ESENLER KENT KONSEYİ-MİLLİGÜVENLİK KONSEYİ!
Esenler Kent Konseyi “Genel Kurulu” E. Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi. 08.10. 2006 tarih ve 26313 sayılı resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren yönetmelik uyarınca 12.si yapıldı. “Eylül Genel Kurulu” yemekli-şenlikli bir ortamda hayat buldu. 2013 Ocak ayındaki Genel kurul bakalım nasıl geçiştirilecek. Kent Konseyi, Belediye Fen İşleri Müdürü ve peşine İlçe Sağlık Müdürü’nün (Nihat Karakaş ve Doğan Uysal) gerçekten gereksiz olan, yönetmelik ve yönergedeki yeri muamma-belirsiz, sunumları ile başladı. Konsey üyelerini bir hayli sıkan ve depmece iktidar, buram buram siyaset kokan bu zaman kaybının ardından E. Belediye Başkanı’nın upuzun süren kürsü hakimiyetiyle konsey negatif zirve yaptı. Konsey Başkanı da bildiğinden olsa gerek işi en başında sıkı tuttu. Burası siyaset meydanı değil deyip kestirip attı. Attı ama bu yersiz ve ucuz şovlara seyirci kaldı, uyuyarak da izledi. Meğer iktidara siyaset serbest-mübah, muhalefete ise yasak-günahmış diğer konuşmalarda anlaşıldı öteki yüzü. Konsey başkanı uyandı, bir uyandı pir uyandı ki evlere şenlik… Bu genel kurulu güncele-kamuoyuna taşıyanları da biz takip edeceğiz. Bakalım bizimde en ince ayrıntısına not ettiğimiz Belediye Başkanı’nın tırnak içinde bilinen dipnotlarını mı yayınlayacaklar, taşıyacaklar. Yoksa… Örneğin; 340 projelik kitabı, yeni belediye binası 1 ekim ihalesi, 11 yeni prestij cadde, 85 kodundan 95 koduna 2 girişli su sistemi, 1 katrilyonluk yatırım, 6 yerde kentsel dönüşüm, O. Reiste 17.000 metrekareye 9,3 trilyon ödeme, 100 metrekareye 80’lik daire bila bedel, 20 metre otopark, kira ve kredi desteği, T.Reiste 270 te 270 teslimat, H.Alanı’nda 1200 Tuna’da 350 yeni konut, 500 metre kare üstüne ilave imar, Ramazan etkinlikleri 750 milyon, Ramazan maliyeti 2 trilyon, 10 yere maç izlenebilecek dev-plazma, her mahalleye taksi durağı, engelliler festivali, belediye bütçesi 202 trilyon mu yazacaklar? Yoksa ‘şehrin gelişimi için yeni şeyler söylenmeli’ diyerek, konseye eskimiş projelerin anlatılıp, foto-panoların gösterildiğini mi? Ya da ‘alel acele umutlar, korkular ve hayaller üstüne kurulmuş bir şehir’ edebi cümlesiyle Esenler ile alay edişleri mi yansıtacaklar merceklerinden. Bakacağız ‘şehrin bir yüzü vardır’a yanıt “şehrin yüzsüzleri” de vardır sosyolojik saptamasını mı betimleyecekler korkmadan. Veya Konsey Başkanı muhteremin “uzlaşma kültürü” deyip durup taraflı ve asabi yönetim göstererek bu kültürü de sabote edişini mi yazacaklar. Keyfe keder söz vermelerle, ardı ardına hatip sözü kesmelerle, duruş ve görüşünü beğenmediklerini-muhalifleri konseyin parçalaması arzusuyla arenaya iteklemelerini mi fotoğraflayacaklar. Veya yarım ağız ‘ortak yaşamı geliştirmek, ortak akıl üretmek, kentte birlik, kenti yönetmeye katkı’ demekle adilane başkanlık icrası gerçekleştirilemez mi diyecekler. Bir siyasi parti ilçe başkanına (Oktay Şahin), seversiniz-sevmezsiniz ama köy derneklerinden bile sonra kerhen söz hakkı verirseniz, Konsey Başkanı muhterem başta bu konseye, sonra önyargılı davrandığınız şahısa ayıp etmiş olursunuz diyebilecekler mi? Çekinmeden. Bakacağız… Üstelik S demeden ‘siyaset yapmayın’, P demeden ‘ben burada başkan olduğum sürece politika yapılmasına izin vermem’ şahlanışıyla hatibi kesip doğrarsanız olmaz hocam diyen bakalım çıkacak mı? Göreceğiz bakalım bu -milli güvenlik konseyi- tavrını açıkça işleyebilen olacak mı? Muhalefeti ne dediğine bakmadan-aldırmadan bu denli hırs ve kızgınlıkla ötelemek, yanlı yaklaşmak, hatta ve hatta tersleyebilmek konseye, kent konseyi yönetmelik ve yönergesine ve de Esenler’in geleceğine alenen ihanettir deyip, direniş eylemliliği içinde var olunacak mı? Konsey Yürütme Kurulu üyesini (Mustafa Kaplan) bile yeterince ve gereğince bilgilendirmeden, başkanlık makamına oturup bilgi ve öneri akışına yön vermek konsey amacına ters düşer Muhterem Başkan diyebilen çıkacak mı bakacağız. Oysa ki; Kent konseyi yönetmeliğinin 1. maddesi konsey amacını şöyle açıklar; “Bu yönetmeliğin amacı; kent yaşamında, kent vizyonunun ve hemşehrilik bilincinin geliştirilmesi, kentin hak ve hukukunun korunması, sürdürülebilir kalkınma, çevreye duyarlılık, sosyal yardımlaşma ve dayanışma, SAYDAMLIK, HESAP SORMA VE HESAP VERME, KATILIM, yönetişim ve yerinden yönetim ilkelerini hayata geçirmeye çalışan kent konseylerinin çalışma usul ve esaslarını düzenlemektir.” Yönetmelik gereği de olsa şeffaflık isteyeceksen, hesap soracaksan, hesap verilmesini isteyeceksen ve tüm bunları kentin hak ve hukukunun korunması adına yapacak bile olsan asla izin yok konsey başkanından. Kurulmuş bir kere muhterem. Ayrıca “3 çarpı 80 kuvvetinde” açılabilecek davalara dayanamayacaksan eğer usluca dinlemeli, usulden alkış vurup susulmalı. İşte Kent Konseyi atmosferi bu şeklinde dillendirecek var mı acaba… Bu genel kurulda oybirliğiyle kabul edilen ‘Esenler Belediyesi Kent Konseyi Yönergesi’nde konsey görevlerinin bir kısmını açıklayan 6. madde k fıkrasında “Kent yönetiminde saydamlık, katılım, hesap verebilirlik, öngörülebilirlik ilkelerinin uygulanmasına katkıda bulunulur” diyor. Yönetmeliğin ve yönergenin bütünü bir yana konseyin işleyiş ve işletilişini sadece ayıklanmış bu iki madde bile tamamen ortaya koyuyor. O vakit tanık olunan bu kuşku, acizlik ve açmaz nedendir anlaşılır değil. Bakalım dostlarımız anlaşılır değil biçiminde başlayan bir paragrafa imza atabilecekler mi? Biz de rahatlıkla yine olmadı Kent Konseycileri diyebiliriz. Çünkü “Öneri paketi ve proje hazırlanmadan gelinmiş. Belirli bir çalışma var ama yeterli değil. Önceden kent konseyine sunulmuş hiçbir çalışma yok. Ortaya somut şeyler konulamadı. Kent konseyi de şunları yaptık diyemedi. Daha çok dinleyici konumunda kalındı. Yapıcı ve yönlendirici çalışmalar yapılmalı.” Diyenler (...) var… Ve ekliyoruz üstüne alınacak herkes için; “Söylediğiniz doğru olsa bile her doğruyu her yerde söylerseniz, uygun ortamda söylemek idealinden saparsanız, yanlış olur; ‘Varsayalım, Esenler adına çok şey yapsanız dahi bir kalemde rezil olursunuz’...” |
27 Eylül 2012 Perşembe
ESENLER KENT KONSEYİ-MİLLİGÜVENLİK KONSEYİ
26 Eylül 2012 Çarşamba
ZAM DEĞİL AYARLAMA, ZUM DEĞİL GÜNCELLEME…
ZAM DEĞİL AYARLAMA, ZUM DEĞİL GÜNCELLEME…
Zam değil ayarlama, zam değil güncelleme belki ama işin aslı bütçe dengesinin tutturulamadığı. Yılsonunda beklenen bütçe açığı 35 milyar liraya vurdu. Şimdi hükümet Özel tüketim, katma değer vergi oranlarında oynamalarla, zam zumla 14 milyarın peşine düştü. Para denizinde batıkları oynayacağız bir süre yeniden.
Çünkü bu yıl için milli geliri 1426 milyar lira, bütçe açığını ise %1,5 tan 21,1 milyar lira öngörmüştü hükümet. Evdeki hesap çarşıya uymadı ve oran %2,5-3’lere sıçradı. Bütçe açığı da 35 milyarla tavan yaptı. Modern çile, çok başlı canavar yine yüzünü gösterdi.
Ve açık olan 14 milyar halka fatura edildi bir gece yarısı…
Vergi oranları arttırılsa da, yeni uydurma vergiler icat edilse de, bir kerelik denip yıllarca başa bela vergiler konulsa da, mesele çözülmüyor çözülemez de. İşte böyle diyor aklı başında ekonomistler. Tuhaflık içeren denklemlerle, kör kütük zam ve melankoli denizine itiliyoruz sanki.
Ve ekliyorlar; özellikle özelleştirme masallarıyla milletin değerlerini yok pahasına elden çıkarmak sadece o yılın bütçesini dengelemekten öteye gitmeyen bir tutum ve anlayıştır. Kıyamet kapıda bekliyor.
Yani hükümet devlet harcamalarını kısacak, halkı köşeye kıstırmayacak her açmazda, her çıkmazda. Hükümet daima en kolayına geleni, bütçeye yeni ve dolaylı vergilerle ayar çekme işini bir kenara bırakacak ve faiz dışı harcamaları azaltma yoluna gidecek. Emperyalist bulamacı hastalıklarla boğuşacak yiğitçe.
Zaten 2013 ve 2014 yıllarının baştan sona seçim modunda geçeceğini göz önüne alarak harcamalarda tasarruf yerine faturayı halka çıkartmayacak. Bütçe ekonominin temeli olduğuna göre bu yıllarda denk bütçeler planlayacak. Yoksa işler arap saçına döner. Etenesi zamansız kesilince paranın sonucu bu olur.
Çünkü bütçe açıkları seçimlerle birlikte ürkütücü rakamlara ulaşır ve gelecek iktidarlar o meşhur enkaz edebiyatına derhal başlarlar. Ezayı cefayı da yine halk çeker. Birileri çıkar külliyen direktör yanlışları der seslice.
Ayrıca dünyadaki kriz hani uğramazdı bize teğet geçerdi. Kriz hani vurmazdı gelişmekte olan ülkeleri. Büyümesini de bütçesini de etkilemezdi hani. Tahmin edilenin dışında ve üstünde olmazdı hani bütçe açıkları. Hepsini de gördük maalesef düşman başına. Zulüm safhasında bir keyfe kederliktir almış başını gidiyor.
Ekonomiyi idare eden bakanlar sürücü ehliyetini aralarında tartışmaya başladılar bile. Milletin gözü önünde şimdiden göstermelik çıkışlar. Ekonomik büyümeyi aşağı çeken bir anlayışla bütçenin delinmesinin önüne geçilmeye çalışılıyor. Günü kurtaran önlemlerin acı faturasının ileriki günlerde ağırlaşacağı-derinleşeceği ayan beyan oysa. Ülke olarak birçok üründe dolaylı ödenen vergiler açısından ilk beşe oynuyoruz maşallah.
Aylık enflasyonu aydan aya kalem oynatmalar ve kaydırmalarla ötelemekle olmuyor demek ki. Yapılan zamların reel etkisi ekimden sonra tamamen hissedilmeye başlar, kel gözükür. Zaten halk da o zaman anlayacak işin rengini. Tel tel sarılındı kapitalizmin ipine, alın terinde boğulmak unutuldu sonuç bu.
Peki bitecek mi ekonomik kaos, hayır. Hayır diyor aklı bütün ekonomistler. Bu dolaylı vergi artırımlarını bir başka deyimle enflasyon ayarlaması-güncellemesi diye geçiştirmek de yanlış. Bu ve benzer ileri geri düzenlemeler ekonomistlere göre resmen enflasyonu körüklüyor.
Daha şimdiden bu zamlar 2012 için 0,6 puan, 2013 için ise 0,4 puanlık bir yük getirdi. Yani iki yolun sonunda her şey doğal seyrinde gitse dahi enflasyon bu zamlar neticesinde yaklaşık 2 puan artacak. İktidar daha da kemer sıkan önlemler alarak bu yükü hafifletebiliriz diyebilir. Diyebilir ama bu hesap da tutmaz görünüyor. Çünkü önümüz seçimler ve ardımız da yeni yeni ekonomik önlem paketleri iki-üç yıl yaşanacak besbelli.
Zam değil ayarlama, zam değil güncelleme belki ama işin aslı bütçe dengesinin tutturulamadığı. Yılsonunda beklenen bütçe açığı 35 milyar liraya vurdu. Şimdi hükümet Özel tüketim, katma değer vergi oranlarında oynamalarla, zam zumla 14 milyarın peşine düştü. Para denizinde batıkları oynayacağız bir süre yeniden.
Çünkü bu yıl için milli geliri 1426 milyar lira, bütçe açığını ise %1,5 tan 21,1 milyar lira öngörmüştü hükümet. Evdeki hesap çarşıya uymadı ve oran %2,5-3’lere sıçradı. Bütçe açığı da 35 milyarla tavan yaptı. Modern çile, çok başlı canavar yine yüzünü gösterdi.
Ve açık olan 14 milyar halka fatura edildi bir gece yarısı…
Vergi oranları arttırılsa da, yeni uydurma vergiler icat edilse de, bir kerelik denip yıllarca başa bela vergiler konulsa da, mesele çözülmüyor çözülemez de. İşte böyle diyor aklı başında ekonomistler. Tuhaflık içeren denklemlerle, kör kütük zam ve melankoli denizine itiliyoruz sanki.
Ve ekliyorlar; özellikle özelleştirme masallarıyla milletin değerlerini yok pahasına elden çıkarmak sadece o yılın bütçesini dengelemekten öteye gitmeyen bir tutum ve anlayıştır. Kıyamet kapıda bekliyor.
Yani hükümet devlet harcamalarını kısacak, halkı köşeye kıstırmayacak her açmazda, her çıkmazda. Hükümet daima en kolayına geleni, bütçeye yeni ve dolaylı vergilerle ayar çekme işini bir kenara bırakacak ve faiz dışı harcamaları azaltma yoluna gidecek. Emperyalist bulamacı hastalıklarla boğuşacak yiğitçe.
Zaten 2013 ve 2014 yıllarının baştan sona seçim modunda geçeceğini göz önüne alarak harcamalarda tasarruf yerine faturayı halka çıkartmayacak. Bütçe ekonominin temeli olduğuna göre bu yıllarda denk bütçeler planlayacak. Yoksa işler arap saçına döner. Etenesi zamansız kesilince paranın sonucu bu olur.
Çünkü bütçe açıkları seçimlerle birlikte ürkütücü rakamlara ulaşır ve gelecek iktidarlar o meşhur enkaz edebiyatına derhal başlarlar. Ezayı cefayı da yine halk çeker. Birileri çıkar külliyen direktör yanlışları der seslice.
Ayrıca dünyadaki kriz hani uğramazdı bize teğet geçerdi. Kriz hani vurmazdı gelişmekte olan ülkeleri. Büyümesini de bütçesini de etkilemezdi hani. Tahmin edilenin dışında ve üstünde olmazdı hani bütçe açıkları. Hepsini de gördük maalesef düşman başına. Zulüm safhasında bir keyfe kederliktir almış başını gidiyor.
Ekonomiyi idare eden bakanlar sürücü ehliyetini aralarında tartışmaya başladılar bile. Milletin gözü önünde şimdiden göstermelik çıkışlar. Ekonomik büyümeyi aşağı çeken bir anlayışla bütçenin delinmesinin önüne geçilmeye çalışılıyor. Günü kurtaran önlemlerin acı faturasının ileriki günlerde ağırlaşacağı-derinleşeceği ayan beyan oysa. Ülke olarak birçok üründe dolaylı ödenen vergiler açısından ilk beşe oynuyoruz maşallah.
Aylık enflasyonu aydan aya kalem oynatmalar ve kaydırmalarla ötelemekle olmuyor demek ki. Yapılan zamların reel etkisi ekimden sonra tamamen hissedilmeye başlar, kel gözükür. Zaten halk da o zaman anlayacak işin rengini. Tel tel sarılındı kapitalizmin ipine, alın terinde boğulmak unutuldu sonuç bu.
Peki bitecek mi ekonomik kaos, hayır. Hayır diyor aklı bütün ekonomistler. Bu dolaylı vergi artırımlarını bir başka deyimle enflasyon ayarlaması-güncellemesi diye geçiştirmek de yanlış. Bu ve benzer ileri geri düzenlemeler ekonomistlere göre resmen enflasyonu körüklüyor.
Daha şimdiden bu zamlar 2012 için 0,6 puan, 2013 için ise 0,4 puanlık bir yük getirdi. Yani iki yolun sonunda her şey doğal seyrinde gitse dahi enflasyon bu zamlar neticesinde yaklaşık 2 puan artacak. İktidar daha da kemer sıkan önlemler alarak bu yükü hafifletebiliriz diyebilir. Diyebilir ama bu hesap da tutmaz görünüyor. Çünkü önümüz seçimler ve ardımız da yeni yeni ekonomik önlem paketleri iki-üç yıl yaşanacak besbelli.
21 Eylül 2012 Cuma
BİR TATLI HUZUR ALMAYA GELDİK…
BİR TATLI HUZUR ALMAYA GELDİK…
Sıkı gevşek nice toplantılardan geçtik de geldik, çıktık huzura el etek öpmeden ve hazirunu dinledik bir köşeden. Gaziler gününe denk düşen bir atmosferde kent bilimi üzerine tam gaz gazlayanları görünce de çekinmeden çekince koyma, şerh hakkımız kendiliğinden doğdu. Velâkin meslek edinilmiş salamura alışkanlıklara takılmayacağız yine. Çünkü yılda bir seferlik de olsa huzurumuz bozulmasın istiyoruz. İleri internet demokrasisi gereği işimiz sadece siyasilerle, poli-tıkacılarla. Devlet adamı pozunda ve havasında ama vasfıyla muamma babamız olsa affedemeyiz. Atanmışlara sözümüz yok, onlara bu cenderede şimdilik sadece başarılar dileyebiliyoruz. Huzura konmuş bir kere zevat. Aynı yüzler, ayni şarkı ve ayni nakarat. Yorum muhasebesi negatif fazlalıklar ve aykırılıklar içerdikçe de huzur kaçıyor ister istemez. Maciskurlu laflarla gerçekler geçiştirilmeye çalışılınca da huzursuzluk kemiriyor beyni içten içe. Oysa gürül gürül akıyor hayat. Biz ise kala kalmışız kentin göbeğinde, aynı yere demirlemişiz topyekun ve rüzgar bekliyoruz. İktidara, hükümete nispet sökük kispetle güreş tutmak akıl karı değil belki ama başkaca da çare yok. Boy pos fos çıkınca işin aslı huzursuzluk gırla gider. Çünkü ‘kendisine çeki düzen veren çelebiler’ papatya falını açmaya başlarlar. Böylece huzur ve güvenin nereye kadar ve nasıl olduğunu da ahali görür ve dillendirmeye başlar. Kendilerini boy aynasında devasa hissedenler üç boyutlu gözlüğe rağmen göremezler ise adam olanlara 33 yerde çarpı dört mobese kamera ile gösterirler kentin öteki yüzünü. Yetmezse 67 yere daha dikilince bu kameralardan çorba akıtan siyaset çeşmesinin ayıpları göze batar bir bir. Maddi manevi hasarlı şehirliler de el sallar şehri demokrasi adına kuşatanlara. 120 kamera alıp yüz yirmisini de bu şehre apayrı yerlere taksan ne olacak sanki. Manzara mı değişecek, fırça fırça tılsımlı dokunuşlarla. Bir çırpıda bir el şaklatırız bir buçuk trilyonu buluruz demekle “ adı ve şanı ile ismi gibi esenlik şehri Esenler” olarak anılmak kolaylaşacak sanki. Kaç trilyon gitti eski tas eski hamam. Kimse aşırı kötümser alınganlık göstermesin ama bir kentin toplumsal hafızasıyla bu denli oynamak, alaylayıp, kalaylayıp yok saymak yakışmaz hiçbir sosyal varlığa. Yediği kaba kirletiyorlar lafazanlığı da kırmızı ışığa takılır düz yolda. Geçip gitmek için yeşilin yanmasını bekleyen esenlik dolu ağızların da bir bakarsınız huzuru kaçar. Prototip dayatmamacılığındakilerin ‘ihbarda isim verme zorunluluğu olmadığından’ yersiz-yurtsuz sağlaması da eninde sonunda ilçenin sayısı sadece iki olan trafik ekiplerine takılır. Algı yanlışlığı demek ki insanı bu bozuk davranış kalıplarına zorlarmış. Bir yılda dört bine yakın işe yaramaz sözde sanatsal sertifikalara bir trilyon yatırırsanız ve çay çorba, gündöndü çekirdek bahsiyle iddialaşırsanız huzur çıkmazına itersiniz hemşerilerinizi. Her mübalalı söylemi kendimize öncelikli mesele edinmek istemezdik ama maalesef şehir hakkı ve şehir hukuku bilincimiz böyle emrediyor. Masal bunalımı, beyin içi dağınıklığı ve seçim-geçim kaygısı meğer en muhteremleri bile asıl gerçekleri gizleme, sahici görüntüleri silme, triyonları hor görme çabasına sürükleyebilirmiş. Düşünce ötesi formatta asil sessizlik ve yerli yersiz eften püften sızlanmalar prim yaptığından meydan daima boş nasılsa. Ne belge ne bilgi var cenahlarda. Yani yeşil çuha bir kez daha yırtılıverdi. Çuha yırtılınca en değme ıstakanın bile ıskalaması çok normal. Böylesine huzurlu bir anormallikte ise “gülümseyin burası Esenler tabelasını dört bir yana asalım” cümlesi de, cümle alem bize gülecek olsa dahi gönlümüze tatlı bir huzur doldurur. Zaten sarmalına girilen çaresizlik yürek yakıyor, yaprak yaprak döküldükçe ömürler ciğerlerimiz kanıyor, vatan vatan diyerek oturup ağlaşıyoruz her gün sektirmeden “bir tatlı huzur almaya geldik” ve aldık payımıza düşeni. Bundan böyle ne dilin kemiği kaldı ne de öğüt dinleyecek kulak. Böyle biline ve ona göre söz sarfedile.. Bu huzur toplantısı huzuru aradığımızı gösterdiği gibi, huzurun var olması gerektiğini ancak olmadığını da ayan beyan belgeledi. Var olasın ilçe emniyeti iyi bilgilendik sayenizde. Nasılsa her şey emniyet kameralarınca kayıt altında. Evet, Esenler’de yaşıyoruz ve Esenlerin esenlik şehri huzur abidesi olduğuna inanmak istiyoruz gerçekten. Ya siz her mikrofon alanda hal ve gidişe not veren ama hal ve gidişi de yöneten poli-tıkacılar, siz nerede yaşıyorsunuz. Esenlik şehri Esenler sizlerin “bir tatlı huzur almanız için gelmenizi” yani burada ikametinizi bekliyor.. Ayrıca kara kaplı lugatta en zarif kelimedir ‘huzur’. Kimsenin ama kimsenin huzuru bozmaya da hakkı yoktur... |
19 Eylül 2012 Çarşamba
Öylesine Giresiniz ki Düşlerime; Ey Kent Kalıntıları, Alt Kültür Parçacıkları...
Öylesine Giresiniz ki Düşlerime; Ey Kent Kalıntıları, Alt Kültür Parçacıkları...
Ben önce benim, sonra dört bin yıllık eski takvim uyarınca mayıs yedisinde kutlanan şenlik, peşinden İsa doğmadan sekiz yüzyıl önce Miletosluların kurduğu bir kentim.
İsa’yı Meryeme doğurtan ilahi güç adına o şehir benim işte. Şimdi kocaman bir yarımada olarak anılıyorsa bu cennet vatan, işte ben o ülkenin kuşkusuz küçük yarımada yavrusuyum. Yarımada ülkenin yarımadacık öz evladıyım.
Ben bu ülkenin bölünmez bir parçasıyım. Bu ülke de herkes kadar benim, benim kadar herkesin. Parsel parsel sahiplenilse de gözleri yaşlı koca vatan, inadımız inat ben yarımada o şehirim.
Hürriyetim elimde, tutsaklığım cebimde o şehir benim, ben o şehirim. Yârini lacivert-mavi şehla gözlerinden sımsıcak öpen gaziyim. Asla beni terk etmeyen, seven sevdiren kara sevda. İşte ben o tükenmez sevdayım, modern zamanlara inat.
Yüksek tepelere salınarak tırmanır, gül gibi biçimlenirim. Göğe doğru uzadıkça uzarım. Selvi boyum eski kale kalıntılarında son bulur, kör topal. Eski kent artığı çapkın ihtiyarla yasak aşkım o vakit başlar. Ve doğuya ve batıya yeşil yeşil yayılırım cömertçe.
Engebeli arazi yüzünden deniz kıyısına yalı boyu hapsedilsem de, yüz yirmi kilometre boyunca denizle kucaklaşarak avunurum. Hapisliğimin en güzel yanıdır bu. Ancak önemli köy ve kasabalarımın çoğunun kıyı boyunca kurulması bu yasak sevdanın ürünüdür. Yani aşka doymazlığa kesilen ödül-cezadır bire bir yalı boyu dağınıklığım. Acıklı bir kopuş yaşarım o yüzden denizden içeri köylerimle, kasabalarımla.
Onlar üvey evlatlarımdır. Mahpusluğumun meyveleridir ve benden utanırlar, uzaklaşır da uzaklaşırlar. Onlar kaçar ben kovalarım anlayacağınız. Küçük öbekleşmeler halinde, yalnızlığı ve yoksunluğu tadarlar her an. Atasız olmanın arkasız olmanın ezikliği içinde günden güne yoksullaşırlar.
Ve ben yavrularımı gereğince babaç-anaç kucaklayamam. Kanatlarımın altına alıp kollayamam, koruyamam, etrafımda toplayamam, içim ezilse de.
Güzel bir şehirim evet, iyi bir ana iyi bir baba mıyım bilemem. Sizi delicesine seviyorum demeye korkar, çekinirim. İşin aslı utanırım büyüklerden böyle gördüğümüzden. Kendimi onlara adamaktan ne hikmet ise sakınırım sanki. Büyüklüğümü gösteremem alenen, engin şefkatimi arada sırada göstersem de. Hep uzaktan severim onları, koklarım dokunamam, dokunurum kucaklayamam, çok arlanmaz uslanmazım.
Dar ve küçük körfezler yerine kıyı boyu göze çarpan kumsallarda denizle yarenlikten alıkoyamam kendimi. Geniş koylarda güneşlenir, denize açık yamaçlarda saçlarımı kuruturum. Tuzlu bedenimi sunarım sıkça karayelden esen rüzgârlara. Siyah denizin rengi hiddetinden ve kıskançlıktan bir kat daha koyulaşır bu nedenle. Aksular bile yumuşatamaz onun karalığını.
Ve bile isteye aldatırım onu, zevkle. Yaptıklarım ezelden beri töreye aykırı olsa da ettiklerim az bile derim ona. Çünkü bana kızdıkça kararır, kararır ve Karadeniz olur. Ve evlerimden, ocaklarımdan, obalarımdan, kızgın denizin derin lacivertimsi maviliği, deli dalgaları, korkunç fırtınaları seyredilir aylarca.
Karadeniz’in iyiden iyiye hırçınlığının artmasından, azdırılmasından korkularak gözler kaçırılır binlerce yıldır. Sadece gizliden gizliye kaçamak ve kuşkulu koyu lacivert bakışlar yeğlenir.
Deniz aşılması güç yalçın dağlarla birlikteliğime imrenerek, işin özü bozularak daha sinirli, kıskanç, hoyrat ve dayanılmaz ivmeyle vurur kıyılarıma. Un ufak olurum çılgın dalgalarla. Geçitsiz sıradağlar beni her dakika her an hırpalayan aşağılayan denize sitemler yağdırır. Birbirlerine husumet beslerler apaçık. Boğaz boğaza gelirler her fırsatta. Didişirler, yarışırlar, itişip kakışırlar. Ve inanılmaz güzellikte yeşil ile koyu mavi böylece harmanlanır. Böylece aradaki kinden habersizler denizle dağların kucaklaştığını sanır, aldanırlar, kanarlar.
O dağlar ki; var olduklarından bu güne yüz binlerce, milyonlarca yıldır hep bitki örtüsü kaplı ve nefti yeşildirler.
O deniz ki; su kürenin en koyu, en kara renklisidir. Ve dağlar denizin gözlerini yeşertir. Aradaki it dalaşı asla bitmez. Sürer gider, sürüp geldiği gibi ve itler susar…
İşte ben önce benim. Ya sonra? Sonra benden içeri başka bir ben. Sanki benlik bolluğunda, bensizlikle iç içeyim. Veya nice beni olan aktif bir yanardağ veya sönmüş volkanik bir dağım.
Her erken patlayışta başka bir yanım doğar-belirir, kızgın kor alevden lavlarımda. Sanki kızıl alev renginde arzın merkeziyim. Soğumaya yüz tutmuş yer tabakanın bilinmezliğinde acayip bir katmanım.
Yani bilinirliğim belirsizliğe tutsak, kabuk içinde en sert kabuğum. Kabuklarımı çatlatıp, tüllerini araladığım penceremden sesli sedalı, acımasız vahşi yaşamı izleyenim işin gerçeği.
Benim hepsi de hangi ben acaba. Bilmiyorum açıkçası benim işte. Meltemlerle şuh içinde uçuşan perdeler ardındaki ben. Ve demir mazgallı pencere sürgünü bende kayıtlı tüm sırlar.
Ey kent kalıntıları, alt kültür parçacıkları öylesine giresiniz ki düşlerime neyim, neydim? Kimim? Anlayıp öğrenelim…
Ben önce benim, sonra dört bin yıllık eski takvim uyarınca mayıs yedisinde kutlanan şenlik, peşinden İsa doğmadan sekiz yüzyıl önce Miletosluların kurduğu bir kentim.
İsa’yı Meryeme doğurtan ilahi güç adına o şehir benim işte. Şimdi kocaman bir yarımada olarak anılıyorsa bu cennet vatan, işte ben o ülkenin kuşkusuz küçük yarımada yavrusuyum. Yarımada ülkenin yarımadacık öz evladıyım.
Ben bu ülkenin bölünmez bir parçasıyım. Bu ülke de herkes kadar benim, benim kadar herkesin. Parsel parsel sahiplenilse de gözleri yaşlı koca vatan, inadımız inat ben yarımada o şehirim.
Hürriyetim elimde, tutsaklığım cebimde o şehir benim, ben o şehirim. Yârini lacivert-mavi şehla gözlerinden sımsıcak öpen gaziyim. Asla beni terk etmeyen, seven sevdiren kara sevda. İşte ben o tükenmez sevdayım, modern zamanlara inat.
Yüksek tepelere salınarak tırmanır, gül gibi biçimlenirim. Göğe doğru uzadıkça uzarım. Selvi boyum eski kale kalıntılarında son bulur, kör topal. Eski kent artığı çapkın ihtiyarla yasak aşkım o vakit başlar. Ve doğuya ve batıya yeşil yeşil yayılırım cömertçe.
Engebeli arazi yüzünden deniz kıyısına yalı boyu hapsedilsem de, yüz yirmi kilometre boyunca denizle kucaklaşarak avunurum. Hapisliğimin en güzel yanıdır bu. Ancak önemli köy ve kasabalarımın çoğunun kıyı boyunca kurulması bu yasak sevdanın ürünüdür. Yani aşka doymazlığa kesilen ödül-cezadır bire bir yalı boyu dağınıklığım. Acıklı bir kopuş yaşarım o yüzden denizden içeri köylerimle, kasabalarımla.
Onlar üvey evlatlarımdır. Mahpusluğumun meyveleridir ve benden utanırlar, uzaklaşır da uzaklaşırlar. Onlar kaçar ben kovalarım anlayacağınız. Küçük öbekleşmeler halinde, yalnızlığı ve yoksunluğu tadarlar her an. Atasız olmanın arkasız olmanın ezikliği içinde günden güne yoksullaşırlar.
Ve ben yavrularımı gereğince babaç-anaç kucaklayamam. Kanatlarımın altına alıp kollayamam, koruyamam, etrafımda toplayamam, içim ezilse de.
Güzel bir şehirim evet, iyi bir ana iyi bir baba mıyım bilemem. Sizi delicesine seviyorum demeye korkar, çekinirim. İşin aslı utanırım büyüklerden böyle gördüğümüzden. Kendimi onlara adamaktan ne hikmet ise sakınırım sanki. Büyüklüğümü gösteremem alenen, engin şefkatimi arada sırada göstersem de. Hep uzaktan severim onları, koklarım dokunamam, dokunurum kucaklayamam, çok arlanmaz uslanmazım.
Dar ve küçük körfezler yerine kıyı boyu göze çarpan kumsallarda denizle yarenlikten alıkoyamam kendimi. Geniş koylarda güneşlenir, denize açık yamaçlarda saçlarımı kuruturum. Tuzlu bedenimi sunarım sıkça karayelden esen rüzgârlara. Siyah denizin rengi hiddetinden ve kıskançlıktan bir kat daha koyulaşır bu nedenle. Aksular bile yumuşatamaz onun karalığını.
Ve bile isteye aldatırım onu, zevkle. Yaptıklarım ezelden beri töreye aykırı olsa da ettiklerim az bile derim ona. Çünkü bana kızdıkça kararır, kararır ve Karadeniz olur. Ve evlerimden, ocaklarımdan, obalarımdan, kızgın denizin derin lacivertimsi maviliği, deli dalgaları, korkunç fırtınaları seyredilir aylarca.
Karadeniz’in iyiden iyiye hırçınlığının artmasından, azdırılmasından korkularak gözler kaçırılır binlerce yıldır. Sadece gizliden gizliye kaçamak ve kuşkulu koyu lacivert bakışlar yeğlenir.
Deniz aşılması güç yalçın dağlarla birlikteliğime imrenerek, işin özü bozularak daha sinirli, kıskanç, hoyrat ve dayanılmaz ivmeyle vurur kıyılarıma. Un ufak olurum çılgın dalgalarla. Geçitsiz sıradağlar beni her dakika her an hırpalayan aşağılayan denize sitemler yağdırır. Birbirlerine husumet beslerler apaçık. Boğaz boğaza gelirler her fırsatta. Didişirler, yarışırlar, itişip kakışırlar. Ve inanılmaz güzellikte yeşil ile koyu mavi böylece harmanlanır. Böylece aradaki kinden habersizler denizle dağların kucaklaştığını sanır, aldanırlar, kanarlar.
O dağlar ki; var olduklarından bu güne yüz binlerce, milyonlarca yıldır hep bitki örtüsü kaplı ve nefti yeşildirler.
O deniz ki; su kürenin en koyu, en kara renklisidir. Ve dağlar denizin gözlerini yeşertir. Aradaki it dalaşı asla bitmez. Sürer gider, sürüp geldiği gibi ve itler susar…
İşte ben önce benim. Ya sonra? Sonra benden içeri başka bir ben. Sanki benlik bolluğunda, bensizlikle iç içeyim. Veya nice beni olan aktif bir yanardağ veya sönmüş volkanik bir dağım.
Her erken patlayışta başka bir yanım doğar-belirir, kızgın kor alevden lavlarımda. Sanki kızıl alev renginde arzın merkeziyim. Soğumaya yüz tutmuş yer tabakanın bilinmezliğinde acayip bir katmanım.
Yani bilinirliğim belirsizliğe tutsak, kabuk içinde en sert kabuğum. Kabuklarımı çatlatıp, tüllerini araladığım penceremden sesli sedalı, acımasız vahşi yaşamı izleyenim işin gerçeği.
Benim hepsi de hangi ben acaba. Bilmiyorum açıkçası benim işte. Meltemlerle şuh içinde uçuşan perdeler ardındaki ben. Ve demir mazgallı pencere sürgünü bende kayıtlı tüm sırlar.
Ey kent kalıntıları, alt kültür parçacıkları öylesine giresiniz ki düşlerime neyim, neydim? Kimim? Anlayıp öğrenelim…
17 Eylül 2012 Pazartesi
FINDIKSAL, SORUNSAL, YORUMSAL BAŞLANGIÇ
FINDIKSAL, SORUNSAL, YORUMSAL BAŞLANGIÇ
Orada bir köy var uzakta, adı memleket soyadı biz. Envai çeşit renkliliği ve doğa güzelliği insan şaşırtan, yol üstü-dere boyu tabiat kıpraşmaları göz kamaştıran, ak suları Karadeniz’e karışan bir coğrafya parçası. Ve başı dumanlı dağların, tozlu yolların tozutanı olduk canı gönülden. İşte orada rekoltesi aldatıcı rakam, tabansız piyasa fiyatı kilo maliyetinden düşük fındık topladık, harmanladık ve zarar ettik...
Güneşli bir avuç gökyüzünü özledik, kıskandık akşam ajanslarının hava raporlarını. İlkelliğin yeryüzüne indirilişinden beri süregeldiği üzere 'eşeğin gölgesinde kalkan yasaklara' öykündük. Güneş duasına çıkmadık ama güneş gölgesinde de kurutamadık çotanaklardan kurtulan taneleri yeterince. Sılayı rahim, vaziyete göre hicret, havaya göre hacet mantığıyla kabuk içini kıvamına getirmek için seferber olduk. Günün ham saatlerinde taşra aklıyla peçeli baykuş uğursuzluğunu ve atmaca arsızlığını yenmeye çabaladık. Toplu yaşamın ayrıksı konforunu aklımızın ucundan kapalı devre taarruzlarla defettik, savuşturduk. Varsa yoksa tüm arzumuz alnımızın akıyla çıkmak kavgasıydı bu cendereden. Yaranamadık yine de, velhasıl gurbetçi olduk baba ocağında…
Havasız akvaryumlarda bol kabarcık hesabıyla biraz ara verdik yazılarımıza da. Yaza yaza yabancılaşmaktan ise bir tatlı kaçamak ezgisi derledik kuzeyde bir yerlerde. Yaz sonu çatışmalarına mola verdik. Zaten rızık bilgiyle olsaydı tüm cahiller ebedi açlık çekerdi. Bir fındık tanesi içine hapsolmuş kavimler ötesi dayanışmadan esinlendik bir süreliğine.
Hava karmakarışık ve pusarıktı…
Toplu isyan vardı içimizde ya, imaj fukaralığında edebi ayrıcalığın lezzetini özledik sadece. Ama gündelik hayat meşgalesi tavlayınca aklımızı, harap yakarışlı cesaret pratiğini de uygulayamadık. Herşey teoride kaldı maalesef. Yazamadık yani, yazmak zor geldi biraz.
Karşıtlığın gelincik yüzünü molozlarla doldurulmuş yeni yetme sahil-yalı boyu kapatınca yazmak bedavaya çene çalmak oldu-gitti aklımızca. Oradan okur dilenmek gökkubbede kaç nida bırakırdı ki hesaplayamadık, topla çıkar uğraşmak istemedik aslında.
Ve saltanatın sarkacı vurdukça derinden, buhran finali, kader sapması, coşkulu çeneleşmeler yaşadık baba ocağında, bal ormanına gizlenmiş ata evinde. Yığınla karikatür yüz eridi bu sarmalda. Söze söz geçmeyince de mum dilek tutmaz hesabıyla, eski hesapları kara kalpaklı şiir kitaplarına bıraktık. Özveri pazarlığı da beşparaya gitti yani. Çünkü biz insan, emek, doğa ve doğal kaynak talanına tanıklık ettik bir kez daha, burada.
Tenkitçinin tezi ufacık bir noktadan doğar diye 'fındıksal sorunsalın' otoparkına çektik emeğimizi ve harcadık bolca. Sayaçlar delice çalıştı ve korozyona uğradı fındık üzere fikirlerimiz. Ama uğura kadem katarsa mürekkep, vakalar silinmez, zıtlıkları boyar gün boyu kelimeler. Zaten ihtişam atomlarına ayırıldığında yine sömürü döner çekirdeğinde. Bu yüzden dolambaçlı yorumlar tuzağına düşmemek için terledik ve bekledik haftalarca.
Sanrısal, rüyasal ve tanrısal güzellikler diyarında üç boyutlu görmek için, bol renk gözlemledik. Köylü kıstırma çakallığındaki tüccarların ritmik akıl kurcalamalarına aldanmadık ama elden ne gelir. Aldanmadık ama ala kargalar üşüştüğünde ürüne hassasiyet sır olur yitermiş, onu anladık. Kısacası rakımı yüksek sızlanmaların bilinci ve bilinçaltını yutan sonsuz yolculuğunda bu senede yüksek rekolteye takıldık.
Selamsız, duasız, iddiasız olmaz ama bu kaçıncı ümit kırılması, umut kargaşası ve gerçeğin kesişmesi sayamadık. Ayrıca bu kıyasıya sahiplenmeyi de, bu serkeş tapınmasını da anlamak mümkün değil. Mızıka çalıyor fakirlik, ebem kuşağının renklerine heyulalar çökmüş biz yabanıl öfkeli kelimeleri harmanlayamıyoruz. Çarka direnmeyenin çarkına diye başlıyor bencileyin fındık rençberleri, akıl ‘kaşife inanç gerek, keşfe kaşif’ diye emrediyor.
Oysa kuzeyde yenilgidir hayat baştan başa, baştan sona. Diklenişimizde son dönem iyimserliğimizden. Çünkü dört mevsim kırk yıl arandığımızdı yazı. Artık yazı yazdıkça varız. Gerisi tayın faslında müsamere havası…
Orada bir köy var uzakta, adı memleket soyadı biz. Envai çeşit renkliliği ve doğa güzelliği insan şaşırtan, yol üstü-dere boyu tabiat kıpraşmaları göz kamaştıran, ak suları Karadeniz’e karışan bir coğrafya parçası. Ve başı dumanlı dağların, tozlu yolların tozutanı olduk canı gönülden. İşte orada rekoltesi aldatıcı rakam, tabansız piyasa fiyatı kilo maliyetinden düşük fındık topladık, harmanladık ve zarar ettik...
Güneşli bir avuç gökyüzünü özledik, kıskandık akşam ajanslarının hava raporlarını. İlkelliğin yeryüzüne indirilişinden beri süregeldiği üzere 'eşeğin gölgesinde kalkan yasaklara' öykündük. Güneş duasına çıkmadık ama güneş gölgesinde de kurutamadık çotanaklardan kurtulan taneleri yeterince. Sılayı rahim, vaziyete göre hicret, havaya göre hacet mantığıyla kabuk içini kıvamına getirmek için seferber olduk. Günün ham saatlerinde taşra aklıyla peçeli baykuş uğursuzluğunu ve atmaca arsızlığını yenmeye çabaladık. Toplu yaşamın ayrıksı konforunu aklımızın ucundan kapalı devre taarruzlarla defettik, savuşturduk. Varsa yoksa tüm arzumuz alnımızın akıyla çıkmak kavgasıydı bu cendereden. Yaranamadık yine de, velhasıl gurbetçi olduk baba ocağında…
Havasız akvaryumlarda bol kabarcık hesabıyla biraz ara verdik yazılarımıza da. Yaza yaza yabancılaşmaktan ise bir tatlı kaçamak ezgisi derledik kuzeyde bir yerlerde. Yaz sonu çatışmalarına mola verdik. Zaten rızık bilgiyle olsaydı tüm cahiller ebedi açlık çekerdi. Bir fındık tanesi içine hapsolmuş kavimler ötesi dayanışmadan esinlendik bir süreliğine.
Hava karmakarışık ve pusarıktı…
Toplu isyan vardı içimizde ya, imaj fukaralığında edebi ayrıcalığın lezzetini özledik sadece. Ama gündelik hayat meşgalesi tavlayınca aklımızı, harap yakarışlı cesaret pratiğini de uygulayamadık. Herşey teoride kaldı maalesef. Yazamadık yani, yazmak zor geldi biraz.
Karşıtlığın gelincik yüzünü molozlarla doldurulmuş yeni yetme sahil-yalı boyu kapatınca yazmak bedavaya çene çalmak oldu-gitti aklımızca. Oradan okur dilenmek gökkubbede kaç nida bırakırdı ki hesaplayamadık, topla çıkar uğraşmak istemedik aslında.
Ve saltanatın sarkacı vurdukça derinden, buhran finali, kader sapması, coşkulu çeneleşmeler yaşadık baba ocağında, bal ormanına gizlenmiş ata evinde. Yığınla karikatür yüz eridi bu sarmalda. Söze söz geçmeyince de mum dilek tutmaz hesabıyla, eski hesapları kara kalpaklı şiir kitaplarına bıraktık. Özveri pazarlığı da beşparaya gitti yani. Çünkü biz insan, emek, doğa ve doğal kaynak talanına tanıklık ettik bir kez daha, burada.
Tenkitçinin tezi ufacık bir noktadan doğar diye 'fındıksal sorunsalın' otoparkına çektik emeğimizi ve harcadık bolca. Sayaçlar delice çalıştı ve korozyona uğradı fındık üzere fikirlerimiz. Ama uğura kadem katarsa mürekkep, vakalar silinmez, zıtlıkları boyar gün boyu kelimeler. Zaten ihtişam atomlarına ayırıldığında yine sömürü döner çekirdeğinde. Bu yüzden dolambaçlı yorumlar tuzağına düşmemek için terledik ve bekledik haftalarca.
Sanrısal, rüyasal ve tanrısal güzellikler diyarında üç boyutlu görmek için, bol renk gözlemledik. Köylü kıstırma çakallığındaki tüccarların ritmik akıl kurcalamalarına aldanmadık ama elden ne gelir. Aldanmadık ama ala kargalar üşüştüğünde ürüne hassasiyet sır olur yitermiş, onu anladık. Kısacası rakımı yüksek sızlanmaların bilinci ve bilinçaltını yutan sonsuz yolculuğunda bu senede yüksek rekolteye takıldık.
Selamsız, duasız, iddiasız olmaz ama bu kaçıncı ümit kırılması, umut kargaşası ve gerçeğin kesişmesi sayamadık. Ayrıca bu kıyasıya sahiplenmeyi de, bu serkeş tapınmasını da anlamak mümkün değil. Mızıka çalıyor fakirlik, ebem kuşağının renklerine heyulalar çökmüş biz yabanıl öfkeli kelimeleri harmanlayamıyoruz. Çarka direnmeyenin çarkına diye başlıyor bencileyin fındık rençberleri, akıl ‘kaşife inanç gerek, keşfe kaşif’ diye emrediyor.
Oysa kuzeyde yenilgidir hayat baştan başa, baştan sona. Diklenişimizde son dönem iyimserliğimizden. Çünkü dört mevsim kırk yıl arandığımızdı yazı. Artık yazı yazdıkça varız. Gerisi tayın faslında müsamere havası…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)