12 MART VE 18 MART'A DAİR...
12 MART’IN UNUTULAN İSİMLERİ VE YARINLARI AYDINLATAN SİMLERİ…12 Mart 1971, roller ve isimler. Şimdi pek de anılmayan bazı isimler bir muhtıradan ötesini yarattılar.
12 Mart muhtırası bir muhtıradan öte, ilerici, devrimci, yurtsever ve aydınların üzerine karabasan gibi çöken, faşist bir darbeydi aslında. Ve o darbeciler o dönemki siyasileri, meclisi ve senatoyu çok iyi kullandılar, tüm faturayı 25 yaşında üç öğrenci lideri gence çıkarıp hesabı kapatana dek.
Ama gel gör ki hesap kapanmadı. 12 Mart’ı peydahlayanlar ilahi adalet gereği, ölümü en acısından tadarak, lokmaları boğazına takılarak cehenneme göçtüler. Jenerikte çok isim aktı ama Onlar, özellikle de o üç isim hiç unutulmadı ve unutulmayacak, anılarda daima yaşayacaklar.
Çünkü kazara solan o çiçekler ve her fidanlıkta gömülü-gizli, yasaklığı uydurma hakiki kitap sayfaları arasında yaşarlar…
O nedenle destansı ve dokunaklı bir 12 Mart yazısı kaleme almak değil derdimiz. Çünkü silindikçe isimler hafiften çıplak kalır yazı. Anımsandıkça isimler gün görmeyişin yazılara ektiği tohum yeşerir ve nesilden nesile uzanan bir başyapıta dönüşür acılar.
Derdimiz bu acıyı isimleştirmek sadece. Listeler dolusu isme, isimsize, saygıyı hak edenlere istimli-isimli bir esas duruş göstermektir gayemiz. Bu nedenle de yazıda tüm isimleri siyahlaştıracağız…
Kutsallara vahşetin kirinin bulaştığı o günden, 12 Mart 1971 saat 13.30 tarihinden itibaren isim isim başlayarak;
Emsali çürük tecelli Cuntanın başı Memduh Tağmaç ve Kuvvet Komutanları Faruk Gürler, Celal Eyiceoğlu, Muhsin Batur imzalı “12 Mart Muhtırası” nın radyoda okunmasıyla başlıyor, Ve her dünya darbesine özgü saçma sapan dönem vaatleri dökülüyor satırlardan.
Yorumsuz;
“ Parlamento ve hükümet süregelen tutum, görüş ve icraatıyla yurdumuzu, anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirmemiş olup TC’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.
Türk milletinin sinesinden çıkan TSK’nin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliği giderecek çarelerin, partiler üstü bir anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek, mevcut anarşik durumu giderecek ve anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir.
Bu husus süratle tahakkuk ettirilmediği takdirde TSK, kanunların kendisine vermiş olduğuTC’yi korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır. Bilgilerinize.”
O günlere gerisingeri bakarkör gibi bakılmadıkça, bu tuhaf muhtıramsal hengâme herkese çok tanıdık gelebilir. Ama pus içinde yol aramayı bilmek ve gözyaşıyla barışık olma kaydıyla. Kavramsal ve kuramsal ayrıntıların cam kavanozda birlendiği, gizli celselere gereksiz ve insafsız soruşturmaların, saldırmaların sıkıştırıldığı, dirlik üstüne bol yalanlı seçkinlik dayatıldığı yılların başıdır 12 Mart 71…
Cumhurbaşkanı, Meclis ve Senato başkanlıklarına da gönderilen bu muhtırayla 10 Martta Yüksek Komuta Konseyi’nin ‘istifa et’ isteğini es geçen Başbakan Süleyman Demirel bu kez kayıtsız kalamadı. Hükümeti topladı, üç buçuk saat süren toplantı neticesinde istifayı Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a sundu.
S. Demirel istifa mektubunda sadece; “muhtırayla anayasa ve hukuk devleti anlayışını bağdaştırmak mümkün değildir” diyebildi…
TSKdemokratik kurallar çerçevesinde, yeni bir hükümet kurulmasını ve başbakan olarak da emekli orgeneral Fikret Esen’i istiyordu. Cevdet Sunay ise CHP’den istifa eden Prof. Nihat Erim’e hükümeti kurma yetkisini verdi. N. Erim kurduğu hükümeti 25 Martta açıkladı, C. Sunay 26 Martta onayladı.
İsim isim cuntanın bakanlarına girmeye gerek yok. Meraklıları bakar ajanların kırmızı kalemle üstünü çizdiği vatan evlatlarına kıyanlara ve analarını ağlatanlara. İsteyen araştırır üzeri çizilmişlerin akşamlardan sabahlara kovalanmasına seyirci kalanları.
CHP’nin kurulan bu hükümete bakan vermesine karşı çıkan Genel Sekreter Bülent Ecevit görevinden istifa etti, genel başkan ismet İnönü istifayı kabul etmedi. B. Ecevit ile beraber MYK da istifa edince işler değişti.
Bülent EcevitGenel Sekreterlikten ayrılırken şöyle diyor; “ Darbe ortanın solundaki CHP’ye yapılmıştır. Demokrasi ile önlenemeyen, seçimle engellenemeyeceği görülen bir hareket, bir darbeyle önlenmiştir.”
Ve mart ayı bitmeden ileri de bütün sorumluluk üzerine yıkılacak THKO Lideri Deniz Gezmiş ve arkadaşı Yusuf aslan Sivas’ın Gemerek ilçesinde, daha sonra da Hüseyin inan Kayseri Pınarbaşı’nda Mehmet Nakipoğlu ile birlikte tutuklanıyor…
7 nisan 71’de güvenoyu alan N. Erim Hükümeti İstanbul, Ankara, İzmir, Diyarbakır, adana, Hatay, Eskişehir, Kocaeli, Siirt, Sakarya ve Zonguldak illerinde bir ay sıkıyönetim ilan ederek cuntanın arzuladığı icraatlara başlıyor;
İstanbul sıkıyönetim komutanlığı bu ilanla derhal DEV-GENÇ, devrimci doğu kültür ocakları, Türkiye öğretmenler sendikası, işsizlik pahalılıkla mücadele derneği, mücadele birliği ve ülkü ocaklarının faaliyetlerini durdurdu. Cumhuriyet ve Akşam gazetelerini on günlüğüne, Bugün ve Sabah’ı süresiz kapattı.
“Size kesinlikle bildiriyorum ki devletin boynunu bunlara teslim etmeyeceğiz, alınacak tedbirler balyoz gibi kafalarına inecektir...” diyen N. Erim, yeni sıkıyönetim kanunu tasarısını meclise sevk etti.
Hükümetin aldığı bu faşist tedbirler üzerine Dev-Genç ve Sosyal Demokrasi Derneği; “Başbakan Nihat Erim demokratik hak ve hürriyetleri yok etmek için, anayasayı kuşa çevirmek için çalışıyor…” açıklamasını yaptı.
N. Erimyabancı gazetecilerle 1 Mayısta yaptığı basın toplantısında ise; “Bu günkü anayasa Türkiye için bir lükstür. Türkiye bu lüksü kaldıramaz. Anayasa da değişiklik yaparak temel hak ve hürriyetlerin, bu hak ve hürriyetleri ortadan kaldıracak şekilde su istimal edilmesini önleyici bir hüküm koyacağız…” dedi.
Bu arada ülkede; TİP kapatıldı. Milli Nizam kapatıldı. Bingöl depreminde 1000 kişi öldü. Ve 547 aydınla başlayan ve gözaltına alınan sayısı günden güne artan gözaltılar-tutuklamalar dönemi açıldı.
Yakın tarihe kara leke gibi düşen bu gözaltı-tutuklama döneminin mağdur isimlerinden birkaçı;
“TİP Genel Başkanı Behice Boran, TÖS Genel Başkanı Fakir Baykurt, ODTÜ Dekanı Prof Yaşar Gürbüz, Prof Bahri Saraç, Prof Sadun Aren, Prof Mümtaz Soysal, Kemal Türkler, Yaşar Kemal, İlhan Selçuk, Samim Kocagöz, İlhami Soysal, Çetin Altan, Uğur Mumcu, Muammer İrfan Derman, Prof Tarık Zafer Tunaya, Turhan Selçuk, Tilda Gökçeli, Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu, Osman Saffet Erolat, Mehdi Zana, Mhri Belli, Yusuf Küpeli, Doğu Perinçek, Cenan Bıçak, Dr Hikmet Kıvılcımlı, Uluç Gürkan, Doğan Avcıoğlu… “
Bu aydın avı sürdürülürken bir yandan da THKO ve THKP-C üzerine operasyonlar yoğunlaştırıldı, lider gençler bir bir ölü veya yaralı tutuklandı...
Yaz başı ise Deniz Gezmiş ve 26 arkadaşı Ankara 1 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesinde; “TC anayasasını tağyir, tebdil ve ilgaya cebren teşebbüs etmekten…” yargılanmaya başlandı. Duruşmada savcı Keramettin Çelebi ve Yzb. Baki Tuğ 18’i hakkında idam talep etti.
Tuğgeneral Ali Elverdi başkanlığındaki sıkıyönetim mahkemesi; “ Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Atilla Keskin, Metin Yıldırımtürk, Ahmet Erdoğan, Recep Sakın, Mehmet Asal, Osman Arkuş, Ercan Öztürk, Semih Orcan, Hacı Tonak, Mustafa Yalçıner, Cengiz Baltacı,Metin Güngörmüş, Mete Ertekin, Mehmet Nakipoğlu, Mustafa Çubuk’a” idam verdi. Askeri Yargıtay Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf aslan hakkında verilen idam kararlarını onayladı, diğerlerini bozdu…
Yine idam talebiyle yargılanan THKP-C lideri Mahir Çayan ile arkadaşları Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Ömer Ayna ve THKO İstanbul sorumlusu Cihan Alptekin Maltepe Cezaevi’nden tünel kazarak firar ettiler. Sonraki günlerde Ulaş Bardakçı istanbul’da öldürüldü, Ziya Yılmaz yaralı olarak tutuklandı.
Niksar’ın Kızıldere köyünde ise Onlar; “Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Hüdai Arıkan, Sinan Özüdoğru, Ahmet Atasoy, Saffet Alp, Ertan Sarıhan, Nihat Yılmaz, Selahattin Kurt öldürüldü, Ertuğrul Kürkçü sağ olarak tutuklandı…”
10 Mart 1972’ de 53 ret, 6 çekimser ve 238 kabul oyu ile Türkiye Büyük Millet Meclisinde, sonrasında Senatoda, 23 Martta Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafında onaylanan infazı, 25 Martta CHP’nin son çare Anayasa Mahkemesine taşıması da engelleyemedi…
Ve 26 Mayıs 1972’de saat 01.25 ila 05.20 arası geleceği-yarınları aydınlatacak simler; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan hakkında Askeri Yargıtay’ın onayladığı haksız ve yersiz karar uygulandı…
Darbeden bir buçuk yıl sonra tarih yapraklarında yerini alan üç beyanat aslında 12 Mart darbesini özetlediği gibi, hiç akıllanılmadığını ve inceden 12 Eylül darbesine hazırlanılacağını da ortaya koyuyordu…
Süleyman Demirel 72 yılı ortası Adalet Partisi Temsilciler Meclis Toplantısında; Türkiye’de bir sağ sol meselesi olmadığını, demokrasiye ve rejime karşı bir komünist saldırının mevcut olduğunu,1961 Anayasası’nda bu konuda bir boşluk olduğunu söylüyor ve hazırlanan bildiriye imzasını atıyor; “Komünizme kesinlikle karşı çıkılması zaruretine inanıyoruz…”
Demokratik Parti Genel Başkanı Ferruh Bozbeyli; “Günahkarlar ittifakı her badirede dört ayak üstüne düşmek ustalığını gösterebiliyor. Demokrasinin tekerleğine çomak sokanlar şimdi yol göstericilik rolünde…”
Ve Celal Bayar; “Yollar yürümekle aşınmaz diyen ölçüsüz insanların tutumu bu memleketi bu hale getirmiştir. Aslında Türkiye yükselmeye layık bir ülkedir…”
Son söz yerine;
Rol hep ayni rol, başrol de geçmiştekilerin tipi tipi. İsimler değişik sadece. Tarihe ve memlekete ait isimler. Arada kaybolup gitmişler de var, takdire şayan olanlar da. Kökü çok derinde olan da var, en uzun soluklu yolculuklarda belleği cezbedenler de. İsimler var bir yaşamsal hesaplaşmanın tarafları olan.
Ve tarihler, tarihler de var bir devrin muhasebesini yaparken isimlerle birlikte unutulmaması gereken; 12 Mart 1971 gibi…
“18 MART” SİPERLERDE VE BARİKATLARDA VERİLEN O ALTIN YÜREKLİ DİRENİŞ…
98 yıl önce, Tarihin en büyük siper savaşı başlarken 19. Tümen komutanı Mustafa Kemal Mehmetçiğe süngü taktırıp; “Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum.” Dedi. Ve Yaklaşık 250.000 şehit verildi, vatan toprağı verilmedi.
Birleşik emperyalist güçler daha fazla zayiat vererek, bozguna uğrayıp arkalarına bakmadan kaçıp, çekip gittiler. Çanakkale yakın dünya tarihinin en önemli savaşlarından biri olarak tarihe geçti. Emperyalist Avrupa’nın İstanbul’a ulaşma sevdasını geçici olarak önledi. “Çanakkale geçilmez” ana başlığında tarihe Şanlı bir destan sayfası eklendi.
“Denizlere hakim olan dünyaya hakim olur”, düşüncesiyle emperyalist güç birliği donanmaları 3 Kasım 1914 yılında Çanakkale boğazı açıklarına demirlediler. Kıyasıya Deniz savaşı 18 Mart 1915’e kadar sürdü. Egemen güçler emellerine denizden ulaşamayacaklarını anlayınca Kara Savaşı başlatmak için 25 Nisan 1915’te alaca karanlıkta Gelibolu yarımadasına, “toplama askerlerini” çıkardılar. 9 Ocak 1916 yılına dek sürecek mesafesi dokuz on metre olan siper savaşları böylece başlamış oldu. Vatan evladı, Kadını erkeği siperlerde yan yana işgal kuvvetleri ile çarpıştı, Sonu zafer olan…
“18 Mart Çanakkale Zaferi” Anadolu’ya “ Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve başka komutanlar geçebilir.” Diyen Büyük Kurtarıcıyı armağan etti. Emperyalist paylaşımcıların İzmir’de denize dökülmesiyle biten Kutsal savaşın, habercisidir “18 Mart Çanakkale zaferi”…
142 yıl önce, 18 Mart 1871’de “Yaşasın Komün” naralarıyla sabahın kör saatinde sallandı Paris. Bu kez geçmişte benzeri olmayan bir isyana, İşçi ve halk ayaklanmasına tanıklık edecekti. 18 Mart dünyanın ilk “İşçi Devleti’nin” meşalesinin yakıldığı gün olarak tarihe geçti. 72 gün sürdü “Paris komünü”, özgürlüğün kelepçelendiği, kıyım ve katliamın kol gezdiği bir karşı devrimi yaratarak sona erdirildi.
Komün devrim konseyi Paris’te memurundan masasına her şeye el koyarken dünya hoş görmez endişesiyle Merkez Bankasına dokunmadı. Milyarlarca frank, komünü yıkacak ordunun kurulmasına harcandı. Versay’da toplanan burjuvaların bu paralarla hazırlattığı ordu, 130 binlik donanımlı askerle 21 Mayısta Paris’i kuşattı. Komüncüler askerlikten bir haber, silah ve cephanesi yetersiz, işçi ve sıradan halktan kırk binlik bir güce sahipti. Burjuvaların kiralık askerleri Paris’e girmeye başlayınca işçi sınıfı sokak sokak barikatlar kurarak direndi. Komünarlar olağanüstü bir cesaretle 28 Mayısa kadar çarpıştılar. Kurulan barikatların arkasında kadın, erkek, çoluk çocuk savaşarak “İşçi Paris’i” savundular. Son barikat sekizinci günün sonunda düştü ve bu muhteşem direniş tarihe” Kanlı Hafta” adıyla işlendi.
Barikatlarda binlerce insan can verdi. Ele geçirilen 17.000 direnişçi burjuvalar tarafından kurşuna dizdirildi. Öyle ki; tek tek idamlarla zaman kaybetmemek için mitralyözler kuruldu. Komüncüler gruplar halinde tarandı. Burjuva ordusu katliamın en inanılmazını yaparak, Paris meydanlarını, cadde ve sokaklarını cesetten örtüyle kapladı. Paris’i ikiye bölen nehir kan kızıl aktı günlerce. 43.000 komünar esir teşhir edildikten sonra mahzenlere, zindanlara kapatıldı. Sözde yargılama ve infazlar 1874 yılına dek sürdürüldü.
“Paris komünü” sonuçta nüfusa kayıtlı 90.000 insanın yok olduğu, vatandaşların ve komünarların hunharca katledildiği, ortalıkta dur duraksız idamların yapıldığı bir dönem yaşattı Paris’e. 18 Mart’ta başlayıp, 27 Mayıs 1871’de direnen, komün destekçisi elli kadar rahibin öldürülmesiyle son barikatta düşünce, tarihte kurulan ilk işçi devleti “Paris Komünü” tarihe karıştı.
Tarih baba, Her 18 Mart geldiğinde siperlerde ve barikatlarda verilen o altın yürekli direnişi hatırlatır bize; 18 Mart’lardan biri, küllerinden doğacak bir devleti muştulamış, diğerinin ise üstü küllenmiş…
15 Mart 2013 Cuma
6 Mart 2013 Çarşamba
8 MART, DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ…
8 MART, DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ…
Bu ülke zor ülke. Bu ülkede kadın olmak ise daha zor. Deyim yerindeyse Ülke kadın hakları açısından uçurumun eşiğinde. Kara bulutlar dolaşıyor ileri demokrasimizin üzerinde ve en çok ezilen de kadınlarımız oluyor. Ortaçağ karasından beter kara pelerinler-peçeler biçiliyor her bir kadınımıza rengarenk.
Kadınlarımız; “Kırda çiçek, gergefte nakış olanlar. Dilde türkü, yarına umut olanlar. Tarlada çapa, fabrikada şalter olanlar. Halayda zılgıt, kavgada kıvılcım olanlar. Yolda yoldaş, evde ana olanlar kadınlar, kadınlarımız” değil mi?
Dünya erkek ise güneş olan kadınlarımız değil mi? Analarımız, bacılarımız, kızlarımız dünyamızı ışıtan, can veren hayat veren, el veren yön veren güneşlerimiz değiller mi?
Akla eserse 8 Martta öylesine, zoraki bir güncük anımsanan, Gelecek 8 Marta kadar unutulan can yoldaşlarımız, yıldızlarımız, değil mi kadınlar. Kadınlarımız…
Dünya yaşamla buluştuğundan beri süregelen ama Yaklaşık yüz elli yıldır var olan bir yanık türkü değil mi 8 Mart.
Doksan yıl önce kağnı arabalarında, sırtlarınızda var ettiğiniz, ölmüşken dirilttiğiniz, el bebek gül bebek ninnilediğiniz, üzerine titrediğiniz öz yavrunuz bu vatan da bu gün, albayrak dalgalanıyorsa en zirvede sizin eseriniz. En güzel sizin elinize yakışır o sancak.
Yüzelli yıl önce 8 Mart’ta korkmadan salladığınız gibi, şimdi de sallayın korkmadan, çekinmeden.
“8 Mart 1857 de Niyork’ta şanlı bir direniş başlattınız. Tutup o günü bu günlere günümüze taşıdınız. Kadın dokuma işçileri olarak eşit işe eşit ücret istediniz. 16 saatlik çalışma süresinin on saate indirilmesi için örgütlendiğiniz o eşsiz dayanışmada, O bitmeyen kavgada 115 ay yüzlü şehit verdiniz.
Haksızlığa, sömürüye, ezilmişliğe isyanı 8 Mart 1908’de yeniden ateşlediniz. Bu kez toprağa 129 gelincik çiçeği diktiniz. 1910 yılında Klara Zetkin önerince 2. Sosyalist enternasyonal hemen kabul etti. Ve 8 Martı “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olarak kutlama hakkı kazandınız.
Elli yıllık mücadelenin sonunda Tırnaklarınızla elde ettiğiniz zaferinizi perçinlediniz.”
Yıllar boyunca emperyalizme, kapitalizme, savaşlara, savaşların her türüne karşı koydunuz. Savaşlarda en çok ızdırabı yine siz kadınlar analar, çektiniz. Faşizme, cinsiyet ayrımcılığına, cinsel, sınıfsal, ırksal ulusal, töresel baskılara en ön saflarda direndiniz. Kadının köleliğine köleleştirilmesine, erkek egemen topluma, erkeksi dünyaya ve ikinci sınıf insan dayatmalarına pamuk yumuşaklığında ama çelikten sert barikatlar kurdunuz.
1975 yılında BM kararıyla dünya emekçi kadınlarının bu günü “8 Mart Dünya Kadınlar Gününe” dönüştürülüp içi boşaltılınca bile gocunmadınız. Tek bir gün olsa da kadın olmak, kadın kalmak, kadınca haykırmak için rıza gösterdiniz.
Yılmadınız yorulmadınız, özünde kadının paralelinde toplumun kurtuluşunu, beyinlerdeki ve yüreklerdeki tutsaklık zincirinin kırılması gerektiğini hiç çekinmeden haykırdınız. Mutlu bir dünya kurulması özlemiyle verilen mücadelede” kadınlarda var, kadınlarda var olmalıdır” diye, her sekiz martta duymayan kulaklara görmeyen gözlere inat, coşkuyla birleştiniz, örgütlendiniz.
Şimdi bu ülkeye kadın elinin, Anadolu’ya ana elinin değmesi gerekiyor…
Bu ülke zor. Bu ülkede kadın olmak hepten zor.
Öyle bir ülke ki; Oldubittilerle özelleştirmeye, çetelerle susturmaya, sürgünlerle kadrolaşmaya, kapılar aralandı. Aralanan kapılardan hiç te adil olmayan bir anlayış süzülüyor içeri. Baskılara, sürgünlere, kıyımlara, yargısız infazlara, gözaltılara, sebepsiz tutuklanmalara duyarsız, sahte kalkınmaya tepkisiz, sessiz bir toplum biçimlendiriliyor ey kadınlar, analar.
Eğitimde yok denilip alınan katkı payı ile kara cahilliğe, insanca ve hakça bir yaşam yerine köleliğe, sendikasızlaştırarak sahipsizliğe, örgütsüzleştirerek yalnızlığa, anayasa ve yasalarla bilinçli oynamalarla sonsuzluğa, kurum ve kuruluşlarla çatışarak zayıflığa, olmayacak dualarla ebediyete sürükleniyor bu ülke ey bacılar, analar.
Ülke yeşillenmiş kartellere, öz kaynaklar küreselcilere, üretim alanları ve dağıtım kanalları tekellere, paylaşım işbirlikçilere ihale edilmiş. Devlet bütçesi rantiyeye, sınır ötesi yaşananlara, okyanus ötesi talimatlara ve güneydoğudaki oyunlara endekslenmiş.
Emekçilerin ücretleri, iş güvencesi, sağlıklı yaşam koşulları, çalışma şartları taşeronlara, Emeklilerin hali Allah’a emanet edilmiş. Para serbest piyasaya, ekonomi vahşi kapitalizme hediye edilmiş. Aydınlık Ülkenin geleceği çocuklarınız, gençler sokakta işsiz güçsüzlüğe terk edilmiş, bağımlılık batağındakiler çaresizliğe savrulmuş.
Kızlarımız töre cinayetlerine kurban verilmiş, intihara itilmiş. Dağdakine, bağdakine, yoldakine, sınırdakine, içerdekine dışarıdakine, gurbettekine sıladakine, yerdekine göktekine yüreğiniz yanarmış, ciğeriniz parelenirmiş, aklınız daralırmış kime ne, menzilde yeşil faşizmin cilalı ayak sesleri ey analar, bacılar.
Seçimler yaklaştıkça, partizanlar üslup değiştirmiş, fakir propaganda batağında boğulmuş, denetimin ucu kaçmış dengesizlik oluşmuş, yanaşmalar ve yandaşlar arsızca sosyal devlet olgusunu kemiriyormuş, kime ne.
“Gören yok, Dur diyen yok” analar, bacılar. Ey kadınlar, insan gibi insan, adam gibi adam bulmak zor.
Bu ülke her daim zordu. Bu ülkede kadın olmak da her daim zordu. Ancak zor oyunu bozar. Bu derin ve engin güç kadınlarımızda var. Elinin tersiyle itmeye görsün analar, bacılar, “8 Mart falan dinlemezler”, dünya yerle yeksan olur. İşte o vakit vay haline ülke düşmanlarının, vay haline kadın düşmanlarının…
"Şu değişen dünyada değişmem, Anamı, eşimi, bacımı ve canım kızımı dünyalara değişmem, dünyalar kadar severim onları, değişmem"…
Bu ülke zor ülke. Bu ülkede kadın olmak ise daha zor. Deyim yerindeyse Ülke kadın hakları açısından uçurumun eşiğinde. Kara bulutlar dolaşıyor ileri demokrasimizin üzerinde ve en çok ezilen de kadınlarımız oluyor. Ortaçağ karasından beter kara pelerinler-peçeler biçiliyor her bir kadınımıza rengarenk.
Kadınlarımız; “Kırda çiçek, gergefte nakış olanlar. Dilde türkü, yarına umut olanlar. Tarlada çapa, fabrikada şalter olanlar. Halayda zılgıt, kavgada kıvılcım olanlar. Yolda yoldaş, evde ana olanlar kadınlar, kadınlarımız” değil mi?
Dünya erkek ise güneş olan kadınlarımız değil mi? Analarımız, bacılarımız, kızlarımız dünyamızı ışıtan, can veren hayat veren, el veren yön veren güneşlerimiz değiller mi?
Akla eserse 8 Martta öylesine, zoraki bir güncük anımsanan, Gelecek 8 Marta kadar unutulan can yoldaşlarımız, yıldızlarımız, değil mi kadınlar. Kadınlarımız…
Dünya yaşamla buluştuğundan beri süregelen ama Yaklaşık yüz elli yıldır var olan bir yanık türkü değil mi 8 Mart.
Doksan yıl önce kağnı arabalarında, sırtlarınızda var ettiğiniz, ölmüşken dirilttiğiniz, el bebek gül bebek ninnilediğiniz, üzerine titrediğiniz öz yavrunuz bu vatan da bu gün, albayrak dalgalanıyorsa en zirvede sizin eseriniz. En güzel sizin elinize yakışır o sancak.
Yüzelli yıl önce 8 Mart’ta korkmadan salladığınız gibi, şimdi de sallayın korkmadan, çekinmeden.
“8 Mart 1857 de Niyork’ta şanlı bir direniş başlattınız. Tutup o günü bu günlere günümüze taşıdınız. Kadın dokuma işçileri olarak eşit işe eşit ücret istediniz. 16 saatlik çalışma süresinin on saate indirilmesi için örgütlendiğiniz o eşsiz dayanışmada, O bitmeyen kavgada 115 ay yüzlü şehit verdiniz.
Haksızlığa, sömürüye, ezilmişliğe isyanı 8 Mart 1908’de yeniden ateşlediniz. Bu kez toprağa 129 gelincik çiçeği diktiniz. 1910 yılında Klara Zetkin önerince 2. Sosyalist enternasyonal hemen kabul etti. Ve 8 Martı “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olarak kutlama hakkı kazandınız.
Elli yıllık mücadelenin sonunda Tırnaklarınızla elde ettiğiniz zaferinizi perçinlediniz.”
Yıllar boyunca emperyalizme, kapitalizme, savaşlara, savaşların her türüne karşı koydunuz. Savaşlarda en çok ızdırabı yine siz kadınlar analar, çektiniz. Faşizme, cinsiyet ayrımcılığına, cinsel, sınıfsal, ırksal ulusal, töresel baskılara en ön saflarda direndiniz. Kadının köleliğine köleleştirilmesine, erkek egemen topluma, erkeksi dünyaya ve ikinci sınıf insan dayatmalarına pamuk yumuşaklığında ama çelikten sert barikatlar kurdunuz.
1975 yılında BM kararıyla dünya emekçi kadınlarının bu günü “8 Mart Dünya Kadınlar Gününe” dönüştürülüp içi boşaltılınca bile gocunmadınız. Tek bir gün olsa da kadın olmak, kadın kalmak, kadınca haykırmak için rıza gösterdiniz.
Yılmadınız yorulmadınız, özünde kadının paralelinde toplumun kurtuluşunu, beyinlerdeki ve yüreklerdeki tutsaklık zincirinin kırılması gerektiğini hiç çekinmeden haykırdınız. Mutlu bir dünya kurulması özlemiyle verilen mücadelede” kadınlarda var, kadınlarda var olmalıdır” diye, her sekiz martta duymayan kulaklara görmeyen gözlere inat, coşkuyla birleştiniz, örgütlendiniz.
Şimdi bu ülkeye kadın elinin, Anadolu’ya ana elinin değmesi gerekiyor…
Bu ülke zor. Bu ülkede kadın olmak hepten zor.
Öyle bir ülke ki; Oldubittilerle özelleştirmeye, çetelerle susturmaya, sürgünlerle kadrolaşmaya, kapılar aralandı. Aralanan kapılardan hiç te adil olmayan bir anlayış süzülüyor içeri. Baskılara, sürgünlere, kıyımlara, yargısız infazlara, gözaltılara, sebepsiz tutuklanmalara duyarsız, sahte kalkınmaya tepkisiz, sessiz bir toplum biçimlendiriliyor ey kadınlar, analar.
Eğitimde yok denilip alınan katkı payı ile kara cahilliğe, insanca ve hakça bir yaşam yerine köleliğe, sendikasızlaştırarak sahipsizliğe, örgütsüzleştirerek yalnızlığa, anayasa ve yasalarla bilinçli oynamalarla sonsuzluğa, kurum ve kuruluşlarla çatışarak zayıflığa, olmayacak dualarla ebediyete sürükleniyor bu ülke ey bacılar, analar.
Ülke yeşillenmiş kartellere, öz kaynaklar küreselcilere, üretim alanları ve dağıtım kanalları tekellere, paylaşım işbirlikçilere ihale edilmiş. Devlet bütçesi rantiyeye, sınır ötesi yaşananlara, okyanus ötesi talimatlara ve güneydoğudaki oyunlara endekslenmiş.
Emekçilerin ücretleri, iş güvencesi, sağlıklı yaşam koşulları, çalışma şartları taşeronlara, Emeklilerin hali Allah’a emanet edilmiş. Para serbest piyasaya, ekonomi vahşi kapitalizme hediye edilmiş. Aydınlık Ülkenin geleceği çocuklarınız, gençler sokakta işsiz güçsüzlüğe terk edilmiş, bağımlılık batağındakiler çaresizliğe savrulmuş.
Kızlarımız töre cinayetlerine kurban verilmiş, intihara itilmiş. Dağdakine, bağdakine, yoldakine, sınırdakine, içerdekine dışarıdakine, gurbettekine sıladakine, yerdekine göktekine yüreğiniz yanarmış, ciğeriniz parelenirmiş, aklınız daralırmış kime ne, menzilde yeşil faşizmin cilalı ayak sesleri ey analar, bacılar.
Seçimler yaklaştıkça, partizanlar üslup değiştirmiş, fakir propaganda batağında boğulmuş, denetimin ucu kaçmış dengesizlik oluşmuş, yanaşmalar ve yandaşlar arsızca sosyal devlet olgusunu kemiriyormuş, kime ne.
“Gören yok, Dur diyen yok” analar, bacılar. Ey kadınlar, insan gibi insan, adam gibi adam bulmak zor.
Bu ülke her daim zordu. Bu ülkede kadın olmak da her daim zordu. Ancak zor oyunu bozar. Bu derin ve engin güç kadınlarımızda var. Elinin tersiyle itmeye görsün analar, bacılar, “8 Mart falan dinlemezler”, dünya yerle yeksan olur. İşte o vakit vay haline ülke düşmanlarının, vay haline kadın düşmanlarının…
"Şu değişen dünyada değişmem, Anamı, eşimi, bacımı ve canım kızımı dünyalara değişmem, dünyalar kadar severim onları, değişmem"…
PİLAVCI VE İSTİLACI İKLİMDE AYNİ GÜNEŞİN ATAŞINA YANMAK...
PİLAVCI VE İSTİLACI İKLİMDE AYNİ GÜNEŞİN ATAŞINA YANMAK...
Tüm dünyada, dünyanın tüm sorunlarına estetik düşüncenin sanatsal sihirli değneği dokunmadıkça acılar yaşanacak gidecek. Siyasa da bir sanat ise eğer, reel düşünce ve estetik olgusu ‘varlığı, gerekliliği ve zorunluluğu yadsınamayan iki temel ve önemli’ unsur olarak siyasetin harcında yer almadıkça, kötü icraya devam edilecek. Her düşünce ve her imgelem belki aranan güzeli yaratmaz, arzulanan güzele götürmez ama estetikle harmanlanınca, ‘acelemiz yok, gün olur bizim de dualarımız kabul edilir’ in ötesine varılır, bir kalemde...
Zaten var olan ve varoluş karşısındaki duyarlılık felsefenin güzellemelerle, güzellikle buluşan ince çizgisidir. İçten duymak, hakkıyla duyumsamak ve doğruya varan ilk duyumla gelenek ve anlayışları çözümleyebilmek aydın olmanın bir gereğidir. Her ne kadar aydınlar son yıllarda hor görülse de.
Hayata geçen, geçirilen ve aslına dönüşen her eylemde estetik değerleme bir bütün olarak diğer değerlerin önüne geçer, geçmelidir de. Bu temel bir genel geçer gerekliliktir. Estetik değerler unutulduğunda ise insanlık yakıcı, yıkıcı, yok edici şüphelerin beşiğinde sallanır. Bu şaibeli sürdürüm çağın hastalığı olan makrodan mikroya, çatışma, bölünme, ötekileşme ve ötekileştirme bunalımlarını körükleyen, tetikleyen ve derinleştiren metamorfozu yaratır.
İnsanlık krizlerin eşiğinde barış, mutluluk, hoş görme ve huzur kapsamında arayışlar içindeyken, çözüm önerileri ve çareleri artan değişen bir dünya özlerken siyasi sanatkârlar ve siyasal sanatçılar toplumdan kopuyorlar. Duyulara dayalı bilgilerin mantığını çözemeden, hayatın gerçekliğine uyuyup, sistematik yalanlar eleştirisinden nasiplenerek ret ve inkârcı mantık modasına tarafgir oluyorlar.
Oysa estetizmle yoğrulmadan, estetiği öne çıkaramadan, felsefeden ve ideolojilerden esinlenmeden, evrensel ölçekte yenidünyalar tanımlamak ve planlamak fizik ötesidir. Gerçeği Kültür ve medeniyet denizinde yüzen genel-temel sorunları, farkı, faklılığı ve farkındalığı, özel ve genel beklentileri köleleştirmeden estetik kaygıyla çağın normalarına göre çözmek, çözümler önermek ve ilacı uygulayabilmek travmatik koloniler oluşmasının önünü şıp diye keser.
Öznel değerlerini ve varlık temellerini estetizme ne denli yakındır veya ne kadar yakın olabileceğini objektif biçimde analiz etmeden, irdelemeden sonuçlandırılan bütün düşünsel süreçler aykırı yön çırpınışıdır sadece. Hayal kürüyle beslenerek başlanan akıl yolculuğu hedefe varırken estetik biçim ve niteliklere sahip değilse hurda tutkulardır ve ayni evrensel güçten beslenmesi ve narinliği haricinde de koskocaman bir hiçtir.
Demek ki estetik kıstaslara hâkim her çeşit eksenli algı ve yöntemler en mutlak olanıdır ve insanlığı o güzele yaklaştırır. Her meselenin yaygın olan değer yargılarına, engellemeler ve engellere, toptancı genellemelerin tümüne bireysel başkaldırışla sosyal birikim ve toplumsal etiğe ters düşmeden estetik bir karışımla çözümlenmesi de modern çağa adilane hizmettir.
Bu çağda hala acınası ihanetler yaşanıyorsa altında ideolojilerin entelektüel birikimden koparıldığı gerçeği yatar. Kimi sözcüklerin anlamı göz alıcı olduğu gibi kör edici de olabilir. Deneyimlerini geleneklerle örtüştüremeyen nerden çıktığı muğlak ideolojisiz enteldantellerin ortalıkta cirit atması ve orada burada yaptıkları laf cambazlıkları ile klanlaştırılıyor en baba meseleler. Ve kör edilerek, klonlanıyor toplum…
Öz ifadeyle, çözümsüzlüğün ve çözüm önerilerinin eşyanın tabiatına aykırılığı, hakikati inkârı, inkarlar iflası, iflaslarda isyanı işliyor hayat ağacına.
Gerçek çözüm önerilerine karşı çıkmayı vazife edinmişlerin tavan yapması da toplumda plastik çözümsüzlüğe başlıca çareymiş gibi tapınmayı artırıyor. Bilinen, inanılan ve yaşananların reel doğrular olmayabileceğini estetik bir tutumla algılayabilmek, insanlığın yeryüzüne en gerçekçi doğruları ve güzellikleri sunabilmesini sağlayacaktır belki de. Boş hayaller, bol yalanlar ve kör inançlar estetik düşmanı siyaset sanatkârlarını primlendirir. İlahi değerleri dengeleyerek, estetik fakiri kılcal müdahalelerle ise ancak zor atlatılacak travmalar oluşur, sorunsuz dünyalar değil.
Sorunları eksiltiyormuş gösterip çoğaltmak, sorunlar çoğaldıkça oluşan bunalımları yönetmek, yönetirken büyüme süreçlerini gözlemlemeden, sorgulamadan, bir yanılgı ve yanıltma hükümdarı ile hükümranlığı ve ucuz kahramanlar yaratmak estetizmden kopuşun yağlı boya resmidir duvarlara asılan.
Zaten amaçsız ve manasız referanslarla yılgın hayatlara rehberlik etmek bilinen hiçbir felsefi kavramla açıklanamaz. Koşulsuz kabulleniş nedense ‘İlmül cemal’den uzak bir dünya kurulurken, insanlık yararına tüm tezler hiçe sayılırken palazlanır. Ve yelpaze aidiyeti muamma her telden her kuştan cemaat, grup, kabile, mahalle, çevre tanımlamalarıyla klikleşen ruhsal maceralar başlar. Beyin arkası saklanan bilimsel kavramlardan yoksun amaç ve planlar, estetik bilince arkadan vuran zihinsel yolculuklara bilet keser boyuna. Bu estetikten bir haber keskin, arsız, yolsuz ve rotasız düzensizlikte iktidara tapanda, muhalefete batanda, bu pilavcı ve istilacı iklimde ayni güneşin ataşına yanar.
Ve evrensel ölçeğe ulaşamayan, estetikten uzak, sınırlı sayıda ve sesi kısık, her diriliş, uyanış, uyarılış, anlayış ve kavrayış topluma ayna tutamaz.
Oysa aynanın içinde gizlidir zaman; ‘Beşik kemerli kapıda bekler estetizmin gülü, ölümüne uçan göçmen kuşlar güpgüzel ve sakattır, ama estetiktirler…’
Tüm dünyada, dünyanın tüm sorunlarına estetik düşüncenin sanatsal sihirli değneği dokunmadıkça acılar yaşanacak gidecek. Siyasa da bir sanat ise eğer, reel düşünce ve estetik olgusu ‘varlığı, gerekliliği ve zorunluluğu yadsınamayan iki temel ve önemli’ unsur olarak siyasetin harcında yer almadıkça, kötü icraya devam edilecek. Her düşünce ve her imgelem belki aranan güzeli yaratmaz, arzulanan güzele götürmez ama estetikle harmanlanınca, ‘acelemiz yok, gün olur bizim de dualarımız kabul edilir’ in ötesine varılır, bir kalemde...
Zaten var olan ve varoluş karşısındaki duyarlılık felsefenin güzellemelerle, güzellikle buluşan ince çizgisidir. İçten duymak, hakkıyla duyumsamak ve doğruya varan ilk duyumla gelenek ve anlayışları çözümleyebilmek aydın olmanın bir gereğidir. Her ne kadar aydınlar son yıllarda hor görülse de.
Hayata geçen, geçirilen ve aslına dönüşen her eylemde estetik değerleme bir bütün olarak diğer değerlerin önüne geçer, geçmelidir de. Bu temel bir genel geçer gerekliliktir. Estetik değerler unutulduğunda ise insanlık yakıcı, yıkıcı, yok edici şüphelerin beşiğinde sallanır. Bu şaibeli sürdürüm çağın hastalığı olan makrodan mikroya, çatışma, bölünme, ötekileşme ve ötekileştirme bunalımlarını körükleyen, tetikleyen ve derinleştiren metamorfozu yaratır.
İnsanlık krizlerin eşiğinde barış, mutluluk, hoş görme ve huzur kapsamında arayışlar içindeyken, çözüm önerileri ve çareleri artan değişen bir dünya özlerken siyasi sanatkârlar ve siyasal sanatçılar toplumdan kopuyorlar. Duyulara dayalı bilgilerin mantığını çözemeden, hayatın gerçekliğine uyuyup, sistematik yalanlar eleştirisinden nasiplenerek ret ve inkârcı mantık modasına tarafgir oluyorlar.
Oysa estetizmle yoğrulmadan, estetiği öne çıkaramadan, felsefeden ve ideolojilerden esinlenmeden, evrensel ölçekte yenidünyalar tanımlamak ve planlamak fizik ötesidir. Gerçeği Kültür ve medeniyet denizinde yüzen genel-temel sorunları, farkı, faklılığı ve farkındalığı, özel ve genel beklentileri köleleştirmeden estetik kaygıyla çağın normalarına göre çözmek, çözümler önermek ve ilacı uygulayabilmek travmatik koloniler oluşmasının önünü şıp diye keser.
Öznel değerlerini ve varlık temellerini estetizme ne denli yakındır veya ne kadar yakın olabileceğini objektif biçimde analiz etmeden, irdelemeden sonuçlandırılan bütün düşünsel süreçler aykırı yön çırpınışıdır sadece. Hayal kürüyle beslenerek başlanan akıl yolculuğu hedefe varırken estetik biçim ve niteliklere sahip değilse hurda tutkulardır ve ayni evrensel güçten beslenmesi ve narinliği haricinde de koskocaman bir hiçtir.
Demek ki estetik kıstaslara hâkim her çeşit eksenli algı ve yöntemler en mutlak olanıdır ve insanlığı o güzele yaklaştırır. Her meselenin yaygın olan değer yargılarına, engellemeler ve engellere, toptancı genellemelerin tümüne bireysel başkaldırışla sosyal birikim ve toplumsal etiğe ters düşmeden estetik bir karışımla çözümlenmesi de modern çağa adilane hizmettir.
Bu çağda hala acınası ihanetler yaşanıyorsa altında ideolojilerin entelektüel birikimden koparıldığı gerçeği yatar. Kimi sözcüklerin anlamı göz alıcı olduğu gibi kör edici de olabilir. Deneyimlerini geleneklerle örtüştüremeyen nerden çıktığı muğlak ideolojisiz enteldantellerin ortalıkta cirit atması ve orada burada yaptıkları laf cambazlıkları ile klanlaştırılıyor en baba meseleler. Ve kör edilerek, klonlanıyor toplum…
Öz ifadeyle, çözümsüzlüğün ve çözüm önerilerinin eşyanın tabiatına aykırılığı, hakikati inkârı, inkarlar iflası, iflaslarda isyanı işliyor hayat ağacına.
Gerçek çözüm önerilerine karşı çıkmayı vazife edinmişlerin tavan yapması da toplumda plastik çözümsüzlüğe başlıca çareymiş gibi tapınmayı artırıyor. Bilinen, inanılan ve yaşananların reel doğrular olmayabileceğini estetik bir tutumla algılayabilmek, insanlığın yeryüzüne en gerçekçi doğruları ve güzellikleri sunabilmesini sağlayacaktır belki de. Boş hayaller, bol yalanlar ve kör inançlar estetik düşmanı siyaset sanatkârlarını primlendirir. İlahi değerleri dengeleyerek, estetik fakiri kılcal müdahalelerle ise ancak zor atlatılacak travmalar oluşur, sorunsuz dünyalar değil.
Sorunları eksiltiyormuş gösterip çoğaltmak, sorunlar çoğaldıkça oluşan bunalımları yönetmek, yönetirken büyüme süreçlerini gözlemlemeden, sorgulamadan, bir yanılgı ve yanıltma hükümdarı ile hükümranlığı ve ucuz kahramanlar yaratmak estetizmden kopuşun yağlı boya resmidir duvarlara asılan.
Zaten amaçsız ve manasız referanslarla yılgın hayatlara rehberlik etmek bilinen hiçbir felsefi kavramla açıklanamaz. Koşulsuz kabulleniş nedense ‘İlmül cemal’den uzak bir dünya kurulurken, insanlık yararına tüm tezler hiçe sayılırken palazlanır. Ve yelpaze aidiyeti muamma her telden her kuştan cemaat, grup, kabile, mahalle, çevre tanımlamalarıyla klikleşen ruhsal maceralar başlar. Beyin arkası saklanan bilimsel kavramlardan yoksun amaç ve planlar, estetik bilince arkadan vuran zihinsel yolculuklara bilet keser boyuna. Bu estetikten bir haber keskin, arsız, yolsuz ve rotasız düzensizlikte iktidara tapanda, muhalefete batanda, bu pilavcı ve istilacı iklimde ayni güneşin ataşına yanar.
Ve evrensel ölçeğe ulaşamayan, estetikten uzak, sınırlı sayıda ve sesi kısık, her diriliş, uyanış, uyarılış, anlayış ve kavrayış topluma ayna tutamaz.
Oysa aynanın içinde gizlidir zaman; ‘Beşik kemerli kapıda bekler estetizmin gülü, ölümüne uçan göçmen kuşlar güpgüzel ve sakattır, ama estetiktirler…’
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)