’…

Süzgeçte biriken tortuya aldırmadan hırs bürümüş yılların yanıtlanamayan sorularıyla yüzleşildikçe sevda artar. Artar çünkü yaşamlar vardır büklüm büklüm özgürlüklere adanmış. Hayat öyküleri vardır hürriyete tapınmış. Cepheden cepheye hazırlıksız yürekli savruluşlar vardır. Karadan ve denizlerden sevkiyatlar vardır sonsuzluğa hasretlikle. Her harekâtı an itibariyle yükselten inanç vardır temelinde. Bu öyle bir temeldir ki ölümden öte köye yerleşmektir harcı çimentosu.

Süzgeçten sıyrılan denizaltılar boğazlardan geçerken en kudretlilerin de boğazları kurur. Beklenen gün bizi bulmaz, yakalamaz rahatlığı bir anda söner. Bir ateş topuna dönüşür sular.

“ Binlerce ateş topu kıyıdan köşeden değer memleketin melekelerine. Ama değersizleştiremezler. Binlerce ateş topundan ve binlerce harpten daha zarar verir süzgeçten hakkınca elenmemiş çelik zırhlılar. Çepeçevre kılıç, ok ve mızrak yaraları, mayın, top ve gülla yanıkları avuç ayası kadar yer kalmaz toprağı havalandıracak. Hangi denge unsurudur değişik din ve dillerde dualar etmek ve yakarmak. Esenliğe hasret gözler uyumaz. Ölüme yatarlar korkusuzca…”

Süzgeçten süzülmeden önce sığınılacak tek liman ise orta yaş efendiliğidir. Doğayı korumak, doğanları yaşatmak için ölümsüzlüğün ışığında yanmaktır mesele. Dünyaya katkı sunmak ve iki cihanda ölçümlerden, ölçüldükçe alın akıyla çıkmaktır gaye. Orta yaş efendileşmesi yoksa eğer aşı tutarsa veya tutmazsa neyime deyip yalancı hüzün çökmeleriyle süzgeçten süzülmekten sıyıracağını sanmaya sanrılanılır. Tanrısı sanrı olanlar zamanı iğne deliğinden geçirmeye çalışırlar ama kara delikler onları yutar.

Kara melek çelik zırhını kuşanmış dokunulmazlık ve görünmezliğe bürünmüş en kudretli fanileri de, gelir görür ve bulur. Hiddetli ve şiddetlileri, bağışlamayan ve bağışlayamayanları, kimseyi ve dünyayı asla hoş görmeyenleri de süzgeç hakkıyla eler. Süzgeç tüm ölümlüleri hakkıyla süzer.

Bağışlanırlar veya hiç ama hiç bağışlanmazlar, kim bilir?

BEYİN GÖÇÜ…

BEYİN GÖÇÜ…

Her üniversite sınavıyla ve her kep atışıyla güzelleşen, önkayıt ve kayıtlarla netleşen süreç beyin göçüne adım adım yaklaşmaktır…

Her alandaki üretimin bağımsızlığı, her alandaki özgürlüğü ve bireysel özgürleşmeyi doğurur. Özgürlük aşkı bir nevi zenginlemektir şu fakir dünyada. Bu doğurganlıkta emekleyen kavramsal bütünlük tüm ülkeler ve dünya için de geçerlidir. Yani bağımlılık ve bağımsızlık iki yandan en başta beyin göçünü tetikler.

Telin ucunda tüneyen iki değişik simgedir. Biri vatan, diğeri gittikçe küçülen dünya kuşu. Beyaz mermerin üzerinde harflerin simleri dökülmüş bir masa başı isimliğidir tüm gelişmeler. Anıların tortusu öyle kolay kolay temizlenemez. Silinir sanılır zihinden ama böyledir gerçeğin gözü, asla silinemez. Toz bezleri dayanmaz kum fırtınalarına ve beyaz tuvaller kararır. Kör olası karanlık fırça fırça dağılır, dağılır memleket memleket.

Bilgi fazlasına hayır diyebilmek yürek işidir. Fazla bilginin zararı olmaz deyişi de kocaman bir safsatadan ibarettir. Asıl ibretlik olan ülkeye yarar getirmeyecek ve üretime dönüşmeyecek bilgilerin bilenininden bolca yetiştirmektir. Şu gittikçe elverişsizleşen ülke ekonomisine asla yön veremeyeceklerin bilginliğidir bu karmaşa.

Eğit  yetiştir gönder dışarı…

Telin ucunda iki değişik alem biri vatan, diğeri koskoca denilen ama küçüldükçe küçülen bir dünya. Ülke üretiminin kullanamadığı değerleri tonlarca masrafla yetiştiren bir ülke bu ülke. Hırslar ile burslar ile çalışacak iş imkânları, istihdam alanları olmadan tesisleştirilmiş beyinler topu bu ülke. Ve top yuvarlanıyor çizgi dışına. Haklı olarak hem de. Çünkü değer yaratabilmenin yolu üretebilmenin durağında hapis. Dışarıdaysa geniş en geniş imkanların sunumu. Gidiliyor, gidilebilir, gidilecek elbet, çünkü bin emek öğrenilenler uygulanacak işin doğrusu.

Yetiştir yetiştir beyin göçü…

Bu ülkede demek ki eğitim de dışa dışarı bağımlı ve emperyal dünyaya endeksli. Hizmette sınır yok büyük sermayeye. Ülke için üretim gerçekleştiremeyecek alanlarda ülke insanını  gençlerini bin paraya ihtisaslaştırmak ne manaya manasız hizmettir apaçık belli.

İhraç merkezi bir yüksek öğrenim…

Göç toplumu olmaktan gelen vazgeçilmez alışkanlıklar genlerine işlemiş bireyler olarak yetişmişlik var serde. Yetişmiş insan gücünün ihracına yönelik beyin göçü gerçeğine göz kapamak resmen kayba davetiye çıkarmaktır. Hem göçeriz hem de vatan vatan diye hasretten ölürüz bin yıllardır. Felaket geliyorum der ama görülmez, fiyatı ucuzlayan yöneticiliğin, hakkınca seçmeyi bilmeye varışın önlenmesidir beyin göçleri.

Olamaz böyle bir beyin göçü…

Beyin gözü görür beyin göçü göçer ve suskun atılır kahkahalar. Issızlık kiminse kimindir ve çok uzaklara sanki soluk soluğa sonsuza göçülür. Kaybediş suçuna umutla yapışır cılız kollar. Gözler açılır gurbete özleyişler tanrısal bir güç gibi yürek yakar. Fakat iş işten geçmiştir.

İnsanlar ilim öğrenmeli, ilim Çin de olsa gidip almalı ve öğrendiğini de rahatça paylaşmalı. İnsanlık adına bir şeyler yapmalı. Böyle işler düzenek. Ancak göçü güç eyledikçe en hakikisinden sınırlardan çıkışa acil yollar bulunur. Sınırlar tutulur, ülke içten içe kurtulur.

Öz yitimi, beyin göçü…

Uzun içlenişlerin ve nedenli nedensiz inleyişlerin bilimsel kaynaklara yansıyan tatlı görüntüsüdür beyin göçü. Ana ninnisiyle uyuyup çan sesleriyle uyanmaktır beyin göçü. Yüzlerde kırık çizgiler arttıkça yakınlaşmalar başlar göç uzağı bu ülkeye. Ama nafiledir döngel, alışılamaz gençliğin anılarına. Yani şehirler yalnızlaşır her beyin göçüyle. O şehirler ki asla sabaha karşı bulutları selamlamazlar bir daha. Beyin üstüne beyin kaybettikçe dağılır şehirler.

Sarı saçlarda bahar şarkısı, çıplak göğüslerde güz yağmurları sırtüstü yatışlarda kış güneşi bir daha hiç düşmez beyin göçerlerinin payına. Utangaç dudaklar tek bir kelimeye tabidir görülen eğitim ve bitirilen kurslarla, beyin göçü.


Beyin göçü, evin göçü…

Evlerden dışarı huzura bir elçi çıkar ve muhakkak biz seni en ciddi şekilde muhafaza ederiz ve abat ederiz der. Kaynaşılır bir süreliğine de olsa. Belki diz çöker, el etek öper kandırılır göçerler hepten. Çünkü lazımdır onlara iyi yetişmiş genç beyinler. Ve sonra alışılır ve değişilir.

Öğret öğret beyin göçü...

Barış süngüleri çekilip demir villaların kapılarına dayanıldığında krediler biter. Nakite aldanmalar başlar tepeden tırnağa. Issız bozkırın dediğinin dışına çıkılır ve unutulur bir şeyler. Bu unutkanlık ve umursamazlıkla beyin göçüne kapılanların hangi dünyaya uyanacağı da hiç bilinmez. Hiç de belli olmaz yer nere, mekan nere. İşte beyin göçü o ıssızlıkta sessizliğe saygı duruşudur. Ve başlar film, film başlar. Kahramanları aynidir, biz.

Böyle giderse bitmez hiç beyin göçü…

3 Ağustos 2015 Pazartesi

DİFÜZYON VE SAVAŞ…

DİFÜZYON VE SAVAŞ…

Savunulan sihirsel ve sinirsel iletiler teorisi ne olursa olsun cereyan eden negatif olaylar karşısında siyaset yörüngesini şaşırdı. İç ve dış etkiler ve yönlendirmelerle güdülen veya diktalanan politika ve uygulamalar, yiten canlar neticesinde anlaşılırlığını ve güveni kaybettikçe kaybediyor. Her türlü acı kayıplar çok yoğun bölgelerden az yoğun bölgelere doğru hareketleniyor ve bu net akış hızla devam ediyor…

Sürmeli gözlerden süzülen yaşlar ve toplumu derinden yaralayan üzüntüler ağustosa dayandı. Şu en sıcak günlerde ılık ılık akan kan panolarda sırıtıp duruyor. Çivi yazısı ile yazılmış gibi olsa da itina ile tutulan kayıp çeteleleri iyice can sıkmaya başladı. Emanetçi bir idare ile bu denli bir hışmın duvarlara asılması akıl duvarını yıpratacak denli ağır bir yük. Hep tek bir masala inanmışlıkla yepyeni görünen ama ayni masallar anlatılıyor cümle âleme. Anlatanı belli inananı belli nice pahalı inançların eşiğinde saklanan bir iç savaş yaşanıyor neredeyse. İnsanı kul eylemişliğin apaçık içe ve dışa vurumu yaşatılıyor yaşlı dünyaya. Bu hikâyeyi kaç baskı görmüş insanlığın yeniden kitabı yazılır belki. Yazılır ama artık kimseler de okumaz.

Gerilim beyine açılan tüm pencereleri kapayınca akılcı davranmak da asla söz konusu olamaz. İşleyiş çarkı çekirdeğinden çeperine bozulur. Bu bozulmayla dipfrizde bekletilen difüzyon başlar. İnsan seliyle oradan buraya savrulan canı hiçe sayılmışlar, aklı alınmışlar yeni sürüklenmeleri tetikler. Ve sinirler alabildiğine gerilir. O sinir harbinde sinecek bir yer, sığınacak bir liman, savunulacak bir değer bulmak da epey zorlaşır. Gölgelenecek bir köşe dahi kalmayınca metezori her söze ve melodiye kendiliğinden yabancılaşılır.O yabancılaşmayla birlikte olayların gittikçe artışı, ayrıksı bileşenlerin öbek öbek küçük çaplı dağılımı, sınırsızlık ve bölgenin yüzey alanının çok büyük olması, ateşin el ve sermaye birliğince yükseltilmesi ve benzer faktörler difüzyonun hızını da gittikçe artırır ve difüzyonu yaygınlaştırır.

O baygınlıkta kara taştan tiyatroda sahnelenen oyunlara baktıkça paravanlar arasından görünen kadarıyla görülür tüm sırlar ve sınırlar. Yani bitişi ve yok oluşu emer duvarların karası. Ardı ardına toprağa düşen cemreler de bitiremez bedenlere ve akıllara tüneyen kurdeşenleri. Pergeli açılan ve peykesine uzanılan gerilim sinirler üzerinde sinir sektirir. O sekme de aşındırılan hayatlar anayasal haleleri arar hale gelir. Faşist dönem ürünü olduğu halde o bile mükemmel görünür gerçekleri gören gözlere. Öyle bir şartlanmadır ki can yakar. Her şey bir yana aslında tırmandırılan yangın yol ortası değersizleşmedir. Kara taştan tiyatroda mitolojinin hayvan figürlerinden nadire yaparcasına rol çalmadır güneşi gölgeleyen. Bu baştan çıkmanın en sonunda bir rüya, bir reklam arası film olduğu anlaşıldığında ise içler acısı bir açısızlık inecektir perdeye. O zaman gergin yüzlere yansıyan ise nadire yaparak rol çalanların sahteliğidir sadece.

Bir hiç uğruna sahte duygularla çekim alanına girilen alenen bir savaştır. Dipfriz de bekletilen difüzyon başlamıştır. Dini, imanı, mezhebi, ırkı, milleti, nesebi bahane beklenen ve niyetlenilen büyük sermayenin planı en adisinden bir savaştır…

Yakın dönemde kimseyi peşinden sürükleyemeyecek bir konuma resetlenmenin ayarsızlığı öne geçti aniden. O resetlenme ve sinirsel gerilmelerin tecellisi bir ateş çemberi tüm yurdu kapsayacak şimdi. Bu kapsamda inançlar ve masumiyet kaybediliyor an ve an. Kararmış pırıltılar, çağlayan pınarları kurutuyor ocak, bucak. Sanılanın aksine tüm yarenlikler tufaya gelip iptal ediliyor. Hava muhalefetinden, üs denetiminden beter bu hısımken hasımlaşma nemi basıyor ciğerleri. Ve ortam kemiksizleşiyor, kemiksizleştiriliyor.

Bu nörotik ortamda azap içinde ergin, üzgün gülümsemeler de kurtaramıyor zevatı. Koalisyonel çabalar da saraysal hırs uğruna aceleye getiriliyor ve bilgiççe sıfırlanıyor. Yüzlerde sabit kızarıklıklar ve naif benzetmeler dış kapının ötesi paylanmalar ve farkına varılamayan erk enlemelere gebedir fikri sabitleniyor dillere. Zaten hepten işbirliği sofrasına kurulmuşluk tüm sihirleri bozar ve sinirleri başka tip gerer. Silik aktörler gerginlik tiyatrosuna dönüştürünce sahneyi liderlik için doğmuşluk yerini erkenden zil zurna açlık yanılgılarına ve yaverliğine bırakır. Yani arenada insancıl bir duruş gösterilemez ve yüceldikçe küçülür devler. Böyledir işte sihir bozulunca sinirli devrilmelerin tebeşirle kara tahtaya çizilmiş resmi.

Barış olur elbette ama adı barış kendi savaştır. Ve savaşın ince hesaplarını irdelemeye ve sormaya cesaret kalmaz kimse de. Bu nevroz nöbetinde savaşa çanak tut kurtul hissizliği artar. O artçı depremler ayrılığı perçinleyen esarettir ve uykunun kınından boşaldıkça boşalır. Ve geçti gitti derken yeniden karanlığın pençesine takılır kuşpalazı geceler. Geceden sabaha göçersiz kafilesiz sabırsızlıklar ve sabi yaşta kayıplar dağılır semaya. Zamanla sihirsellik bitince sinirsel gerilmelerin getirdiği acı son sayıklanır ve saygısızca iyiler ayıklanır. Aklın başka başka boşluklarını da başka serüvenler doldurur. İncili hançer bir günlüğüne el değiştirdiğinde de örülen duvar üstünden atlamaya ne can ne de takat kalır.

Kor kör bıçaklarla kesilir körpe fidanlar ve sinir atına biner yolcular. Yolcular yepyeni sinirsel ve sihirsel iletiler teorisini şahlandırır. Ancak işe yarar mı bilinmez, maalesef dipfrizde bekletilen difüzyon başlamıştır.  O baştankaralıkla anlaşılırlık ve güven kaybedildikçe kaybediliyor. Ve her türlü acı kayıplar çok yoğun bölgelerden az yoğun bölgelere doğru hareketleniyor ve bu net akış hızla devam ediyor…

1 Ağustos 2015 Cumartesi

DENİZ GÖZLÜ KARA ZIPKALILAR…

DENİZ GÖZLÜ KARA ZIPKALILAR…

Kara zıpka giymiş zıpkın gibi delikanlıydılar. Her biri bir diğerinden cevval ve deniz gözlü. Kaynaklarda geçmeyen veya saklanan bir vasfa sahiptiler tümden. Tarih kaymasına asla izin vermeyen en parlak dönemin en gerçek figürleriydiler. Kara yeşil dağlardan, kara lacivert dalgalardan süzülen korkusuz neferdiler…

“ Bayrak bezinden barınaklarda külçe külçe insanlık ağırlanır. Onlar ağlar, ağlaşır ve ağırlaşırlar gözyaşı damlalarında. Tek katlı taştan cenik evlerde, iki katlı bağ evlerde, tümseklerde hendeklerde, ocaklarda bucaklarda külfetli hikâyeleri dolaşır hala.  Küf kokan teraslarda, yosun kokan kuytularda o süflü küflü gerçek hikâyeleri bir depolayan elbet bulunur.

Göndere yakın uzaklıkta sessizliğin sefaleti, kendince hakça en haklıları şah damarından yakalar. Ve Arnavut kaldırımlı yokuşlara ve kıyı boyu inişlere rengarenk yapbozdan resimler resmedilir. Külliyen yalan olmuş hikayeleri anlatanlarla, anlamadan dinleyenler o gökkuşağını hiç hissedemezler. Yaramaz adamlar kervanında yıllarca sürüklenmek ve sürünmek hiç de hak ettikleri paye değildir aslında. Yapılması gereken ise kararmış ak düşlere güneşli bir pencere aralamaktır sadece. Ve başka başka boyutlarda anılmanın ve var olmanın temel direği bu bilinçtir…”

Kutsal direniş renklendirilirken, tabloya biraz olsun nefti yeşil dağlardan tepelerden aşan gelen, kapkara denizin bir ucundan diğer ucuna kıyı kent takalarla dolaşan, gözü kara korkusuzluğu aşılayan ışkın gibi neferleri de katmak gerek. Kime ne ise kimilerine göre Kara hisar önlerinde can siperane direnişleri ve can vermişlikleri bile hiçlenir. Bilinen çağın bilinmeyen çağanlarıdır, kuzeyin kuzgunlarıdır bu denizi ağartan deniz gözlüler. Sadece resmi tarihe denk düşürülen bir kurgusal düşkünlük yüzünden hadise tersine cereyan eder. Tüm yararlıklar yavanlaştırılır ve boyunduruğa vurulur nedense koskocaman bir memleket. Reva görülen ceza, eza derecesinde kırar al doğanları. Karartır ak suları. Kabartır çavuş oğulları.  

Bire bir gerçektir veya değildir ama anlatılır her telden, mert ki mert karakterlerdir her biri bu kara zıpkalıların. Yavuklu yerine mavzere sarılan, kara zıpka giymiş zıpkın gibi alimler, abitler ve zabitlerdir. Kemençe mızıka çalıp horon tepen, düşman defeden, bedene değen kurşuna asla aldırmayan has vatan evlatlarıdır kara zıpkalılar. Tiradlara bırakılmış nice can taşırlar tiril tiril. Nicesi özgürlük macerasında, kutsal isyanda karşılık beklemeksizin saf tutarlar ve seve seve can verirler bu topraklara. Mezartaşları mermer, göğsüne kurşun değenlerden er isimleri can kuşunun kanadında asılıdır. Dünya durdukça dolaşırlar gönüllerde. Korkusuzca kara celladın yakasından tutmuşlukları saklıdır hala dillerde.

Doruğunda hürriyet ateşi yanar yaylakların. Çaresiz imdatlara kalenderce koşturmanın ve ölüme aldırmazlığın kalesinde şehit düşmüşlük yansır ovalara. Ve kalenin burcunda göndere çekilmiştir ebedi hayat. Ve vatan uğruna harcanmış deniz gözlü hayatlar bir bir birleşirler ve selama dururlar göndere ve deniz gözlüye. Gazinin sahile savrulan rüzgârında acıtıcı ve yürek delici mevzular zulalanır. Gırtlağına kadar memleket aşkıyla dolu bu açık sözlü, deniz gözlü, hiç korkusuz memleket uşakları ata aşkıyla dağlanmışlardır bir kere. İflah olmazlar. Gediklerden ustalara, kayasından obasına, bal ormanlardan büklere akar akar ve yanağında masmavi bir öpücük taşıyan kara denize dökülür kızıl ateş.

Ateş başında nesli tüketmişliğin coşkusudur camlara vuran, aynalara yansıyan. Anıların her zaman gözü yeşile çalanlara yüklenmesidir âşıklık. Ak sulardan çıkma alabalıklarla beslenirler ve bıçak gibi ayaz baldırlardan kasıklara değende bile içten içe yanarlar. İçtikçe içerler doğayı ve kayıtsız şartsız egemenliği. Bir mırıltı sendelemesiyle dağlardan dağlara ıslık ıslığa anlaşılır ve yayılır özgürlük kuşuna sevdalık.

Bir kalemde anlatmak mümkün değildir onları. Tüm kara zıpkalılar öyledirler işte. Nedeni niçini yoktur, köklerinde Çepniliğin tepkisi zıpkın gibi, ışkın gibi aşkla savrulurlar dört bir yana. Bu özlü sözlü, deniz gözlü memleket evlatları fişekliği çaprazvari kuşanırlar ve kuşağa da çifte hançer yerleştirirler. Kaması, kancası, tabakası, kabzası gümüş kakmalı cevvalki cevval kara zıpkalılardır onlar. Gecikmiş çığlıkları umutla, umursamazlıklarını yiğitçe atarlar. Türküler yakarlar, asla hak etmeyenin canını yakmazlar. Tarihin arka sokaklarında kara yapraklarda kahırlanırlar sadece.

Sebepsiz budanmaktan bir yılmışlık dökülür bahçelere, ocaklara. Nefretin neminde gerilmişler ama kurumlanmamışlardır hiç. Çarmıha gerilmişler ama dönmemişlerdir doğru bildiklerinden. Bulundukları coğrafyaya altın bulmuşçasına bu kadar tapan, sabırsızca koruyan, yedi düvele korku salan kimler ola ki. Onlar kara zıpkalı zıpkın gibi memleket uşakları. Uşaktırlar ama yiğitlik babında, asla uşak olmamışlardır zamana ve zamanı karartanlara. Kök utancıdır gözü kara oluşun özü. Belki acı yapışmıştır yüreklere ama kayboluşları, yitip gidişleri bile görkemlidir.

Kötü niyetli meltemler eser hasada yakın tüm ocaklara, tüm birleşmeler de o anılar işler ve şehir toptan tutunur o yüce aşka. Tıpkı kara zıpkalı zıpkın gibi atalarına benzer tondadır tutku. Onlar ki ışkın gibi sırmalılar salâvat getirip gelincik tarlasına yuvarlanıverirler ıslak kırmızı. Depolarda oburca dirilişin nefesi çekilirken üst üste kara zıpkalılar benzer şişinmelere gün o gün hala direnirler. Sahipli sahipsiz fısıltılar diyarında hır kovan, ayı boğan rolünde harmanlanırlar.

Kar boran inen tepelerde, azgın sesler ve koşuşturmacalar kendiliğinden kristalleşir. Ha uşağım ünlenişinde saklı, o suskun süzülüşler ve ebedi isyan kiminse kimin, zorlu umutsuz yarınlarda medcezirlerle akıl duvarına yaslanır. Mert dayanır ve kara zıpkalıların ruhu yeniden canlanır.

Kara zıpkalılar, zıpkın gibi, ışkın gibi delikanlı ve memlekete aşık deniz gözlü vatan uşaklarıdır…