15 Haziran 2019 Cumartesi

HAZİRAN-1


İMAMOĞLU YİNE KAZANIR
Haziran'da İmamoğlu yine kazanır. Niçin yeniden kazanır? Çünkü halen seçilmiş Başkan. Ve mağdur edilmiş Başkan. Ve Başkanlar her seçime bir adım önde başlar...
Bu gerçeklik iktidar ve emir kulu medya tarafından bir türlü yok edilemedi. Her türlü devlet olanakları, etik olmayan ve hukuk dışı yöntemler de tutmadı. Kamuoyunda tepki çoğaldı. İki hafta kala Partili Cumhurbaşkanı çekildi. Mitilci fitilleyecek şey bulamadı, kayboldu. İki aday baş başa kaldı.
İşte bu durumda yüz seçim yapılsa, doksan dokuzunu İmamoğlu kazanır. Birini ise yapılacak canlı yayın performansı etkiler. Yani olağan dışı bir hal olmazsa İmamoğlu şimdiden kazanmış durumda. Yeniden Büyükşehir Başkanı...
Yine de son gayret son haftaya kadar her yolsuz yol denendi. Sırasıyla taraflı vali, yanlı müfettişler, Anadolu Ajansı körlüğü, besleme belediyeciler, asılsız haberler, montaj videolar, çaprazlama televizyon yayınları, ses kırpmalar, reklamlara girmeler velhasıl kasıtlı propagandalar. Ayrıca yörecilik, bölgecilik, etnik geçmişe atıflar, yıpratıcı mesajlar, sinir katsayısını yükseltecek tavırlar, öfke kontrolü zorlamalar ve saire. İmamoğlu hiç birine kanmadı. Makul yanıtlarla, Devlet adamı duruşuyla güldü geçti, atakları geçiştirdi.
Mitingleri doldu taştı. İktidarın kalesi görülen yerlerde millet meydanlara yığıldı. Genç ve kadın yoğunluğu ve desteği günden güne arttı. Mazbata gasbına karşı hak, hukuk, adalet isteyen kitleler her yeri miting alanına çevirdi...
Rakip bir tane mitinge bile çıkamadı. Sindi. Uzatılan mikrofonlarda hep mağdura yattı. Her yere özel edalandı, oy avcılığı için gittiği bölgelere has lisan bile değiştirdi. Ancak atanınca çok iş yapan, seçimle her seferinde kaybeden politikacı profilini değiştiremedi. Bu gidişle de pek de zaman kalmadı, değiştiremeyecek görünüyor.
Sadece bu nedenle dahi İmamoğlu bu haksız sebepsiz yenilenen seçimi çok rahat kazanır...
Ayrıca İmamoğlu'nun kazanması için yüzlerce neden daha var. Binlerce...
En başta seçim sonuçları tezgahı, uzun yıllardan sonra ilk defa bozuldu. İktidar yandaşı ajansların verilerine göre çıkıp ben kazandım algısı ve balkon sefası geçen seçimde ters tepti. Tepince de bir denge oluştu. Korku imparatorluğu sallandı. İktidar afalladı.
Mevcut iktidarın en bariz çıkışı çaldılar oldu. Tutarsız ve gerçek dışı söylemlerle beslenen bu yöntem, İmamoğlu'nun yerinde söylem ve tavırlarıyla rağbet görmedi. Doğru ve dürüst siyaset tarzı benimsenmeye başladı.
Dahası koca kenti tüm yaşayanları ile bütün görmek, bir görmek ve ötekileştirmeden kucaklamak, doğru projeler, problemlere demokratik çözümler, orijinal programlar, özgün çözüm planları, sevgi, saygı, barış, tam demokrasi, çağdaş yaşam vaadi...
Artık milletin her türlü kavgadan, ötekileştirmeden, kutuplaşmadan, baskıdan, zamdan, zulümden, zıtlaşmadan, kayırmadan, otoriter idareden bıkmış olması.
Tek adam rejiminden umduğunu bulamaması ve yeni çare arayışı...
Koca şehrin yaşayanlarının ekonomik krizi en yakından hissedişi, pahalılık, yolsuzluk, iş ve aş derdi, mutfak yangını, kentin ve yaşayanlara ait kaynakların göz göre göre bir avuç yandaşa peşkeş çekilmesi, gerçekleşen projelerin milleti daha da bunalıma itmesi, israf, lafta ilticacılar...
En nihayet Partili Cumhurbaşkanlığı rejiminin Yüzyıllık Cumhuriyetin demok­ratik yapısını yavaş yavaş bozması. Siyasal, yönetsel çelişkilerin büyümesi, tek adamlığın her alanda hakim kılınmaya çalışılması.
Tek adamın ve atadığı kabinesinin eğitimin, sağlığın, ekonominin karşılaştığı sorunlara çözüm üretemeyişi. Hülasa her alanda Devletin dip yapmasına engel olamaması. Partisinin seçim kaybedişine açık seçik kızması. Kazananı tebrikte zorlanması. Seçim tekrarına yanaşması. Partisinin, belediye başkanı kendisi olacakmış gibi taraflı davranması...
Bu ve benzer çıkmazlar nedeniyle millet Mart seçiminde İmamoğlu'nu kazandırdı. O günden bu güne iktidar, millete nefes aldıracak çözümler sunmadığına göre ne değişecek. Hiç bir şey.
O halde İmamoğlu üzerine katarak Haziran seçimini de kazanır. Seçimi kaybe­den de İktidar Partisinin adayı olmaz, bizzat Partili Cumhurbaşkanı ve mitilci olur.
Yüzdesel miktara gelince, eğer yapılır ise canlı açık oturum sonrası...

MAĞDUR SİYASETİ...

Gelmiş geçmiş seçimlere hiç benzemeyen, neden yenilendiği apaçık, sebepsiz bir seçime doğru gidiyor memleket. Seçime ramak kala seçim sonucu tahmini vermek epey güç. Oran tutturmakta. Son haftayı da görmek gerek...

