17 Mart 2023 Cuma

MART-23

 

ZAMAN VE MEKAN ALGISI

 

Zaman ve mekan algısı zayıflığı, fuarlık fasit daire baskısıdır. İzlemlenilen ise soyut kavramların belli belirsiz üst sınırında, baskın boyutlu ölçü karmaşasıdır. Faşist çemberde kalakalmışlığa denklik ise kuru gözlem kargaşası. Zaman tünelinde dilimlenen vakit, zalim zaman arbedesinin güçlenmesidir. Resmen bir kez daha kitaplara geçer tüm algı operasyonları...

Kitaplı kitapsız zamanlı zamansız tüm haklı eylemlerin ilk belirtisi geçmiş zaman kipine bağımlılıktır. Şimdiki zaman ise  olası geniş zamanlı geleceksizlik. Zaman kavramı kaydı, geldi geliyor gelecek olan emaresiyle taçlanır. Kitaba hasret hararetli hayatın belli dönemlerinde kendine özgü özellik aniden başgösterir. Özellikle akordu bozuk zaman parçasında mekansızlık tesellisi tüm fuarlara saçılır...

Zaman akortsuz olunca mekan akustiği akla zarar bir sistematiği tesciller. Zaman mekan gerçekliğiyse sessiz dünyaya ses ve ruh, resmen düşünmeye davettir. Varoluşun temeli dil ve dili anlamak ise eğer kitaplar pencerenin dışına yığılması zor sağır mekanlar ve içindeki kör duvarları bünyesinde barındırır. Yani zaman aralığı belli zaman algısıyla kesif dönemlerde dehşetli metaforları keskinleştirir. O yüzden asıp biçerek prgramlanan zaman ve mekan kurgusu asla masum değildir. Umut nasıl ve nereye eklemlense de kapalı kapılar açılmadıkça, her kutsanan mekan düz mantığa göre ataerkil ideolojiyle geleceğe taşınır...

Taşkın görüntüde ise her türden yasal evlilik resmen evsel köleliktir. Yani mekansal kısıtlamalar iktidar sahiplerinin özlem ve gereksinimlerine dönük dayatmadır. Böylelikle mekanlar da cinsiyete göre kodlanır. Ve kendinden korkan kitaplar resmen korku edebiyatına hizmet eder. Dünyalar ruhsal gelgitler çerçevesinde karanlık mekanlara hapsolur. Ve mekansal adalet kaybı dünyayı değiştirme isyanını da ağırdan tırpanlar...

Toplumdışı davranışların doğallaştırıldığı forslu mekanlar, denetimin kimde olduğuna bağlıdır. Disiplin değersizleştirilince somut gözlemler, kısır çatışmalar ve dıyarsız dalgalanmalarla imgeleştirilir. Ve yıllar yılı normalleşildi sanılır. Oysa rasyonel normlar bir yana bilinmezin bilinmesine yönelik her akıl sonuçta hayal kırıklığına uğratır. Mutlak mekana dair tüm yazılı beyanlar zihindeki zamansal ilişkiler ve eşleştirmelerle kısırlaşır. Sözlü aktarımlar ise salt düzenle sistematik yakınlık kurma çabası tezgahında kalır...

Bu denli çağsız çapsız yalpa kendine özgü eğilim ve yönelimlerle sakıncalı yorum yapmayı güdüler. Ve kitaplarla doğrudan iletişim bozulur. Kitaplarda ve hayatlarda büyük boşluk doğar...

Hiç bir kitaba sığmayan bizzat algı körleyen zaman ve mekan köleliği asla çok uzakta olmayan sırdır. Sıralı sırasız sıralanır. Somutlanabilir fark ise anca herkese açık hitap ve kısıtlanmamış kitap fuarında anlaşılır...

 

 

 

 

12 MART, BİR MUHTIRADAN ÖTESİ…

 

 

Ziftin peki kara tarih, 12 Mart 1971. Tarihe yazılan asla unutulmaz roller ve isimler. Bir yanda geleceği aydınlatan isimler. Diğer yanda hiç anılmayan, hiç de anımsanmayan bazı isimler. İşte onlar bir muhtıradan ötesini yarattılar...

Bir muhtıradan öte 12 Mart, ilerici, devrimci, yurtsever ve aydınların üzerine karabasan gibi çöken, faşist bir darbedir aslında. Ve o adi faşist darbeciler dönem siyasilerini, meclisi ve senatoyu çok iyi kullandılar. Tüm faturayı da 25 yaşlarını süren üç öğrenci lideri gence çıkarıp, açık hesabı kapatmaya dek hiç durmadılar. Gel gör ki o açık hesap hiç kapanmadı.

Faşist 12 Mart’ı acımasızca peydahlayanlar ilahi adalet gereği, ölümü en acısından tadarak, yutamadıkları lokmalar boğazlarına takılarak cehenneme göçtüler...

Jenerikte çok isim aktı ama Onlar, özellikle de o üç isim hiç unutulmadı ve unutulmayacak. Denizler, ebediyete dek anılarda yaşayacaklar...

Onlar, kazara solan kasten soldurulan o nadide çiçekler her fidanlıkta gömülü-gizli ve yasaklığı uydurma hakiki kitap sayfaları arasında ilelebet yaşayacaklar…

Nice destansı ve dokunaklı 12 Mart yazısı kaleme alınmıştır mutlaka. Çünkü isimler hafızalardan silindikçe hafiften çıplak kalır yazı. Herşey tüm çıplaklığıyla anımsandıkça gün görmeyişin yazılara ektiği tohum yeşerir ve nesilden nesile uzanan bir başyapıta dönüşür. Acılar bir kalemde tazelenir. Yazgı buymuş denilmeyip yine yazılır...

Gaye bu keskin acıyı isimleştirmek, cisimleştirmektir sadece. Listeler dolusu isme, isimsize lanet etmek ve saygıyı hak edenlere istimli-isimli bir esas duruş göstermektir mesele...

Kutlu kutsallara kanlı vahşetin kirinin bulaştığı gün, 12 Mart 1971 saat 13.30. Timsali emsali çürük tecelli, Cuntanın başı Memduh Tağmaç ve Kuvvet Komutanları Faruk Gürler, Celal Eyiceoğlu, Muhsin Batur imzalı “12 Mart Muhtırası” nın radyoda okunmasıyla başlar faşizm faslı. Ve insanların canına okuyan, dünyanın dört bir yanında tezgahlanmış darbelere özgü saçma sapan dönem vaatleri dökülür satırlardan.

Resimsiz ve yorumsuz, resmi kayıtlardan;

“ Parlamento ve hükümet süregelen tutum, görüş ve icraatıyla yurdumuzu, anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirmemiş olup TC’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.

Türk milletinin sinesinden çıkan TSK’nin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliği giderecek çarelerin, partiler üstü bir anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek, mevcut anarşik durumu giderecek ve anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir.

Bu husus süratle tahakkuk ettirilmediği takdirde TSK, kanunların kendisine vermiş olduğu TC’yi korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır. Bilgilerinize.”

Yıkımı başlatan o günlere gerisingeri bakarkör gibi olsa da bakılmadıkça, bu tuhaf muhtırasal hengâme herkese çok bildik, tanıdık gelebilir. Ancak sus pus içinde yol aramayı bilmek ve gözyaşıyla barışık olmak kaydıyla bakıldıkça işin rengi kararır. Çünkü kavramsal ve kuramsal ayrıntıların cam kavanozda birlendiği gizli celselere dek uzar karanlık. Ayrıca gereksiz ve insafsız soruşturmaların, infazların, saldırmaların sıkıştırıldığı, dirlik üstüne bol yalanlı seçkinlik dayatıldığı uzun yılların başıdır 12 Mart 1971…

Karartma geceden başlar. Her yere Cumhurbaşkanı, Meclis ve Senato başkanlıklarına da gönderilen muhtırayla 10 Martta Yüksek Komuta Konseyi’nin ‘istifa et’ isteğini es geçen Başbakan Süleyman Demirel bu kez kayıtsız kalamaz. Hükümeti toplar, üç buçuk saat süren toplantı neticesinde istifayı Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a sunar.

Başbakan Süleyman Demirel istifa mektubunda sadece; “muhtırayla anayasa ve hukuk devleti anlayışını bağdaştırmak mümkün değildir” diyebilmiştir…

TSK demokratik kurallar çerçevesinde, yeni bir hükümet kurulmasını ve başbakan olarak da emekli orgeneral Fikret Esen’i ister. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ise CHP’den istifa eden Prof. Nihat Erim’e hükümeti kurma yetkisini verir. N. Erim kurduğu hükümeti 25 Martta açıklar, C. Sunay 26 Martta onaylar...

İsim cisim cuntanın bakanlarına girmeye gerek yok. O milli ve yerli zannedilen, kırmızı kalemle üstlerini çizerek vatan evlatlarına kıyan ve anaları ağlatanlar besbelli. En baştan üzeri çizilmişlerin akşamlardan sabahlara kovalanmasına, kanları donduran kovuştırmalara seyirci kalmalar ve seyirci kalanlar da besbelli...

Kurulan cunta hükümetine bakan vermesine karşı çıkan CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit görevinden istifa eder. Genel Başkan İsmet İnönü istifayı kabul etmez. B. Ecevit ile beraber MYK da istifa edince işler değişir...

Bülent Ecevit Genel Sekreterlikten ayrılırken şöyle der; “ Darbe ortanın solundaki CHP’ye yapılmıştır. Demokrasi ile önlenemeyen, seçimle engellenemeyeceği görülen bir hareket, bir darbeyle önlenmiştir.”

Daha mart ayı bitmeden ileri de bütün sorumluluk onların üzerine yıkılacak THKO Lideri Deniz Gezmiş ve arkadaşı Yusuf Aslan Sivas’ın Gemerek ilçesinde, daha sonra da Hüseyin İnan Kayseri Pınarbaşı’nda Mehmet Nakipoğlu ile birlikte tutuklanırlar…

07 Nisan 1971’de güvenoyu alan cuntacı  N. Erim Hükümeti İstanbul, Ankara, İzmir, Diyarbakır, Adana, Hatay, Eskişehir, Kocaeli, Siirt, Sakarya ve Zonguldak illerinde bir ay sıkıyönetim ilan ederek cuntanın arzuladığı icraatlara başlar;

Faşist ilanla İstanbul sıkıyönetim komutanlığı derhal DEV-GENÇ, Devrimci Doğu Kültür Ocakları, Türkiye Öğretmenler Sendikası, İşsizlik Pahalılıkla Mücadele Derneği, Mücadele Birliği ve Ülkü Ocaklarının faaliyetlerini durdurur. Cumhuriyet ve Akşam gazetelerini on günlüğüne, Bugün ve Sabah’ı süresiz kapatır...

Bunlarla da yetinilmez. Erim, “Size kesinlikle bildiriyorum ki devletin boynunu bunlara teslim etmeyeceğiz, alınacak tedbirler balyoz gibi kafalarına inecektir...” diyerek yeni sıkıyönetim kanunu tasarısını meclise sevk eder.

Cunta hükümetinin aldığı bu faşist tedbirler üzerine Dev-Genç ve Sosyal Demokrasi Derneği; “Başbakan Nihat Erim demokratik hak ve hürriyetleri yok etmek için, anayasayı kuşa çevirmek için çalışıyor…” açıklamasını yapar.

Cuntanın Başbakanı N. Erim yabancı gazetecilerle 1 Mayısta yaptığı basın toplantısında; “Bu günkü anayasa Türkiye için bir lükstür. Türkiye bu lüksü kaldıramaz. Anayasa da değişiklik yaparak temel hak ve hürriyetlerin, bu hak ve hürriyetleri ortadan kaldıracak şekilde su istimal edilmesini önleyici bir hüküm koyacağız…” der.

İki arada bir derede ülkede; TİP kapatılır. Milli Nizam kapatılır. Bingöl depreminde 1000 kişi ölür. Ve ülkede 547 aydınla başlayan ve gözaltına alınanların sayısı günden güne artarak yıpratıcı gözaltılar-tutuklamalar dönemi açılır.

İşte o yakın tarihe kara leke gibi düşen bu gözaltı-tutuklama döneminin mağdur isimlerinden birkaçı;

“TİP Genel Başkanı Behice Boran, TÖS Genel Başkanı Fakir Baykurt, ODTÜ Dekanı Prof Yaşar Gürbüz, Prof Bahri Saraç, Prof Sadun Aren, Prof Mümtaz Soysal, Kemal Türkler, Yaşar Kemal, İlhan Selçuk, Samim Kocagöz, İlhami Soysal, Çetin Altan, Uğur Mumcu, Muammer İrfan Derman, Prof Tarık Zafer Tunaya, Turhan Selçuk, Tilda Gökçeli, Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu, Osman Saffet Erolat, Harun Karadeniz, Mehdi Zana, Mihri Belli, Yusuf Küpeli, Doğu Perinçek, Cenan Bıçak, DrHikmet Kıvılcımlı, Uluç Gürkan, Doğan Avcıoğlu… “

Sürek avı aydın avı sürdürülürken bir yandan da THKO ve THKP-C üzerine operasyonlar yoğunlaştırılır, öncü lider gençler bir bir ölü veya yaralı tutuklanır...

İlk yaz başı ise Deniz Gezmiş ve 26 arkadaşı Ankara 1 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesinde; “TC anayasasını tagyir, tebdil ve ilgaya cebren teşebbüs etmekten…” yargılanmaya başlanır. Duruşmada savcı Keramettin Çelebi ve Yzb. Baki Tuğ yurtsever gençlerin 18’i hakkında idam talep eder…

Faşist cuntanın, Tuğgeneral Ali Elverdi başkanlığındaki sıkıyönetim mahkemesi;

 “ Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Atilla Keskin, Metin Yıldırımtürk, Ahmet Erdoğan, Recep Sakın, Mehmet Asal, Osman Arkuş, Ercan Öztürk, Semih Orcan, Hacı Tonak, Mustafa Yalçıner, Cengiz Baltacı, Metin Güngörmüş, Mete Ertekin, Mehmet Nakipoğlu, Mustafa Çubuk’a” idam verir.

Faşist Askeri Yargıtay Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf aslan hakkında verilen idam kararlarını onaylar, diğerlerini bozar…

Onların yanı sıra idam talebiyle yargılanan THKP-C lideri Mahir Çayan ile arkadaşları Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Ömer Ayna ve THKO İstanbul sorumlusu Cihan Alptekin Maltepe Cezaevi’nden tünel kazarak firar ederler...

Sonraki günlerde Ulaş Bardakçı İstanbul’da öldürülür, Ziya Yılmaz yaralı olarak tutuklanır.

Tokat Niksar’ın Kızıldere köyünde ise Onlar;

“Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Hüdai Arıkan, Sinan Özüdoğru, Ahmet Atasoy, Saffet Alp, Ertan Sarıhan, Nihat Yılmaz, Selahattin Kurt öldürülür, Ertuğrul Kürkçü sağ olarak tutuklanır…”

Üç Fidanın, Deniz’in, Yusuf’un ve Hüseyin’in 10 Mart 1972’ de 53 ret, 6 çekimser ve 238 kabul oyu ile Türkiye Büyük Millet Meclisinde, sonrasında Senatoda, 23 Martta ise Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafında onaylanan infazını, 25 Martta CHP’nin son çare olarak Anayasa Mahkemesine taşıması da engelleyemez…

Nihayet 6 Mayıs 1972’de saat 01.25 ila 05.20 arası geleceği-yarınları güneş gibi aydınlatacak isimler; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan hakkında Faşist Askeri Yargıtay’ın onayladığı haksız ve yersiz karar uygulanır…

12 Mart faşist muhtırasından bir buçuk yıl sonra tarih yapraklarında yerini alan üç beyanat aslında 12 Mart darbesini özetlediği gibi, hiç akıllanılmadığını ve inceden 12 Eylül darbesine hazırlanılacağını da açıkça ortaya koyar…

Genel Başkan Süleyman Demirel 1972 yılı ortası Adalet Partisi Temsilciler Meclis Toplantısında; Türkiye’de bir sağ sol meselesi olmadığını, demokrasiye ve rejime karşı bir komünist saldırının mevcut olduğunu,1961 Anayasası’nda bu konuda bir boşluk olduğunu söyler ve hazırlanan bildiriye imzasını atar;

 “Komünizme kesinlikle karşı çıkılması zaruretine inanıyoruz…”

Demokratik Parti Genel Başkanı Ferruh Bozbeyli;

“Günahkârlar ittifakı her badirede dört ayak üstüne düşmek ustalığını gösterebiliyor. Demokrasinin tekerleğine çomak sokanlar şimdi yol göstericilik rolünde…”

Ve Celal Bayar; “Yollar yürümekle aşınmaz diyen ölçüsüz insanların tutumu bu memleketi bu hale getirmiştir. Aslında Türkiye yükselmeye layık bir ülkedir…”

Hala kanayan yaraya son sözler; Kesilen biçilen roller hep ayni rol, başrol de ise geçmiştekilerin tipitipleri. İsimler değişik sadece, cisimler ayni. Tarihe ve memlekete ait isimler. Yerli ve milli aldatmacasıyla. Arada kaybolup gitmişler de var, takdire şayan olanlar da. Kökü çok derinde olan da var, en uzun soluklu yolculuklarda en iyi yüz metreyi koşup belleği cezbedenler de. İsimler var bir yaşamsal hesaplaşmanın tarafları olan. İsimler var eninde sonunda hesaplaşılacak olan...

Ve tarihler, tarihler var bir devrin muhasebesini yaparken isimlerle birlikte unutulmaması gereken; tıpkı12 Mart 1971 gibi…

Ve sloganlar var dünya yaşadıkça yaşayacak; "Deniz, Mahir, Ulaş, Kurtuluşa kadar savaş…"

 

 

 

8 MART EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ...

 

Tarih boyu kadınlar, erkek egemen toplum pratiğinde ezilmiştir. Binlerce yıl zehir zıkkım yaşamlar sürmüştür. Ta ki yirminci yüzyıl başlarına dek. Bir anda altı bin yıllık suskunluk sonrası hak arama amaçlı, çatışma merkezli başkaldırılar güncellenmiştir...

Tam 160 küsur yıl önce 8 Mart’ta kadınlar hiç korkmadan, asla çekinmeden kadın karşıtı kurulu düzeni temelinden sallamıştır.

Emekçi kadınlar, "8 Mart 1857'de Nivyork’ta şanlı bir direniş başlattı. Dokuma işçisi Kadınlar eşit işe eşit ücret istediler. Örgütlenip 16 saatlik çalışma süresinin 10 saate indirilmesi için direniş başlattılar. İşte o eşsiz direnişte, muhteşem kominal dayanışmada, bitmeyen kavgada 115 şehit verdiler..."

Yiğit Kadınlar haksızlığa, sömürüye ve ezilmişliğe karşı çıkışı 8 Mart 1908’de yeniden ateşlediler. Bu kez kurak toprağa 129 gelincik çiçeği tohumu serptiler...

Klara Zetkin'in 1910 yılında 2. Sosyalist Enternasyonal’e  önerisiyle 8 Mart 'Dünya Emekçi Kadınlar Günü' olarak kutlanma hakkı kazandı. Elli yıllık mücadele kadınların kutlu zaferiyle perçinlendi.

Emperyalist dünyanın maşası BM, 1975 yılında alınan kararla emekçi kadınlar gününü '8 Mart Dünya Kadınlar Günü'ne dönüştürüp içini boşalttı...

Oysa kadınlar yüz yıllardır emperyalizme, kapitalizme, faşizme, savaşlara,  savaşların her türlüsüne cansiperane karşı koymuştur. Ancak özgür bilinç oluşturucu ve dünya bütününü kapsayıcı aktif ilerleme kaydedilememiştir. Tüm kazanımlar, formalite bazında yenilemeler ve hafiften esnetilen normlarla ellerinden alınmıştır...

Sömürüsüz bir dünya düzeni kurulmadıkça daha çok kadın kurban verilir. Kadının tarihsel ezilmişliği, mevcut hiçbir devlet mekanizmasıyla giderilemez gerçekliktir. Ağır ve baskıcı dayatmalarla ikincil insan olma vasfı devam eder.

Yıllardır '8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü' tarihin altın sayfalarına yazılmıştır ve dahi kutlanır ama ilkel tutum ve barbar tavır, kadına şiddet şeklinde sürer. İş ola beri gele tarzında usulen kadın öven ve uslanmazca kadın döven zihniyet düşkünlüğüyle zulüm devam eder.

Teoride kalır 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü. Pratikte ise erkek egemen küresel dünya kadın özgürlüğünü kısıtlar...

Bu düzenekte herkese hak ettiği adın koyulması gerekir. Sosyal düzenekte erkek burjuvadır, kadın proleteryadır. Devlet erkek egemendir. Devlet ana ögürlüktür. Emeğe hıyanet etmeyen, kutsal çerçevede emek harcayan, alınteri döken emekçi kadınlar aslı hiç bir kadın zorbalığı hak etmez. Ama kati olan bir şey varsa iktidar erkinde kafa tek bir şeye çalışır, kadın çocuk yapar, kader der analık eder, dizini kırar evinde oturur, en çekilmezi çeker. Hatta çeker gider yine zulüm görür...

Kadın emekçidir.  Emekçi kadınlar tohum eker, toprağı  yeşertir. Üretir. İtaat etmesi istenir, eder. Etmediğinde devrimci kesilir. Gece gündüz doğru bildiğine yürür. Hak arar, haksızlığa kazan kaldırır. Bayağılığa, bağnazlığa, aşağılanmaya, yozlaşmaya, zulme, zorbalığa direnir. Ürettiyse yöneten olmayı hak ettiğini de yüksek sesle haykırır. Mücadele çıtasını güngüne yükseltir...

Kadın emektir, sevgidir, cesarettir, kavgadır. Kadın yıkılamaz güçtür. Hafife almaya gelmez. Çünkü kadın memleketin ayakta durmasında, geleceğe kalmasında, kurtuluşunda, kuruluşunda ve devamlılığında en aktif etkendir. Bu gerçeğe kör bilinçle yaklaşanlar, engellemelere, zulme, kıyıma, baskılara devam eder. Kadınlar yine de yılmaz  kararlılıkla ben varım, ben hayatım, ben hak ettiğimi de alırım der. Toplumsal hayattaki doğrucu rolünden asla vaz geçmez...

Her devirde hak hukuktan dem vuranlar, kadınlar birlik olursa vay halimize endişesiyle, resmen kadına cephe açarlar, saf tutarlar. Öyleki toprakta tarlada, bağda bahçede, atölyede fabrikada, ofiste otağda, denizde karada ve dahi evde döşekte alın teri döktükleri görmezden gelinir. Bu arada birliktelik dokusu bir çok kez tek taraflı bozulur. Not edilmesi gereken artık yeter noktasıdır...

İki nokta üst üste; Emek yoğun perspektifte pozisyon alan, keyfekeder havayla Emeğe hıyanet etmeyen tüm kadınların, '8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü' Kutlu olsun...

 

 

UYGUN ZAMAN TANIMLANMIŞ GÖREV...

 

Siyaset hiç de kolay uğraşı değil. Siyasetin genel geçer kurallarının yanı sıra siyasinin günahları var, gölgesini takip eden geçmişi var, yalnızlığı yanılgısı var, yapılan lafıgüzaflar gaflar var, aldanması aldatması var, doğrusu yanlışı var, sarayı koltuğu var, ölmeden ölmek var, ölümü var. Artı siyaset mezarlığı var...

Dün akşamdan sonra Habla artık siyasi mefta. Meftunu olanlar bu tanımlamaya çok kızabilirler ama maalesef gerçek bu. Evet siyaset zor zanaat. Öyle tabansız zorlamalar ve dayanaksız dayatmalarla olacak iş değil. Pazarlık siyasetinin işlemediği bir kez daha açıkça görüldü...

Bu son, Habla ile ilgili seçim sonrasına dek hatta milletvekili listelerine abartıyla müdahil olsa bile kata hakkında kalem oynatmayacağız. Çünkü kurduğu oyun en başta ters tepti. Gerisingeri adım attı tepetaklak oldu. Yok öyle değil böyle diyenler çıkacak elbette. Bu çıkarsamacılar Saadet önündeki aday sunumunda Habla'nın yüz ifadesine baksınlar bir kez daha. Yorgunluktandır bahanesine sığınanlar da olabilir. Ama açıklama öncesi ve sonrası soğukta açbilaç umutla bekleşen halkı veya Bay Kemalci çoğunluğu usulen selamlamaktan bile imtina etmesi neye bağlanmalı. Bağlasan durmaz tavrı ve göz teması yakalamak için sağa sola atılan boş ve donuk bakışlar niye. Niyesi nedeni belli masadaki yenilgi. Kuşatmacı önerilerin kaale alınmaması. Saatlerce dayatsa da çabasının boşa gittiği...

Bay Kemal'in adaylık konuşmasında onbir maddelik diye değindiği ama aslı oniki olan mutabakatta gizli kıyasıya çatışmanın yaşandığı. Sanki masaya dönme tesellisi olarak veya ayıp olmasın manasına, hatıra binaen son madde olarak onikinci maddenin eklendiği çok bariz. Bari masanın çok önceden uzlaştığı belli onbir maddeye onikinciyi ekletmek için bunca itiraz etmeyip Bay Kemal'e iki belediye başkanını siyasi marifetmiş gibi sunmasaydı...

Zehir zemberek ve nezaket ölçülerini aşarak sundu da noldu, resmen Bay Kemal'i güçlendirdi, kendini bitirdi. Partisini bitirmeye de ramak kaldı. Gerçekle yüzleşince lütfetti geldi. Bay Kemal siyasi bataktan onu yine kurtardı. Şimdi partisinde arkasını döndükleriyle arayı nasıl düzeltecek o da kendisinin bileceği iş. Ama milletin günlerini çaldı, az kalsın umutlarını bitiriyordu. Geçen zamana yazık çünkü onikinci madde çok açık; "İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanları Sayın Cumhurbaşkanının uygun gördüğü zamanda ve tanımlanmış görevlerle Cumhurbaşkanı Yardımcısı olarak atanacaklardır."

Peki Bay Kemal ilanihaye bu atamayı uygun görmezse Habla, ne haklasından vazgeçtik yine mi yaygara koparacak. İşte salt bu nedenlerle kendisinden razı olmayanların çoğaldığını bilmesi gerekir. Rıza gösterir gibi davranıyorsak kırk yıllık partili olma kazanımı siyasi terbiyemizden. Ayrıca siyasi etik gereği masadan kopuş konuşmasında nasıl feveran ettiyse, sözde masaya dönüş esnasında da milletten özür dilemesi gerekirdi. Uygun zamandı tabi millet de kim oluyormuş demiyorsa eğer...

Siyaset zor uğraşı gerçekten. Sırf milletin ikbali için seçim sonrasına bırakacağız bütün eleştirilerimizi. Sarfetmeyeceğiz şimdilik susacağız, hakkımızın saklı kalması koşuluyla...

 

 

PAZARLIK SİYASETİ...

 

Yirmi yıldan sonra ilk kez sosyal demokrasinin, merkez solun solundakilerle, sosyalistler ve Kürtlerle bütünleşmesiyle iktidara yakınlaşması çok uluslu sermayeyi ve yerli işbirlikçilerini acayip ürküttü. Hemen roller dağıtıldı ve düğmeye basıldı. Masa krizi patladı veya patlatıldı...

Kim ne desin krizin ana nedeni, mevcut iktidarın özellikle depremde ve sonrasında iyice sallanması, beşli çetenin, yirmi yıllık yandaşların ve yalakaların şahsi çıkarları ve Bay Kemal kazanırsa devri sabık olma korkusudur. İşte Habla ülkeyi siyasi kaosa sürüklemek pahasına üstüne düşeni hiç çekinmeden ve düşünmeden masaya tekmeyi attı. Lafta çekildi sonra uyduruk önerilerle geri vites yaptı. Hablanın tükürüğünü yalayarak daha da dayatmacı kafayla masaya dönmesi siyasi ikbal hamlesi olmanın yanı sıra asıl budur. Sanıldığı gibi öyle vatan millet derdiyle değil. O yüzden millet platformu sıkı pazarlığı, tüm banal ve gayrı yasal önerileri reddederek sineyi millete dönmelidir...

Aksi halde beşli çetenin iç ettiği yüzlerce milyar doları asıl sahibine kaptırmamak adına sahneye koyduğu oyun tutar. Ve milletten çalınmış olduğunu söyleyen Bay Kemal başkan olsa  bile asla hesap soramaz. Çünkü paranın kurtarılmasına dönük bu suni siyasi seferberlikle egemen güçler ilk çentiği attı. Çeteler ve çeteleler biraz rahatladı. Eğer abuk subuk öneri masada kabul edilirse Habla egemen güçler adına bir zafer kazanmış olur. Hele seçim masa lehine sonuçlanırsa bir kazandıran konumuna erişmesi ve kaybettiği prestiji tazelemenin ötesinde hava yakalayacak. Seçim kaybedilirse hem vazife yerine getirilmiş olacak hemde ben size demiştim babında bir bilen mertebesine ulaşacak. Daha yüksek dozda siyasi ahkam kesmeye devam edecek. Yani yine millet kaybedecek...

Keskin virajlar yaparak gidenin arkasına ağıtlar yakmak, söylediklerini yutmak, ağır ithamlarını görmezden gelmek ve nihayetinde dön gel demek ise siyaset, böyle siyaset olmaz olsun diyen paydaşlara da alınganlık göstermemek lazım. Tek adamdan kurtulalım derken tek adamlığı kemikleştiren her türlü kalkışmaya da set çekmek lazım. Redçi bir tavır takınılmaz da kısır pazarlıkçı siyasetin tarafı olunursa yapılacak envai çeşit propagandaya da katlanmak gerek.

Son tahlilde esen sol rüzgarın önü yine kesildi. Solun iktidarı resmen engellendi. Büyük sermaye ve yerli işbirlikçileri, mevcut iktidar ve avanesi, başta beşli çete olmak üzere tüm çeteleler rahatladı. Her türlü seçim sonucunda, kim kazanırsa kazansın Habla sayesinde ne hesap ne kitap. Bay Kemal kazansa da kaybetse de, anımsatmak gerek dünyanın yarısına göre 13 uğursuz rakamdır. Millet yine zorun zoruyla başbaşa...

Gece yarısına dört kala taşların yerine oturduğu kanısıyla parti genel merkezleri önünde hala bekleşenlere bir gerçeği anımsatmak gerek. Sevinmek için hem çok erken hemde çok geç. Bu gündüz vakti elde kandil pazarlıkçı siyasete ilk ödün verilirse ki müzakere mesaisi hala sürüyor gerisi fazlasıyla gelir. Bay Kemal'in partisindeki sol kanat ve soldaki ittifaklar ile sosyalist sol salt bu nedenle dahi bu baştan savma formüle, eski tas eski hamam gidişata arıza gösterir mi gösterir.

Gösterirse de hiç şaşmamak ve kızmamak gerekir. Etme bulma dünyası...

 

SİYASİ FİGÜRANLIK...

 

Bazen öyle bir an gelir çatar ki öncü siyasi figürler birdenbire figüranlaşır. Yani siyaset, fi tarihinden beri hatırlı figürler ve gönüllü figüranlar koleksiyoncusudur. Öyle hatırlı siyasetçiler vardır ki binbirçeşit felaket formlarda fasıl fasıl geriler ve günü gelir gümler. İşte bu siyaset figüranları son demlerinde kırk yıl düşünülse dillerden dökülmeyecekleri dökerler. Ve siyasi kalıp, basmakalıp saydırmalarla çatlar. Böylece fikir kaçağı, baş figür yamağı figüranlık başlar...

İşte o zaman klasik ve karakteristik duruş maziye karışır. Asla vazgeçilemez değerlerden bir bir kopulur. Arşınlanan siyasi yelpaze fiyasko sonuçlara denklenir. Yani daima figüranlar sayesinde kemikleşir kamplar ve saflık ve erdemlilik yitirilir. O yüzden figüranların en kıymetli diye gösterdiği hep kağıttan modellerdir, karton maketlerdir. Kapılmamak gerekir bu kırk numara kırk ayak oyunlara, binbir dalavereye. Ayrıca her fırsatta yinelenen seçimlerde alternatifsizlik bahanesi, kazanacak kazanamayacak yaftası ise milleti sırf evrensellikten uzaklaştırma çabasıdır. Değişime dönüşüme ket vurmaktır. Öncü siyasi figürlere asma kilit vurmaktır.

Bazen siyasette öyle bir durum gelişir ve akıl duvarını deler ki figüranlar başrol kesilir. Nesli bu figürasyondan kurtarmak ve filmleri anlamak acayip güçleşir. Zaten figür dizayncıları altyazı gerektiğinde klas karakterleri klasik kuruntulara boğar. Kuşkulu geçmiş birikintileriyle ellerini kollarını bağlar. Aynen en sıradışılar bile bir anda sıradanlaştırılır. Figüran kahvesine öylesi bir kara ruh yansıtılır ki başlıca sihir yalnızlıktır. Kaplanan yaldız geçici, yıldız parlaklığı sönümlüdür. Sihirli veya zehirli değnek dokununca övülen görsellik bir daha asla sıcak enerji geçişi sağlayamaz. Binbir emek kurulan sinerji boş yere harcanır...

Bazen siyasette ana veya anaç figürler durup dururken buyurucuların gözetiminde figüranlaşır. Ne yazık ki anca böyle hayata yön verme vasfına eriştiğini sanarlar. Sınır tanımaz sinirle, keskin sirke küpüne zarar bir ruh yapısıyla tarihi kodlayacak koleksiyonu paramparça ederler. Sanki figüranlardan istenen de budur...

Bazen figüranların gerileyen formda tavrı ve karanlığa odaklanışı arzulanan temiz siyaseti modern hayatın dışına iter. İşte o an öncü siyasi figür başka figüranlar başka fikri de dibe çakılmaya çare olmaz. Haliyle hatır gönül kalmaz, siyasi figüranlık konumuna evrilen abla mabla asla dinlenmez. Çünkü

Hablanın artık siyaseten dinlence vakti gelip çatmıştır...

 

 

SİYASETTE MARAZİ KIYAMET...

 

Siyasette farazi görülen marazi kıyamet yine koptu. Abla mabla denilerek saygıda kusur edilmeyen Habla sayesinde hiç yoktan telepatik sağaltma yaşandı. Hilekâr ve pişekar eksiltme komedyası derlendi. Tanrı vergisi doğruluk ve iyilik argumanları akla zarar harcandı. Ortak masa beşlisine harcıalem dayatmalar, taksitli oturumlarda kara korsanlık yapıldı...

Bu siyasal çalkantı kısa bir süre daha devam eder. Facia fonksiyonel açıdan kolay atlatılabilir ölçekte bir zaaf yaratabilir. Geridekilerde geçici mental yitimi de olabilir. Yetke ve yetki boyutunda anlık zayıflamayla da karşılaşılabilir. Ama makul nedensiz nükseden bu müzmin hastalık asla toptan zayıflatma işlevi görmez. İspata dönük dönence beyne işkence bu vaka, surete takılıp gerçekleri görmeme noktasına katıyen taşınmaz. Çünkü bu yıkım, asrın bir daha görüp göreceği zor bu kriz, hangi gizli el operasyonudur çağın gereği tez açığa düşer.

Diğer yandan masadan kaçma haline ek olarak harici sebepler, kayıtlanamaz destekler, kanıtlanamaz istekler silsilesine sebeplik büyük siyasi hata olarak tarihteki yerini alır. Masada kalanlar için ise bu yıllardır aynı sos, aynı sezgi zırıltısı yeni siyaset okuması gerektirir.  Bu hile hurda yüklü kalkışma öyle beklendiği gibi siyasetin altını üstünü sarsan bir güçsüzlük de oluşturmaz. Bu görünmez bir iş kazası denilir geçilir ve hatta bu siyasi krizden umulmadık ölçüde güçlenilerek çıkılır...

Öncelikle alternatif tavır saptanır ve masada kalanlar hemen yoğun mesaiye başlar. O kadar. Çünkü yıllardır vazgeçilmeyen çatkapı çapraz ateş siyaseti iyice kanıksanmış olsa gerek. Ayrıca tatlı su kanakları hariç bu kirli siyasetin bir kez daha vücut bulmasına bu millet geçit vermez. Hiç şüphesiz Habla yüzünden oluşan suni gündem birilerinin ekmeğine yağ sürmüştür. Ama yağlı ekmeği yemek nasip olmasın diye yeni bir rota formüle edilemez değil. Çünkü gidenin götürdüğünün üzerinde kat ve kat getirisi olacak, koşulsuz katkı sunacaklar hazır. Yeter ki havanda su dövmeden ivedilikle iletişim kanalları açılsın. Telafisi çok basit buharlaşmaya takılarak eylemsel manevralarda gecikilmesin. Çünkü zaman dar, özelleme genelleme ve güzelleme derken günler su gibi akar sandık kurulur.

Öyleyse yıllar yılı millete katmerli kozmik acı yaşatan, kural ve kanun tanımazlara ve Hablaya karşı, siyasi benzerliği olsun olmasın bütün tepkisel aktiviteyi koordine etmek şart. Yani tıpkı bir asır önceki kutsal isyanı millette vücut bulacağı şekilde akıllara bir güzel işlemek gibi. Bu arada siyasetin tarihsel gerçekliğini de unutmamak lazım, birbiri ardına patlayan her marazi kıyamet, uzak farazi düşleri yakınlaştırır…

 

ALTIN VURUŞ...

 

Siyasi terbiye ve sabırla katlanılan, mazisi bilindiğinden abla demeye zorlanılan Habla, beklenen altın vuruşu uzatmalarda yaptı. Hemen vurgun sonrası bu ne mene siyasettir sorgusu pik yaptı. Artan şokla bilimselliğin çok uzağına düşmüş siyaset dip yaptı. Yani sıradan ve çıkarcı himayeyle mahvoldu yoğun emeklerle kurulan uzlaşı. Aklı izanı patlatan ve dokunanı parlatan türden büyülenme bitti. Asla kabul edilemez, bitişi tescilleyen bu çarpık ve şok edici altın vuruşu unutmak elbette zor. Çünkü siyaseten zarar ziyan çok. Egemen güçlerin emriyle olduğu apaçık bu çarketmeyi, çarkı, tankı, tavrı siyaset dünyasını şaşırtan bu hainsel hamleyi şimdi unutma zamanı. Zaman dar...

Habla saplantılarının girdabına yuvarlanarak, tehditkar triplerle salt yıkmak üzere kurgulandığını iyi kötü gösterdi. Mahalle baskısı maharetiyle siyasi basıncı yükseltti. Tansiyonları oynatacak biçimde rolünü oynadı. Hayal ve rüya alemine daldı. Artık bütün mesele kör karanlıktan, öteye beriye çarpmadan ezer geçer silindirden kurtulmak. Mesele müdafa zırhını topraklayan, yanlış akımı kodlayan bu büyük yanlıştan dönmek. Çünkü hayata yeniden dönüş eğilimini doğru yakalamak asıl siyaset...

Yıkıcı deprem ve düş körlüğü etkisiyle direnç kuvveti düştü. Ancak asrın depremi devleti ayakta tutan, millete yardım eli uzatan gücün sol tandanslı belediyeler olduğunu gösterdi. Devleti idare ettiği sanılan liyakatsızların vakumlu vakur siyasetinin kof olduğu gerçeği ortaya çıktı. Depremle beraber Millet çatısının arayı açması, artan ivmeyi yakalaması büyük sermayeyi endişelendirdi. Hele mutlaka hesap sorulacağının yüksek sesle dillendirilmesi faşizan hırslı uçuşla derin uçurum basıncına takıldı. Hablanın hafif kaçağı yüzünden, dam yandı saçak kül oldu. Acı çekmeye devam faslı yeniden hortladı...

Şimdi Hablanın şok vuruş dalgası ve yıkım tehlikesi yüksek gerilim kulelerine, en sağlam sayılan kalelere dek uzanır. Kayıtsız kalanları öldürmez ölmekten beter eder, süründürür. Bundan böyle han, hamam ve sarayı siyaseten ölü ceryan artık ışıtmaz, ısıtmaz. Siyasetin sigortasına bozuk para koyup akımı doğrultmak da işe yaramaz. Fincan çatlar, tel erir, en küçük fırtınada, enerji sinerji kaynak yapar ve direkt akım kesilir...

Kesilsin elbet belki doğrusu budur çünkü bilimsellik taşımayan kofti siyaset ve softi siyasetçilik her zaman ganimete iştah kabartır. Tıka basa yalancılık yüzünden açlık hissiyle mide kramplanır. Ancak küllerinden doğmak misali ilham verici etki ve etkileşim folyoya sarılı amperleri çatlatır. Prospektüs dışı deneylemeler neticesinde susan hayat motoru siyasetin gazını alır. Mümkünsüz sanılan tüm icraatlar şiddetli akım dinamiğiyle başa gelince bu iş siyaseten var oluşu günceller. Ve bilim dışı siyaset yolculuğunun, yolcuları kasıp kavuran felakete sürüklenmenin önü alınır. Dayanılmaz ölçekte çarpılmayla ikiz kaplar teorisi işlemeye başlar. Altın vuruşla beraber ilkin kentlere ve bölgelere ölümcül bir karabulut çöker. Ama Habla yaptığıyla kala kalır. Ve sonra bilimsellik topuna diz çöktürür. İşte reel siyaset budur...

Hiç yorum yok: