“POTEMKİN ZIRHLISI” DELİNDİ…
“Güzel Esenler Projesi" adıyla başlatılan, çevre yolu kenarındaki binaların boyanması olan proje “Potemkin Zırhlısı” delindi…
Esenler belediyesinin 2011 yılında başlattığı “Güzel Esenler Projesi" ulusal basına yansıyarak ve “Potemkin Mahallesi” adını alarak devam etti ve sona gelindi.
Arkada kalan binaların “Güzel Esenler Projesi" nden yararlanmadığı biliniyordu. Ancak her nedense yol boyu yenilenen binaların arasında olduğu gibi duranlar da var…
Bu konuda 25.12.2012 de yazılan yazı;
“Güzel Esenler Projesi" adıyla müstesna “Potemkin Zırhlısı”…
Güzel Esenler Projesi geçen günlerde ulusal basına da yansıyan şekliyle ne potemkin mahallesi, ne potemkin panosu diye adlandırılmalıdır. Ülkede alay konusu edilen bu proje hiç şaşmamak gerek birilerinden, bir yerlerden ödül mödül bile alabilir. Alsın varsın. Ama adı “potemkin zırhlısı” diye anılmalı bu Güzel Esenler Projesi’nin. Oturup sessiz film izlemek yerine dayanılmaz hayat şartlarından bezmişliğe ayaklanma olacak ise eğer bu imkânsızlığın resmi panosu, kimsenin kuşkusu olmasın her zırh gün gelir delinir.
Peki, neydi bu Güzel Esenler Projesi adıyla müstesna“potemkin zırhlısı”…
Yaklaşık üç yıl önce iki gazeteci arkadaşımla başkanlık makamında başkanın bizzat kendisinden ‘alın size bir bomba haber’ başlığında dinlediğimiz ve resimlerini gördüğümüz proje idi güzel Esenler projesi.
O gün bu proje için Belediye Başkanı; ‘Belediye beş kuruş harcamayacak’ demişti. Resimlerin üzerinde projeye sponsor olan devlet kurumunun logoları da vardı. Başkan; ‘ %90 anlaştık ama şimdilik sponsorun adını vermeyin; Maliyetin %80’i sponsor kalanı ise evi boyananlardan kredilendirilerek karşılanacak’ diyerek projenin mali kısmını da özetlemişti.
Belki de basın olarak ilk bize açıklanmış bu proje zaman içinde maalesef“göstermelik dekor- şahane müdahale” veya atfedilen muhteşem ismiyle“Potemkin mahallesi”olarak değerlendirilip Rus Çarlığı’na göndermelerle anıldı. Ileride de daima bu biçimde anımsanacak belkide.
Ama bizim için bu proje “Potemkin zırhlısı”artık.
Çünkü başkan; TEM otoyolunun kenarındaki binalardan141 binaya kısmen mantolama yapılarak çirkin görüntülerin ortadan kaldırılması ve güzelleştirilmesine 1 milyon 900 bin lira harcandığı ortaya çıkınca;
"Bu projenin 1.5 milyon lira maliyeti var, ancak projeyi sponsor yapıyor sadece yüzde 20`sini vatandaştan alıyoruz" diyerek projesini savundu.
Ancak işin aslı şöyle;
“Güzel Esenler Projesi için Esenler Belediyesi 1 trilyon 290 milyar ödemiş-harcamış…”
Esenler Mali Hizmetler Müdürlüğü’nce açılan 18.05.2011 tarih, 2011/76277 sayı ile KİK Kayıtlarına giren ihalede;
“Güzel Esenler Projesi kapsamında Esenler ilçe sınırları dahilinde bulunan idarece belirlenen binaların dış cephe rehabilitasyonu yapılması işi” ikisi Mim-art ve birisi Özkan İ.’den teklif alınmak suretiyle 1.290.000 liraya Mim-art Ltd’ye verilmiş…”
Peki başkan ne diyor;“Bu projenin 1.5 milyon lira maliyeti var, ancak projeyi sponsor yapıyor, sadece yüzde 20`sini vatandaştan alıyoruz.”
Şimdi bu sponsor firma Mim-art ltd. mi? Oluyor. Yoksa “potemkin zırhlısı” olarak özel kasalara koruyucu zırh mı örüyor. Laf uzar gider, havada asılı kalır ama bu yağlıboya lekesi asla çıkmaz. Ayın en parlak yüzünü utandıran kıvamda, öznesi değişen fiillere, olaylara bir yenisi daha eklenmiş olur sadece.
Ve “potemkin zırhlısı” nehrin doğduğu yerde resim donatılı paravanların arkasında tekziplenen yazıları bekler…”
27 Eylül 2013 Cuma
26 Eylül 2013 Perşembe
KIRKLARI SÜRMEK VE DENEMESİNİ YAZMAK…
KIRKLARI SÜRMEK VE DENEMESİNİ YAZMAK…
Kırkları devirince akıl yaşımızda kırk bir olduğundan yerli yersiz övündük. Tunçtan heykellere saldırmadan, fazlaca da putlara aldırmadan devrime erişim sanatını saltanata yeğleyerek yaşamışlık vardı cepte. Geçip giden zamana öykündük daima.
Duvarlar vardı ve bu duvarlar yıkıldı, bitti, sonra akıllara örüldü duvarlar.
Şimdi sessizlik çağını yaşıyor zaman ve çağın çağırtısı düşüyor düşlerin içine içine. Zaten ideoloji pınarı dikenli tellerle çevrilince onursal tavır kaç kalibrelik, kaç paralık bir patlamadır hepten unutuldu gitti.
Sonrasında kırk artı biri sonsuz yaşarız sandık. Kırk bir artı kırk bire razı olduk çaresizce ama o da zor görünüyor. İzin vermezler asırlık çınar olmaya. Geç de olsa anladık kırk bir kere maşallah da başka bir hikaye.
Ve ütopyalar kaç yılımızı çaldı hayatlarımızdan, geçti kör eden ışıkla dünyalarımızdan. Geçti gitti, Geriye sayı saymayı bilmeyen ve çarpım tablosunu ezberleyemeyen çocukluğumuz kaldı.
Rüyaların liftinde en yalın geceyle örtünmüş, güneşle yıkanmış duygu selleri kaldı. Ağır zırhlı araçların kelebek camında ise buharlı kazan buğusunda yanmışçasına sızlayan kayıp yüzler.
Kaç yaşı çiviledik ise duvara unutmaya zorlandık çivi yazılarını.
Jilet, jilet gibi yıllar doğradı dupduru gençliğimizi o yüzden hala serçe lisanıyla damla damla kanar yüreğimiz. Damlar yüreğimize o esrik yıllar. Ve vaziyet kötüleşince daima ay parçası gibi parlar saf dışı edilen o neslin eksik yüzü soğuk pencerelere.
Aslında sihir sınırsız, sayısız hikayede saklı. Zaten bilginin eteklerinde emekleyince cennet ile cehennem ne aşk türküleri söyleyerek yaşamak kalır geriye, ne de ölüme yiğitçe ve yalnız gidilir bilgeliğini tadabilmek.
Kırk yılın başı da olsa teyyare cayırtılarına kurban gider sır tülünün ardında salınan Kız Kulesi. Morumsu bir sabahın ve uyuyan denizin resmi çizilir gökyüzüne. Marmara da mır mır mırıldanarak kayıp insanlarını arar pusularda.
Masmavilik yutmuş aklımızı ve uyutmuş kavgamızı sanki.
Dalga dalga kıyıya vurur morumsu bir sabah ve aklımız neredeyse oradayız yaşanır kızgınlıklar kabaresinde. Böyledir işte kırkları aşmak. Zaten kimyasal destekli kabahatler hortladığında Hitit güneşi de sönüverir. Siyasi nüfuza dayanan, dokunmatik döktürüler sabun köpüğü melodramlarla derinleşir ve kasketli kentlilik tarihe karışır.
İşte o zaman keyfekeder fişlemeler, fişlenmeler demirden leblebiler yutturur zamana. Ve kalem kuşananlar göçmen kuş misali vatan ararlar tarihin tozlu sarı yapraklarında. Göz damlasında ise hudutsuz yalnızlıklar, döngüsel dönemsel yanlışlar parlar.
Kırklar devrilince anlaşılır iblis hasedinden hastalandığı ve zevatın putperestlik peşine düştüğü. Bir noktaya kadardır her şey ve basiret teksir makinelerinde gençken basılan bildirilerin her kelimesinde saklıdır.
Makamsız marşları o hor görülen gizli saklı sokak orkestraları da pek ala çalar. Böyledir işte kırklanmak…
Ve tatil başlar. Kastroya uzayınca Karadeniz, İğne Adada iğne ucuyla yazılır manifesto yeniden. Antik yıkıntıların kıyılarında bulunan toprak damacanalarda hapis felsefe yeniden yudum yudum içilir. Ecdad dilinde nal sesleri kafataslarını zorlarken yedi bölge dört iklim kanat çırpar uçuruma.
Yürüyüşçü yürür, yolcu yolunda gerek hesabı, heyalular başında. Tindeki nefret akıl küpünü boşaltır ve yola sızar tüm hayaller. Tüm yeniden dirilişler ise voltalar son sürat atılınca, palet gölgesine takılır. Bu dur işte kırkları sürmek ve sürünmek gerçeği.
Ruhu ateşleyen ise ‘kırkından sonra azanın…’ diye başlayan paklanmadır…
Kırkları devirince akıl yaşımızda kırk bir olduğundan yerli yersiz övündük. Tunçtan heykellere saldırmadan, fazlaca da putlara aldırmadan devrime erişim sanatını saltanata yeğleyerek yaşamışlık vardı cepte. Geçip giden zamana öykündük daima.
Duvarlar vardı ve bu duvarlar yıkıldı, bitti, sonra akıllara örüldü duvarlar.
Şimdi sessizlik çağını yaşıyor zaman ve çağın çağırtısı düşüyor düşlerin içine içine. Zaten ideoloji pınarı dikenli tellerle çevrilince onursal tavır kaç kalibrelik, kaç paralık bir patlamadır hepten unutuldu gitti.
Sonrasında kırk artı biri sonsuz yaşarız sandık. Kırk bir artı kırk bire razı olduk çaresizce ama o da zor görünüyor. İzin vermezler asırlık çınar olmaya. Geç de olsa anladık kırk bir kere maşallah da başka bir hikaye.
Ve ütopyalar kaç yılımızı çaldı hayatlarımızdan, geçti kör eden ışıkla dünyalarımızdan. Geçti gitti, Geriye sayı saymayı bilmeyen ve çarpım tablosunu ezberleyemeyen çocukluğumuz kaldı.
Rüyaların liftinde en yalın geceyle örtünmüş, güneşle yıkanmış duygu selleri kaldı. Ağır zırhlı araçların kelebek camında ise buharlı kazan buğusunda yanmışçasına sızlayan kayıp yüzler.
Kaç yaşı çiviledik ise duvara unutmaya zorlandık çivi yazılarını.
Jilet, jilet gibi yıllar doğradı dupduru gençliğimizi o yüzden hala serçe lisanıyla damla damla kanar yüreğimiz. Damlar yüreğimize o esrik yıllar. Ve vaziyet kötüleşince daima ay parçası gibi parlar saf dışı edilen o neslin eksik yüzü soğuk pencerelere.
Aslında sihir sınırsız, sayısız hikayede saklı. Zaten bilginin eteklerinde emekleyince cennet ile cehennem ne aşk türküleri söyleyerek yaşamak kalır geriye, ne de ölüme yiğitçe ve yalnız gidilir bilgeliğini tadabilmek.
Kırk yılın başı da olsa teyyare cayırtılarına kurban gider sır tülünün ardında salınan Kız Kulesi. Morumsu bir sabahın ve uyuyan denizin resmi çizilir gökyüzüne. Marmara da mır mır mırıldanarak kayıp insanlarını arar pusularda.
Masmavilik yutmuş aklımızı ve uyutmuş kavgamızı sanki.
Dalga dalga kıyıya vurur morumsu bir sabah ve aklımız neredeyse oradayız yaşanır kızgınlıklar kabaresinde. Böyledir işte kırkları aşmak. Zaten kimyasal destekli kabahatler hortladığında Hitit güneşi de sönüverir. Siyasi nüfuza dayanan, dokunmatik döktürüler sabun köpüğü melodramlarla derinleşir ve kasketli kentlilik tarihe karışır.
İşte o zaman keyfekeder fişlemeler, fişlenmeler demirden leblebiler yutturur zamana. Ve kalem kuşananlar göçmen kuş misali vatan ararlar tarihin tozlu sarı yapraklarında. Göz damlasında ise hudutsuz yalnızlıklar, döngüsel dönemsel yanlışlar parlar.
Kırklar devrilince anlaşılır iblis hasedinden hastalandığı ve zevatın putperestlik peşine düştüğü. Bir noktaya kadardır her şey ve basiret teksir makinelerinde gençken basılan bildirilerin her kelimesinde saklıdır.
Makamsız marşları o hor görülen gizli saklı sokak orkestraları da pek ala çalar. Böyledir işte kırklanmak…
Ve tatil başlar. Kastroya uzayınca Karadeniz, İğne Adada iğne ucuyla yazılır manifesto yeniden. Antik yıkıntıların kıyılarında bulunan toprak damacanalarda hapis felsefe yeniden yudum yudum içilir. Ecdad dilinde nal sesleri kafataslarını zorlarken yedi bölge dört iklim kanat çırpar uçuruma.
Yürüyüşçü yürür, yolcu yolunda gerek hesabı, heyalular başında. Tindeki nefret akıl küpünü boşaltır ve yola sızar tüm hayaller. Tüm yeniden dirilişler ise voltalar son sürat atılınca, palet gölgesine takılır. Bu dur işte kırkları sürmek ve sürünmek gerçeği.
Ruhu ateşleyen ise ‘kırkından sonra azanın…’ diye başlayan paklanmadır…
16 Eylül 2013 Pazartesi
OKUL ZİLLERİ ÇALDI…
OKUL ZİLLERİ ÇALDI…
Ziller okula yeni başlayanlar için geçen hafta çalmıştı. Bu hafta başı ise öğrencilerin tümüne yaz tatili bitmiş oldu. Ve 2013-2014 Eğitim Öğretim Yılı için ülkede ders başı yapıldı…
Böylece yaklaşık 3 milyonun üstünde çocuğumuz bir hafta önce ilk defa derslik sıralarına oturmuştu. Bu gün itibariyle diğerleri de sabah çalan zillerle okullarına koştular. Toplamda, anaokulu, ilk ve ortaöğretimde yaklaşık 17 milyonun üstünde öğrencisi ile genç ve diri, koskoca başka bir ülke Türkiye…
Ülkenin dört bir yanında yaklaşık 70.000 okulda, 17 milyon öğrenci, 14.000 müdür, 3.500 müdür başyardımcısı, 40.000 müdür yardımcısı olmak üzere toplamda 800 binin üzerinde öğretmenimizle dönüyor eğitim öğretim çarkımız. Geleceğin siyasileri, ekonomistleri, bilim adamları, öğretmenleri, doktorları, mühendisleri, avukatları, hemşireleri ve her meslekten temsilcileri zorlu yarışa öğretmenleri ile birlikte start verdiler bu sene de.
Bol emek ve parayla karışık inanılmaz eğitim olanaklarının sunulduğu veya hakkınca sunulamadığı bir eğitim dönemi daha yaşayacağız anlaşılan. Üstelik 25 yaşına kadar sürdürecekleri eğitim yarışına 5 yaşında başlayan çocuklar var. Allah ailelere ve öğrencilere kolaylık versin. Çocuklarımız ilk baştaki okul korkusunu yenseler bile, sınavlarla ağırlaşacak yıllarca üzerlerine çökecek bu korkuyla boğuşmak zorunda kalacaklar bu süreçte. Sağlığa zararlı ucuz kırtasiye ve oyuncaklar, okul çevresinde satılan yiyecekler, okul kapılarındaki önlenemez mahalli riskler de ayrı bir korku sinsilesi, öğrenciler ve aileleri için.
Ebeveynler, aileler merkezi kayıta rağmen, kayıt paralarını bütçelerine göre ödeyerek yavrularını istedikleri okula aldırdılar. Çarşı pazar dolaşarak çocuklarını 2013-2014 dönemine tepeden tırnağa hazırladılar. Çok yakında karşılaşacakları yıllık eğitim aidatlarını da ödemeye bu şekilde gönüllü oldular.
Öğretmenlerimiz de asla bitmeyen hep ayni kalan eğitimci heyecanıyla öğrencilerinin elinden tuttular, sevgi yumağı oluştu ve yeni öğretim dönemi başladı...
Ancak hükümetin öğretmenlerimizin de hayatlarına bir göz atıp mevcut duruma iyileştirme yapması şart. Devlet baba öğretmenleri sahipsiz bir başına bırakmamalıdır. Yoksa öğrenciler sahipsiz kalır. Ayrıca birçok mesleki alandaki mağduriyetle birlikte yeni başlayacak öğretmen adaylarının da, atama bekleyen öğretmenlerin de mağduriyeti giderilmelidir.
Yıllar evvel ortada, lisede okul boykotlarında, okul boykotçusu, forumcusu ve işgalcisi olup, Selimiye Kışlası’na gönderilmekten son anda kurtulan, hasbel kader üniversiteye gidebilen bir zaman yolcusundan, nihayet kızını ilkokula başlatan bir veli konumuna erişerek çarkın içine girdik yeniden. Hakkımızda hayırlısı...
Asla Okul zilleri susmasın, çaldıkça kendimize gelelim, hiç ama hiç çocuk cıvıltıları eksilmesin duydukça geçmişi analım. Çünkü her alanda olduğu gibi eğitimde fırsat eşitliğini de bu sayede usanmadan korkmadan dile getirebileceğiz ve mücadeleye devam diyebileceğiz.
Son söz; 2013-2014 eğitim öğretim yılının ezbercilikten uzak, anlayıp öğrenme düzeyinde bir standardı tutturması dileğimizle…
Ziller okula yeni başlayanlar için geçen hafta çalmıştı. Bu hafta başı ise öğrencilerin tümüne yaz tatili bitmiş oldu. Ve 2013-2014 Eğitim Öğretim Yılı için ülkede ders başı yapıldı…
Böylece yaklaşık 3 milyonun üstünde çocuğumuz bir hafta önce ilk defa derslik sıralarına oturmuştu. Bu gün itibariyle diğerleri de sabah çalan zillerle okullarına koştular. Toplamda, anaokulu, ilk ve ortaöğretimde yaklaşık 17 milyonun üstünde öğrencisi ile genç ve diri, koskoca başka bir ülke Türkiye…
Ülkenin dört bir yanında yaklaşık 70.000 okulda, 17 milyon öğrenci, 14.000 müdür, 3.500 müdür başyardımcısı, 40.000 müdür yardımcısı olmak üzere toplamda 800 binin üzerinde öğretmenimizle dönüyor eğitim öğretim çarkımız. Geleceğin siyasileri, ekonomistleri, bilim adamları, öğretmenleri, doktorları, mühendisleri, avukatları, hemşireleri ve her meslekten temsilcileri zorlu yarışa öğretmenleri ile birlikte start verdiler bu sene de.
Bol emek ve parayla karışık inanılmaz eğitim olanaklarının sunulduğu veya hakkınca sunulamadığı bir eğitim dönemi daha yaşayacağız anlaşılan. Üstelik 25 yaşına kadar sürdürecekleri eğitim yarışına 5 yaşında başlayan çocuklar var. Allah ailelere ve öğrencilere kolaylık versin. Çocuklarımız ilk baştaki okul korkusunu yenseler bile, sınavlarla ağırlaşacak yıllarca üzerlerine çökecek bu korkuyla boğuşmak zorunda kalacaklar bu süreçte. Sağlığa zararlı ucuz kırtasiye ve oyuncaklar, okul çevresinde satılan yiyecekler, okul kapılarındaki önlenemez mahalli riskler de ayrı bir korku sinsilesi, öğrenciler ve aileleri için.
Ebeveynler, aileler merkezi kayıta rağmen, kayıt paralarını bütçelerine göre ödeyerek yavrularını istedikleri okula aldırdılar. Çarşı pazar dolaşarak çocuklarını 2013-2014 dönemine tepeden tırnağa hazırladılar. Çok yakında karşılaşacakları yıllık eğitim aidatlarını da ödemeye bu şekilde gönüllü oldular.
Öğretmenlerimiz de asla bitmeyen hep ayni kalan eğitimci heyecanıyla öğrencilerinin elinden tuttular, sevgi yumağı oluştu ve yeni öğretim dönemi başladı...
Ancak hükümetin öğretmenlerimizin de hayatlarına bir göz atıp mevcut duruma iyileştirme yapması şart. Devlet baba öğretmenleri sahipsiz bir başına bırakmamalıdır. Yoksa öğrenciler sahipsiz kalır. Ayrıca birçok mesleki alandaki mağduriyetle birlikte yeni başlayacak öğretmen adaylarının da, atama bekleyen öğretmenlerin de mağduriyeti giderilmelidir.
Yıllar evvel ortada, lisede okul boykotlarında, okul boykotçusu, forumcusu ve işgalcisi olup, Selimiye Kışlası’na gönderilmekten son anda kurtulan, hasbel kader üniversiteye gidebilen bir zaman yolcusundan, nihayet kızını ilkokula başlatan bir veli konumuna erişerek çarkın içine girdik yeniden. Hakkımızda hayırlısı...
Asla Okul zilleri susmasın, çaldıkça kendimize gelelim, hiç ama hiç çocuk cıvıltıları eksilmesin duydukça geçmişi analım. Çünkü her alanda olduğu gibi eğitimde fırsat eşitliğini de bu sayede usanmadan korkmadan dile getirebileceğiz ve mücadeleye devam diyebileceğiz.
Son söz; 2013-2014 eğitim öğretim yılının ezbercilikten uzak, anlayıp öğrenme düzeyinde bir standardı tutturması dileğimizle…
15 Eylül 2013 Pazar
ASRİ TATİL…
ASRİ TATİL…
En Allah‘sız kavgalarda sağa sola savruldum. Hoyratça uykusuzluğa ve yollara. Ummazdım asla, umursamazdım gecelerin bedduasının bu kadar tutacağını, gelip geçenlere bahçemdeki biberleri göstererek, öylesine yeşil öylesine kırmızı, dualarını almayı. O eşine az rastlanır kavga büktü boynumu.
Boğaza karşı günaha bulandığım utançla başbaşayım şimdi. Boğaz o denli küsmüş ki bana, altın boynuzlarında dönüyor dünya. Dünya o eski halinde dünya değil. Boynuzlar battıkça bir taraflara gözleri faltaşı. Bir olmuşlar ve beni yargılıyorlar balçık sularda. Karanlığı denize emanet edip yüzmüyorum asla yıldızların parıltısında. Yıldızlar hala benim. Evet değiştim ve yaşlandım, yaşlanıyorum veya. En genç halimde hissedip yaşayamadığım o ince mütevazilikteyim. Nişanı hala bende saklı, nişanlı köprüde. Geçmek üzereyken geçemediğim. Hep iki oda, aynı tuzlu sular ve aynı değişmez ikili.
Düşlerim hala o kaosa takılı. Huzuru özlüyorum, tıka basa hayatıma sokmayı. Bitkin gözlerinden öptüğüm uykulu geceleri, üstünü öptüğüm korkuyu, pişmanlığımı ve yüzemediğim denizi seviyorum. Seviyorum en canlı kanlı kavgaları. Canım seni istiyor, belki sende beni. Aynı kavganın tarafı hiç olmadık çünkü kavga bizdik, bilmiyorum, hiç bilmiyorum.
Ezbere yaşadım kaç on yıl bilsen, yakışıyor desinler diye, öylece, nasıl olursa, sakınmadan. Test kitabında ıslandığımız gün yazılı ondan sonra neler neler. Dün gibi aklımda onca şey ama yeterince anlatamayacağımı biliyorum. Yeşil yeşil yansıyor aynalara yüzün kendiliğinden ve buğular içinde o gözlere takılıyorum, yeşil. Kıpkırmızı yanmış vücudun, dudağın kuru ve yarı açık. Hep o büyüleniş. Unutmak isteyip tam da unuttum derken bardaktan boşanırcasına yağıyorsun üzerime.
Suç suç inliyorsun beynimin kıvrımlarında. Akıl gözüm test kitabını sürüyor önüme, testlerde aç açık bir ağrı, ağrıyorum. Sensiz şehrin doğma büyüme hemşehrisiyim. Ne aranıyorum ne sorgulanıyorum. Kavgalarda ölmüş sen de. Canlı fasıl gecelerde, o uzak kır şehrinde elimi tutup meydana çekelediğin doğuyor içime. Tip bir kekik kokusu ve değişik deyip ardın sıra sürüklendiğimi anıyorum. Üstü kontraplak bir açılır kapanır masa aldığımızı. Şimdi o masalardan var mıdır acaba.
Çay bahçelerinin tahta masalarında canlandığımı, candan gülüşünle sandalyeme mıhlandığımı görüyorum. Sonra kara beyaz sakallı, kanser sarısı bir yüzle giriyor anılara, meyhane kuşu çarpılmışlığı sinmiş gözlerine ve görüntülerim siliniyor. Ama hayatı sende özlediğim gerçeğini bilmiyor, hissettirmiyorum ona.
Radyodaki o nihavent şarkı gece gündüz aklımda çalıyor. Kelepçesiz bağlıyım gecelere ve aramıza uyku yatıyor. Hınzırca sağına soluna dönenip bir seni bir beni süzüyor. Elimi süremiyorum sana, çırılçıplak düşler kızıyor ve canım yanıyor.
Bir yağmur alacasında buluyorum seni kaç yıl sonra bilemiyorum, şemsiyeden süzülen sular ensemden sıcak sıcak, hissetmiyorum. Senden ayrıldığımda sırtım üşüyor, üşüyorum. Titriyorum hatboyunda, boynundaki fuların desenlerini beynime kazımışım renk renk, şaşırıyorum. Sonra her akşam sen, alışverişi öğreniyorum senden, gönlünce gezip tozmayı, işten artan zamanın değerlendirilişini, özlemeyi, okuyorum o sıra başka birlikteliklerin sıradanlığını. Ve sıra çırılçıplak düşlere yatacağımız kıyılara vurmaya geliyor.
Alelacele hazırlanıyorum, yıllar var yalnızım ve içimde özüm akıyor, Marmara dar geliyor, dağılıyorum Ege’ye Akdeniz’e. Uzun ve klas bir yolculuktan sonra bir sıcaklık vuruyor başıma, sen deneyimlisin bir gün süren yanılgımız yat gezisinde son buluyor. Bolca içiyor ve dans ediyorsun yıldızlarla. Yerlere saçılmış sevişmeleri izliyorsun, sevişemiyorsun. Yatma vakti geciktikçe gecikiyor. Su kemerlerine ılımış sular yürüyüşe geçecek yarın, biliyorsun. Hayal kırıklığı içinde seni kaybediyorum.
Memleket kadar yorgun ve çaresizim, isteksiz ve karar değiştiren bir vaziyetteyim, yol yarenliğim baştan saçma geç anlıyorum. Denize dalıp gözlerimi dinlendiriyorum. Başka çare yok katlanmam gerek. Dalga dalga deliriyorsun ben sessiz sakin izliyorum. Sana sarhoşluk bulaştı, suç üzerine suç işletiyor ben uyumalıyım. Şimdi karşıma çıkıp bu kaçıncı sarhoşluğumdu dersen söylemem.
Ne ilk ne son derim, koynuma sızan lambalar sönmüş, güneşe sır vermek olmaz. Gittikçe gündüzüm gecem sana benziyor demek yeter. Çerçeveye sığmayan kalede çekilen tatlı gülüşün hala sıcacık. Donmuşsun dudağındaki ışıltıyla desem, o sarhoşlukta bana yeter. Pırlanta çocuk anası ve babası bu yaz masmavisin, maviye vurdun beni. Ismarlama beyaz bembeyaz dalgalarla alt alta üst üste yeşilin bağrında...
Sabaha ulaşırken masumiyet toz içinde bir yolculuk düşünmemiştim hiç. Beni aştı kıvrıla döküle giden yollar. Bozdu dengemi sancı oturdu yüreğime, otel perdelerinde ağlaşıyor yabancılaşma, yürek o eski yüreğim değil.
Denizin koyuluğu, karalığı uyutuyor içimde çıldıran zamanı ve zaman ninniliyor aklımı...
En Allah‘sız kavgalarda sağa sola savruldum. Hoyratça uykusuzluğa ve yollara. Ummazdım asla, umursamazdım gecelerin bedduasının bu kadar tutacağını, gelip geçenlere bahçemdeki biberleri göstererek, öylesine yeşil öylesine kırmızı, dualarını almayı. O eşine az rastlanır kavga büktü boynumu.
Boğaza karşı günaha bulandığım utançla başbaşayım şimdi. Boğaz o denli küsmüş ki bana, altın boynuzlarında dönüyor dünya. Dünya o eski halinde dünya değil. Boynuzlar battıkça bir taraflara gözleri faltaşı. Bir olmuşlar ve beni yargılıyorlar balçık sularda. Karanlığı denize emanet edip yüzmüyorum asla yıldızların parıltısında. Yıldızlar hala benim. Evet değiştim ve yaşlandım, yaşlanıyorum veya. En genç halimde hissedip yaşayamadığım o ince mütevazilikteyim. Nişanı hala bende saklı, nişanlı köprüde. Geçmek üzereyken geçemediğim. Hep iki oda, aynı tuzlu sular ve aynı değişmez ikili.
Düşlerim hala o kaosa takılı. Huzuru özlüyorum, tıka basa hayatıma sokmayı. Bitkin gözlerinden öptüğüm uykulu geceleri, üstünü öptüğüm korkuyu, pişmanlığımı ve yüzemediğim denizi seviyorum. Seviyorum en canlı kanlı kavgaları. Canım seni istiyor, belki sende beni. Aynı kavganın tarafı hiç olmadık çünkü kavga bizdik, bilmiyorum, hiç bilmiyorum.
Ezbere yaşadım kaç on yıl bilsen, yakışıyor desinler diye, öylece, nasıl olursa, sakınmadan. Test kitabında ıslandığımız gün yazılı ondan sonra neler neler. Dün gibi aklımda onca şey ama yeterince anlatamayacağımı biliyorum. Yeşil yeşil yansıyor aynalara yüzün kendiliğinden ve buğular içinde o gözlere takılıyorum, yeşil. Kıpkırmızı yanmış vücudun, dudağın kuru ve yarı açık. Hep o büyüleniş. Unutmak isteyip tam da unuttum derken bardaktan boşanırcasına yağıyorsun üzerime.
Suç suç inliyorsun beynimin kıvrımlarında. Akıl gözüm test kitabını sürüyor önüme, testlerde aç açık bir ağrı, ağrıyorum. Sensiz şehrin doğma büyüme hemşehrisiyim. Ne aranıyorum ne sorgulanıyorum. Kavgalarda ölmüş sen de. Canlı fasıl gecelerde, o uzak kır şehrinde elimi tutup meydana çekelediğin doğuyor içime. Tip bir kekik kokusu ve değişik deyip ardın sıra sürüklendiğimi anıyorum. Üstü kontraplak bir açılır kapanır masa aldığımızı. Şimdi o masalardan var mıdır acaba.
Çay bahçelerinin tahta masalarında canlandığımı, candan gülüşünle sandalyeme mıhlandığımı görüyorum. Sonra kara beyaz sakallı, kanser sarısı bir yüzle giriyor anılara, meyhane kuşu çarpılmışlığı sinmiş gözlerine ve görüntülerim siliniyor. Ama hayatı sende özlediğim gerçeğini bilmiyor, hissettirmiyorum ona.
Radyodaki o nihavent şarkı gece gündüz aklımda çalıyor. Kelepçesiz bağlıyım gecelere ve aramıza uyku yatıyor. Hınzırca sağına soluna dönenip bir seni bir beni süzüyor. Elimi süremiyorum sana, çırılçıplak düşler kızıyor ve canım yanıyor.
Bir yağmur alacasında buluyorum seni kaç yıl sonra bilemiyorum, şemsiyeden süzülen sular ensemden sıcak sıcak, hissetmiyorum. Senden ayrıldığımda sırtım üşüyor, üşüyorum. Titriyorum hatboyunda, boynundaki fuların desenlerini beynime kazımışım renk renk, şaşırıyorum. Sonra her akşam sen, alışverişi öğreniyorum senden, gönlünce gezip tozmayı, işten artan zamanın değerlendirilişini, özlemeyi, okuyorum o sıra başka birlikteliklerin sıradanlığını. Ve sıra çırılçıplak düşlere yatacağımız kıyılara vurmaya geliyor.
Alelacele hazırlanıyorum, yıllar var yalnızım ve içimde özüm akıyor, Marmara dar geliyor, dağılıyorum Ege’ye Akdeniz’e. Uzun ve klas bir yolculuktan sonra bir sıcaklık vuruyor başıma, sen deneyimlisin bir gün süren yanılgımız yat gezisinde son buluyor. Bolca içiyor ve dans ediyorsun yıldızlarla. Yerlere saçılmış sevişmeleri izliyorsun, sevişemiyorsun. Yatma vakti geciktikçe gecikiyor. Su kemerlerine ılımış sular yürüyüşe geçecek yarın, biliyorsun. Hayal kırıklığı içinde seni kaybediyorum.
Memleket kadar yorgun ve çaresizim, isteksiz ve karar değiştiren bir vaziyetteyim, yol yarenliğim baştan saçma geç anlıyorum. Denize dalıp gözlerimi dinlendiriyorum. Başka çare yok katlanmam gerek. Dalga dalga deliriyorsun ben sessiz sakin izliyorum. Sana sarhoşluk bulaştı, suç üzerine suç işletiyor ben uyumalıyım. Şimdi karşıma çıkıp bu kaçıncı sarhoşluğumdu dersen söylemem.
Ne ilk ne son derim, koynuma sızan lambalar sönmüş, güneşe sır vermek olmaz. Gittikçe gündüzüm gecem sana benziyor demek yeter. Çerçeveye sığmayan kalede çekilen tatlı gülüşün hala sıcacık. Donmuşsun dudağındaki ışıltıyla desem, o sarhoşlukta bana yeter. Pırlanta çocuk anası ve babası bu yaz masmavisin, maviye vurdun beni. Ismarlama beyaz bembeyaz dalgalarla alt alta üst üste yeşilin bağrında...
Sabaha ulaşırken masumiyet toz içinde bir yolculuk düşünmemiştim hiç. Beni aştı kıvrıla döküle giden yollar. Bozdu dengemi sancı oturdu yüreğime, otel perdelerinde ağlaşıyor yabancılaşma, yürek o eski yüreğim değil.
Denizin koyuluğu, karalığı uyutuyor içimde çıldıran zamanı ve zaman ninniliyor aklımı...
11 Eylül 2013 Çarşamba
YARIM ÖMÜR 12 EYLÜL’Ü YAŞAMAK...
YARIM ÖMÜR 12 EYLÜL’Ü YAŞAMAK...
12 Eylül de o gece yarısı sonrası sabaha karşı bastıran evren tufanına, 78 kayıp-yitik kuşaktan biri olarak genç yaşta yakalandık ve bittik…
Tarih 12 Eylül 1980 idi. Talihsizlik bu ya yarım kaldı bir şeyler içimizde, dünyamızda ve rüyalarımızda. Yazılası ne varsa yazıldı hakkında ucundan bucağından, bize de yaşadıklarımız veya yaşayamadıklarımız kaldı darbe hediyesi...
Dayanması güç bir dönem, hangi duygularla neyi yazalım ki; darbe sonrası ve bu günkü iktidarlar hep o melun darbenin eseri. İçimiz kanıyor hala, yüreğimiz ağlıyor. Hangi birini anlatalım ki hiç uğruna harcanışların.
Bir çırpıda otuz yıl geçmiş 12 Eylül faşist darbesinin üzerinden. Atatürk 100 yaşına daha yeni girmişti. Sözde ‘Atatürk’ adına, özde kapitalizmin ve emperyalizmin menfaatleri adına düğmeye basıldı. Pentagon merkezli ve işbirlikçi destekli kafalar ülkede her şeye el koydu. Hemen herkese yediden yetmişe musallat oldular pervasızca.
Kırılası putlar kırılacaktı puta tapılır oldu, putlaştırıldı tüm değerler. 17 yaşındaki çocukları bile sahte kemik raporlarıyla astılar, sehpaya göndermediklerini pencerelerden attılar, boşluğa...
Hayasızca ‘Asmayalım da besleyelim mi’ dediler utanmadan, ‘İntihar etti’ dediler arsızca. Omzu kalabalık bir ‘beşibiryerde’ ye peşkeş çekildi koca ülke. Ve ülkenin onurlu, dürüst, yurtsever insanlarının hayatı karartıldı. Geleceği kotaracak, yeniden kuracak devrimci-ilerici gençler zindanlarda çürütüldü, sindirildi, yok edildi…
Yolcusu, solcusu, devrimcisi, ilericisi, demokratı işkenceden geçirildi Allah yarattı denmeden. Gomonisttir, Allahsızdır, mezhepsizdir dediler asıl Allahsızlığı kendileri yaptılar gözü dönmüş caniler gibi.
Şimdi 30 yıl sonra hangi birini hatırlatalım, 12 Eylül’ü görmemişlere ve görmezden gelmişlere...
Kanlı darbeyle etnik ve dinsel ayrımcılığın temeli sağlamlaştırıldı, kart-kurt, çaput-bez denilerek bu günler planlandı. Terör yasallaştırıldı, palazlandırıldı ‘yok ettik` denilerek, el altı desteklendi daha neler neler…
Sokak ressamı Marmaris paşasının takımına kupa bile hediye edildi. Şike o günlerde başladı resmen. O şike abidesi kupa alınlarda kara bir lekedir sağcısına, solcusuna, futbolcusuna…
On yüz binlerce haksız gözaltı, savunmasız tutuklama, sebepsiz faili meçhuller, insanlık onurunu sıfırlayan işkence ve öç alıcı idamlar. Hala hesabı açık, kapatılamamış envanter, insan eti yemiş lanetli bir çiçektir 12 Eylül. Can alan, kan içen, kanla beslenmiş kafadan bacak, etobur bir bitkidir 12 Eylül faşist darbesi.
Ve o günden beri Türk Solu bir daha belini doğrultamadı. O günlerde belini doğrultamayacak biçimde tırpanlandı, doğrandı, yok edildi ülke solu.
Dabbe-Darbe şakşakçıları şaşalı yaşamlar sürerken, daha dün berat edenler, bugün aklanmaya çabalayanlar var otuz yıl süren davalarda. Kimine iktidar tahtı, kiminin kara bahtı oldu bu hain mi hain 12 Eylül.
Ülkeyi yüz yıl geriye götüren faşist bir darbeydi 12 Eylül...
12 Eylül 1980 ve sonrası, yüz yıl geçse de anımsanacak, anımsatılacak ve unutturulmayacak melun bir hastalıktır, kangrendir, virüstür, mikroptur ülkenin gövdesine bulaşan...
Anadolu şark çıbanı gibi ülkenin gül yüzünde durur hala hesaba çekilememiş 12 Eylül ve korku zoruyla yasalaştırılan`faşist darbe anayasası’…
Acımasızca beslemeyip asan vicdansızda bunca yıldan sonra hala utanmadan eser yok. 30 yıldan sonraki yargılamalarda hala ayni şeytan düdüğünü öttürüyor. Marmaris`te hala bu memleketin evlatlarının vergileriyle kuş sütü eksiksiz besleniyor. Kursağında hala dul, yetim, anasız, babasız, evlatsız bıraktıklarının kahır lokması.
Asmayalım da beslemeyelim de Allah’ından bulsun ama Azrail bile tenezzül etmiyor canını almaya. Ötesini artık Allah bilir...
Bu köşeden yazı yazmaya başladığımız, ısınma turları attığımız günden bu güne en zor günü yaşadık yine. En çok zorlandığımız günde, darlandığımız, dağlandığımız o günü yeniden yaşadık kıyısından köşesinden. Biliyoruz yeterince hakkınca yakalayamadık konuyu can damarından, yazamadık yani yeterince.
Çünkü biz “ Yarım ömür 12 Eylül`ü yaşadık..."
12 Eylül de o gece yarısı sonrası sabaha karşı bastıran evren tufanına, 78 kayıp-yitik kuşaktan biri olarak genç yaşta yakalandık ve bittik…
Tarih 12 Eylül 1980 idi. Talihsizlik bu ya yarım kaldı bir şeyler içimizde, dünyamızda ve rüyalarımızda. Yazılası ne varsa yazıldı hakkında ucundan bucağından, bize de yaşadıklarımız veya yaşayamadıklarımız kaldı darbe hediyesi...
Dayanması güç bir dönem, hangi duygularla neyi yazalım ki; darbe sonrası ve bu günkü iktidarlar hep o melun darbenin eseri. İçimiz kanıyor hala, yüreğimiz ağlıyor. Hangi birini anlatalım ki hiç uğruna harcanışların.
Bir çırpıda otuz yıl geçmiş 12 Eylül faşist darbesinin üzerinden. Atatürk 100 yaşına daha yeni girmişti. Sözde ‘Atatürk’ adına, özde kapitalizmin ve emperyalizmin menfaatleri adına düğmeye basıldı. Pentagon merkezli ve işbirlikçi destekli kafalar ülkede her şeye el koydu. Hemen herkese yediden yetmişe musallat oldular pervasızca.
Kırılası putlar kırılacaktı puta tapılır oldu, putlaştırıldı tüm değerler. 17 yaşındaki çocukları bile sahte kemik raporlarıyla astılar, sehpaya göndermediklerini pencerelerden attılar, boşluğa...
Hayasızca ‘Asmayalım da besleyelim mi’ dediler utanmadan, ‘İntihar etti’ dediler arsızca. Omzu kalabalık bir ‘beşibiryerde’ ye peşkeş çekildi koca ülke. Ve ülkenin onurlu, dürüst, yurtsever insanlarının hayatı karartıldı. Geleceği kotaracak, yeniden kuracak devrimci-ilerici gençler zindanlarda çürütüldü, sindirildi, yok edildi…
Yolcusu, solcusu, devrimcisi, ilericisi, demokratı işkenceden geçirildi Allah yarattı denmeden. Gomonisttir, Allahsızdır, mezhepsizdir dediler asıl Allahsızlığı kendileri yaptılar gözü dönmüş caniler gibi.
Şimdi 30 yıl sonra hangi birini hatırlatalım, 12 Eylül’ü görmemişlere ve görmezden gelmişlere...
Kanlı darbeyle etnik ve dinsel ayrımcılığın temeli sağlamlaştırıldı, kart-kurt, çaput-bez denilerek bu günler planlandı. Terör yasallaştırıldı, palazlandırıldı ‘yok ettik` denilerek, el altı desteklendi daha neler neler…
Sokak ressamı Marmaris paşasının takımına kupa bile hediye edildi. Şike o günlerde başladı resmen. O şike abidesi kupa alınlarda kara bir lekedir sağcısına, solcusuna, futbolcusuna…
On yüz binlerce haksız gözaltı, savunmasız tutuklama, sebepsiz faili meçhuller, insanlık onurunu sıfırlayan işkence ve öç alıcı idamlar. Hala hesabı açık, kapatılamamış envanter, insan eti yemiş lanetli bir çiçektir 12 Eylül. Can alan, kan içen, kanla beslenmiş kafadan bacak, etobur bir bitkidir 12 Eylül faşist darbesi.
Ve o günden beri Türk Solu bir daha belini doğrultamadı. O günlerde belini doğrultamayacak biçimde tırpanlandı, doğrandı, yok edildi ülke solu.
Dabbe-Darbe şakşakçıları şaşalı yaşamlar sürerken, daha dün berat edenler, bugün aklanmaya çabalayanlar var otuz yıl süren davalarda. Kimine iktidar tahtı, kiminin kara bahtı oldu bu hain mi hain 12 Eylül.
Ülkeyi yüz yıl geriye götüren faşist bir darbeydi 12 Eylül...
12 Eylül 1980 ve sonrası, yüz yıl geçse de anımsanacak, anımsatılacak ve unutturulmayacak melun bir hastalıktır, kangrendir, virüstür, mikroptur ülkenin gövdesine bulaşan...
Anadolu şark çıbanı gibi ülkenin gül yüzünde durur hala hesaba çekilememiş 12 Eylül ve korku zoruyla yasalaştırılan`faşist darbe anayasası’…
Acımasızca beslemeyip asan vicdansızda bunca yıldan sonra hala utanmadan eser yok. 30 yıldan sonraki yargılamalarda hala ayni şeytan düdüğünü öttürüyor. Marmaris`te hala bu memleketin evlatlarının vergileriyle kuş sütü eksiksiz besleniyor. Kursağında hala dul, yetim, anasız, babasız, evlatsız bıraktıklarının kahır lokması.
Asmayalım da beslemeyelim de Allah’ından bulsun ama Azrail bile tenezzül etmiyor canını almaya. Ötesini artık Allah bilir...
Bu köşeden yazı yazmaya başladığımız, ısınma turları attığımız günden bu güne en zor günü yaşadık yine. En çok zorlandığımız günde, darlandığımız, dağlandığımız o günü yeniden yaşadık kıyısından köşesinden. Biliyoruz yeterince hakkınca yakalayamadık konuyu can damarından, yazamadık yani yeterince.
Çünkü biz “ Yarım ömür 12 Eylül`ü yaşadık..."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)