Ancak ilk kez mevcut iktidar mağduriyet üzerine kurduğu seçim stratejisini elinden kaçırdı. Bu psikolojik üstünlük ilk olarak muhalefete geçti. İktidar şaşkın. Muhalefet de bu şansı gereğince kullanamadığı telaşında. Şimdilik mağdur siyaseti unutulmuş gibi görünüyorsa nedeni bu. Böyle görünse de yakında anımsanır. Başlanır.

Çünkü bu sefer mağdur olduğunu, mağdur edildiğini halka en iyi kim anlatır, seçmenleri kim ikna edebilirse seçimi o kazanacak. Gerisi politika...

Şimdilik kazandığı seçim elinden alınan muhalefet asıl mağdur. Bu uğurda epeyce yol da aldı. Ancak iktidar da günbegün bir önceki seçimin mağduru olduğu yönünde argümanlar geliştiriyor. Haziran seçiminde her iki tarafta bu merkezde oy verecek sayısındaki artışa bel bağlamış durumda. Kemik oyu koruyup bu trendi lehine çevirenler öne geçecek. Farkındalar.

O nedenle değişik politik söylemlerle geniş yelpazede oy avcılığı söz konusu...

İptal edilen seçimden bu yana parlayan yıldız belli. Diğeri de. Birbirlerini sıkı ve derinden takipteler. Siyasi çalışmalar ve seçmenin beğenisine sunulan projeler de üç aşağı beş yukarı ayni. Benzer şeyler.

Ancak bir şeylerin yanlış programlandığını, kurgulandığını görenlerin sayısı da gittikçe çoğalıyor. Seçimi onlar tayin edecek. O yüzden onları sandığa götürmek için uğraşılıyor.

Doğal olarak açıkça haksızlığa uğrayan taraf atak, diğer taraf savunmada. Yani muhalefet açık siyaset güdüyor. İktidar ise ince ve gizliden siyaset güdülüyor. Her iki tarafta öncelik iptal seçimde aldığı oy oranını korumak ve üstüne koymak.

Bu arada her ilçede yapılacağı söylenen mitinglerden birden vazgeçildi. Mitil de atılmadı. Bunun için herkes farklı çıkarımlar yapabilir. Ancak iktidar sessiz kalarak son düzlükte yılların alışkanlığı mağdur siyasetine yeni bir şans aralamak istiyor olabilir. Kazanmak ve oy devşirmek için bu suskunluğunu son hafta bozabilir. Önceliği kapmak için eski metodunu uygulayabilir. Eş zamanlı çıkışlar ve boyalı reklamlarla etkinleştirilecek mağdur siyasetine dönebilir.

Bu saatten sonra bir ivme yakalayabilir mi orası muamma...

Bunlara karşılık muhalefet baştan beri şeffaf ve açık propaganda yaparak, projelere odaklanarak süreci taşıyor. Bu belki takdir topluyor. Sandığa ne oranda yansıyacağı ise meçhul. Ama sonlara doğru mağdurdan çok mağrur bir strateji izleyerek temel dayanak karmaşasına da düşülebilir.

Yığınsal emekle yakalanan ivme ve yelkenleri şişiren rüzgar bir anda tersine dönebilir mi, zor döner...

Her şeyin, iktidarın gölgesinde, özellikle yapılacak açık oturumdan sonra yayın performansına göre iki tarafın da siyasi organizasyonu değişebilir. Seçim sonucunu belirleyecek işte bu tutumdur. Tutkulu seçmen dışındakilerin gizledikleri tavrıdır. Mesele kendini gizleyene ulaşma şartıdır.

Yani seçimin sabit ayağı mağdur siyasetidir. Değil denilse de eninde sonunda oraya gelineceği malum...

Yaratıcı ögelerle mağduriyetini seçmene kim daha iyi götürürse seçimin galibi olur. Ustalık gerektiren mesajlarla, tekraren seçimin fazla köküne inilmeden daha çok seçmeni daha fazla kim etkilerse kamuoyunda gezinen aradaki fark azalır veya çoğalır.

Diğer yandan bu seçim beklentilerin çok ötesinde, tahminlere tamamen aykırı da bitebilir. On küsur yıldır her seçimde geleneksel trendlere bakıldığında hangi uzlaşılmaz noktada anında birleşildiği görülür. Yıllardır inanılmaz kişilik, ağır siyasi işçilik, politik mükemmellik, tam ilericilik, illa yenilikçilik gibi kavramlara rağbet edilmediği de ortada. Ancak her şeye rağmen uzun yıllar içinde daha önce böyle bir seçime gidilmediği de ortada. Memleketin hali de ortada.

Bu kez seçim inatla basit bir olağanüstülüğe kilitlendi. İptale. Üzerine bol mağdurluk eklendi. Yani bile isteye mağduriyet yarışı yapılan bir süreç benimsendi...

Üstelik canlı performans ve sonrasında seçmenin hangi çağrışımlardan etkilenip sürece nasıl somut katkı koyacağı hala belirsiz...

Sonuç itibariyle son haftada muhalefet veya iktidar, en mağdur benim siyasetini en akılcı yapan ipi göğüsleyecek...

En minimalist yaklaşımlarla bile tarifi zor, oranı karışık, kabullenmesi güç bir yüzde ile bir dönem kapanabilir. Devam edebilir de.

Öyle ki dinamik siyaset birikimi ve ritmi, on yıllardır mağduriyet mirasını yöntemleştirenleri bu kez kendi yöntemleri ile saf dışı bırakabilir.

Bırakır da...
MİLLİ MARŞLARA FRANSIZ KALMAK...

Milli marşlara yapılana Fransız kalmak bu kutlu millete yakışır bir tutum değil...

Milli marşlar ulusların sembolüdür. Tamamındaki ritm her dinleyene bağımsızlık yolunda atılan adımları anımsatır. Millet olana dek yapılan savaşları anlatır.

Ve her uluslararası takım müsabakalarından önce, bireysel sportif karşılaşma sonrası, altın madalya seronomisinde milli marşların eşliğinde bayraklar göndere çekilir. Spor ritüeli böyledir...

Her maç öncesi milli marşlar çalınır, taraftarları ve oyuncuları söyler. Ev sahibi ve misafir. Ama önce misafirin ki...

Marş çalma ve dinleme rakibe evrensel boyutta değer verme durumudur. Marşın çalınması açık saygı duruşudur.

Ne yazık ki bu duruşumuz da bozuluyor. Çirkin tavırlarla ev sahipliği güme gidiyor. Yurtseverlik modu tüm dünyada kınanacak bir faşist anlayışa geriliyor. İçte her fırsatta yaşatılan yüksek gerilim ve aşırı kutuplaşma dışarı taşıyor...

Islıklama ve yuhalama bir protesto biçimi. Kinayeli alkışlama da öyle. Ancak bir milletin ulusal marşını bitenecek ıslıklamak ve yuhalamak neyin nesi. Bazı nemrutluklar yüzünden, büyük dersler çıkarılacak kazanıma da açıkça gölge düştü. Bu bozgunda birileri bir şeylerin farkında değil ama cümle aleme kötü bir gösteri yapıldı.

Oysa daha yolun başında ki toy oyuncular dünya markası rakipleri karşısında hiç küçülmemiş adeta devleşmiş, rakiplerine hiç şirretleşmemiş, oyunu çirkinleştirmemiş, saygıyla ellerinden geldiğince mücadele etmişti. Mücadeleyi üst seviyeye çıkartmıştı. Hakemle de hiç didişmeden müsabakayı zaferle tamamlamışlardı.

Ancak sonradan öğrenilen ve maçın başlangıcında rakibin milli marşına dönük menfi durum resmen başarının önünü tıkadı. Örgütsüz bir kötülük gösterisi muhteşem maçı unutturdu.

Dünyaya örnek misafirperverliğimiz de zedelendi...

Yenmeler ve yenilgiler unutulur gider. Ama yapılan gider ve yersiz yergiler asla unutulmaz. her iki tarafı da üzer.

İşlenmiş olan karambole getirilemeyecek denli bir ayıptır. Bilinçsizce milli marşlara reva görülen bu vakaya Fransız kalmak da mümkün değildir. Orada burada, içte dışta düşmanı bol bu ülkenin milli marşı aynı şekilde bir yerde protesto edilse Vatan evlatlarının yüreği yanar. İşte budur meselenin özü.

En yukarıdan aşağıya bu marş düşmanlığı bırakılmalıdır...

Artık bu stadyum da tılsımını kaybetmiştir. Bundan sonrası için sportif nezaket kuralları çiğnenen bu ilde maç oynamak olmaz. Başka bir milleti ulusal marşı üzerinden linç etme girişimi taraftara hiç yakışmadı. Zaten bu tavır kimseye itibar da kazandırmaz. Kaybettirir.

Ayrıca bu paspal girişimin karşı atakları, benzer uygulamaları ve katı yaptırımları getireceğini de bilmek lazım, hesap etmek lazım.

Öyle bilmezden gelerek, duymaz davranarak bu vurdumduymaz taraftara övgüler dizmek de başka bir yanlış.

Bu milli yanlışın önü alınmalıydı. Alınmadı...

Peki hemen peşine ne oldu, milli takıma daha havaalanında viking muamelesi gecikmedi. Elbette sportmenliğe ve diplomasiye ters bir uygulama. Kınanmalı mı hemde yüksek perdeden. Lakin milli marş ıslıklamak ve yuhalamak nereye hangi vicdana sığar. İşte bunu da sorgulamak gerek. Kınamak gerek.

Dünya etme bulma Dünyası. Her iki yakışıksız girişimde içi yananlardan olmak ise adamlık. Seyircisinden oyuncusuna, yöneticisinden idarecisine fransız kalmadan davranmak spor adamlığı.

İlerisi gerisi fransız kalmak ise milli yalan...
FRANSIZ KALMAYINCA…
On küsur yıldır dünya futboluna Fransız kalıyorduk. Sonra mart sonu memlekette bir değişim başladı ve bir denge oluştu. Her ne kadar yeşeren umutlar yinelenecek bir maça kalsa da şimdilik neticesi ilkinden çok daha güzel olacak beklentisi yüksek. Ve böylesi bir atmosferde yüzyılın maçı oynandı. Fransa ile…
Futbolun gerçekliğine Fransız kalınmayınca ve ayak ile akıl birleşince de net skor oluştu. Tarihte ilk kez Fransa evine eli boş döndü. Boynu bükük gönderildi…
Fransa ki öyle kriz döneminde değil. Dünya şampiyonu. Zirvede. Ve sahadakilerin hepsi birbirinden üstün cevher. Birer birer analizlerde toptan üstün değer.  Ve rakip kim olursa olsun oyuna hükmeden komple bir takım. Fileleri boş geçmeyen bir firma. Deyim yerindeyse bireysel yetenekleri bol ve öz güveni tam bir yıldızlar topluluğu…
Bizim milli takım ise zerre şans tanınmayan takım olma yolunda bir takım. Hoca yeni. Oyuncular genç. Takıma ağabeylik yapması düşünülen deneyimli oyuncular sakat veya formsuz. Yani şerefli mağlubiyetlere bir yenisini ekleyecek bir yoksunluk söz konusu. Kazanmak bir yana hezimete uğramamak üzere çıkılacağı düşünülen bir maç. Gelecek için tecrübe, moral ve güven kazanma gayesiyle oynanacak bir oyun.
Ancak aklın arkasında kıpraşan ama ortaya dökülemeyen ah bir kazansak hevesi de var. Dile döken yok. En baba sözde futbol bilirler bile kem küm edebiyatı yaparak doksan dakikanın sonunu bekliyor. Hazırlıklar o yönde. Ama hepsi ters köşe oldu.
Toy milliler tarih yazdı. Tarihinde bir kere bile yenemediği dev Fransa’yı ezdi geçti. Sahada sildi. Toy kuruldu. Çocuklar başarıya hasret duygulu gözlere futbol ziyafeti çektiler. Helal olsun…
Şimdi bu yüzyılın galibiyetini sadece üç puan alınan bir maç diye görenler çıkabilir. Öyle görmemek lazım. Elbette fazlaca büyüklenmemek şartıyla. İnanılması güç ve gelecek kuşaklara da övgüsü kalacak bir maç oldu açıkça. Dişe diş, kora kor bir mücadele vardı çimlerin üzerinde. Belki de uzun yıllardan sonra yüksek performans sergiledi oyuncular.
Yılmadılar. Korkmadılar. Saldırdılar. İnançla alınteri döktüler. İşin en güzel yanı bacaklar titremedi asla. Kükrediler…
Demek ki takımın doğru oyuncularla kurulması ve doğru kurguyla ve de yüreklerin sahaya koyulması ile değişebiliyormuş bazı köhnemiş fikirler. Eskide ısrar ve eskiye rağbet bir yere kadar. Yenilenme şartmış. Demek ki defansa ofansa akılcı destek, en iyi savunma hücum, akla ve kapasiteye uygun bir oyun ve maç içindeki değişken kombinasyonlarla istenen sonuç alınabiliyormuş.
Dünyayı etkileyen ve futbol dünyasını sallayan etkileyici bir performans çıkarılabiliyormuş. Asla rakibin büyüklüğüne aldanmayan ve dünya markası isimlere aldırmayan bir idenin zaferi bu netice elde edilebiliyormuş.
Tüm bunları kazanan ve kazandıran herkese, küçük büyük emeği geçen herkese selam olsun. Var olsunlar. Futbol eğer bir temaşa ve skor alma sanatıysa Milliler bu sanatı Fransa karşılaşmasında hakkıyla ve fazlasıyla icra ettiler. Teşekkürler. Bu sevinci yaşatanlara sevgiler.
Dünya şampiyonu Fransa’ya, sahayı dar eden bu takım ve kazanılan bu skor öncesi planlanmış hedefi yükseltti. Umudu artırdı. Ve takımdan beklentiyi çoğalttı. Yani başka bir havaya girdi millet. Ve takımı. Başarıya açlık bir anlamda giderildi ama süreklilik esas. Devamını getirebilmek maharet. Öyle ha gayret telkinleriyle başarı gerçekleşmeyecek bir kapıdan geçildi. Bilimsel ve metodlu çalışmak şart. Bundan böyle böyle mücadeleye devam. Duygusal derinlikte boğulmadan maçlar daha coşkuyla oynanarak.
Şimdiden sonra sonucu ne olursa olsun inisiyatifi elinde tutan bir takım olma yolunda ilerlemek olmalı tüm gaye.
Şimdi futbol da neymiş, ne gerek varmış türden bahanelerle bu tarihe geçen başarıyı küçültmeye çalışacaklar çıkabilir. Onlara iki kelimelik söz yeter, hadi oradan. Yüzyılı saysan yok eşi benzeri bir yengi.
Gelişen dünyaya Fransız kalmayınca bir şeyler oluyor gerçekten. Bu farkındalığı kazandıran milli takımın, Dünyada böylesine yankısı bol ve millete ve de takımına güç katan nice maçlar oynaması dileğiyle
Teşekkürler Türkiye…

                                                                                                                       


VIP KARDEŞLİĞİ...
Genellikle uçarken kaçarken karşılaşılan bir veri, VIP. Varidatın veri tabanı. Parası bol olanın parabol noktası. Parabolik bir dalga boyu. Kısaca Very important person diye açılımlanabilir. Yani VİP. Bilinen adıyla çok önemli kişi demek. Uçmadan evvelki parabasal bir hücre aslında. Bir de politikacılar ile hamili kart yakinimdir olanlar için vip var. O da ‘Velev ki İktidarcı Politisiyan’. İşte VIP kardeşliği bu minvalde sınırlı. Açıkçası ‘Varlığın İpine Punduna’ getirip yapışanlara has bir darlık VİP. O kadar...
Memlekette önemli kişilerden bir diğer önemli kişi de vali. Çünki vali de VİP. Açılım itibariyle ‘Vatanda İlin Prokonsulu’, Tek harfe indirgenmesi; VİP. Ayrıca başta Devletin sonra ahalinin valisi. Ve dahi atanmışların en yetkilisi...
Bir de Milletin Valisi olmak var. Hakkı gözetip olanlar var. Vip mip, bip hizip tanımayan. Halkından başkasını takmayan. Böylece tarihe geçenler. Yüzyıllık tarihte ‘Yazıcıoğlu’ misali tarihe altın simlerle ismi yazılan...
Son günlerde ise VİP heveslisi olmadığını ifade eden ama siyasette prometheanvari biçimde ‘Varlığıyla İşleri Pozan’ biri daha var; Karadeniz’in İmamı, oğlu. O da VİP...
Bir de bip yemeden, vip kardeşliğini yazma peşine düşenler var. Öyle ki ‘Başına İş Patlamasın’ diye her olayda kendi bipini kendi koyanlar. Onlar da ‘Varsın İmacılık Parlasın’ babında kendi çapında VİP…
Viplik, biplik vakayı hayretisırfe ise şu; Siyasette ‘Varlığıyla İşleri Pozan’ bir promethean VİP, bayramda sılayı rahim dönüşü, ‘Vatanda İlin Prokonsulu’ olan Oravipi talimatıyla airportta VIP hücresine alınmaz. Alınmaz alınmaz.
Anında bir algı operasyonu ve VIP kardeşliği bir anda VİP savaşlarına dönüştü. Cümle âlem vip ne demek bu sayede bir güzel öğrendi…
Bu memleket ziyaretini izleyen basıncılara, vip krizine uğrayan Seçilmiş VİP’ten ilk vipsel açıklamaysa şuydu; “VİP, VIP’e talimat vermiş. Biz gider öbür kapıdan da gireriz, önemli değil. Dolayısıyla VİP devlet adamlığını yapamadı. Miting konusunda da, buluşmamızda, verilen bilgiye göre konuşmamız için ‘erken kessinler, yoksa müdahale ederiz’ demiş. VİP devlet adamı değilmiş. Sadece Orda koltuk işgal eden birisiymiş. Üzüldük. Yapacak bir şey yok. Biz gider her kapıdan gireriz.”
İzahatın ilerisi gerisi, bundan kellisi ise trolaki montaj numarası, akıl şaşırtmaca…
Behemeal bir beyanat da adı geçen şehrin, ovalısı Torungillerin Seyitten; "VİP, devlet adamlığına yakışmayan bir tavır sergiledi. Şimdi kılıf aramak için uğraşıyorlar ama olan olmuştur. Çok üzgünüm. Böyle bir VİP ile çalışmaktan son derece mutsuzum. Bundan sonra asla VİP Ordan ayrılana kadar, VIP’i kullanmayacağım…”
Durum bu kadarla sınırlı kalacağı düşünülürken bir anda ayni eşraftan ‘Varyantını İçişlere Puntalamış’ bir başka VİP devreye girdi. Vira laf yetiştirilen vaka da açıkça saf tuttu. Herkesin Vipi olduğu halde, sıfır aldırmazlıkla yine yan tuttu; “Devletin VİP’i ne demektir, hangi sorumluluklar ile bu görevi yapar? VİP kafasına göre iş yapamaz. Ama biri VİP’e ithamda bulunuyorsa, sen onu hiç tenkit etmeyeceksin, döneceksin VİP’i tenkit edeceksin…” mesajıyla bal gibi montaja kurban gitti. Veya siyaseten kendinden bekleneni vipledi. Veya bu istek kipi, destek vipi, yasakçı VİP’in hangi VİP kafasıyla iş gördüğünü de gözler önüne serdi.
Bu kadar VİP yetmezmiş gibi, zamanında mevcut iktidara veryansını bol ve has bir VİP’ten, zamanla ‘Velhasıl İpler Paşkanda’ VİP’ine devşirilenden vakayı takip sözü geldi; “Sürecin takipçisi olacağız. Yanlıştır, vahim yanlıştır, çok büyük bir hatadır, çok büyük bir terbiyesizliktir, çok büyük bir skandaldır. Bunların herhalde bir karşılığı olması gerektiğini düşünüyorum. Bir kez daha en üst perdeden Sayın VİP ve Partisinin üst düzey yöneticilerinin de içinde bulunduğu bu skandalın ortaya çıkmasında payı olan herkesi kınıyorum. Bu ayıptır, siyaseten yakışıksızdır..." Resmen vippala. Vipola.
İşin aslı ise hiç biri aslında. Asından zeye VIP meselesi üzerinden, memleketin en büyük İBB Başkanlığı seçimlerine dönük ‘Varolan İktidarın Pürtelaşı’  bu VİP dalaşı. Kör gözlere parmak, ‘Varsanı iktidar Pergolası’…
Zaten behemehal VIP kardeşliğinden VİP savaşlarına çark edişe tek neden seçim kazanmaya dönük ‘Vallahi İllaki Poz’ VİP’liği. İşte on yılların VIP kardeşliğini bitiren de bu, VİP atışmalarını başlatan da bu. Gerisi asistclas montaj sanayi.
Tek neden Seçilmiş İBB Başkanı VİP’in, tüm ‘Varlığıyla İşleri Pozan’ bir siyaset kimliğine evrilişi. Her haliyle ‘Varıyoğu İncelikli Pozender’, duruşu. Hısımlara haslığı, hasımlara hısımlığı. Ve binnumara yenilenen seçimleri yeniden kazanmaya yakınlığı.
Oldu olacak her şey işte bu güzellik üzerine… 
KARADENİZ SOLDAN DALGANIR HAZİRANDAN SONRA DA…

Karadeniz soldan dalgalanacak, Dalgalanır. Hazirandan sonra da…

Balık ağa takılmış bir kere. Hayatla mantıksal bağı ve iletişim ipi kopmuş veya koparılmış. Artık balık hafızalara arsız yüklemeler de iflah etmez. Memleketi balık istifi istiflemeler de fayda etmez. Sonuçta sadece helal-haram karmaşası bile kâfidir yıkılmaya. O yüzden bu Haziran Karadeniz soldan dalgalanacaktır. Hazirandan sonra da…

Çünkü Karadeniz'de yaşam hiç durağan seyretmez. Metazori dayatılan durağanlık asla kabul görmez. Her şey bir yere kadar. Şehir ulemalarının sapıtması, dayanıksız iddialar ve çalıntı nutuklarla her ne kadar desteklense de mevcut erk kifayetsizleşir.

Ve meydanları boş hayallere sevk edenler, kötü hitaplarla bitap düşürenler açığa düşer. Geriye düşer. Kala kalır. Böylece büyük ayrıntılar sarmalında mucitlerin icatları, fatihlerin fetihleri, devletlerin kudreti, iktidarların azameti şusu busu cılızlaşır. Tüm yaşamı tersyüz edenler, yaşamı tümden tersine çevirenler, gerisingeri gidişi savunanlar, dağınıklığı fırsat bilenler bir bir oltaya takılır.

Bütün şatafat ise ağa takılan balığın ömrü kadardır. Onun için siyaset aktörleri bir anda zorbalaşır. Zorbalaştıkça zorbalaşırlar…

Ve zoru gören memleket, memleket evladı, Karadeniz'in bütün değerleri, geniş yığınlarla buluşurlar. Onlara evvelden ezele Karadeniz'in soldan dalgalandığını anımsatırlar. Geleceği özgür kılmak için gergefte halktan yana işlenmişlik politika kayganlığına fren olur. Demokrasi trenine piston olur.

Yani boşa geçen uzun yıllardan sonra benlikleri uyutan, loş ve boş hayallerden, ayarsız ayarlardan vazgeçilir. İbreti alem yalancıların mumu söner. Değişim özlemi tüm katmanlar yayılır.

Balık ağa takıldı bir kere. Kantarın topuzu da iyice kaçtı. Yaşamı var eden hırçın mavi dalgalar eşliğinde bu Haziran sonrasında artık Karadeniz soldan dalgalanacak. Bu ayan beyan.

Çünkü öncelikle ve özellikle umutlar başka baharlara kalmaz. Kalamaz. Tüm yazılar yaza çıkar. Amaç hayatı bugünden yarına en özel ve en güzel yaşamak ise, tek gaye her şeyin çok güzel olacağı yarınların tasarımıdır. Ve bu tasarımı da tam tamına en iyi Karadenizliler bilir.

Karadeniz’de yaşam hiç durmaz. Sonsuzluğun eğrilmez ve bükülmez öncüleri olarak geri durmaktansa hayatlarını hiçe sayarlar. Onun için dirilişin kalesi olarak, kalemin ve kalenin en yüksek burcunda dalgalanırlar. En zirvede muktedirle asla uzlaşma yapmayanların yengisi dalgalanır.

Devrimler de hiç durmaz, dalgalanır. Devrimcileri de hiç durmaz Deniz’leşir. Karadeniz olur…

Ve vakti zamanı gelince tüm Karadeniz, Karadenizliler hırçın mavi dalgalanırlar. Karadeniz soldan dalgalandırılır. Her haziran da. Sonrasında da.

Çünkü balık baştan kokmuş bir kere…





ZATIŞAHANELERİNE…
 
Zatışahaneleri ne derse desin veya demesin maalesef yaşanan; kapkaralığa dönüşen bir atmosfer. Her gün bu manzarayı devam zor. Gittikçe daha da zor. Zaten zatışahaneleri söylenceler bilimine bayramlık ağızla ak pak katkılar sunuyor. Ancak hangi katkıyı yaparsa yapsın martın sonu bahar. Ayrıca iklim yüzünü yaza dönmüş bir kere. Ve yeniden tarihe kayıt düşülecek fevkalade bir yarışa gebe memleket…
Bu bir seçimin fevkinde seçimde zatışahanelerine en doğruları bildirme asli görevini savsaklayanlara, şirinlik yapmayı marifet sayanlara saydıkça saymak, saydırdıkça saydırmak mubah. Gerçi onlara her halis mulis hal bile açık saldırı anlamına gelir, getirilir ama hiç de umur değil. Ayrıca gelse de cumhura dert değil.
Zatışahanelerine bile olsa kişi ne yaptığını iyi bildikten sonra mesele yok. İnce iğnelemeler, yapıcı eleştiriler, yasal çerçevede karşı koyuşlar muhalifliğin doğasında var. Fıtratında var. Ayrıca en iyisini daima zatışahaneleri bilir feyzi felaketi tetikler…
 
Felaketi önlemek babında ona buna fazla sallamak yersiz. İnsanlık hali, bu gün var olan yarın yok. Yani yokluk hiçlik deryası. Bu devlet malı deniz dünyasında, sırtını zatışahanelerine dayayıp uluorta gider yapmanın da, olağandışı gelir yapmanın da bir haddi hududu var. Çünkü olaylara sıvanıp, kolay tavırlananlar çok kolay tavlanır. Tavı alınanlar da söz sanatına malzeme olurlar.
 
Hal budur. Zatışahaneleri her şeyi çok iyi bilir; “Kargaya ne kemik diş, insana da ne demir diş verilmeye…” deyişini de…
 
Elbette çok iyi bilirler zatışahaneleri; kılavuzu karga olanın ve de vakti dolunca yükselen nidaların, yinelenen naatların, yenilenen izmlerin, belirlenen girizgâhların, temizlenen ellerin artık tutmayacağını. Ninnilenen tutkuların, terasta uyutulanların, üzerindeki etkinin dahi zamanla azalacağını.
İşte zaman bu zamandır, zatışahanelerine bu hassas süreçten geçilirken en hakikati sözlendirmeye, kibir indirmeye kim itibar ediyorsa itibarlandırmalıdır. Tek şart, Asalet ezelden, esasen tek ses ama çok sesli güncelleme diyarından göçenlerden olanlar ehven tutulmalıdır. Göçürenler değil.
 
Zatı şahanelerine tırnak içinde önemli hususları en doğru aktarmayı vazifeden farz edenler yanlış anlaşıldıkça; “Daima zifiri karanlıkta kara kayanın üzerinde kara karıncalar yuvalanır. Ziftin peki karanlıkta gözlerdeki bağ kalkınca, gökler tahtı aydınlanınca dil çözülür. Seviyesiz mertebeler kat edenler kara taşların göbeğindeki zehirli akreplerle yarenleşir. Hakikatin alazında kendi kendini sokup zehirleyen her boynuzluyu da kızıl karıncalar taşır…” O yüzden fazla taşkınlık taşlaşmayı beriler.
 
O yüzden ötesi berisi hesaplanarak ebedi uyum için söylenenlerin dili bilimsellik taşımalıdır. Bilimlerden bilim beğenmeyenler bilmez ama zatışahaneleri çok iyi bilir; “Seçkin dili öyle bir şeydir ki Karadeniz'in en dibinde, kara kayanın üzerindeki küçük kara kaya balığını bile içmeden sarhoş eder. Ve her yanlış seçim akıllandırır. Aklın melekelerini parlatır, balık hafızasını doldurur. Kolayı zor eder. Zoru kolaya koyar. Ta ki o kutsal uyanış tüm atmosferi kapsayana kadar…”
 
Zatışahaneleri kapı kulları yüzünden,
halleri en doğru zannederken, yapılan şeyleri doğru yaptığına hâllenirken,  hep başkalarını zan altında bırakır. Dillerde hep aynı ölçümler aynı öyküler. Hep ondan bundan travma. Hep aynı kapıda dilenildiğinden büyük kandırmaca ve ayni kandırılmışlık. Oysa zatışahanelerine bırakılsa tam kıvamında aklar kör karanlığı.
Lakin “Nalıncı keseri, boyunlarda yasak incir takımı, takım taklavatsız acizlik. Ayartılan karanlık. Cehenneme dolacak bir aymazlık. Biteviye günahsızlık, gök pencereye dağılan kara duvarlara karabaşlı çivi çakmalar…” Oysa tekrarı yok bu karanlığın, buğulu bunalımın. Eziyetin ve çekilenlerin de haddi hesabı. Ondan sonrası ‘kurtulmak’ zamanı. İşte bu gerçeklik zatışahanelerine hep unutturulur.
 
Gelir zaman gider zaman, toptan gider yapmanın da taraftarları ayan beyan azalır. Karanlıklar ayazlanır. Zatışahaneleri de içten içe duyar, karanlığa bir ulu nida yayılır; “Razı edin şu rıza göstermeyenleri de. Tembihlere uymayanları da. İkaz edin. Gündüzü bulun. Arayın her yerde. Bulun ve göğe asın. Güneş çıksın…” Ve her karanlığın sonuna güneş doğar.
 
Zatışahaneleri için heybede daha çok güzel şeyler var ama bayram önü. Hem de bayramlık ağızları açtıracak olan…
KIYAMET
Üzerine and içilir daima. Defaatle. Eğer ki; ol emrine bağlı bir var oluş söz konusu ise elbette kurulan krallığın da bir yok oluşu, yıkılışı vardır. Zaten kıyametin kopuşuna şüphe duyulmaması için yaşama yedirilmiş, korku hissi veren, korkulmaması gerektiğini de öğütleyen dinsel iklim değişkenleri söz konusudur. Yani dünyaya gelişle beraber, yok oluşa bağlantılandırılan bir anlayış egemenleştirilir. Tekgüç bu algıyı dayatır. Doğa da. Yani Kıyamet…
Dinsel anafor, ciddi derinlik taşımayan peşin hükümler, maddeten bilinenler ve manen bilinmeyenler, hayatın içinde dışında kalan yükümlülükler, aslına uygun tanımlamalar veya gereğince tanımlanamayanlar bir gün mutlaka dünyanın yıkılıp mahvolacağı inancını anımsatır. Kıyamet inancını pekiştirir.
Yani sonsuz da sonludur metaforunu…
Kıyamet çoğunlukla mitolojik efsanelerden çıkarılan sonuçlara ve dinlerin gösterdiği kutsal sayılan kayıtlara göre kanıtlanmaya çalışılır. Mahşer günü ile de taçlandırılır.
Yani kıyamet, var yok var üçlemidir. Özütü diriliştir…
Bilimsel gerçeklik açısından da türlü sebeplerle milyar üstü milyar ile sonsuzlandırılan evrenin işleyişi bir anda durabilir  ve kainat yok olabilir. Tabii ki vakti zamanı geldiğinde. Ama o biten zaman pekala başka bir zamanın da doğurucusu olabilir.
İspata gerek kalmadan pat diye Tanrılar veya Tanrı alacakaranlığı da bir gün, günü geldiğinde çökebilir. Bu kendi içinde çökme eylemi ebedi evrenin ışığını da yakabilir. Ya da fiziksel enerji tamamen sönüp, kozmos zifiri karanlığa gark olabilir.
Veya bilinen ve yaşanan bu ritmik renkli tablo, varsayılan daha renksiz başka bir boyuta evrilerek ileriki dönem kıyametini de bekleyebilir. Veya renk bolluğunda boğulmuş farz edilen bu tablo, bilinmeyen ahenkte bir başka ödül tabloya dönüşebilir. Kıyamet sayesinde kıyam…
Tüm dinlerdeki varlığı ve olabilirliği bir yana kıyamet bilimsel bir çerçevedir. Bilimsel teoriler ile açıklanabilen bir sebep sonuç ilişkisidir. Dünya aklıyla bile çözülebilir bir sürecin nihai aşamasıdır. Veya tüm tezler ol emrine bağlı büyük yok oluşa geri sayımın başladığının da aritmetik görüntüsüdür.
Belki de kıyamet bitiş ve başlangıcı birlikte öngörebilen, serbest enerjinin tükendiği büyük ısınma teorisi, sıcaklığın mutlak sıfırlandığı büyük donma, kara enerjinin evreni ayırıp böldüğü büyük yırtılma ve evreni kendi içine çöktürecek kütle çekim sürecinin tersine işleyeceği büyük çöküş olabilir.
Veya kıyamet, başkaca diğer bilimsel teoriler ve oluru akıl zorlayan kıyamet senaryoları ile desteklenebilir.
Ancak kıyameti kanıtlayan ögeler, gelişen bilim ve etkin insan aklı ile üretilen gerçekliklerdir. Edilgenlik bu bilimsel temalar ve senaryolardan biri veya tanrısal gücün desteklediği başka bir yol ile evrenin eninde sonunda yok olacağına bağlanıştır.
Sonuçta evrende başlayan yaşam da bir şekliyle yok olup gidecektir. Dünya üzerinde kurulan tüm krallıklar da, kral kurumlanmaları da  bitecektir.
Zaten dinler ile bilimin, evrenin varoluşu ve yok oluşu noktasındaki bu kesinlik ve keskinlik buluşması evren ve Tanrı hâkimiyeti üzerine tezleri de çok merkezli olarak kıyamete endeksler.
Artık kıyamet günü ne zaman ise; ‘Yüzler var ki ışıl şıl parlar.. Yüzler var ki asıktır…” günü hesaplaşma tamamlanır. Tümden gelinir, tüme varılır. Onun için bu günden yarınlara, her şeyin çok güzel olması için çaba gerekir. Ve yeminlerin anlaşılır düzeye eriştirilmesi de şarttır.
Şarttır çünkü her şeyin öylesine ‘başıboş bırakılacağını sanmak…’ kıyametin ta kendisidir…
DENİZLERİN İDAMINA RED VERENLER…
Her yıl kara ve kanlı Mayıs’ı uğurlarken Denizler en önde, akıllarda bazı isimler var. Asla unutulmaması gereken isimler; Öncelikle Deniz Gezmiş ve can yoldaşlarının idamına Mecliste red oyu veren vekiller. İçeride dışarıda idamları durdurabilmek için üstün çaba sarf edenler. Üçü idam edilmesin diye bile bile ölüme gidenler. Onlar…
Ayrıca kalemi kıran ve idamları onaylayanlardan başı çekenler. Diğerleri hiç hatırlanmasa da olur. Gerisi toptan piyon ve katiller…
“Deniz Gezmiş ve arkadaşları yakalandıktan hemen sonra kurgu bir yargılamayla sıkıyönetim yasasının 146’ya 1 fıkrasına göre 'anayasal düzeni yıkmak için silahlı mücadele vermek ve anayasayı ihlal' suçundan 16 Ekim 1971'de idam cezasına çarptırıldılar…”
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan için idam kararını veren ve kalemi kıran Ali Elverdi. Yıllar sonra nefes borusuna yemek kaçtı, boğularak öldü…
Karar Meclis'e geldiğinde Denizlerin dosyası 30. sıradan birinci sıraya çekildi. Cuntanın etkisindeki Meclis üyeleri ve senatörler idam sürecini hızlandırdılar.
Meclis istatistiği şöyleydi; Üye sayısı: 450, Oy verenler: 323, Oylamaya katılmayanlar: 118, Boş üyelikler: 9…
İdamları Kabul edenler: 273, Reddedenler: 48, Çekinserler: 2...
Kabul oyu verenlerden 218'i AP'li, 28'i CHP'liydi. Hayır, oyu veren 48 vekilden 47'si CHP'li, 1'i TİP'liydi.
CHP lideri İsmet İnönü ve Genel Sekreter Bülent Ecevit, 48’lerin içinde hayır oyu kullandılar. O tarihte Başbakan, cunta kuklası Nihat Erim'di. İdamları onaylayan Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’dı. Gerisi teferruat...
Oylamada Süleyman Demirel ve AP’liler idamlar için kabul oyu verdiler. CHP'liler firelere rağmen, genelde karşı oy kullandı...
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan hakkında verilen idam cezaları 24 Nisan 1972'de TBMM'de yapılan bu oylama ile kesinleşti.
Meclis kararı, askeri yargıtay tarafından da onandı…
Üç fidan 6 Mayıs 1972'de karanlık bir gecede idam edildi. Açık bir hukuk cinayetiydi. Deniz ve arkadaşlarına resmen kıydılar…
'Üç can yoldaşı, ebedi arkadaş emperyalizmin Türkiye'deki işbirlikçileri tarafından ölüme gönderildi. Meclis'teki uzantılarının oylarıyla idam tescillendi. İdam edilecek boyutta ciddi suçları yoktu. Sadece tam bağımsızlık diyorlardı. Her şeyin çok güzel olduğu bir ülke istiyorlardı.
Öldürmediler. Öldürüldüler…
Aslında Üçlerin idamı kim ne derse desin tam bağımsızlık şiarına ve Kurtuluş savaşı’na karşı işlenmiş bir suçtur. Katilleri besbelli bir cinayettir. Bu cinayeti işleyenlere, katillere değil sözümüz.
Sözümüz ve saygımız, idamlara 12 Mart faşizmine rağmen öncelikle mecliste red oyu kullananlar ile kamuoyunda idama karşı çıkanlara.
Deniz Gezmiş ve can yoldaşlarının idamına Mecliste red oyu veren o yiğit insanlara saygıyla;
Kemal Kırıkoğlu, Yusuf Ziya Yılmaz, Kemal Ataman, İbrahim Cüceloğlu, A. Sakıp Hiçerimez, Osman Soğukpınar, Yusuf Ziya Yağcı, Abdullah Naci Budak, Kenan Mümtaz Akışık, Kemal Demir, Nadi Yavuzkan, Nail Atlı, Nuri Çelik Yazıcıoğlu, Cevat  Sayın, Mehmet Aytuğ, Hasan Çetinkaya, Selçuk Erverdi, Celal Kargılı, Mehmet Ali Aybar, Hüseyin Dolun, Necdet Uğur, Reşit Ülker, Lebit Yurdoğlu, Şeref Bakşık, M. Hulusi Çakır, Kemal Güven, Tufan Doğan Avşargil, Mehmet Yüceler, Beyti Arda, Mustafa Üstündağ, Hakkı Gökçe, İsmet İnönü, Muammer Ertem, Mustafa Ok, Mehmet Özdal, Ali Döğerli, Nermin Neftçi, Mevlüt Ocakçıoğlu, Ferda Güley, B. Turgut Boztepe, Hayrettin Uysal, Yaşar Akal, Adil Yaşa, Yılmaz Alpaslan, Hüseyin Yenipınar, Adil Turan, Kemal Okyay, Bülent Ecevit.’
Anılarda yaşayacaklar…

Hiç yorum yok: