YUGOSLAVYA; BAĞIMSIZ VE
DEMOKRATİK SOSYALİZMİN ÖNCÜSÜ…
Yugoslavya'nın dağılma sebepleri
ideolojik dayatmalar, dış etkenler, SSCB ve Doğu Blokunun çökmesinden öte,
Yugoslavya’nın kuruluş reçetesinde gizlidir. Günümüze yansımalarını ise
parçalanışın sebep sonuç ilişkisinde Yugoslavya’nın kuruluş kurgusunda aramak
gerekir…
İki büyük, Dünya Paylaşım Savaşı
sonrasında kurulan Yugoslavyaların dağılmasında en büyük zaaf, ortak coğrafyada
yaşayan milletlerin, birlik, beraberlik ve barışı uzun süre devam
ettirememesidir. Bu milletler tarih boyu birbirleriyle sürekli çatışma ve
savaşma fırsatı aramışlardır. Krallık dönemleri dâhil. Örneğin Kral Aleksander,
anayasa ile birlikte basın özgürlüğünü ve temel hürriyetleri ortadan
kaldırmış,“Tek Kral – Tek Devlet – Tek Millet” şiarını benimsenmiştir. Sırp
egemenliğini pekiştiren yeni bir anayasa yürürlüğe koymuştur. Kral’ın en
güvendiği kurum ordudur, o yüzden “General Zivkoviç” Başbakan ilan edilmiştir.
(Dipnot -1/ N. Kenar -2005- Bir Dönemin Perde Arkası Yugoslavya, Ankara: Palme
Yayınları)
Kral Aleksandr bu biçimde kendi
etrafında birlik kurmayı hedeflerken 1934'te kendinden tehdişçilerce
öldürülmüştür. 1. Dünya Savaşı'nı başlamasına sebep Sırplardır. Savaşta
Almanların ilk hamlesiyle yıkılan da Yugoslavya’dır. Bu ani yıkılışa neden iç
bünyedeki zayıflıktır. İstilaya gereğince karşı koyamayıp parçalanmıştır.
Süregelen bir başka etken de
Sırpların aynı coğrafyadaki diğer Milletler üzerinde egemenlik kurma çabası ve
iddiasıdır. Salt bu yüzden olmasa da, yeni Yugoslavya 2. Dünya Savaşı
sonrasında Mareşal Tito önderliğinde geniş otonomiye dayanan bir federasyon
olarak kuruldu…
Sosyalist Yugoslavya'nın
temelleri İkinci Dünya Savaşı sırasında atıldı. Savaş sırasında Hırvat Ustaş
örgütü Nazi Almanya’sı ile işbirliği yaptı ve karşılığında Hırvatlar
bağımsızlığını kazandı. Sırpların bir kısmı ise milliyetçi Çetnik hareketi
içinde Nazi işgaline karşı mücadeleye başladı. İkinci Dünya Savaşı'nda
Sosyalist-Partizan güçleri komutanı Hırvat kökenli Josip Broz, kod adı Tito
önemli başarılar kazandı. Savaş sonunda yeni Yugoslavya'nın kurucusu oldu.
(Dipnot-2/Barbara Jelavic, Balkan Tarihi 10.y.y. 2. cilt, Küre Yayınları 2006)
Yoldaş Tito’nun İkinci Dünya
Savaşı'ndan sonra kurduğu ikinci Yugoslavya, yıkılan Yugoslavya Krallığı ile
aynı sınırlara sahipti. Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Bosna Hersek, Karadağ
ve Makedonya Federal Başkanlık Divanı’nda temsile yetkilendirildiler. Zamanla
bu 6 Cumhuriyet üçer, özerk eyaletlerin de ikişer temsilci göndermesi ile
ortodoks merkeziyetçilikten giderek uzaklaşıldı.
Hemen Yugoslavya aleyhine
ideolojik savaş başlatıldı. Tito sosyalizmden sapmakla suçlandı. Ancak Tito
suçlamaları reddetti. Tito’ya göre: Özyönetim, sosyalizmden ayrılmayı
simgelemiyor; tam tersine sosyalizmin insani taraflarını öne çıkarıyordu. Tito
öz yönetim uygulamasını: “Fabrikalar işçilerin, toprak köylülerin” sloganı ile
tanıttı… (Dipnot-3/ A. Işıklı -1983. Kuramlar Boyunca Özyönetim ve Yugoslavya
Deneyi. İstanbul: Alan Yayınları)
Yugoslavya uzun süre 22 üyeli bir
Başkanlık Konseyi’nce yönetildi. Tito Yugoslavyası, kuruluşundan itibaren
‘autogestion’ adıyla anılan ‘kendi kendine yönetim-özyönetim’ sistemini ülke
çapına hızla yaydı. Cumhuriyetler içlerinde otonomdular yani her birinin kendi
meclisleri ve hükümetleri vardı. Bu otonomi zamanla daha da genişletildi. Hatta
Komünist Parti’nin otoritesi dahi azaltıldı. Böylece siyasi gücün tek elde
toplanması önlendi. Kolektif Başkanlık modeli uygulanmaya çalışıldı.
Yugoslavya, Josip Broz-Tito'nun
kurduğu bu federatif yapı ile dünyada Bağımsız ve demokratik sosyalizmin
bayraktarlığını yaptı. Bizzat Tito'nun deyimiyle ‘Marksizm’in bir dogma
olmadığı’ dünyaya gösterildi. (Dipnot-4-Balkanlar ve Göç, The Balkans And Mass
Immıgratıon)
Ta ki Tito'nun ölümüne dek…
YUGOSLAVYA; DAĞILAN DÜNYA...
Yugoslavya'da Tito'nun tüm
reformlarına ve ekonomik hamlelerine rağmen mali sorunlar giderilemedi. Çünkü
cumhuriyetlerin bazıları daha zengin, diğerleri yoksuldu. Zenginliklere güven
ile daha fazla liberalizasyon istemleri gelişti. Bu arzulanma diğerlerini de
ateşledi. Özellikle Hırvat ve Sırp milliyetçiliği Tito'nun komünist rejimi
içinde de eritilemedi. Hatta ekonomik problemler ve kışkırtıcı etkenler
yüzünden daha da canlandı. Bir anlamda Özyönetim uygulaması işçilere,
işletmelere katılımcılık ve özerklik sağlarken yeni politik ve diplomatik
argumanlar geliştirilemeyince faşizan milliyetçilik hortladı.
3. Dünyada bloksuzlar,
bağlantısızlar, bağımsızlar kampının kurucularından olan, süper devletler
arasında ustalıkla manevralar geliştiren Tito, Yugoslavya birliğini korumak
için ömürboyu çabaladı. Bazen gerekirse orduyu kullanacağını bile işaret etti;
“Barış içinde yaşayacak güce sahip olduğumuza inanıyorum. Fakat bu mümkün
olmazsa ordu hazırdır.” (Dipnot-1-Balkanlar ve Göç, The Balkans And Mass
Immıgratıon)
Yaklaşık 35 yıllık Tito
iktidarında muhtelif anayasal girişimler ve idari yenilemeler ile ‘Yugoslavya
Sosyalist Federal Cumhuriyeti’ yapısı korundu. Ancak Sırp eksenli slavlık ve bu
düşünsel yapıyı destekleyen Sovyet politikalarına, Tito yönetimi temkinli ve
tedbirli yaklaşmadı. Bu slavlaştırma planına, Hırvatların güçlü siyasal
beklentileri de eklenince sosyo-politik, sosyo-ekonomik sıkıntılar pik yaptı.
Diğer yandan daha Tito iktidardayken sarsılan Yugoslavya birliğinin, Tito
sonrasında hepten dağılmasıyla büyük risklerin doğacağı ve parçalanmanın kanlı
olacağı da belliydi. Çünkü Avrupa'nın denge unsuru bir modeldi Tito
Yugoslavyası…
Yugoslavya’nın dağılma süreci ve
Yugoslavya’yı parçalayan asıl nedenler; SSCB’nin yıkılması, Doğu Bloku’nun
dağılmasının yanısıra, Yugoslavya’yı oluşturan cumhuriyetler arasındaki
ekonomik büyüklük farkları ve gelir dağılımı eşitsizliği, ekonomiye
dayandırılan katı milliyetçilik akımlarının gelişmesi ve Tito’nun
ölümüdür. Yani doğal kurucu dengenin
bozulması en temel faktördür.
Çünkü Yugoslavya’daki
milliyetçilik tek tip milliyetçilik değildir. Yüzyıllarca bu coğrafya farklı
din, dil ve etnik kökenden gelenlerin yurdu olmuştur. Özellikle 19. yüzyılda
iyice belirginleşen milliyetçilik akımları, Balkanlarda sık sık ayaklanma
sebebidir. Yani Yugoslavya’da
milliyetçiliğin yükselmesi bölgenin tarihi geçmişi ile de alakalıdır.
Diğer yandan soğuk savaş
sonrasında siyasi ve ekonomik krizlerle yüzleşen Yugoslavya, yenidünya
sistemine entegre olmaya çalışırken, demokratikleşme ve serbest piyasa
ekonomisini hayata geçirmekte de gecikmiştir. Özellikle Yugoslavya’nın
dağılmasından sonra bölgede AB ve ABD aktif rol üstlenmiştir. Ve SSCB’nin
dağılmasıyla Balkanlar hemen on yıl içinde ardı ardına savaşlara ve
uluslararası güç ve göç müdahalelerine sahne olmuştur.
Elbette yansımaları bugün hala
hissedilen savaşlara ve çaresizliğe sebep “Soğuk Savaş’ın bitmesinden sonraki
dönemde iki önemli dinamik değişimdir. Bu değişiklik hem Rusya, hem Yugoslavya
hem de Balkan devletleri açısından belirleyici olmuştur. İlki, SSCB’nin halefi
Rusya’nın ekonomik ve siyasi açıdan dönüşüm süreci yaşaması ve siyaseten geri
çekilmesi, ikincisi ise Balkanlarda patlak veren Bosna Savaş’ı ile gelen
NATO’nun Kosova müdahalesidir…(Dipnot-2/ Alexei Arbatov, Russian's Foreign
Policiy Alternatives, International Security)
1980’de Tito’nun ölümünden
sonraki on yıl Yugoslavya için çalkantılı dönemlerdir. “1990’lı yılların
başında sinyaller veren Yugoslavya krizine dair SSCB yönetimi, gelişmeler
karşısında taraflı davranış sergilemiş ve Yugoslavya’nın bütünlüğünü koruması
yönünde açıklamalarda bulunmuştur. Krizin tırmandığı 1991 ortasında, Dışişleri
Bakanlığı da aynı doğrultuda açıklamalar yapmıştır. SSCB sonrası dönemde ise
bağımsızlığını kazanmış yeni ardıl devletler, Yugoslavya’nın dağılmasına karşı
önceki dönemde izlenmiş politikalara bağlı kalmışlardır.(Dipnot-3/ Alexander A.
, Domrin, Ten Years Later: Society, ‘Civil Society’ and the Russian State,
Russian Review, 2003)
Bu bağlı ortamda Yugoslavya'nın
parçalanması ile boşlukta kalan tüm cumhuriyetler beklenilenin çok ötesinde ve
çevre ülkeleri de birebir etkileyen vahşeti yaşadı. Yaşattı. Orta Avrupa'da kan
gövdeyi götürdü. Yansımaları ise yaşanan acılar. Unutulmaz kıyımlar. Soykırım
girişimleri. Kimi gözlerini kapadı, kimi gözlerini yumdu, kiminin de elinden
hiçbir şey gelmedi. Avrupa’nın tam ortasında sönmeyecek bir ateş yandı.
Utanıldı…
Moskova 1992’den itibaren
uygulamaya koyduğu Atlantist dış politika vizyonu nedeniyle Bosna Savaşı
sırasında beklentilerden oldukça farklı bir dış politika izledi. Batı ile
işbirliği ve entegre olma tercihi nedeniyle pasiflikle bile suçlandı.
Yugoslavya’dan bağımsızlığını ilan eden Bosna Hersek 1992-1995 yılları arasında
çok büyük ve acı kayıplara neden olan bir savaş yaşadı. ( Dipnot-4/Srebrenitsa
Katliamı: 2. Dünya Savaşı Sonrası Avrupa'daki En Büyük İnsanlık Trajedisi,
2019, https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya)
Yugoslavya’nın dağılmasıyla
birlikte Balkanlar on yıl süren ve hala yansımaları dünyayı etkileyen savaşlar
dönemi yaşamıştır. Balkanları arka bahçesi görenler belki de Ortadoğu’dan sonra
kaynamaya hazır bu coğrafyayı açıkça kaderine terk etmiştir. Yugoslavya
çatısında ve sosyalist birikimle durulan Balkanlar, sistemin çökmesiyle yine en
karmaşık ve savaşçı dönemlerini yaşamış, kanla ülkeleşmişlerdir. Balkanlar en
son Kosova ile şimdilik oluşumunu tamamlamış gözükmektedir. Yakın tarih
yazılırken balkanlardan yansımaları kim nereye bağlayacak zaman gösterecek…
Tarihsel bağlar ve Balkanlardaki
Türk ve Müslüman nüfusun varlığı açısından Yugoslavya’nın dağılmasının
yansımaları Türkiye’yi derinden etkilemiştir. Her ciddi sorun ve kıyıma dönüşen
savaşlarda Türkiye, ihtiyatlı politika izlemiş ve gerekli girişimlerde
bulunarak meseleyi daima sahiplenmiştir. Asla tarihsel geçmişine dayalı
iddialar da bulunmamış, menfaat gözetmemiştir. İnsancıl girişimlere öncü olmuş,
kimden gelirse gelsin emperyal tavra karşı çıkmıştır. Özellikle uluslararası
güçlerle ve öncelikle Birleşmiş Milletler ile birlikte hareket etmiş, tarihten
gelen birikimle Balkanları himaye etme ve ihya etme özelliğini korumuştur...
MAL PAYANTOR
Ortada dünya dolusu mal var servet var, kar var kerevet var, pay
var payantor var, keramet yok. O kadar ki durum kızılca kıyametlik...
Binyıllardır yeryüzünde mal biriktirerek, bozgunculuk yapmama
kaidesi çiğnendikçe çiğnendi. Ve çepeçevre alev duvarları örüldü. Her yeri
saran bu duvarlar bu gidişle asla aşılamaz görünüyor. Ama aşılamaz değil. Çünkü
bu gidişin dönüşü yok. Olmaz. Olursa hepten yoldan çıkılır...
Diğer yandan Tanrı ile aldatan tabaka kısa bir süre daha ortak
mülkiyeti engelleyebilir. Ancak nihayetinde mücadele devrimci bir zemine
çekilerek vahşi sömürüye mutlaka son verilir. Ve zenginlik eşit paylaşılır.
Yarin yanağından gayrısı..
O yüzden mallardan feragat etmek lazımdır kutsal emanete hıyanet
etmemek için. Çoğunluğun ve herkesin hayrına olana varmak. Yani vicdanı ezen
yükü ağır, birim maliyeti çok yüksek olsa da mal birikintisinden tez uzaklaşmak
gerekir. Ve yoksulluğu eşitlemek. Yoksulluğu defetmek. Ama şimdilik çok zor.
Çünkü din kisvesine bürünmüş maskeliler her telkini yanlış anlıyor. Elde edilen
kirli zenginliği de bireysel başarı adlediyor. Zaten bu kör adanmışlık ve
aldanmışlıkta sadece kapitalizm işlerine yarar. Diğer tüm modellere düşman
kesiliş de o yüzden. O yüzden nasibi bol insan ve Tanrının yürü dediği kul
bağlamında eşit dağıtım ve paylaşım habire ertelenir. Kara dolaplar çevrilir
arkadan, gizliden. Ve karanlığa entegre olanlar kahpe sistemin kölesi olurlar
zamanla.
Oysa ezilenler yeryüzünün önderidir. Binlerce yıl önder kılınmak
istenmişlerdir...
İşte ne ezen ne ezilen insanca hakça bir düzen sloganı on
yıllardan sonra hala bu yüzden en revaçta. Bu mali dengeli slogan piramitsel hiyerarşiye
de hiç uymaz. Hiyerarşi geleneksel azamet üzerine tesis edildikçe de yol
haritası sürekli geriye genişler. Marjinal gericileşir. Ve kodamanların kurduğu
ve yıktığı bir dünya şekillenir durur...
Devamlı unutulur unutturulur ama en başta bile, ilk oluşumda
dahi yokluk yoktu, varlık vardı. Hep var vardı. Aksi düşünüldüğünde hiçliğe
düşülür. Ve hiçten kainat meydana gelmez, getirilemez. Yani sonsuz ve tükenmez
bir irade söz konusu kutsal ahenkte. Öyle olduğu halde varlık ve yoklukla
imtihan kaderciliği dayatılır yığınlara...
Yoklukla varlıkla imtihan kaderciliği büyük bir safsatadır.
Yalana safça kanan ve aklını kullanmayanların yüzünden dünya daha beter hale
gelir. Dört bir yandan pislik yağar, en ücralara kirlilik bulaşır. Ve yazıklar
olsun insanların kişiliklerini kıran, haysiyet ve namuslarını inciten
sömürücülere lafzı kutlu kitaba girer. Yazıklar olsun kapitalizm bağımlılarına,
arsızlara ve arınmayanlara...
Artık değer kurbanı bilince sinmiş ve hayata hükmeden mal
stokçuluğu hiç kabul edilemez bir durumdur. Maddi ve manevi kirlenme payantorik
payandacılık, payandası mal olan yönelimlere ışık tutar. Nesnesiz eylemselliği
engeller. Katışıksız rahatlığa, arı düşünceye ulaşıyı öteler. Bulaşıyı önceler.
O nedenle arınma tavrı çok zor ama çok da önemlidir. Arınmak
için mallarından vermeyenler, korumasız korunmasız kalarak yarınlarını da
kaybederler. Kayıp kendileri ile de sınırlı kalmaz. Ayıp sayıp kayıp büyür,
umulmadık ağır kayıplar verilir. Yeryüzü yaşanır olmaktan çıkar. Çileli çöküş
başlar. Yörüngeler kayar. Çağ değişir...
Malikül mülk unutuldukça mal birikimi üzerinden yeryüzünü
darboğaza sokan sistemler veya sistemsizlik özel sınırları da yıkar,
değiştirir, bozar. Bozguna payantorluk ise mealen mal imparatorluğunun
mallığıdır...
02 TEMMUZ 1993, MADIMAK…
Sivas-Madımak hala en canlı ve asla unutulmayacak denli yürek
yakıcı; 2 Temmuz. 2 Temmuz 1993. Elli sekiz, Madımak…
2 Temmuz 1993; İnsanlık dışı sapkınlıkla, sağduyunun ateşe
gömüldüğü gün. Önlenemeyen veya sanki pek de önlenmek istenmeyen bir vahşet.
Hiç nedensiz bir kalkışma. Canice cana kast. Toplu katliam. Adaletin ve ağır
kadife perdelerin tutuşturulması ile başlayan bir devlet ayıbı. Asla müdafaası,
müdanası olmaz, mütalaası açık, muhatabı yanlış, fiili işleyenleri aleni sönmeyecek
bir ateş; 2 Temmuz 1993...
Bir yerlerden bir düğmeye basılmışcasına planlı, ibret alınası
bir vaka. Asla ibra edilemez bir kırım...
Ve o gün orada yaşananlara isyanın adı ise 2 Temmuz 1993...
Açık seçik kör tutuculuğun işbaşı yaptığı gündür 2 Temmuz.
Küllerinin ise üç yanı deniz, bereketli topraklara savrulduğu gündür...
Sonradan abidesi, müzesi, mozolesi yapılsa da yetmez, kavrulan
gönülleri soğutmaya...
Dip notu ise geleceğe dair ders alınsın, dersler
çıkarılsındır...
Çünkü çeyrek asırdan sonra hala Madımak kokar eller, yüzler,
tenler. Yalımları hala yol iz sürer. Zihinler kanar. Güneş yüzünü gösterse de
gök hala kapkaradır. Gerçeklere hala adap dışı bir umursamazlıkla bakılır.
Yaşanan hala tutkulu bir taraftarlıkla Adiletsiz düzene çakılmışlık havasıdır.
Oysa geriye tamiri olanaksız, onmaz acılar bırakan ilk adımdır
Madımak 1993. Sonrası tarifsiz bir yabancılaşma girdabına kapılmadır. Düz yolda
bocalamadır. Talihsizce bir boş menzile tutsaklıktır. Usul erkân
tükenmişliğidir. Tanrı'dan korkan, medet uman bir çizgide deist kırılmadır.
Hala tarihsel kırılmaya en canlı örnek; 2 Temmuz, 2 Temmuz 1993,
Elli sekiz, Madımak'tır. Ders alınmış mıdır? Hala Yanıtsız. Sadece sembolik
yasaklı anmalar. Acıların tazelenmesi. O kadar.
Bir yandan hala canlar paralanıyor, ateş harlanıyor. Hep acı
günler kapıda. O yüzden 2 Temmuz anımsanmalı. Çünkü din adına, dine bağımlılık
namına din dışılığın tescilidir 2 Temmuz.
Ayrıca masumane bir girişim olarak başladı diyerek böylesine
kitapsız, mezhepsiz, vahşi, gaddarca bir katliam geçiştirilemez. Geçiştirilirse
bir daha seyirci kalınır benzer olaylara. Ve Devlet, millet yine insanlıktan
sınıfta kalır...
Salt bu nedenle dahi ‘2 Temmuz, 2 Temmuz 93, elli sekiz, otel
Madımak’ unutulmamalı. Unutturulmamalı. Anımsanmalı. Anımsatılmalı. Ve
anlatılmalı…
Anlatılmalı çünkü bilmeden, her şeyi yok sayarak geçiştirilen
günler, ileride umutlarımızı, anılarımızı, anmalarımızı da elimizden alır.
Yürek yangınlarımızı da. Dil söylüyor, el kalem tutuyorsa, asla ve kata
söylemeyeceksin, yazmayacaksın emri kulaklara çalınabilir.
Gittikçe azgınlaşan kızıl alevlerin Madımak’ı yutmasının
üzerinden çeyrek asırdan fazla geçmiş. O mahşer günü inceden hafızalardan
silinmeye çalışılıyor. Toplumun bilinci resetleniyor, toplumsal birikimler linç
ediliyor. Çember daralıyor. Dolayısıyla direnmeli. Direnilmeli...
Ve o can pazarının yaşandığı 2 Temmuz'dan haberli habersiz,
güllük gülistanlık masalıyla devşirilmiş, duyarsız on milyonlar var. Milli
irade dönencesinde memleketi damgalıyorlar.
Ve de kaç on milyon yürekte hiç sönmeyen bir ateş. Yanan
canlarının, asılan gençlerinin acısıyla yürekleri dağlananlar var…
Ve dahi kapsama alanı bu kadar genişken hala 2 Temmuz, 2 Temmuz
93, elli sekiz, otel Madımak kodlarında yaşanan, resmen insanlık dışı o
eğilimler dizgesinin sırrı çözülemiyor.
Neden?
ULUS DEVLET
VE TÜRKİYE
Yükselen küresel kültür hem elit, hem de popüler araçlarla yayılmaktadır. Elit araçların herhalde en önemlisi, her yıl İsviçre’nin dağ sayfiyesi Davos’ta toplanan Dünya Ekonomi Zirvesi nedeniyle, ‘Davos Kültürü’, iş ve siyaset dünyası liderlerinin uluslararası kültürüdür. Bu kültürün ana lokomotifi olan uluslararası iş, aynı zamanda ekonomik ve teknolojik küreselleşmenin de lokomotifidir. (Dipnot-1-Samuel P. Huntington, Bir Küre Bin Bir Küreselleşme Çağdaş Dünyada Kültürel Çeşitlilik, A Kitap Yayınevi, İstanbul 2003)
Küreselleşme, dünyanın küçülmesine ulus devletlerin egemenliklerinin kısıtlanmasına, terörün de küreselleşmesine, yerel ve ulusal kültürlerin zayıflamasına, gelir adaletsizliğinin küresel çapta derinleşmesine yol açarken, insan hakları ve demokratik kavramlar konusunda yeni açılımlar da getirmiştir.
Küreselleşmenin en çok tartışılan boyutu, siyasal alanda ve daha çok ulus devlet modeline yönelik etkileridir. Siyasal alanda küreselleşmenin doğurduğu en önemli sonuç; klasik egemenlik esaslarında ortaya çıkan aşınma ve buna paralel olarak egemenlik anlayışında meydana gelen önemli değişimlerdir. Ulus devlet modeline şekil veren “milli egemenlik” ilkesi; devletin egemenliğini, herhangi bir üst otoriteye bağlı olmaksızın kurallar koyabilme, kararlar alabilme ve bu kural ve kararları uygulayabilme gücü olarak anlaşılmaktadır. (Dipnot-2-Özkan Gürsel, “Avrupa Birliği Hukuku ve Milli Egemenliğin Devri”, 2023, Sayı 16, Agustos 2002)
Ulus devlet öldü savı kesinlikle geçerli değildir. Sadece yeni yapılanmalar içinde, ulusal çıkarları gözetme yöntemleri değişmektedir. Gelişmiş ülkeler, işin özünde, kendi toplumsal refahlarını ‘ve ulusal çıkarlarını’ daha da ileri götürmek için yeni araçlar kullanmaktadırlar.
Değişen sadece araçlardır. Küreselleşme ve ‘Yeni Ekonomi’, bu araçların süslü sözcüklerle ifadesinden başka bir şey değildir… (Dipnot-3-Erol Manisalı, Yirmibirinci Yüzyılda Küresel Kıskaç Küreselleşme, Ulus-Devlet ve Türkiye, Otopsi Yayınevi, İstanbul, 2001)
Küresel sermaye ve Emperyal güçler zamanından beri Müslüman ulus devletlerin milli yapılarını bozmak ve dirençlerini kırmak için çeşitli araçlar kullanmış, farklı yollar denemiş, farklı stratejiler uygulamış yerli işbirliğine gitmiştir. Özellikle ümmetçilik kavramını kullanmıştır. Çünkü ümmet kavramında ulus bilinci yoktur. Sadece dinin her alana yayılan egemen gücü söz konusudur. Temel amaç dini öne çıkarıp toplumun ulus, millet ve bağımsız devlet olma bilincini köreltmektir. Böylece küresel ve emperyal güçler, arzuladıklarına ulaşmıştır.
Küreselleşme, yaklaşık 40 yıldır dünyada, özellikle gelişmekte olan ülkelerde değişim ve dönüşümler dayattı. En başta güçlü devlet yapısı ve ulus devlet pratiği küresel sermayenin hiç de işine gelmeyen bir durumdu. Kapitalist düzenek dünyayı küçültüp, zaman ve mekânı daraltınca sınırsız derecede küresel kapitalizme kapılar aralandı. uluslararası firmalar, çok uluslu şirketlere kapılar açıldı…
Geçen on yıllar içinde Küreselleşmenin açıkça ulus devletleri yok eden bir döngü olduğu anlaşıldı. ‘Ulus Devlet, küreselleşme Ulus Devlet’ döngüsündeki anlayışlar ve somut örnekler irdelendiğinde açıkça görülen, küreselleşmenin evrensel nitelikli boyutlarından ve insanlığın ortak gelişimine olan büyük katkılarından yararlanmaktır. Ancak ulus devlet kalarak.
Küreselleşme, milenyum çağının en büyük ve en acıklı sonuçlar da doğurabilen gerçeği. Bu gerçeğe milleti ulus devlet haline getiren en önemli niteliği olan milli yapıyı korumak gereklidir.
Türkiye bu azgın coğrafyada, demokratik bir ulus devlet olarak varlığını, klasik reflekslerinden ve sorunların üstesinden gelmiş bir tasarımla sürdürmelidir. Küreselleşme aktörleri, çokuluslu örgütler, küresel sermaye ve çokuluslu şirketler, küreselleşmenin olumsuz etkilerini güçlü ulus devletler aracılığıyla giderebileceklerini geç de olsa anlamışlardır. Buna neden ise küreselleşmenin en iyi gerçekleştiği zemin ulus devlet yapıları ve ulus devletlerin sağladığı güvendir.
Türkiye küreselleşmenin getirdiği evrensel standartlara ulaşabilmek ve AB’ye tam üye olma sürecini zamanında tamamlayabilmek için, öncelikle Atatürk’ün kurduğu çağdaş Türk ulus devletinin; laik cumhuriyetin temel ilkelerinden ödün vermeden kalkınmasını sürdürmelidir. Ulusal bağımsızlığın korunması için de Türk Milleti ulusal değerlerine her koşulda sahip çıkmalıdır.
‘Ulus Devlet, küreselleşme, Ulus Devlet’ döngüsünde moda ve model anlayışların sonucu somut örnekler göstermiştir ki; Ulus Devlet birikiminden vazgeçilmemelidir.
Yükselen küresel kültür hem elit, hem de popüler araçlarla yayılmaktadır. Elit araçların herhalde en önemlisi, her yıl İsviçre’nin dağ sayfiyesi Davos’ta toplanan Dünya Ekonomi Zirvesi nedeniyle, ‘Davos Kültürü’, iş ve siyaset dünyası liderlerinin uluslararası kültürüdür. Bu kültürün ana lokomotifi olan uluslararası iş, aynı zamanda ekonomik ve teknolojik küreselleşmenin de lokomotifidir. (Dipnot-1-Samuel P. Huntington, Bir Küre Bin Bir Küreselleşme Çağdaş Dünyada Kültürel Çeşitlilik, A Kitap Yayınevi, İstanbul 2003)
Küreselleşme, dünyanın küçülmesine ulus devletlerin egemenliklerinin kısıtlanmasına, terörün de küreselleşmesine, yerel ve ulusal kültürlerin zayıflamasına, gelir adaletsizliğinin küresel çapta derinleşmesine yol açarken, insan hakları ve demokratik kavramlar konusunda yeni açılımlar da getirmiştir.
Küreselleşmenin en çok tartışılan boyutu, siyasal alanda ve daha çok ulus devlet modeline yönelik etkileridir. Siyasal alanda küreselleşmenin doğurduğu en önemli sonuç; klasik egemenlik esaslarında ortaya çıkan aşınma ve buna paralel olarak egemenlik anlayışında meydana gelen önemli değişimlerdir. Ulus devlet modeline şekil veren “milli egemenlik” ilkesi; devletin egemenliğini, herhangi bir üst otoriteye bağlı olmaksızın kurallar koyabilme, kararlar alabilme ve bu kural ve kararları uygulayabilme gücü olarak anlaşılmaktadır. (Dipnot-2-Özkan Gürsel, “Avrupa Birliği Hukuku ve Milli Egemenliğin Devri”, 2023, Sayı 16, Agustos 2002)
Ulus devlet öldü savı kesinlikle geçerli değildir. Sadece yeni yapılanmalar içinde, ulusal çıkarları gözetme yöntemleri değişmektedir. Gelişmiş ülkeler, işin özünde, kendi toplumsal refahlarını ‘ve ulusal çıkarlarını’ daha da ileri götürmek için yeni araçlar kullanmaktadırlar.
Değişen sadece araçlardır. Küreselleşme ve ‘Yeni Ekonomi’, bu araçların süslü sözcüklerle ifadesinden başka bir şey değildir… (Dipnot-3-Erol Manisalı, Yirmibirinci Yüzyılda Küresel Kıskaç Küreselleşme, Ulus-Devlet ve Türkiye, Otopsi Yayınevi, İstanbul, 2001)
Küresel sermaye ve Emperyal güçler zamanından beri Müslüman ulus devletlerin milli yapılarını bozmak ve dirençlerini kırmak için çeşitli araçlar kullanmış, farklı yollar denemiş, farklı stratejiler uygulamış yerli işbirliğine gitmiştir. Özellikle ümmetçilik kavramını kullanmıştır. Çünkü ümmet kavramında ulus bilinci yoktur. Sadece dinin her alana yayılan egemen gücü söz konusudur. Temel amaç dini öne çıkarıp toplumun ulus, millet ve bağımsız devlet olma bilincini köreltmektir. Böylece küresel ve emperyal güçler, arzuladıklarına ulaşmıştır.
Küreselleşme, yaklaşık 40 yıldır dünyada, özellikle gelişmekte olan ülkelerde değişim ve dönüşümler dayattı. En başta güçlü devlet yapısı ve ulus devlet pratiği küresel sermayenin hiç de işine gelmeyen bir durumdu. Kapitalist düzenek dünyayı küçültüp, zaman ve mekânı daraltınca sınırsız derecede küresel kapitalizme kapılar aralandı. uluslararası firmalar, çok uluslu şirketlere kapılar açıldı…
Geçen on yıllar içinde Küreselleşmenin açıkça ulus devletleri yok eden bir döngü olduğu anlaşıldı. ‘Ulus Devlet, küreselleşme Ulus Devlet’ döngüsündeki anlayışlar ve somut örnekler irdelendiğinde açıkça görülen, küreselleşmenin evrensel nitelikli boyutlarından ve insanlığın ortak gelişimine olan büyük katkılarından yararlanmaktır. Ancak ulus devlet kalarak.
Küreselleşme, milenyum çağının en büyük ve en acıklı sonuçlar da doğurabilen gerçeği. Bu gerçeğe milleti ulus devlet haline getiren en önemli niteliği olan milli yapıyı korumak gereklidir.
Türkiye bu azgın coğrafyada, demokratik bir ulus devlet olarak varlığını, klasik reflekslerinden ve sorunların üstesinden gelmiş bir tasarımla sürdürmelidir. Küreselleşme aktörleri, çokuluslu örgütler, küresel sermaye ve çokuluslu şirketler, küreselleşmenin olumsuz etkilerini güçlü ulus devletler aracılığıyla giderebileceklerini geç de olsa anlamışlardır. Buna neden ise küreselleşmenin en iyi gerçekleştiği zemin ulus devlet yapıları ve ulus devletlerin sağladığı güvendir.
Türkiye küreselleşmenin getirdiği evrensel standartlara ulaşabilmek ve AB’ye tam üye olma sürecini zamanında tamamlayabilmek için, öncelikle Atatürk’ün kurduğu çağdaş Türk ulus devletinin; laik cumhuriyetin temel ilkelerinden ödün vermeden kalkınmasını sürdürmelidir. Ulusal bağımsızlığın korunması için de Türk Milleti ulusal değerlerine her koşulda sahip çıkmalıdır.
‘Ulus Devlet, küreselleşme, Ulus Devlet’ döngüsünde moda ve model anlayışların sonucu somut örnekler göstermiştir ki; Ulus Devlet birikiminden vazgeçilmemelidir.
ULUS DEVLET
BİRİKİMİ
Küreselleşme, 1980 sonrası başlatılan ve dünyada, özellikle gelişmekte olan ülkelerde önemli değişim ve dönüşümler yaşanmasına neden olan bir süreçtir. Bilgi iletişim teknolojilerinin hızlı gelişimi, zaman ve mekânı daraltan yenileşme, hayatı ve toplumları akışkan hâle getiren ekonomik, siyasal ve kültürel yakınlaşmalar ve sınırsızlık tanımlamaları küresel kapitalizmi on yıllarca geçerli kıldı. Elbette uluslararası firmalar, çok uluslu şirketler yoluyla…
Dünya ekonomisi, temel dinamikleri bakımından, uluslararasılaşmış ve kontrol edilemeyen piyasa güçlerinin hâkimiyetine girmiştir. Başlıca aktörleri ve değişim temsilcileri de, hiçbir ulus devlete bağlı olmayan ve küresel piyasa avantajına göre konumlanan ulus ötesi firmalardır.” (Dipnot-1-Paul Hirst-Grahame Thompson, Küreselleşme Sorgulanıyor Dost Kitabevi, 2003)
Bu öyle çetrefilli bir yol ve yolculuktu ki, yılların ulus devletleri ekonomik açıdan kendi politikalarını tek başlarına belirleyemez, belirlese de yeterli olmaz seviyesine düşürdü. Ekonomik reçetesiz olmaz inancını pekiştirdi. Politik açıdan demokrasi, sivil toplum, insan hakları ve kamu yönetimi düzenlemeleri önerirken, bir yandan da bu açılımların ulus devlet egemenliğini aşındıran değerler olarak görülmesi sağlandı. Kültürel boyutuyla da sömürü başladı.
Küreselleşmenin kültürel boyutu ile ilgilenen teorisyenlerle, uygulamacılar arasında farklı iki yaklaşım mevcuttur. Bunlardan ilkinde küreselleşme başlangıcı ve nihai hedefi belli homojen bir süreç olarak, ikincisinde ise küreselleşme heterojen, kültürler arası bir süreç olarak değerlendirilmektedir. (Dipnot-2-Gönül İçli, Küreselleşeme ve Kültür, C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, Aralık 2001, Cilt 25, No 2)
Küreselleşme, Küresel güçlerin denetiminde yükselen yaşam standardı, ileri demokrasi, ileri teknoloji, ileri ekonomi çerçevesinde büyüme ve gelişme açılımları sunan bir modeldi. Görünür ve bilinir yanı bu. Ancak çok boyutlu rahatlama, paylaşım ve demokratik açılımların yaygınlaşması anlamında katı yaptırımları da olan bir süreç küreselleşme. Hatta küreselleşmenin ana gayesinin doğal kaynak zengini ülkelerin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını küresel güçlerin ele geçirmesi veya sömürmesi olduğu görünmeyen yüzü.
Ulusal gelenekler, siyasal kurumların gelişimleri, halkın siyasal bilinç düzeyi ve yabancı devletlerle olan ilişkiler devlet tipini belirleyici unsurlardır. (Dipnot-3-Server Tanilli, Devlet ve Demokrasi, 2. Basım, Say Kitap Pazarlama, İstanbul, 1981.)
Açıkça kapitalizmin açık pazarına dönüşen dünyada, küresel sermaye hedefine ulaşmak için, medya ve iletişim kanallarıyla toplumları düşünsel ve kültürel anlamda hazırlayıp biçimlendiriyor. Ulusların kolay etkilenmesi için iç politikayı dahi dizayn ediyor. Eski veya yeni tüm stratejileri kullanarak bir nevi “böl parçala ve yönet” taktiğinin uyguluyor. En başta etnik ayrışma körükleniyor. Ayrıştırma her farklı alanda inceden kurgulanıyor. Çünkü küresel güçler ve büyük sermaye, karşısına çıkacak ve dur diyebilecek hiçbir yapı istemiyor.
Ulus devletlerin önemli özellikleri arasında, devletin öğesi olan milletin, yani toplumun ortak bir ülküye veya bilince sahip olmasıdır. Bu bilinç doğal olarak milleti devlete bağlayan en güçlü bağdır. Bu bilinçlenme daha çok, kendini ‘Milliyet’ ve ‘Milliyetçilik’ şeklinde gösterir ki, bunlardan milliyet kavramından ‘millet niteliği taşıyan halkın durumu’ anlaşılır.(Dipnot-4- Muzaffer Erendil, Devlet’in Kavram ve Kapsamı, MGK Yayınları,1990.)
Küreselleşme çağı sayılan bu çağda dünyada ulus devletlerle ilgili yaptırımlar hızlandırıldı. Hatta savaşlarla ulus devletlerin geleceğine ilişkin öngörüler tersine çevrildi. İdeolojik yaklaşımların şekillendirilen öngörüler başka savaşları tetikledi. Ulus devlet olgusunu bitirmek için her sosyal değişimin önü kapandı. Açık veya gizli siyasal sosyal değişime etkisi olanlar ve pek çok da faktör yok edildi.
Dünya genelinde binlerce yıllık tarihi geçmişe sahip çeşniden, sosyokültürel miraslar kullanılarak yeni ulus bilinçleri üretilmeye çalışılmıştır. Ancak bu etkin siyasal çaba, proje ülkeler ve minik devletçikler kurmaktan öteye gidememiştir. Ve bu proje-kurgu ülkeler hiçbiri tarihteki eşdeğerini bulamadığından daima körüklenen iç kavgaların ve bölgesel paylaşım savaşların odağında yer almışlardır. (Dipnot -5- Erdoğan Aksu-http://www.esenlertime.com/Kurgu Devletler Cenneti: Ortadoğu…18 Eylül 2016 - 1066 okunma)
Ulus devlet olarak inşa edilen tüm devletler 1980’den sonra küreselleşmenin etkileriyle önemli değişimler yaşamıştır. Ulus devleti yapısı ve özelliklerinde siyasal değişimler anında, sosyolojik etkileşim zamanla hissedilmiştir.
Küreselleşme, 1980 sonrası başlatılan ve dünyada, özellikle gelişmekte olan ülkelerde önemli değişim ve dönüşümler yaşanmasına neden olan bir süreçtir. Bilgi iletişim teknolojilerinin hızlı gelişimi, zaman ve mekânı daraltan yenileşme, hayatı ve toplumları akışkan hâle getiren ekonomik, siyasal ve kültürel yakınlaşmalar ve sınırsızlık tanımlamaları küresel kapitalizmi on yıllarca geçerli kıldı. Elbette uluslararası firmalar, çok uluslu şirketler yoluyla…
Dünya ekonomisi, temel dinamikleri bakımından, uluslararasılaşmış ve kontrol edilemeyen piyasa güçlerinin hâkimiyetine girmiştir. Başlıca aktörleri ve değişim temsilcileri de, hiçbir ulus devlete bağlı olmayan ve küresel piyasa avantajına göre konumlanan ulus ötesi firmalardır.” (Dipnot-1-Paul Hirst-Grahame Thompson, Küreselleşme Sorgulanıyor Dost Kitabevi, 2003)
Bu öyle çetrefilli bir yol ve yolculuktu ki, yılların ulus devletleri ekonomik açıdan kendi politikalarını tek başlarına belirleyemez, belirlese de yeterli olmaz seviyesine düşürdü. Ekonomik reçetesiz olmaz inancını pekiştirdi. Politik açıdan demokrasi, sivil toplum, insan hakları ve kamu yönetimi düzenlemeleri önerirken, bir yandan da bu açılımların ulus devlet egemenliğini aşındıran değerler olarak görülmesi sağlandı. Kültürel boyutuyla da sömürü başladı.
Küreselleşmenin kültürel boyutu ile ilgilenen teorisyenlerle, uygulamacılar arasında farklı iki yaklaşım mevcuttur. Bunlardan ilkinde küreselleşme başlangıcı ve nihai hedefi belli homojen bir süreç olarak, ikincisinde ise küreselleşme heterojen, kültürler arası bir süreç olarak değerlendirilmektedir. (Dipnot-2-Gönül İçli, Küreselleşeme ve Kültür, C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, Aralık 2001, Cilt 25, No 2)
Küreselleşme, Küresel güçlerin denetiminde yükselen yaşam standardı, ileri demokrasi, ileri teknoloji, ileri ekonomi çerçevesinde büyüme ve gelişme açılımları sunan bir modeldi. Görünür ve bilinir yanı bu. Ancak çok boyutlu rahatlama, paylaşım ve demokratik açılımların yaygınlaşması anlamında katı yaptırımları da olan bir süreç küreselleşme. Hatta küreselleşmenin ana gayesinin doğal kaynak zengini ülkelerin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını küresel güçlerin ele geçirmesi veya sömürmesi olduğu görünmeyen yüzü.
Ulusal gelenekler, siyasal kurumların gelişimleri, halkın siyasal bilinç düzeyi ve yabancı devletlerle olan ilişkiler devlet tipini belirleyici unsurlardır. (Dipnot-3-Server Tanilli, Devlet ve Demokrasi, 2. Basım, Say Kitap Pazarlama, İstanbul, 1981.)
Açıkça kapitalizmin açık pazarına dönüşen dünyada, küresel sermaye hedefine ulaşmak için, medya ve iletişim kanallarıyla toplumları düşünsel ve kültürel anlamda hazırlayıp biçimlendiriyor. Ulusların kolay etkilenmesi için iç politikayı dahi dizayn ediyor. Eski veya yeni tüm stratejileri kullanarak bir nevi “böl parçala ve yönet” taktiğinin uyguluyor. En başta etnik ayrışma körükleniyor. Ayrıştırma her farklı alanda inceden kurgulanıyor. Çünkü küresel güçler ve büyük sermaye, karşısına çıkacak ve dur diyebilecek hiçbir yapı istemiyor.
Ulus devletlerin önemli özellikleri arasında, devletin öğesi olan milletin, yani toplumun ortak bir ülküye veya bilince sahip olmasıdır. Bu bilinç doğal olarak milleti devlete bağlayan en güçlü bağdır. Bu bilinçlenme daha çok, kendini ‘Milliyet’ ve ‘Milliyetçilik’ şeklinde gösterir ki, bunlardan milliyet kavramından ‘millet niteliği taşıyan halkın durumu’ anlaşılır.(Dipnot-4- Muzaffer Erendil, Devlet’in Kavram ve Kapsamı, MGK Yayınları,1990.)
Küreselleşme çağı sayılan bu çağda dünyada ulus devletlerle ilgili yaptırımlar hızlandırıldı. Hatta savaşlarla ulus devletlerin geleceğine ilişkin öngörüler tersine çevrildi. İdeolojik yaklaşımların şekillendirilen öngörüler başka savaşları tetikledi. Ulus devlet olgusunu bitirmek için her sosyal değişimin önü kapandı. Açık veya gizli siyasal sosyal değişime etkisi olanlar ve pek çok da faktör yok edildi.
Dünya genelinde binlerce yıllık tarihi geçmişe sahip çeşniden, sosyokültürel miraslar kullanılarak yeni ulus bilinçleri üretilmeye çalışılmıştır. Ancak bu etkin siyasal çaba, proje ülkeler ve minik devletçikler kurmaktan öteye gidememiştir. Ve bu proje-kurgu ülkeler hiçbiri tarihteki eşdeğerini bulamadığından daima körüklenen iç kavgaların ve bölgesel paylaşım savaşların odağında yer almışlardır. (Dipnot -5- Erdoğan Aksu-http://www.esenlertime.com/Kurgu Devletler Cenneti: Ortadoğu…18 Eylül 2016 - 1066 okunma)
Ulus devlet olarak inşa edilen tüm devletler 1980’den sonra küreselleşmenin etkileriyle önemli değişimler yaşamıştır. Ulus devleti yapısı ve özelliklerinde siyasal değişimler anında, sosyolojik etkileşim zamanla hissedilmiştir.
METİN OLMAK VEYA ÇETİN
DAVRANMAK...
Zaman metin olmak zamanı, metin
ve çetin davranmak zamanı...
Zaman zaman semirtilen ikiyüzlü
davranış biçimi, körkoruyuculuğun güdülediği,
mevcut erksel statünün emrinde
gelişen yaşamsal tercih. Mevcut iktidar meşruiyetini pasifist dinamizmle
kitlelere yansıtma yöntemi. Resmen hanedanlık rejimleri referansı.
Çünkü rejimler hızla çöküşe
geçtiğinde, tam da metin olma zamanında, çetin davranma ortamında bu iki
yüzlülük birikimi hortlar. Veya bir şekilde tesis edilir. Bilimsel ilerleme
karşıtlığı ve ters baskılamalar ile temsilci vasfını kaybetmişler yeniden
kalıba çekilir. Sonuçta her şeyin felsefesi zedelenir. Zerkedilen ise skolastik
egoizm, barok karmaşa, ansiklopedik operasyon, ortaçağ şuuru, pragmatik
dayatma, kılavuz kastıdır...
Zehir zemberek açılımlarla her
fırsatta katedilen ise evrensel kanunların dışında başkalaşım, marjinal
faydacılıktır...
Atmosfer gereği tam da metin
olmanın gerektiği, çetin olmanın güncellendiği günlerde cepsiz düğmesiz
cübbeliler kesitinde, keskin sirke küpüne zarar yanılgısı parlatılır. Paslanan
patlayan silindirik yangın. Kontrollü telkin. Paralel yargı. Oryantalist
çürümedir...
Cüretle yeltenilen ise adaleti
işgal, hukuk birliğine şirk koşma, sirk akrobatlığı ve tipoloji kıvraklıktır...
Oysa metne mazhar metin olma,
çetin davranma atmosferinde truva atı kurnazlığıyla fetihler politeist
konumlanmadır. Konumlandırmadır. Resmen feyz alınacak savunma zaafı. Kokulu
zarf. Öznel delalet. İndirgemeci geriliktir...
Gerilen sinirleri iyice gerdiren
tek otorite konforu, totemci safha, kült sentezi, ekinoks preslemesi, prensip
sapması, sanal sınır ve küresel ayrıştırma ile desteklenir. Dar kapsamlı kudret
şerbetiyle de ballandırılır.
Tabiri caiz ise tam da metin olma
gerektiren, bütün salgınlara çetin direnç gösterme günlerinde barometrik
yöneltim yersizliği zihinlere yerleştirilir. İnsaf kurutan kuşatma hevesiyle.
Sonuç oligarşik ipotek ve diri diri topraktır...
Barok tapınaklarda bardak
taşıran, utanç veren yoğun ihlaller yüzünden hakimiyet zayıflayınca çoklu
yanlışlık tezgahlanır. Emir telakkisiyle tüccar zihniyetiyle. Hükümetsel
yanlılıkla. Çanları çalıban çoğulcu netliğe darbe girişimidir...
Elbette tüm faşist darbelere
çetin karşıtlık, yaranma listesi dışı kalmak ve metin olma hali zor iş. Binbir
suratların metazori maskelendiği virüs işgalinde, kodlanmış kanunlarla irade
tasfiyesi de asla tesadüf olamaz. Adli müdahale ikilik oluşturmak üzere
kurgulandığından tam kusurludur. Hele temel prensiplere hiç aldırmadan,
itirazlar en başından belirgin muğlak projeye yeşil ışık yakmak ise eşyanın
tabiatına aykırıdır. Hukuk dışıdır...
Zaten düaliter dünyada
harmanlanan tespiti zor eksen kaybı, tesirli zemin kayması, yıkıcı çelişkiler
yumağıdır. Bunlara talimat saltanatı yapaylığı da eklenince iş çığırından
çıkar. Kariyer aşkı, arsız düşkün itiraflarını getirir. Ve tanık şurası
kurulur. Şuur inkarıyla tur bindirme imkanı da azalır. Cepheleşilen ise tamamen
teminat tembelliğidir...
Yani gelen günlerin realitesi,
yarı açık ihlallere, bozguncu boylam, boş söylem ve enlemlere, dayatmacı ve
dağıtmacı pratiğe neşter atmak olmalıdır. Mevcut sisteme akla zarar entegrasyon
esnekliğini de kırmak. Kurumsal aklı öne çıkarmak...
Ancak tam da metin olma zamanı,
görünür görünmez saldırılara metin ve çetin durma zamanı teslis diyalog
biçimlenir.
Ve ikiyüzlü teslimiyet...
BU VİRÜS HER ŞEYİ FETHEDER…
Tıpkısı aynı
tıbbi analizler sarpa sarınca, memleket tıpatıp en başa döner. Dünya soyut
geçit, soyut gerçeklik somut olur. Dünya cennet cehennem, hiddet minnet arasına,
iktidar faslıyla iki parçaya bölünür. Salt kuru inat yüzünden soyuta doymuş akılla,
somuta soyunmuş bedenler, virüsler arası çatışmada kınalı kurban safına geçer…
Zaten aylardır
virüs yüzünden vicdan sıfırlaması, acı stoklanması yaşanıyor. İşte o aşama
aşama gerilen atmosferde, sıcak görüş sergileme, değişik düşün, metot ve
yorumlar ortaya koyma mucizevi durum. Zordan zor.
Tüm
olumlu yanlar görülmez, önerilen yollar uygulanamaz ölçütünde değerleniyor. Her
şey ampirik bilgi uyuşmazlığı çerçevesinde değerlendiriliyor. Bir yandan da öngörü
ve bilimsel temelsizlik derdest edilmediğinden soyut kavramların işgali günden
güne artıyor.
Bu virüs
bu gidişle her şeyi fetheder…
Fetbaz
virüs tuzağında kehanetlere aldanmış yapay inanç ve kıstırılmış ruhsal his,
bilinen ve varlıklanan doğrusal kavramlardan iyice soyutlanıyor. Bu
devamlılıkta somut anlak güç kaybeder. Soyut rejim güçlenir. Yani soyuta bel
bağlandıkça resmi divan kurulur. Akla kara zor netleşir. Akıllara sürekli süren,
sürmesi gereken savaş kazınır. Kazındıkça da tabloya bol kepçe marifetli
görüntüler girer.
Yani
soyut emperyalizm perspektifinden geçmiş, klişe tabular virüsle birleşince
tehlike daha da artar…
Dört bir
yan zehir salınca, virüs de tehlike saçınca hamasi nutuklar ile gerçeğin
görülmesi azbiraz önlenir. Borç harç, haraç mezat ertelenir. Tahsildarlar
ötelenir. Bu arada soyut gerçeklik, volkanik patlar yanardağların suskunluğunda
uyarına gelen uydurma profilleri somutlar. Tezatlar ve kırmızıçizgiler akıl
almaz vahşiliklere yol açar.
Yani
soyut kapitalizm, somut vahşiliğini dağıtır da dağıtır…
Bu
dağınıklıkta olağanüstü değerler utanç boyutunda boğulur…
Boğuntuya
getirilen bu tabansızlıkta virüs alt metindir. Alt başlıktır. Başlangıçta açık
ve radikal görüş sergileme, değişimci değişik düşün, ciddi metot ve muhalif
yorumlar ters karşılanırken virüs işgali arttıkça artık hiçbir şey fena
görülmez. Ama sıradanlaştırılır ve taban bulması önlenir.
Yani bu
virüs bu gidişle her şeyi fetheder…
Soyut
gerçeklik yanardağların suskunluğunda uyduları ve uydurmaları devamlı
günceller. Uygunsuz profilleri somutlar. Bu uydurak sarmalında tezatın teşviki
ve absürt ayrımlar ise neticeyi belirler. Sahadaki virüs etkisi arttıkça soyut
etkisiz konuşmalar ve somut etkili sunumlar da işe yaramaz. Sonunda her şey
birbirine karışır. Kargaşa en başta iletişim ayıbıdır. Sonra utanç boyutunda
kayıplar.
Bütün kayıplarda
virüs alt metindir. Alt başlıktır. Baştan sağma geçiştirilir sorular,
sorgulamalar.
Çünkü
başlangıçta soyut olanı anlama duygusu ve somuta som altından yaklaşma merakı
vardır. Ulaşı ve bulaşıyı ayırt etme içgüdüsü zayıfladıkça da her şey normalden
sayılır. Böylece salgın yayıldıkça yayılır. Aynının tıpkısı tıbbi analizlerle
işlerin sarpa sardığı açık seçik görülür. Ve tıpatıp ta en başa dönülür.
İşte bu
resmen akıl zedelenmesidir. Yalan yanlış yaşananlara soyut çare arayışıdır.
Oysa zehir zemberek de olsa zekâ en somut gerçekliktir. Bilinen ve somuta
indirgenen tek gerçek varsa bu virüs soyut somut dinlemez, somun peşinde
koşanından somon peşinde yüzenine dek affetmez.
Yani bu virüs bu gidişle her şeyi fetheder…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder