26 Eylül 2013 Perşembe

KIRKLARI SÜRMEK VE DENEMESİNİ YAZMAK…

KIRKLARI SÜRMEK VE DENEMESİNİ YAZMAK…

Kırkları devirince akıl yaşımızda kırk bir olduğundan yerli yersiz övündük. Tunçtan heykellere saldırmadan, fazlaca da putlara aldırmadan devrime erişim sanatını saltanata yeğleyerek yaşamışlık vardı cepte. Geçip giden zamana öykündük daima.

Duvarlar vardı ve bu duvarlar yıkıldı, bitti, sonra akıllara örüldü duvarlar.

Şimdi sessizlik çağını yaşıyor zaman ve çağın çağırtısı düşüyor düşlerin içine içine. Zaten ideoloji pınarı dikenli tellerle çevrilince onursal tavır kaç kalibrelik, kaç paralık bir patlamadır hepten unutuldu gitti.

Sonrasında kırk artı biri sonsuz yaşarız sandık. Kırk bir artı kırk bire razı olduk çaresizce ama o da zor görünüyor. İzin vermezler asırlık çınar olmaya. Geç de olsa anladık kırk bir kere maşallah da başka bir hikaye.

Ve ütopyalar kaç yılımızı çaldı hayatlarımızdan, geçti kör eden ışıkla dünyalarımızdan. Geçti gitti, Geriye sayı saymayı bilmeyen ve çarpım tablosunu ezberleyemeyen çocukluğumuz kaldı.

Rüyaların liftinde en yalın geceyle örtünmüş, güneşle yıkanmış duygu selleri kaldı. Ağır zırhlı araçların kelebek camında ise buharlı kazan buğusunda yanmışçasına sızlayan kayıp yüzler.

Kaç yaşı çiviledik ise duvara unutmaya zorlandık çivi yazılarını.

Jilet, jilet gibi yıllar doğradı dupduru gençliğimizi o yüzden hala serçe lisanıyla damla damla kanar yüreğimiz. Damlar yüreğimize o esrik yıllar. Ve vaziyet kötüleşince daima ay parçası gibi parlar saf dışı edilen o neslin eksik yüzü soğuk pencerelere.

Aslında sihir sınırsız, sayısız hikayede saklı. Zaten bilginin eteklerinde emekleyince cennet ile cehennem ne aşk türküleri söyleyerek yaşamak kalır geriye, ne de ölüme yiğitçe ve yalnız gidilir bilgeliğini tadabilmek.

Kırk yılın başı da olsa teyyare cayırtılarına kurban gider sır tülünün ardında salınan Kız Kulesi. Morumsu bir sabahın ve uyuyan denizin resmi çizilir gökyüzüne. Marmara da mır mır mırıldanarak kayıp insanlarını arar pusularda.

Masmavilik yutmuş aklımızı ve uyutmuş kavgamızı sanki.

Dalga dalga kıyıya vurur morumsu bir sabah ve aklımız neredeyse oradayız yaşanır kızgınlıklar kabaresinde. Böyledir işte kırkları aşmak. Zaten kimyasal destekli kabahatler hortladığında Hitit güneşi de sönüverir. Siyasi nüfuza dayanan, dokunmatik döktürüler sabun köpüğü melodramlarla derinleşir ve kasketli kentlilik tarihe karışır.

İşte o zaman keyfekeder fişlemeler, fişlenmeler demirden leblebiler yutturur zamana. Ve kalem kuşananlar göçmen kuş misali vatan ararlar tarihin tozlu sarı yapraklarında. Göz damlasında ise hudutsuz yalnızlıklar, döngüsel dönemsel yanlışlar parlar.

Kırklar devrilince anlaşılır iblis hasedinden hastalandığı ve zevatın putperestlik peşine düştüğü. Bir noktaya kadardır her şey ve basiret teksir makinelerinde gençken basılan bildirilerin her kelimesinde saklıdır.

Makamsız marşları o hor görülen gizli saklı sokak orkestraları da pek ala çalar. Böyledir işte kırklanmak…

Ve tatil başlar.  Kastroya uzayınca Karadeniz, İğne Adada iğne ucuyla yazılır manifesto yeniden. Antik yıkıntıların kıyılarında bulunan toprak damacanalarda hapis felsefe yeniden yudum yudum içilir. Ecdad dilinde nal sesleri kafataslarını zorlarken yedi bölge dört iklim kanat çırpar uçuruma.

Yürüyüşçü yürür, yolcu yolunda gerek hesabı, heyalular başında. Tindeki nefret akıl küpünü boşaltır ve yola sızar tüm hayaller. Tüm yeniden dirilişler ise voltalar son sürat atılınca, palet gölgesine takılır. Bu dur işte kırkları sürmek ve sürünmek gerçeği.

Ruhu ateşleyen ise ‘kırkından sonra azanın…’ diye başlayan paklanmadır…

Hiç yorum yok: