FINDIK KABUĞUNDA HAYATLAR...
Karadeniz'in doğusundan en batısına fındık kabuğunda hayatlar
dağılır. Tam beş yüz bin aile. Yerlisi, gurbetçisi ile daha fazla. Bölünmeyle
artan bitmez tükenmez çilenin, erbapları...
Mevsiminde gittik. Gördük. Geldik. Bir süreliğine fındık kabuğu
hayatlara eklendik. Anılar biriktirdik. Fındık topladık. Patozlattık.
Harmanladık. Yarı buçuk kuruttuk. Hasadı tamamladık. Memleketin en kaliteli
fındığını üç kuruşa, külliyen zararına pazar eyledik. Ve Karadeniz’in doğası en
harika kentlerinden biri Giresun'a, ölüm kalım olmazsa şimdilik elveda dedik...
Vakti zamanında atababalar, ataanalar memleket sevdasıyla
yoğrulmuşlar, doğayla bitmeyen kavgada, tutmuşlar toprağa bir fidan dikmişler.
Fındık olmuş. Ancak meyvelerini tıka basa hep başkaları yiyecek bir ürün
seçmişler. Gittikçe ürettiğine yabancılaşma vurmuş bahçeleri. Küçük kıyametler
peşi sıra kopmuş. Ve bu günlere gelinmiş.
Bal ormanında, evliya düzünde, paşa çimeninde, değirmen
çayırında ve dahi memleketin dört bir yanında afacanlaşanların hepsi de
büyümüş. Fakat içteki çocuklar ölmemiş. Şimdi çoluk çocuk fındık peşine
düşülmüş. Sabır taşını çatlatacak fındığın.
Koskoca dünya sanki bir fındık kabuğunda saklı. Fındık
çotanağında. Her yıl fındık kabuğunda hayatlara ödenecek büyük diyet hazırlığı
bu. Milyonlarca hayat. Hayallere bağlanmış gelecek. Hayaller ise geçmişe özgü.
Engebeli bir güverte de tekleme düşler. Toplanıyor tarih yaprak yaprak. Çotanak
çotanak. Toplayanlar apayrı kuşaklar.
Yeşile kırmızı bir güzellik ki beynime vuruyor. Beynelmilelce.
Tanzim edilen tek perdelik oyun...
Oyundaki rolümüz yanılsamalar diyarında sürüklenmelerin,
sürülmelerin, sürünmelerin keşfi. İşler kesat, zihinler kaset. Fesat ile haset
farkındalığı. Farklılıkların sunumu. Sonsuzluğun sonu. Fındık farelerine bir
güzel hizmet...
Mendireği gözüken gözükmeyen bir limanda Deniz Karadeniz. Kara
yağız dalgalarla kaplı. Dopingli dedikodular revaçta. Cildi hamsi parlaklığı
yollarda sağanak. Yüzmekten açılmış sarı sapsarı ufuklar. Ve bahçelerde
çelikten direnç. Lirik bir öykü yazılan. Bir varsın bir yoksun ve yok oluş
kıvamında. Ne yolculuklar sığdırılmış sarmaşıklı taş duvarlara. Taş hanlara.
Ayılmalar, ayrılmalar taşıyor bezgin kulaçlar. Fındık severler boş verdimci pencerede
tutsak. Belleği iyice zayıflatan yalnızlık ise erketede.
Deneyime değer fındık kabuğunda hayata yolculuk yaşandı. Eşlik
etmenin bedeli izole edilmiş ucuzluğa zoraki gülmece metni...
Yazıtlardaki fındık sorunsalı kuzeyde bir yerde. Sahil
kesimlerinde veya denizden içeri, fındığın başkentinde. Bir bal ormanında.
Çoğunlukla üç beş dönümlük bir mecrada. Eksiği gediği, azı fazlası on, on beş
kantar hasat. Kantarın topuzu ise yaban ellerde. Ahali zehir zemberek. Ve
yerden göğe haklı. Acı gerçek, daimi mağduriyet.
Fındık emperyalizmi fındık kabuğunda hayatları önemsemez.
Çotanak nedir bilmez. Fındık çeç olduğunda tek tek hangi güçlükle toplanır dert
etmez. Harer sırtında ter dökenleri, kıl çuval altında ezilenleri, hargul ile
hizmeti, patozun kuvvetli vakumuna karşı duruşu, havası parçalı bulutlu harmanı
hiç iplemez. Sadece emer, hortumlar vakumlar.
Fındık bahçelerine emperyalizm dadanmış. Ocaklara bulaşmış.
Küflü borsası emperyal firmaların elinde. Vahşi kapitalist yaptırımlarla fiyat
iki yüroya sabitlenmiş. Emperyalist sömürü düzeni, alternatif ürün takası,
verimli bölgelerde ocakların kesilmesi, arazilerin yok pahasına kendilerine
devredilmesi ile dev fındık kantonları oluşturma peşinde.
Oysa dünyada fındıkta birinciyiz, memlekette ürününden kar etme
bakımından sonuncuyuz. Sacayağı kurulmuş; üretici, tüccar, ihracatçı sarmalında
İtalyan tandanslı fındık tekeli kırılamadıkça fındık çiftçisinin kategorisi
asla değişmez. Ve büyük tüccar ve yerli toplayıcıları sayesinde Karadeniz'de
hayat standardı asla yükselmez. Ve mevcut iktidara destek azalmaz.
Yine de her yerde herkes ağız birliği etmişcesine fındık
sahipsiz, devlet de desteklemiyor diyor. Bir türlü katmerlenen meseleye el
atmayanlara her seçimde oylar atılıyor. Her hasat ağlanıyor. Harman sonu fiyat
derdine düşülüyor. Sonra diğer hasat bekleniyor. Tam bir kısır döngü.
Ömürlerinde tek bir fidan dahi dikmeyen, halden bilmezler
yaşanan çaresizliği elbette anlayamaz. Baltayı, orağı, girebiyi kaparak, yakıp
yıkarak,kesip kazıyarak ocakları fidanları, ağaçları ormanları katlederek bir
nevi odunlaşanlar fındık kabuğunda hayatın nabzını kesinlikle tutamazlar.
Bu atmosferde yaşanan fındıkta ve fındık kabuğunda hayatlara bir
nevi cezalandırma. Canla başla toplanan fındık yüreğe kor ateş. Tabii ki
anlayana...
Biz ateşi içtik de geldik...
SİYANÜR
Siyanür, çok güçlü bir zehir. Siyanür, hidrosiyanik asidin tuzu
ve bu asitten türeyebilen metal tuzlarıdır. Bir karbon ve bu karbona bağlı üç
azot atomu içeren bileşiktir. Sodyum siyanür ve potasyum siyanür en tehlikeli
ve en yaygın kullanılan türüdür. Kısaca tanımı bu...
Peki, zararları; çok. Histotoksik anoksi sonucunda siyanür
anında ölüme neden olur. Tüm canlılarda ve insanda ağız yoluyla ve diğer
yollarla alınan siyanür, kısa sürede zehirlenmeye yol açar. Beyin, kalp ve akciğerler
çok hızlı bir şekilde etkilenir. Sonu ölümdür...
Meğer siyanür her yerde her alanda kullanılırmış. Siyanür,
kimyasal üretim endüstrisi başta endüstride genellikle taşıma ve saklama
alanında ve değişik sektörlerde kullanılır. Siyanür ve siyanür türevleri sanayi
de de tüketilir. Hidrosiyanik asit siyanürü kimyasal madde üretiminde, hatta
hayvan yeminde ve haşere ilaçlarında kullanılır. Sodyum siyanür ise genellikle
madencilikte olmak üzere kimya sanayi ve optik endüstrisinde kullanılır.
En çokta madencilikte. Madencilik sektöründe altın ve gümüş
arama ve çıkarma projelerinde iki yüzyıldır siyanür kullanılıyor. Siyanür,
kayaların içinde katı halde bulunan altın zerreciklerini çözündürerek sıvı hale
getirilmesini sağlıyor. Ve üretimi kolaylaştırıyor.
Siyanür altın üretimini kolaylaştırıyor ama felaket boyutunda
tehlikelere de açık kapı bırakıyor. Madenci firmalar, siyanür kullanımının
tehlikesi olmadığını söyleseler de, atıkların üretim sonrasında, mevcut
alandaki tahribatının önlendiğini, tedbirlerin alındığını söyleseler de boş
laf. Gereğince önlem aldıkları da yok. Alsalar da altın araması yapılan toprağa
ve bölgeye özellikle içme suyuna siyanürün karışması muhtemel. Çünkü sızması
var, kazası var. Var oğlu var.
Diğer taraftan altın üretimi sonrasında, diğer tüm madenlerin
tersine, cevherden çok atık ortaya çıkmakta. Çıkan yoğun atık, her ne önlem
alınırsa alınsın doğaya ve insana bir şekilde zarar vermekte...
Yani tüm savunmaların aksine, siyanür yoğun konsantrasyona
sahip. Toprağa ve suya kolayca karışabilir. Ayrıca doğada kolay kolay
kaybolmaz. Toprağa ve suya karıştığından meyve, sebze ve içme suyu ile insan
bünyesine kısa sürede ulaşır. Ölümlere, ölüme varan birçok hastalıklara yol
açar.
Siyanür toprağa ve suya karışır. Böylece doğaya karışır. Hatta,
göl, gölet ve akarsulara karışır. Suda yaşayan ve sudan faydalanan tüm
canlıların ölümüne sebep olur. Sadece su ve toprağa karışmaz, havaya da
karışır. Solunum sistemi ile insanlar ve tüm canlıların bünyesine giriş yapar.
Siyanürle zehirlenen yalnızca insanlar ve diğer canlılar olmaz. Doğadaki vahşi
hayat bile yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Hayat biter.
Bilim adamları bu durumu şöyle açıklıyor; 'Siyanürün yüzde 25'i
gaz şeklinde uygulama sırasında atmosfere karışacaktır. Yüzde 75'i çıkartılan parçalanan
kayayla muamele edilecektir. Atmosfere karışan yüzde 25'de bitkilerin
fotosentezini etkileyecek, bitkilerin ölümüne neden olacak, yapraklardan
bitkilerin içerisine girecek veya biz veya hayvanlar soluma yoluyla
akciğerimize kadar bu siyanürü alacağız.
Siyanürün en önemli etkisi aslında toprakta hareketsiz duran
ağır metalleri, yani kurşunu cıvayı, antimonu ve çinkoyu hareketlendirmesi. Bu
ağır metaller toprakta hareketsiz iken, bitki kökleri tarafından alınamıyor,
ama hareketli hale geçince, bitki kökleri tarafından alınıyor ve bitkinin
bünyesine geçiyor. Bitkinin bünyesinde parçalanma olayı söz konusu değil. Bu
bitkiyi yiyen insan veya hayvanlar veya bu bitkiyi yiyen hayvanları yiyen
insanlar, aynen o ağır metalleri kendi vücutlarına alıyorlar. Tabii bu birikim
sonucu değişik rahatsızlıklar ortaya çıkıyor...'
Diğer yandan siyanür dünyanın en büyük çevre felaketlerinin de
nedeni. İşin garibi bu altın arama öncesi ve sonrası felaketlerin çoğunda
Kanadalı firmalar var...
Yakın bir örnek; 30 Ağustos 2000'de Baire Mare Aurul altın
madeninde zehirli atık materyali barındıran baraj yıkılır. Tam 100 bin metre
küp siyanürlü atık su, Tizsa nehrine karışır. İnsanlar ve tüm canlılar için çok
az bir miktarının bile ölümcül olduğu siyanür, su yoluyla Sırbıstan, Bulgaristan
ve Romanya'ya dolaşan Danube nehrine de karışır. Bu bölgelerdeki içme suyunda
siyanür seviyesi limitin 100 katına kadar ulaşır. Tizsa, 'ölü nehir' adını
alır. Kaza 'bölge nehirlerinin başına gelebilecek en kötü senaryo' olarak
tanımlanır.
Bu kaza hala Çernobil'den sonra Avrupa'nın en büyük felaketi
olarak anılıyor...
Hadi kesilen ağaçlardan vazgeçtik diyelim, kaza bu olur, kaza
görünerek gelmez denilip hafife alınacak bir konu değil siyanür. Siyanür ile
altın arama.
Asıl tehlike ileride...
KASITLI REHAVET...
Yap-işlet-devret modeli
bir özelleştirme ürünü model. İşte bu özelleştirme ürünü model ile
yap-işlet-devret modeliyle yaptırılan otoyollar bayramlarda da paralı. Yani
ücretsiz geçiş yap-işlet-devret projelerinde yok. Gam kasavet yok, kasıtlı
rehavet var, kastravet var...
Nedir bu yap-işlet-devret
modeli? Şudur, devletlerin ileri teknoloji ve yüksek mühendislik gerektiren
büyük projeleri, ulusal ya da uluslar arası firmalara devrederek hayata
geçirmesidir.
Yidlerde yüklenici
firmalar yapılan sözleşmelere göre kendi finansmanıyla projeyi gerçekleştirir.
Sözleşmeyle belirlenen yıllar içinde harcadıklarını artı karını elde ettikten
sonra projeyi devlete devrederler.
Bu model daha çok geri
bırakılmış ülkelerde geçerli bir modeldir. Çağın gelişen şartlarına ve teknolojisine
ayak uyduramayanlar, çağı yakalamak için çokuluslu firmaları kullanırlar.
Aslında kimin kimi kullandığını verilen imtiyazlar gösterir. Bu çokuluslu Yid
firmalarına vergi istisnasından, teşviklere kadar bir yığın kolaylık sağlanır.
Proje sözleşmeye koyulmuş kar oranını tutturamadığında aradaki farkı da devlet
öder.
Hiç allayıp pullamaya
gerek yok. Yap-işlet-devret modeli gerçekte geri bırakılmış ülkelerin daha da
geri kalmasını güncelleyen bir özelleştirme modelidir...
Kendi yağı ile kavrulan
ülkelerde bu modele, Yid modeline pek sıcak bakılmaz. Getirisi ne olursa olsun
memleketi emperyal sermayenin güdümüne sokacak bu çokuluslu firmaların uzun
süre topraklarında cirit atmasına asla müsaade etmezler. Yatırımlarını kendi
güçleri oranında ulusal firmalarla gerçekleştirirler. Çağı bu şekilde
yakalamaya çalışırlar.
Çünkü devletin gücü ve
imkanları ile köprü, yol, otoyol, demiryolu, tünel, baraj yapmak, geliri ve
giderine ortak olmak güçlü devlet olmanın ve güçlenmenin birincil koşuludur.
Aksi halde her değerli
projeyi yapabilir olsa da olmasa da özele sevketmek, çokuluslu firma
evlilikleri ile yabancıları işin içine sokmak resmen kamu imtiyazlarının yıllar
yılı boşu boşuna devredilmesi demektir.
Kamu imtiyazlarının
devredilmesi yöntemiyle, yabancı şirketlere özel imtiyaz sözleşmeleri ile
yaptırılan projelerin kamusal kullanım alanlarını da ele geçirdiğini görmezden
gelerek yol alınamaz. Bu imparatorluklar batırmış bir düzenektir...
O yüzden övüle gelen
işler karıldıkça, karıştırıldıkça, kasıldıkça kasvet çöküyor evrene. Memleketin
mağduriyeti apaçık ortaya çıkıyor. Dur duraksız bu denli deneme yanılmayla,
memlekette uçan kuşa sözü geçen, önüne çıkana hesap soran Partili Cumhurbaşkanı
bile yarınlarda söz geçiremez, hesap soramaz....
Sözü de geçer, hesap da sorar
diyenler, Partili Cumhurbaşkanı imzasıyla resmi gazete de yayımlanan bayramda
ulaşıma ilişkin kararı bir gözden geçirsinler. Kasıtlı rehavete hiç gerek yok.
Karar şöyle; 'Kurban
Bayramı tatili nedeniyle 10 Ağustos Cumartesi günü saat 00.00'dan başlayarak 15
Ağustos Perşembe saat 07.00'ye kadar "yap-işlet-devret" projeleri
hariç olmak üzere Karayolları Genel Müdürlüğü sorumluluğu altında bulunan
otoyollar ile 15 Temmuz Şehitler Köprüsü ve Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nden
geçişlerde ücret alınmayacak.'
Yine aynı karar
kapsamında; '11 Ağustos Pazar günü saat 00.00'dan başlayarak 14 Ağustos
Çarşamba günü saat 24.00'e kadar belediyeler ile bunların kurdukları birlik,
müessese ve işletmelerce yürütülen toplu taşıma hizmetleri de ücretsiz olacak.'
Değil ama madem yap işlet
devret modeli, özelleştirme ürünü güzel bir model bayramda niye ücretli. Millet
bayramlarda yollarda. Kasten mi böyle? Çokuluslu firmalara daha çok
paralansınlar diye mi ücretli? Zamanında sözleşmeye minik puntolarla niçin bu
madde işlenmemiş? Soranı yok.
Emir demiri keser.
Partili Cumhurbaşkanı özele tüzele versin emri, bayramlarda ücretsiz hizmete
yap-işlet-devret projelerini de dahil etsin. Sorun çözülür. Millet bu ekonomik
buhranda, bu pahalılıkta bayram seyran az biraz rahat eder. Nefes alır.
Böylece millet bayram yapar, gam, kasavet, kastravet
yap-işlet-devretçi çokuluslu veya taşeronu ulusal firmalara kalır. Kalsın da...
KAZ DAĞLARI-VAHŞİ BATI-ALTINA HÜCUM...
Kazdağı Biga yarımadasının en yüksek dağı. Eski ismi İda. İda
Dağı mitolojide savaşlara, kavgalara, cezalara ve aşklara tanık olmuş kutsal
bir dağ. Antik çağlardan bu güne Tanrıların dağı. Kaz dağları bir dağlar
silsilesi...
İşte bu Kaz Dağları'nda, Kirazlı köyünde altın madeni projesi
uygulanıyor ama pek bilinmiyordu. Ne zaman ki, Çed raporunda 45 bin geçerken,
195 bin ağaç kesildiği ortaya çıktı. Memleket sorgulamaya başladı. Kaz Dağları
nerede? Kaz Dağları'nda son durum nedir? Ne altını? Araştırmaya başladı.
Ve millet Vahşi Batı'yı aratmayan bu Altına Hücuma, Kanada
firması Alamos Gold ve yerli ortağı Doğu Biga Madencilik tarafından yürütülen
altın madeni projesi uygulamalarına karşı eyleme geçti...
Vahşi Batı vestern filmlerle özdeşleşen, kanun ve kuralların
işlemediği bir dönem. Bu vahşi döneme ilişkin yığınla yanılgı, yalan yanlış çok
şey, iğreti bir bakış açısı var. Politikaların hayata geçirildiği bir illüzyon.
Yakıp yıkmaya yönelik bir algı.
Buna rağmen kısmen yükselen tartışmaları çözen ve mülkiyet
haklarını koruyan bir hukuki uygulaması da mevcut. Ancak batı sahili bölgelerinde
altın çıkarılmaya başlanmasıyla uygulanan hukuk sistemleri çaresizleşir. Cana
ve mala kasteden suçlar anında cezalandırılır. Ve madenciler genellikle batıya
özgü şiddetten kaçınır. Belirlenen kurallara bağlı kalmaya özen gösterir.
Tarihe geçmiş altına hücum ise Alaska, Sierra, Nevada'nın
dağlarında vahşi ve çılgınca altın arama ve bulma yarışıdır...
Altına hücumun Kanada'yı ilgilendiren yanı ise 1896’da, üç
Amerikalı madencinin Kanada’nın Yukon bölgesinde altın bulmasıyla başlar. Haber
Seattle ve San Francisco’ya dek ulaşır. Derin bir ekonomik kriz yaşandığından
binlerce insan, altın bulma umuduyla Alaska sınırındaki bu bölgeye akın
ederler. Bu bir yıla yakın sürecek bir yolculuktur. Dört yıl boyunca yola çıkan
100 bin kişinin ancak yarısı bölgeye varabillir. Ulaşanların da ancak yüzde 4’ü
altın bulur...
Dünyanın en büyük altın rezervlerini dağlık kesimler, dağlar
bölgesinde yer alan özel dağlar barındırır. Yaşanan ekonomik krizler altın
fiyatlarını dünyada birden yükseltir. O yüzden çokuluslu altın şirketleri
sürekli, değişik ülkelerde, dağlık arazilerde yeni altın rezervleri bulma ve
madenler açma peşine düşer.
Bu arayışlarda sarp coğrafyaların, binlerce yıllık arkeolojik,
milyonlarca yıllık ekolojik değerler ve eşsiz buluntular taşıdığı hiç kaale alınmaz.
Çevreye verilecek zarar asla önemsenmez. Varsa yoksa altın bulma ve çıkarma
hedeflenir...
Ve her yerde asla ortak müşterekte uzlaşmaya imkan tanımayan,
sert projeler hayata geçirilir. Girilen ülke iktidarının tavrı ve yinelenen
seçim dönemleri rahat konuşlanmanın ve altın aranan coğrafyaların kaderini
kötüye değiştirmenin başlangıcıdır.
İşin gerçeği doğal ve kültürel varlıkları hiç ama hiç korumayan
ve kamu yararı içermeyen altın madenciliği, yıkıcı yok edici projelerle cenneti
cehenneme çevirir...
Kaz dağlarında karşı karşıya kalınan tablo tam da budur. Kısa
zamanda çevre, doğa katliamına dönüşecek altın arama faaliyeti...
Faaliyet özetle şudur; Kaşla göz arası Kaz Dağları, Kanadalı kaz
tüccarlarına ve yerli işbirlikçi kazlara teslim edilmiştir. Proje yedi yıl
süreyle 72 milyon ton toprakta, 26 milyon ton cevherin işlenmesidir. İşleyecek
olan Kanada firması Alamos Gold’tur. İşletecek olan sözde milli ve yerli ortak
Doğu Biga Madencilik’tir.
Bu görünürde yerli firma Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı'nndan 865
milyon, 248 bin liralık yatırım teşvikini de cebe indirmiştir.
Yerli işbirlikçi firma üzerinden Kanadalılara 7 yıl süreyle
sigorta primi işveren hissesi desteği, yüzde 80 vergi indirimi, yüzde 40
yatırım katkısı, Gümrük vergisi muafiyeti, faiz desteği ve KDV istisnası da
vardır.
Ayrıca Kaz Dağları’nda altın arayan bu Kanadalı Alamos Gold
şirketi çıkaracağı altının yüzde 96’sını alacak, sadece yüzde 4'ünü devlete
bırakacaktır. Dünyada böylesine ballı bir arama çıkarma sözleşmesi aransa
bulunmaz.
Sıfır kamu yararı, anlaşılmaz kamu kararı. Külliyen zarar...
En başta altın değerindeki sözleşmeye imza atmış bu Kanadalı
Alamos Gold’un yerli taşeronu Doğu Biga Madencilik tarafından ağaç katliamı
yapıldı da bunlar açığa çıktı. Ne açığı bunlar bilinen şeylerdi diyen varsa
eğer, çıkarsa eğer resmen vatan haini kisvesine bürünmüş lafta vatanseverdir.
Çünkü her şey bir yana Kaz Dağlarında ağaç katliamı yapılmıştır.
Evet usulsüz kanunsuz koskoca ormanlık arazi yok edilmiştir. Doğanın ahengi
tahrip edilmiştir. Yaklaşık 200 bin ağaç kesilmiştir. Orman Kanunu’nun ilgili
maddeleri gereği suç sayılabilecek bir durum oluşmuştur. Dahası da vardır.
Siyanür de kullanılacaktır...
Uyanan Millet yollara döküldü. Döküldü ama Tarım ve Ormancılık
Bakanlığı sosyal medyadan ağaç kesiminin söylendiği kadar olmadığını, aksine
yalnızca 13 bin 400 ağaç kesildiğini iddia etti. Diğer yandan öğrenildi ki kırk
şirkete daha ruhsat verilmiş. Yani onlar da orman ve doğa katliamına devam
edecek.
Yani şu sıralar Kaz Dağları'nda resmen tırnak içinde orman
kanunu işliyor...
Hemde Yerlinin sözüne kulak verilmesi gerekirken; 'Beyazlar
geldiğinde bizim topraklarımız, onların İncil'i vardı. Bize gözlerimizi kapayıp
dua etmeyi önerdiler. Ve öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda onların toprağı,
bizim ise incilllerimiz vardı...'
Biraz kurcalansa Kaz Dağları'ndan daha ne
inciler dökülecek acaba?
KASIMPAŞA KARŞIYAKA OTOYOLU...
Evet," Nereden, nereye… Dağları kolay aşmadık. Ama biz
Ferhat olduk… Dağları deldik Şirin’e ulaştık. İstanbul ve İzmir arasındaki seyahati
hızlı konforlu yapmanın yanı sıra yolu 100 kilometre kısaltıyoruz..."
Kısaldı da...
Otoyol ile İstanbul-İzmir arası 3,5 saate düştü ama ne pahasına?
Yol kısaldı ama kimler büyüdü. Görünen o ki; Ferhat bu projeden de zararlı
çıkacak gibi. Şirin'in boynu yine bükük kalacak. Gözü yollarda kalacak. Elbette
kalır, sadece 1.sınıf otomobillere İstanbul ile İzmir arası otoyol ücreti,
Osmangazi Asma Köprüsü de dahil 256.3 TL. Artı gidişin dönüşü de var.
Otoyolu kullanmam ödemem, yırtarım yok. Geçseniz de geçmeseniz
de geçiş ücreti ödenecek. Çünkü sözleşmeye araç geçişleri için devlet garantisi
koyulmuş.
Kasımpaşa Karşıyaka otoyol projesinin kısa hikayesi şöyle;
Gebze-Orhangazi-İzmir, İzmit Körfez geçişi ve bağlantı yolları
dahil, otoyolu projesinin; Nisan 2009'da açılan ihalesinde en iyi yapım +
işletme teklifini 22 yıl 4 ay ile malum beş yerli ve bir yabancı şirketin
Ankara merkezli ortak girişimi vermiş.
10 milyar TL. maliyetli, 11'e çıkan yap-işlet-devret otoyol
projesinde Konsorsiyum Eylül 2010 tarihinde projenin yürütücüsü olacak A.Ş.'yi
kurup protokolü imzalamış.
Şimdinin Partili Cunhurbaşkanı, 28 Ekim 2010'da dönemin
Başbakanı sıfatıyla temeli atmış. Temel töreninde Başbakan, 7 yılda bitirilmesi
planlanan projenin, 5 yılda bitirilmesini istemiş. Konsorsiyum yöneticileri ise
6 yıl sözü vermiş.
Sözleşme Yürürlük Tarihi: 15 Mart 2013 yazılmış...
Buna göre Sözleşme Süresi: Uygulama Sözleşmesi'nin yürürlüğe
girdiği tarihten itibaren 22 Yıl 4 Ay. Yani Sözleşme Bitiş Tarihi: 15 Temmuz
2035...
Sözleşme uzun ve maliyetli. Oysa Devlet ve millete yaklaşık 3,5
Milyar TL. yıllık getiri sağlayacak bu otoyol projesini, devlet millet elele
kendisi yapsa en fazla 3 yılda amorti edecek. Ve dahi işletse taş çatlasa 1,5-2
yıl.
Ancak yap-işlet-devret modeliyle, beşi bir yerde yerli ve bir
yabancılı konsorsiyum sözleşmeye göre tam 16 yıl, en basit hesaba göre ise tam
20 yıl gelene geçene, geçmeyenlere bile bilet kesecek.
Gelip geçene tamam da geçmeyene nasıl olacak? Bal gibi olacak.
Çünkü sözleşmeyle sabit trafik garantileri var. Projede 4 çeşit trafik
garantisi verilmiş.
Birincisi Gebze - Orhangazi için 40.000 Otomobil eşdeğer/Gün,
İkincisi Orhangazi - Bursa (Ovaakça Kavşağı) için 35.000
Otomobil eşdeğer/Gün,
Üçüncüsü Bursa (Karacabey Kavşağı)- Balıkesir/Edremit ayrımı
için 17.000 Otomobil eşdeğer/Gün,
Dördüncüsü Balıkesir - Edremit) ayrımı - İzmir için 23.000
Otomobil eşdeğer/Gün.
Hesap ortada. İnce ve istatistiki hesapları devlet yetkilileri
ve konsorsiyumcular mutlaka yapmıştır. Götürü hesaba göre günde 115.000 araç
garantisi. Kimsenin, kimsenin parasında pulunda gözü yok ama verilen garanti
çerçevesinde her araç günlük ortalama 50 TL'lik yol gitse ki çok fazlasını
gider, yılda iki zam hariç her kim olsa, beş yılda toplam yatırım bedelini çok
kolay çıkarır.
Evet, Nereden, nereye… Kasımpaşa'dan
Karşıyaka'ya otoyol projesinin kısa hikayesi bu. Dağları delen çoktan delmiş.
Ferhat hala Şirin derdinde...
BİR KOLTUKTA İKİ KARPUZ
Meğer çok koltuktan çok maaş sahibi olanlar varmış da millet
bihabermiş. İki karpuz bir koltuğa sığmaz sanılır ama sığdırılmış. Daha yeni
ayırdına varıldı...
Partili bürokrat ve teknokratlarca zarara sokulan, iflasa
sürüklenen ne kadar kamu işletmeleri vede el koyulan ne kadar özel firma varsa
yönetim kurulu üyelikleri parsellenmiş. Hepsi iktidar yandaşlarına ek gelir
olmuş.
Malum yönelticiler o makamlarda memleket faydasına olduğu için
görev almışlar. Memlekete katkı sağlamak için o mevkilerde bulunuyorlarmış.
Emekli vekiller, vekil adayları, aday adayları, bakan yardımcısı
olanlar, belediye başkanları, belediye başkan yardımcıları, özel kalem
müdürleri, genel müdürler, daire başkanları, hısımlar ve siyasi akrabalar
yönetim kurulu üyelikleri ile ikinci, üçüncü, dördüncü maaşlarını alıyorlarmış.
Şaka kaldırmaz mevzu ama şaka gibi...
Üstelik maaşlar epeyce dolgun. Piyasanın çok üstü. Bu
bürokrattan sayılanlara kendi maaşlarının yanı sıra görevlendirildikleri
yönetim kurulu üyesi sıfatıyla, ayrıca artı yüklü maaş, huzur hakkı, ikramiye,
prim, yolluk da ödeniyormuş...
Bu eşi bulunmaz yönetimciler, partilerinin yetiştirdiği o kadar
yetenekli ve işgüzar elemanlar ki asıl görevlerine ilaveten, bir iki üç ayrı
yönetim kurulu üyeliklerini birlikte ifa ediyorlar. Hem de özel sektörde çok
daha fazla gelir elde edecekleri halde özveride bulunarak, memleket aşkına
devleti tercih ederek. Hatta kamu ile özel sektör arasında tercih kullanmaya
gerekseme duymadan, nasıl olsa duyulmaz babında ikisini üçünü idare eden cevval
yöneticiler bile var.
Devletten aldıkları maaşların özel sektöre göre çok daha düşük
olduğunu belirten, bu idare ehlinin pişkin savunmaları ise gözleri yaşartıyor;
"Devlete dolgun ücretler karşılığı çalıştığı iddia edilen kabiliyetli
bireylerin, burjuvazinin yönettiği ulus ötesi şirketler gibi yapılarda aynı
hizmetin karşılığında onlarca kat fazla gelir temin edebilecekken devlet
hizmetine talip olarak büyük fedakarlık gösterdikleri kasıtlı olarak halkın
gözünden kaçırılmaktadır..." Falan festekiz...
Artık kimin neyi kaçırdığına millet karar verecek. Ancak üç beş
maaşı bu yolla cebine aktaran, asıl kendisi bal gibi oligark olan biri bağıtlı
bulunduğu oligarşik düzen üzerinden millete meydan okuyor; "Topunuz gelin,
topunuz! Hamdolsun, tam bağımsız bir dış politikamız var. Doğu Akdeniz’de kendi
gemilerimizle varlık gösteriyoruz. Savunma sanayinde bir devrim gerçekleştirdik.
Oligarklara, onların en büyük silahı olan faiz belasına meydan
okuyoruz. Evet, topunuz gelin! Biz buradayız, vazgeçmeyeceğiz…”
Meğer vicdanı hiç sızlamadan çok koltuktan çok maaşla beslenmek,
milyonlarca işsize rağmen ehil yönetici pozunda milli servete el uzatmak, bu
yuppi kılıklı funkilere toplu tüfekli cesaret de kazandırıyormuş. Daha yeni
farkına varıldı...
Bir koltukta iki karpuz taşıyan, koltuğuna iki üç karpuz
sığdıran bu kabakgiller familyasını ek bilgilendirme zamanı gelmiş de geçiyor.
Karpuzlar, aşırı sıcaktan önce sararır sonra
çatlar. Çatlayan karpuz ise çürür...
BİR AĞUSTOS...
Yazı bitiren aydır ağustos...
Yaz en sıcak mevsimdir. Dünya bu mevsimde güneş depolar.
Tatil yapar. Astronomik yaz, Kuzey Yarım Küre'de en uzun gündüzün yaşandığı gün
başlar. Gece ile gündüzün eşitlendiği gün biter. Ekvatorun kuzeyi yazken
güneyinde kara kış bastırır.
Herkes doğadan yararlanma, D vitamini, güneş ışınları, deniz
ve deniz kumundan faydalanma için yazı bekler. Ve yaz, Ağustos sonu biter.
Sonbaharı getiren aydır Ağustos. Ağustosun yarısı yaz yarısı
kıştır. Onun için çok güzeldir.
Ağustos, harman ayıdır, hasat ayıdır. Orak ayıdır. Zor
aydır. Zafer ayıdır...
Derler ki; Ağustosta beyni kaynayanın zemheride kazanı
kaynar. Yani yazın çalışan kışın rahat eder. Ağustosta gölge kovan zemheride
karnın ovar. Denmek istenen elinde fırsat varken geleceğini kurtar. Gayret et.
Ve Ağustosta yatanı, zemheride büvelek tutar. Büvelek neyse artık işte o. O
yüzden tutkuyla yaşamak lazım her gününü...
Ağustos yılın sekizinci ayı. İsmi Roma'ya, İmparator
Augustus'a kadar gider. Literatüre göre şubatın eksik bir günü Ağustosa
eklenmiştir. Yani takvim karıştıran aydır Ağustos.
Akıl karıştıran masalların ayıdır. Ağustos böceği ile
karınca misali...
Ağustos böceklerine haksızlık edilmiştir yıllar yılı.
Ağustos böceği tembel karınca çalışkan varsayılıp.
Hiç de öyle değil. Masal. Ağustos böceğinin bir adı da orak
böceği. Bilinen hali sadece öttüğü. Evet yazın karnının altındaki özel bir
organdan kesik ve sürekli ses çıkarır.
Ayni zamanda tüm böcek familyasında en kısa ve en uzun
ömürlü olanıdır...
Ağustos böceğinin yaşamı toprak altında başlar. Tam on yedi
yıl kurtçuk olarak ağaç köklerinin öz suyunu emerek yaşamaya çalışırlar.
Sabırla geçen bu on yedi yılın ardından yetişkin ağustos böceklerine
dönüşürler. Toprağı delerler ve yeryüzüne çıkarlar.
Yeryüzü hayatları sadece bir kaç aydır. O kısacık
hayatlarında muazzam sürüler halinde ortalığı kaplarlar. Masaldaki gibi
şarkılar söylerler. Eğlenirler. Çiftleşirler. Hemen birkaç hafta içinde
çiftleşip, yumurtalarını bırakırlar. Sonra da Ağustos sonu ölürler.
Yani karanlıkta geçen on yedi yılın mükafatı bir kaç ay
aydınlık, olabildiğince şenlik. O kadar. Olacak o kadar.
Yazı kışı bir yana esareti bitiren, devletler kuran aydır
Ağustos...
Ağustos ayı bu coğrafyanın ve bu iklimin insanlarına zafer
ayıdır. Muharebeler, meydan muharebeleri ağustos ayında olgunlaşmıştır. Ve
tarihe tarihi zafer günleri kazınmıştır. Bu milletin Anadolu'ya girişi, Avrupa'
da en ileri noktaya erişimi ve Anadolu'nun kurtuluşu Ağustos ayındadır.
Bu bir Ağustos yazısıdır. Yazı belgelendiren,
bereketlendiren. Ve yazgıyı değiştiren...