Öylesine Giresiniz ki Düşlerime; Ey Kent Kalıntıları, Alt Kültür Parçacıkları...
Ben önce benim, sonra dört bin yıllık eski takvim uyarınca mayıs yedisinde kutlanan şenlik, peşinden İsa doğmadan sekiz yüzyıl önce Miletosluların kurduğu bir kentim.
İsa’yı Meryeme doğurtan ilahi güç adına o şehir benim işte. Şimdi kocaman bir yarımada olarak anılıyorsa bu cennet vatan, işte ben o ülkenin kuşkusuz küçük yarımada yavrusuyum. Yarımada ülkenin yarımadacık öz evladıyım.
Ben bu ülkenin bölünmez bir parçasıyım. Bu ülke de herkes kadar benim, benim kadar herkesin. Parsel parsel sahiplenilse de gözleri yaşlı koca vatan, inadımız inat ben yarımada o şehirim.
Hürriyetim elimde, tutsaklığım cebimde o şehir benim, ben o şehirim. Yârini lacivert-mavi şehla gözlerinden sımsıcak öpen gaziyim. Asla beni terk etmeyen, seven sevdiren kara sevda. İşte ben o tükenmez sevdayım, modern zamanlara inat.
Yüksek tepelere salınarak tırmanır, gül gibi biçimlenirim. Göğe doğru uzadıkça uzarım. Selvi boyum eski kale kalıntılarında son bulur, kör topal. Eski kent artığı çapkın ihtiyarla yasak aşkım o vakit başlar. Ve doğuya ve batıya yeşil yeşil yayılırım cömertçe.
Engebeli arazi yüzünden deniz kıyısına yalı boyu hapsedilsem de, yüz yirmi kilometre boyunca denizle kucaklaşarak avunurum. Hapisliğimin en güzel yanıdır bu. Ancak önemli köy ve kasabalarımın çoğunun kıyı boyunca kurulması bu yasak sevdanın ürünüdür. Yani aşka doymazlığa kesilen ödül-cezadır bire bir yalı boyu dağınıklığım. Acıklı bir kopuş yaşarım o yüzden denizden içeri köylerimle, kasabalarımla.
Onlar üvey evlatlarımdır. Mahpusluğumun meyveleridir ve benden utanırlar, uzaklaşır da uzaklaşırlar. Onlar kaçar ben kovalarım anlayacağınız. Küçük öbekleşmeler halinde, yalnızlığı ve yoksunluğu tadarlar her an. Atasız olmanın arkasız olmanın ezikliği içinde günden güne yoksullaşırlar.
Ve ben yavrularımı gereğince babaç-anaç kucaklayamam. Kanatlarımın altına alıp kollayamam, koruyamam, etrafımda toplayamam, içim ezilse de.
Güzel bir şehirim evet, iyi bir ana iyi bir baba mıyım bilemem. Sizi delicesine seviyorum demeye korkar, çekinirim. İşin aslı utanırım büyüklerden böyle gördüğümüzden. Kendimi onlara adamaktan ne hikmet ise sakınırım sanki. Büyüklüğümü gösteremem alenen, engin şefkatimi arada sırada göstersem de. Hep uzaktan severim onları, koklarım dokunamam, dokunurum kucaklayamam, çok arlanmaz uslanmazım.
Dar ve küçük körfezler yerine kıyı boyu göze çarpan kumsallarda denizle yarenlikten alıkoyamam kendimi. Geniş koylarda güneşlenir, denize açık yamaçlarda saçlarımı kuruturum. Tuzlu bedenimi sunarım sıkça karayelden esen rüzgârlara. Siyah denizin rengi hiddetinden ve kıskançlıktan bir kat daha koyulaşır bu nedenle. Aksular bile yumuşatamaz onun karalığını.
Ve bile isteye aldatırım onu, zevkle. Yaptıklarım ezelden beri töreye aykırı olsa da ettiklerim az bile derim ona. Çünkü bana kızdıkça kararır, kararır ve Karadeniz olur. Ve evlerimden, ocaklarımdan, obalarımdan, kızgın denizin derin lacivertimsi maviliği, deli dalgaları, korkunç fırtınaları seyredilir aylarca.
Karadeniz’in iyiden iyiye hırçınlığının artmasından, azdırılmasından korkularak gözler kaçırılır binlerce yıldır. Sadece gizliden gizliye kaçamak ve kuşkulu koyu lacivert bakışlar yeğlenir.
Deniz aşılması güç yalçın dağlarla birlikteliğime imrenerek, işin özü bozularak daha sinirli, kıskanç, hoyrat ve dayanılmaz ivmeyle vurur kıyılarıma. Un ufak olurum çılgın dalgalarla. Geçitsiz sıradağlar beni her dakika her an hırpalayan aşağılayan denize sitemler yağdırır. Birbirlerine husumet beslerler apaçık. Boğaz boğaza gelirler her fırsatta. Didişirler, yarışırlar, itişip kakışırlar. Ve inanılmaz güzellikte yeşil ile koyu mavi böylece harmanlanır. Böylece aradaki kinden habersizler denizle dağların kucaklaştığını sanır, aldanırlar, kanarlar.
O dağlar ki; var olduklarından bu güne yüz binlerce, milyonlarca yıldır hep bitki örtüsü kaplı ve nefti yeşildirler.
O deniz ki; su kürenin en koyu, en kara renklisidir. Ve dağlar denizin gözlerini yeşertir. Aradaki it dalaşı asla bitmez. Sürer gider, sürüp geldiği gibi ve itler susar…
İşte ben önce benim. Ya sonra? Sonra benden içeri başka bir ben. Sanki benlik bolluğunda, bensizlikle iç içeyim. Veya nice beni olan aktif bir yanardağ veya sönmüş volkanik bir dağım.
Her erken patlayışta başka bir yanım doğar-belirir, kızgın kor alevden lavlarımda. Sanki kızıl alev renginde arzın merkeziyim. Soğumaya yüz tutmuş yer tabakanın bilinmezliğinde acayip bir katmanım.
Yani bilinirliğim belirsizliğe tutsak, kabuk içinde en sert kabuğum. Kabuklarımı çatlatıp, tüllerini araladığım penceremden sesli sedalı, acımasız vahşi yaşamı izleyenim işin gerçeği.
Benim hepsi de hangi ben acaba. Bilmiyorum açıkçası benim işte. Meltemlerle şuh içinde uçuşan perdeler ardındaki ben. Ve demir mazgallı pencere sürgünü bende kayıtlı tüm sırlar.
Ey kent kalıntıları, alt kültür parçacıkları öylesine giresiniz ki düşlerime neyim, neydim? Kimim? Anlayıp öğrenelim…
Ben önce benim, sonra dört bin yıllık eski takvim uyarınca mayıs yedisinde kutlanan şenlik, peşinden İsa doğmadan sekiz yüzyıl önce Miletosluların kurduğu bir kentim.
İsa’yı Meryeme doğurtan ilahi güç adına o şehir benim işte. Şimdi kocaman bir yarımada olarak anılıyorsa bu cennet vatan, işte ben o ülkenin kuşkusuz küçük yarımada yavrusuyum. Yarımada ülkenin yarımadacık öz evladıyım.
Ben bu ülkenin bölünmez bir parçasıyım. Bu ülke de herkes kadar benim, benim kadar herkesin. Parsel parsel sahiplenilse de gözleri yaşlı koca vatan, inadımız inat ben yarımada o şehirim.
Hürriyetim elimde, tutsaklığım cebimde o şehir benim, ben o şehirim. Yârini lacivert-mavi şehla gözlerinden sımsıcak öpen gaziyim. Asla beni terk etmeyen, seven sevdiren kara sevda. İşte ben o tükenmez sevdayım, modern zamanlara inat.
Yüksek tepelere salınarak tırmanır, gül gibi biçimlenirim. Göğe doğru uzadıkça uzarım. Selvi boyum eski kale kalıntılarında son bulur, kör topal. Eski kent artığı çapkın ihtiyarla yasak aşkım o vakit başlar. Ve doğuya ve batıya yeşil yeşil yayılırım cömertçe.
Engebeli arazi yüzünden deniz kıyısına yalı boyu hapsedilsem de, yüz yirmi kilometre boyunca denizle kucaklaşarak avunurum. Hapisliğimin en güzel yanıdır bu. Ancak önemli köy ve kasabalarımın çoğunun kıyı boyunca kurulması bu yasak sevdanın ürünüdür. Yani aşka doymazlığa kesilen ödül-cezadır bire bir yalı boyu dağınıklığım. Acıklı bir kopuş yaşarım o yüzden denizden içeri köylerimle, kasabalarımla.
Onlar üvey evlatlarımdır. Mahpusluğumun meyveleridir ve benden utanırlar, uzaklaşır da uzaklaşırlar. Onlar kaçar ben kovalarım anlayacağınız. Küçük öbekleşmeler halinde, yalnızlığı ve yoksunluğu tadarlar her an. Atasız olmanın arkasız olmanın ezikliği içinde günden güne yoksullaşırlar.
Ve ben yavrularımı gereğince babaç-anaç kucaklayamam. Kanatlarımın altına alıp kollayamam, koruyamam, etrafımda toplayamam, içim ezilse de.
Güzel bir şehirim evet, iyi bir ana iyi bir baba mıyım bilemem. Sizi delicesine seviyorum demeye korkar, çekinirim. İşin aslı utanırım büyüklerden böyle gördüğümüzden. Kendimi onlara adamaktan ne hikmet ise sakınırım sanki. Büyüklüğümü gösteremem alenen, engin şefkatimi arada sırada göstersem de. Hep uzaktan severim onları, koklarım dokunamam, dokunurum kucaklayamam, çok arlanmaz uslanmazım.
Dar ve küçük körfezler yerine kıyı boyu göze çarpan kumsallarda denizle yarenlikten alıkoyamam kendimi. Geniş koylarda güneşlenir, denize açık yamaçlarda saçlarımı kuruturum. Tuzlu bedenimi sunarım sıkça karayelden esen rüzgârlara. Siyah denizin rengi hiddetinden ve kıskançlıktan bir kat daha koyulaşır bu nedenle. Aksular bile yumuşatamaz onun karalığını.
Ve bile isteye aldatırım onu, zevkle. Yaptıklarım ezelden beri töreye aykırı olsa da ettiklerim az bile derim ona. Çünkü bana kızdıkça kararır, kararır ve Karadeniz olur. Ve evlerimden, ocaklarımdan, obalarımdan, kızgın denizin derin lacivertimsi maviliği, deli dalgaları, korkunç fırtınaları seyredilir aylarca.
Karadeniz’in iyiden iyiye hırçınlığının artmasından, azdırılmasından korkularak gözler kaçırılır binlerce yıldır. Sadece gizliden gizliye kaçamak ve kuşkulu koyu lacivert bakışlar yeğlenir.
Deniz aşılması güç yalçın dağlarla birlikteliğime imrenerek, işin özü bozularak daha sinirli, kıskanç, hoyrat ve dayanılmaz ivmeyle vurur kıyılarıma. Un ufak olurum çılgın dalgalarla. Geçitsiz sıradağlar beni her dakika her an hırpalayan aşağılayan denize sitemler yağdırır. Birbirlerine husumet beslerler apaçık. Boğaz boğaza gelirler her fırsatta. Didişirler, yarışırlar, itişip kakışırlar. Ve inanılmaz güzellikte yeşil ile koyu mavi böylece harmanlanır. Böylece aradaki kinden habersizler denizle dağların kucaklaştığını sanır, aldanırlar, kanarlar.
O dağlar ki; var olduklarından bu güne yüz binlerce, milyonlarca yıldır hep bitki örtüsü kaplı ve nefti yeşildirler.
O deniz ki; su kürenin en koyu, en kara renklisidir. Ve dağlar denizin gözlerini yeşertir. Aradaki it dalaşı asla bitmez. Sürer gider, sürüp geldiği gibi ve itler susar…
İşte ben önce benim. Ya sonra? Sonra benden içeri başka bir ben. Sanki benlik bolluğunda, bensizlikle iç içeyim. Veya nice beni olan aktif bir yanardağ veya sönmüş volkanik bir dağım.
Her erken patlayışta başka bir yanım doğar-belirir, kızgın kor alevden lavlarımda. Sanki kızıl alev renginde arzın merkeziyim. Soğumaya yüz tutmuş yer tabakanın bilinmezliğinde acayip bir katmanım.
Yani bilinirliğim belirsizliğe tutsak, kabuk içinde en sert kabuğum. Kabuklarımı çatlatıp, tüllerini araladığım penceremden sesli sedalı, acımasız vahşi yaşamı izleyenim işin gerçeği.
Benim hepsi de hangi ben acaba. Bilmiyorum açıkçası benim işte. Meltemlerle şuh içinde uçuşan perdeler ardındaki ben. Ve demir mazgallı pencere sürgünü bende kayıtlı tüm sırlar.
Ey kent kalıntıları, alt kültür parçacıkları öylesine giresiniz ki düşlerime neyim, neydim? Kimim? Anlayıp öğrenelim…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder