"BEN ANA, SEN FİDAN" VE HERŞEY...
Eksik kalası, terör, tutukevi yangınları ve şehit haberleri. Sona bir adım kala yine, istemdışı alevler üşütüyor kalpazan soğuklarını. Yangınlar geceyarısı termometreler sıfırı vurduğunda veya kırklara dayanıp sıcaklar ciğer patlattığında hoyrat kollarıyla ülkeyi sarıyor. Aynen ateşkest masalları anlatılırken bayrağa sarılı tabutlar memleketlere yollandığı gibi. Akıl almamacasına sis dumanı içinde herşey. Vızıldayarak serin-sıcak dönen bir vantilatöre kurban herşey.
Uğultulu dört duvar arasında sessizce mırıldanan 'kayına türkü'de ve dağ-tepe-bayır koyunda saklanan 'zuladaki mahzun resimde' artık ölüm teması var. Telin ucundaki yaşlı, titrek ses delice bekler eve dönüş ve tahliye haberlerini oysa. Nafile haykırır cam şişelerin içindeki pusulası şaşmış yazılar gerçeği. Doğuracak, emzirecek, besleyecek, büyütecek ve canına yandığımın yalnızlığına, Vatana emanet, vatana ihanet ölüme savuracaksın fidanları. Dış kapı tenhalığına vuracaksın değerleri. Nasıl yazmalı ki artık...
"Önce akıl tutuşacak bir uyuz-uyuşuk akşam üstü. Sonra eridikçe eriyecek taş parke koridorlar çift sıralı. Göz ucuyla salındıkça dağlarda tepelerde dev alevler, nehirler de usulden tutuşacak. Şeytana uyan da deli-veli, ellerde bir tutam melek tozu kalacak. Altın tozları savruldukça göğe ay kararacak. Canına yandığımın ay yüzlüsü baştan savılması namümkün veda çiçeğini ekecek toprağa. Tenim yandı, ağzım kurudu, uyuşuk-uyuz bir akşam üstüydü, azgın geceyarısı da kapıda bekliyordu" diye başlayacak tüm metinler.
Ve fidanlar kırılacak orta belinden...
"Ben ana, sen fidan, yer gök ışıksız, karanlığı bölen pencerelerde ve dağlarda kör olası yangın" diye ağlayacak, yas tutacak analar.
Deccal dolaşıyor arsızca güneş batandan güneş doğana altüst olmuş, yas tutan yüreklerde. Adam sende denilebir mi hiç bu kadar. Emrin olur deyip, hazırola geçerek her zaman pınarın gözünde biriken ve yayılan alevi görmezden gelmek nedir. Şu yavan hayatta yarınlarda hiç bir lezzet kandıramaz dağın eteklerinde açan çiçekleri. Zaten yüce dağların başında dört nala memleket dolaşır. Anaların ninnilerinde, bal sütünün her yudumunda ise sevgi...
'Ben ana, sen fidan' ve dolu dolu ağıtlar yakar yürekleri; " Özgürlüğe beleyip, çıplak büyüttüm ben onu. Dağın etinden, karın suyundan besledim. Kıç çıplak baş kabak. Dört duvar komaz ona, gökkubbeye sığmaz o, hasreti bana. Ben anayım. Kanımdan çoğalttım onu, doğanın eline bıraktım sonra. Tarihe yazdım adını. Tarihi duvardaki Musaf'ın arka sayfasına. Dört duvar yemez onu bitiremez, beni harcar. Çayır çimen arasına bıraktım onu ben. Taptaze bir fidan gibi. Yeşile kırmızı aktı oluk oluk, acı dayanılmazdı ve canlandı bir şaplakla.
Çıplak büyüttüm ben onu. Kışın sıcağından yazın soğuğundan esirgedim. Hain gecelerin ayazından korudum. Kıç çıplak baş kabak. Dört duvar yetmez ona, vadileri arzular. Derdi bana, sıkıntısı başıma. Canımdan candır, oğuldur, kızandır, baladır, uşağımdır. Meme uçlarımdan damlayan, sızıldayan balımdır, düşman eline bırakamam. Çekerim mavzeri koca dünyayı vururum alnından. Tarihe andım budur. Talihi Musaf'ın arka sayfasında yaldızla divitlenmiş. Özenle yazılmış çizilmiş geleceği başka tarifi yoktur. Dört duvar tutamaz onu, ovalar yetmez ona. Dingin maviler gerek ona, bulutlar, deniz, güneş. Özgürlüğü içti fidanım canımdan ve büyüdü. Ne zahmetlerle büyüttüm ben onu.
Çısçıplak, kıç açık baş kabak yürüttüm ben onu. Esaret yorar onu, öldürür ve gözünü kırpmadan ölümü seçer, ben de ölürüm onunla beraber..."
Daha sıcaktır naaşlar ama yüzü soğuktur ölümün. Kömür gözlerden anca analar öper sevgiyle. Cama yansıyan ayaza dokunur sıcak ana yüreği ve hayat durur. Ve sunmadıysa hayat panzehirini daha çok hayatlar avulanır.
Su gibidir akıl ve hiç gerisingeri akmaz...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder