TURKUAZ NAZAR
Yar, turkuaz yeşili gözlerin sonbahar
ilk yazıma denk geldi.
Gözbebeklerin buhar desenli altıpatlar
kurşunlu okların iliklerime ilişti
son yaz sarhoşluğumu da acımadan deldi geçti.
Sarfı nazarın nazlı semada yıldız meteoru
Sevgili, kılcal damarlarım sayende ışık seli
yandı bitti Adalı gezginliğimin son demi…
Yar, turkuaz yeşili gözlerinden uzakta yapayalnızım
yeşili boz Ada’yı dolaşıyorum ahir ömrümde
kitapsızlık dip boyu, renksizlik safi sen.
Sevgili, turkuaz yeşili gözlerin iklim sayfası resmim
akademik lalelerin layığına göçtüğü yerde
dillenen alçak gerilim ilim oldu kararan denize.
Yar, vuranga vurgunlar pik yaptı mevsimlere
ısmarlama banketler ıssız hayatıma vurdu pranga
diz boyu değme değersizlik gönül defterimde.
Sevgili, turkuaz yeşili gözlerinin acı gerçeği sürpriz
Şahmeran hayatlar kendine aciz mahpus damına süs
serinus gillerden kanaryamın şakır dilleri şah oldu çaresiz…
Yar, turkuaz yeşili gözlerini koruyan göz kapağınım
kirpiklerinin ucundan kesilen yaşa benzer erlik
kirlendi ki dünya turkuaz yeşili gözlerini ufka kilitledin.
Sevgili, dizlerimde dimağımı dize getiren sıvı kaybı
Sanırsın ki nöromatik sinir ucu hasarlıyım
loş sahnede parlayan turkuaz gözlerinin hastasıyım…
Yar, dinsel kaygısız kusursuz yaratı yaralısıyım
sempatik parasempatik yolculuğun has yalpasıyım
Derdo sarfı nazarın sonbaharıma denk geldi.
Sevgili, akıl bahçemde ıtırlı çiçekler solmasın sonsuza
Yar, uyarına uladığım dizeler turkuaz yeşili gözlerine
nazar...
BİR GÜLÜCÜK NİRVANA ‘YEŞİM’
Yalandan olmayan ama yarım kalan, özgün ve şaşırtıcı öyküler
süründürür okurunu. Aşkın güzelliği ile dönemsel sürprizler, geri çok geri
dönüşler damgasını vurur içeriğe. Bazen de çok ileriye sarkar bilinç. Bu ileri
geri düzeneğinde, tarihi çatışmalar, gizemli çalkantılar ve kuşak farkı
atışmaları renkli ve ilginç olaylar yaratır. Betikler, betimlemeler, adetler ve
çapraşık görenekler felaketleri besler. İç içe geçmiş öyküler, kıvrak ve
kavlak, akıcı ve akıllı, yalız ve yalın, yalımlı üslupla atmosferi bizzat
yaşatır. Gerçekçi öyküler, usçu dil taktiğiyle, usta işi kurguyla hiç yarım
kalmaz. Sonu yalandan olsa da mutlaka biter…
Ege merkezli metaforda yeşeren Yeşim, farklı biçimde
tamamlanabilir bu öyküde unutulmaz, unutulamaz metaforik sevgili. Eflatuni bir
aşkın efsunkar kahramanı. Tüm yolları palaz paldıraz denize çıkan yazlıkçı
kasabada ‘Alpunar’ın tek ortaokulunda, bir kutlu öğretmen kızı. Nesim,
Alpunar’a gelik, çımkı gibi bir ‘yürük’ yetim. Yaylak kışlak hayatı, bobacığı
ani ölüverince bitmiş gariban. Anacığıyla, bir bakla sofa alacıkta kala
kalmışlar. Yürük işi, gücük akıl işleyişi, yayla dönüşleri geciktiğinden anca
anası bastırınca mektebe yollanmış. Üstelik akranlarından iki üç yaş geç
başlamış mektebe. Nesim, sınıfa utanarak girmiş ama utanmadığı Yeşim olmuş.
Netcen, yeşil yalpak bakışlı ruh eşini bulmuş, içsel uyum nirvanasına tosla-mış
sınıf ortası. Ve öykü başlamış…
Aşkın merkezine çöreklenen metabolizma, sanki meteor
yanılması yaşatır ölümüne. Bedenleri ikiz alev yalar, kalpleri kızgın lav
kuşatır. Kuru kuşkular daima kölelikten yanılsamalarla birleşir. Kulatözü
‘yürüklük’ kaybetme hissini yüreğe oturtur. Ufecik fesfeseler ve uyumsuz ruh
eşi feleği hareketlendirir. Zorlama iyiye geçişte doğan aldatmacalar ve
atmacalar dışındaki her şey, aşkın kutsanmışlığıdır. Başta denizi sevmek ve
dalgalanma arzusu işlenmemiş elmas netliğinde eklenir faleze. Ve sahici
övgülere kapılır aşıklar. Yürük illerindeki kölge arayıcıları, diyardan diyara
dağılan, denizin Egeye özgü söylediği gülünç aryaları dillendirir. Derinden
duyulan aşk nakaratları sapsız sapansız öylece iki arada üretilmiş, bir derede
tüketilmiş, söz temsili uydurulmuş değildir. Her biri önceden belir-lenmemiş
ama kalpten benimsenmiş ve özel bir yöntemle aklın karmaşasından kurtulmuş
serinliktir. Sözgelimi aşkın varlığından haberli, kara düzen vurulur mızrap.
Tellere özenle yaklaşılır. Aşkın kahramanının kabiliyetine göre biçimlenir
binlerce yıllık özlem. Yine de en riyasız ve en doğal aşk öyküleri en baştan ta
öte başa benzer yaşanır.
Yeşim’in yeşil gözleri göç şiiri yalnızlaşmasıdır. Nesim’i
rahatlatan, gönül göçerten o bakışlar ‘Bir Gülücük Nirvana’ aldatmacasıdır.
Yetim Nesim, aşkı nerden bilsin, yüreğinin inceden sızıya yakalandığını bilir
ama. Şıpbıdak annına yazılanları kara yazgısı beller. Değil mi ki hemencek aklı
şaşmış, kalbi şarşar atmıştır. Sırlı sürahi çatlamıştır. Sıvışır anacına,
n’olcek çoluk çomak aklı işte…
- “Ana, ben büyüyünce, öretmenimin gızı Yeşim’le evlencem.
Yeşim benim eşim olcek. Sana sarı gelin. Sen de varıp isteycen, Alla’n emriyle.
Bak ne deyom, duymadım deme, hazırlıını şindiden yap. Hemen ikindiden başla
zaman çabuk geçiveriyo…”
- “Biyol du bakem sen, fakır fıçısı. Bak sen, toy toşuk
seni. Bizim sırça asarımız, bi gıyıdan para basarımız mı vaa ki şaddanak gidem.
Dul yürük bi gadınım. Hemide daha epey vakit vaa evlenmene. Okucen ya sen
okucen. Ünleme ööle gaşımda, aranıpduru belasını şu kıçıçıplak. Benden bulma
belanı yürü git. Sen bıdışık gal şindicik. Fazla cırlaklama. Niydip durun
okulda öle, ganere seni. Savul deli efe savul, gokma düğününde vurur davul.
Zangadak duyulusa gıza da yazık, öretmene de. Mükkem ayıp. Duduk yere, nerden
çıkıvedi bu evlenme, anlat bakem işin aslını, faslını.”
- “Ana, aynı sınıftayız ya biz. Ama benle oturmuyo. Bi sıra
önde bi gızlan. Ama tenefüsleede hep beraberiz. Bazen oturuyoz gonuşuyoz,
beşlik bozuyoz. Bazen oynuyoz. Top depikliyoz. Çok seviyoz birbirimizi. Bana
‘büyüyünce benimle evlenir misin, evlenelim mi? deyiveedi. Evet deyiveedim. Söz
söz-dür ana, serden geçili sözden geçilmez.”
- “Ey gidi Yürük Ali Efe’nin dizi dibinden ayrılmayan oğul.
Demek bu gız sene, gıymatı sakızlı kanfil. Firil firil karamanlık destanlarıyla
büyüyen Çalıkakıcı değilmin sen? Len bizim oğlan, neyine güvenisin? De efelik
eskiden. Hunu bak gari, ıraatlık ırak bana. Irazca anayım gari. Goskoca
öretmen, bizim gibi bir garaltı yürüğe toy-tellal gız verii mi? Ellerin gızları
mı bitti. Olmaz balım, bu iş de olmaz çalım. Çırpınma boşuna, oluru yok yalım.”
- “Güzel anam, yaz gış ocak başında ekşi mayalı somun
pi-şiren anam. Oklageç erbabı anam. Çırası yağlı çam odunu du-manıyla geçimimiz
anam. Yüzü ateşte gızaran gızanam, gızma yüreğine ateş düşen pepi ufulağına.
Bak odayı ıtır doldurmuş. Tırlatacam gel etme, büyümsün yegâne varlımsın beni
gırma. Yeşim’e ulaşmamın hiç mi mümkünü yok.”
- “Madem öle, mıy mıy etme. Söz vedin demek, sözü yemek
olmaz. Daha çok lüzger harman döve. Ayağa çarık gatmadan gaçış yürüğe yakışmaz.
Vakti gelende öretmene varam varmasına ya n’edem de varam. Du bakem bi cırnak
atem ınnacık, sen de bi kutlusi öretmen ol, eşiti dengi olalım bari. Şööle
yüzümüz olsun gari. Gaydamız vursun. Gide isteriz o vakit gorkmadan. Sıkma
canını. Oku çok oku emi, öretmen ol gel. Çık gaaşıma, çıkıverelim gaaşılarına.
Alırız gızımızı golaylıkla…”
Ağırdan ağır başlayan öykü, hafiften hızlanır. Olaylar devre
göre dolaylı değişir. Bazen apar topar, ana şema zıddına gelişir. Zorlukla
kurulan cümleler, yumuşak tat bırakmasa da hak eder öyküyü. İnceliğin ve
yaratıcılığın paldımsız konukluğunda, konar göçer Nesim n’etsin. Bidenecik
anasının cin aklıyla uçar Yeşim’e. Zerre teklemez. O gün son hatta ömrünce hiç
kekelemez bir daha…
- “Okuyup
öretmen olcam Yeşim. Olunca da gelip öretme-nimden seni istecem. Seninle
evlenecem.”
- “Nesim, ben de senden başkasıyla evlenmeyecem. Gelmeni
bekleyecem. Sıkı çalış derslerine, madem öğretmen olacan…”
Yürek acıtan öyküler, gece yarısından sonra sokağa çıkmanın
yasak günlerinden kalma. Yasak kaçak kolaçan tempoyla, boş caddeler gizliden
turlanır. Kulak çınlatır, yarım öyküler. Zaman mekân ayıracı altın tozları
bulaştırır yüzlere. Ve hayattan kelebeksi ayrılmalarla, geç kalınmış
ayılmalarla tamamlanır tarihi öyküler.
Alpunar’ın merkezi, denize açılan sokakları, sahil şeridi
bugün acımasızca talan edilmiş. Yeşil alanlar, iki bin beş yüz yıl evvel,
denize dahilmiş. Ege’nin bildik ziraat cenneti ovaları, henüz oluşmamış.
Boğazlar henüz yarılmamış. Marmara devasa bir göl. Nice kentler su altındaymış,
nicesi kocaman bir adanın kıvrımlı uçlarıymış. İç kesimlerin bile mutlaka
denize kıyısı varmış. Efes, deniz şehriymiş, tıpkı Yılancı Burnu’ndaki Neopolis
gibi. Deniz yüzlerce yıl içinde karadan çekilmiş. Su altında gizli dağlar,
yaylalar, ovaların ortaya çıkmasıyla yerleşik yaşam kolaylaşmış. Medeniyet
artmış. Yeni site şehirler kurulmuş. Aynen Alpunar gibi…
Bin yıldan beri buradaki kadim kültürün evlatları yürükler,
varı yoğu zeytin toplar ve sıkar. Yağını hayvanlara yükler, patika yollardan
şehir pazarlarına götürür. Patika yollar karanlık, bir yanı uçurum diğer yanı
kayalık. Yağ testileri topraktan. Tatlı sert darbeyle seramik çatlar,
zeytinyağı yabana akar. Fire artar, zarar çoğalır. Kayba çareler aranır. Ve
keşfedilir hayvan derisinden tulumlar.
Fıstık çamı kozalaklarıyla tulumlar, deri kahverengiye
dönünceye kadar zımparalanır. Tulum istenilen kıvama gelince içine zeytin yağı,
et, süt, peynir doldurup pazarlara yollanır. Yollar tarihi kuşatan kurtuluş
sürecine dek uzar. Düşman yolları kestiğinde, tercihler tutarlı tutarsız
prangalanır. Ege'yi gören kesme taş duvarlarda, marjinal kimliksizlik
tırmandırılır. Fırsattan istifade palazlanan aşırı fesatlık, aşkın fetbazlık,
pik yapmış iğreti kompleksler ve fenalığın komplesi kapkara köşelere siner. Üstelik
imparatoryal korku ve kaybetme telaşı özgüveni kemirir. Güven kaybıyla ayağa
düşen düşler derya deniz dağılır. Yine de Ege, ‘müjganla ben ağlarız’ kıvamında
ve deniz dilinde şarkılar söyler.
Cam fanusu çatlattı tarihi şarkılar, sahile vuran ışıklar.
Yüzyıl önce Balkanlar’da fitillendi ateş. Vaktiyle dinlerin, dillerin,
milletlerin ve kavimlerin sentezi, yüzyılların ihtişamlı imparatorluğu
yorulmuştu. Din, adalet ve zenginlik timsali yaşlı imparatorluğun dört kıta
coğrafyasına yayılmış topraklarını koruması, elinde tutabilmesi iyice
zorlaşmıştı. Dünyaya hâkim olma heveslisi emperyalist Avrupa, petrol fışkıran
topraklara çökme derdindeydi. Ama petrol yollarına Ottomanlar sahipti.
Ottomanlı öncelikle Balkanlar, özellikle Kuzey Afrika, sonra Arabistan
Yarımadası ve Kafkaslardan sürülmeliydi. Kocamış imparatorluk zaten gelişen
dünyayı takip edemiyor, medenileşme çabası ve girişimleri sonuçsuz kalıyordu.
Yani çöküş başlamış, ne çare durdurulamıyordu. Vaktiyle Kızıl Sultan epey
işlerine yaramıştı. Şimdi tek hamle yeterdi...
Hasta adam Balkanlarda, Rumen, Arnavut, Makedon, Sırp,
Hırvat, Bulgar ve Yunan mikro milliyetçi çetelere gereğince direnemedi. İlk
kopmalar başladı. Balkanlar ateş topuna dönüştü. Ateş topu İstanbul’a İzmir’e,
Ege’ye Anadolu’ya, hâkimiyet altındaki tüm topraklara, petrol deryası Arap
bölgelerine yuvarlanıverdi. Alevler dört bir yana sıçradı. Ve felaketi fırsat
görenler her yeri kuşattı. Kısa zamanda koca imparatorluk parçalandı,
paylaşıldı.
Zümrüd-ü Anka, yüzyıl başından itibaren küllerinden doğdu.
Yeni yollar açıldı, demiryolları döşendi, tarlaya traktörler girdi. Küçük büyük
üretim çiftlikleri kuruldu. Ardı sıra fabrikalar açıldı. Yokluğa mapıslar maaşa
bağlandı. Zeytinler irili ufaklı fabrikalara taşındı. Harcanan emek karşılığı
dolgun ücretle tanışıldı. Alpunar’da da yılların geleneği siyim siyim
sürdürüldü. Zeytin değirmen taşlarıyla ezildi. Kadınlar ahşap teknelerde ‘ayak
yağı’ çıkardı. Yağ tasına ilaç niyetine, sıcak bazlama banıldı…
Baharın her derde deva bu ilaç günlerinde, kutlu öğretmen
Alpullu’ya sürüldüğü gibi usandırılmak veya uslandırılmak maksadıyla Ege’nin
bir başka diyarına atandı. Bu metazori göçü duyunca Yeşim’i kaybedeceği
endişesiyle sarsıldı Nesim. Tam da öğretmen okulu sınavına girecekken müracaat
gününü geçirdi. Açıkta kaldı. Anası yattı kalktı vayvara yaptı.
- “Macur torunu muhtaçlığı benimki. Evhamlaa öldürüyo aşkı.
Yolunu saptırıyo sevdalıların. Ayrılıklaa yiyip bitiriyo sadelii. Farzet
duyumlaa yalan, yine de mübadil tel örgü görünce sınırlı bi sahipleniş ısırı
canını. Nesim sorma niye öyle, mataf matrag hikâye sanma. Ben gendi topramda,
memeletsiz işgal tafrası göödüm. Şimdi al pullu gelincik tarlasında çıplak
ayaklıyım. Canana papatya falları açsam da gök tavandan sarkan karayere
ulaşamam bi daa. Uykumda uydurma göçlerle tellenir aklım. Sakın cigara içme emi
ırıpçı. Takanı dımbıltını zapt eden, çakır yıldızın gözlenden öpem. Ben ‘Dokuz
Dağın Efesi Çakırcalı’ ile Iraz ana çakıcılaandan bi yürüğe vaadım. Vaadım da
valla özledim macurluğumu. Biyo bu duygulaa tuvaf ama pek güzel oluu. Bak
baken, sana deyon çavurol unutma.
Unutmayasın, gün gelii gerçeklee sırtından öpee…”
Nesim’in Anacığı, yürük babası öleli beri Alpunar’a yakın
bir kasabada Numune Çiftliği çalışanıydı. Orada okula yazdırıldı. Durmaksızın,
delice derse verdi kendini. Nesim, iftihar listesindeydi her dönem. Bu arada
öğretmeninin tayini, Ege’nin en büyük kentine çıkmıştı. Yeşim’i ardı sıra
tayinlerde takip ettikçe göçerlik ruhuna karıştı, yürüklük kanına karıştı.
Tayın uğruna göçerlik, ‘karlı kayın’ konarında kolay geçmez gecelerde aklına
ilişti. Tekrar tekrar çekmeceli raflara doldurdu zihnini. Yalansız hilafsız
yarım öyküsünü tamamlayandı, yarım ayda kızaran her öykücükle. Hava kararırken
anılar içinde kıpraşır, aklı kurur, kusursuz kurguya odaklanırdı. Sevinç
ünlemleriyle, ünsüz şifrelerle ifritlenir, küçük öyküler başladığı yerde
biterdi. Bitime yakın narsız nursuz kurgu pas geçilir ve geniş zamana yayılırdı
olaylar. Hep en başa dönerdi sanki. Kaç zaman geçer, ömrün yazı kış olurdu ama
hep çocuk kalınırdı. İçindeki çocukla oyalanır, onun Alla’na kadar öğrenmesini
desteklerdi. Bu sıkı süreçte, sürekli kendi kendine söz verdi…
- “Öğretmen olayım, göçtükleri yer her neresiyse bulurum
öğretmenimi. İsteriz Yeşim’i. Evleniriz hemen.”
Nesim’in kişisel gelişim savaşı ön cephede sürüyordu. Cephe
gerisi ise içini sızlatan veya için için ısıtan Alpunar ziyaretleriydi. Aklını
hafifleten, güçlenme hissi veren, diğer sarıp sarmalamaları yetersiz kılan,
yükselen gençliğe ilişkin hırçın dalgalanmalardı. Yaşadığı yerdi Alpunar.
Ayrıca arkadaşlarıyla ‘Adaburun’ açıklarından denize çivileme dalınca anladı,
sabırlı olma şarttı. Buzdağını eriten ipek böceği gibi ilmek ilmek örülen aşk
ve cömert güzellik kuşatırdı bedenini. Bütün takım adalara azar azar azgın
öyküler vurur, uyuturdu övgüleri. Yeni göçlerle öç alıyordu yazısızlık,
yarınsızlık. Yazgı diyerek zenginleştikçe birileri, kavim kardeş fakirleşiyor,
dostlar el oluyor, işler karışıyordu. Nesim, Kavimler Göçü’nü öğrendi. Yürük
yürekli yürüdü tarihin loş koridorlarında.
Avrupa, milat sonrası sekizyüzlü yıllara dek, iki dönemde
beş yüz yıl, şiddetli göçlere sahne oldu. İlki, Roma İmparatorluğu ile
Hunlar’ın sınır davasıydı. Başlangıçta Volga ile Don nehirleri arasına
yerleşmiş Hunlar, Batıya yöneldi. Cermen kavimleri Karadeniz düzlüklerinde
Hunlara tutunamadı. Cermenler, Vizigotlar, Ostrogotlar, Anglo-Saksonlar,
Franklar, Gepidler, Lombardlar, Burguntlar, Vandallar ve Slavlar çaresiz batıya
göç etti. İlk göçmenler Hunlar, bunlar ve kendileri göçerken Batı'ya sürdükleri
yerli kabilelerdi. İkinci göç dalgasına Türkler, Araplar, Macarlar ve Vikingler
katıldı. Uzun ve aralıklı Moğol istilasının da etkisiyle artan göç Anadolu’nun,
Kuzey Afrika’nın ve Avrupa'nın çehresini değiştirdi. Romalıların ‘barbar’
nitelediği bu kavimler, önlerine çıkan kavimleri de sürerek İspanya’ya dek
ilerlediler. Kavimler Göçü, Avrupa devletlerinin temellerinin atıldığı tarihsel
gerçekliktir. İşte o günlerden bugüne göçler ve yas şarkıları bilinçleri kör
etti. Gönüllere kin ve nefret ekti. Doruklara uzanan uçuk notalar, ufukta yerle
göğü birleştirdi. Apaçık akla sarkan sakıncalı manifestolara aldırmadan, derin
dinginlik yaşadı ve yaşattı Ege. Erken yaşlananlara veya genç kalanlara usulca
şarkılar söyledi. Egece şarkılar. Keşke ben de duyabilseydim pişmancalığı
pekiştiren, uzun menzilli deniz şarkıları. Ege şarkıları söylüyordu Ege, hiç
durmadan...
Yürük Nesim, bir çift yeşil göze müjganı yakıştıran, yolu
mavi karanlıkla buluşturan nağmelerle, Yeşim’i çağrıştıran şarkılarla yürüdü.
Yürüdü yürüdü ve Ortaokulu bitirdi. Leyli öğretmen okulu sınavlarına girdi.
Adıyla şanıyla, Adabilen Öğretmen Okulu’nu kazandı. Şehrin en tepesinde, ‘bu
tepede yaşanmaz, yaşansa da zor bela yaşanır’ denilen okula girdi. Asla şikâyet
etmedi Nesim. Ayrıca hiç de öyle olmadığını gördü. Öğretmenleri çok sevecendi.
Anne baba gibi sahip çıkıyorlardı öğrencilere. Her biri tıpkı Yeşim’in babası
gibiydi. Tek ereği öğretmen olmaktı. Yeşim’e anca bu sayede kavuşabilir ve
sözünü tutabilirdi. Adreslerini bulur bulmaz, ucu yanık bir mektup salladı
Adabilen’den;
- “Yeşim taşım, baştacım, Adabilen’i Öğretmen babam bilir,
yatılı kazandım. Yatçem, kalkçem, okucem. Hep seni düşüncem. Unutmicem. Dört
yıl kaldı öğretmenliğe. Sen de oku, sakın durma. Okumazsan eyer Öğretmen babam
seni başkasına verir…”
Geçmiş zamandan beri seyri seferden yorgun düşen ağır
yolcular, inceden gölgelere uzanır. Ağrılı başlar zahmetsiz yaslanır pamuk
göğüslere. Upuzun sayılan hayat, afili cümleler ardına koyulan iki nokta
arasıdır. Üç nokta ise umsan da ummasan da eşi benzeri, ucu bucağı yok ummanda
usulca kaybolmaktır. Çünkü bir saatten sonra külahının altına sinmek asla çare
olmaz.
Yürük Nesim, Çepni boyundan yazar daha iki yaşındayken kepi
külahı fırlattı. Öğretmen Okulu’nu bitirdi. Öğretmendi artık. İlk ataması
Güneydoğu’da bir köye yapıldı. Orada neyle karşılaşacağını bilmediğinden
Yeşim’e kıyamadı. Çıkmadı öğretmeninin karşısına. Adreslerini bulmuştu ama
anacığını yabana atmadı…
- “Öretmen efe, ilk sözünü duttun. Şindi elin eşgare ekmek
dutsun. İkinci söze mahcup kalmayalım. Varalım öretmen beye, büle de büle
diyelim. Ezilcemiz takı tümbek goymasın gaaşımıza.”
- “Doğru dersin Anacım, bir iki yıl daha dişimi sıkarım.
Olduğunca maddi birikim yaparım. Çok para pul lazım olcak bize…”
Nesim böyle dedi ve acil göçtü. Zorlu mesaisi başladı.
Yalancı baharlar geçti, gitti, bitti. Nesim’in çıplak gözle gördüğü,
emperyallerin hakediş ve hallediş sırasında aç kurtlar gibi bek-lediğiydi.
Doğrular söylenmiyor, söylense de doğru yerde söy-lenmiyordu. Yemin
gerektirmeyen yalanlarla doğruluktan şaşı-lıyordu. Yersiz yurtsuz kafalar,
yalana dolanınca karışıyordu en bilinen meseleler. Üstüne üstlük ileri
demokrasi havariliği, suları bulandıran söylemlerle birleşince, eldekinden
avuçtakinden oluyordu sahil boyları. Bunca kaotik ortamda Yeşim’i kaybetmekten
korktu. Kurulacak yeni hayat şairaneydi ama gelecek şaibelere gebeydi. Vahşi
doğaya direnmenin, engellere ve zorluklara göğüs germenin, kazandırdığı akıl
ritmiyle hayal kurdu her gün…
- “Ege’ye atanırsam ki atanırım, tayinim başka bölgeye çıksa
da Yeşim’i öğretmenimden isteteceğim. Yazık bize. Gerçi Yeşim sözünü yemez ama
Öğretmenimin dediğini de ikiletmez. Sakın ha.”
Düğüm sona yakın bir bir çözülür. Acımtırak gülüşler dolar
beyine. Vakitsiz diriliş yaşar kumsallar. Kumdan kaleler iki görüş arasında
yıkılır. Görünüşte ‘ölmeye yatmak’ vakti gelir, çatar. Kapaklanılan cennet,
cehennemde aşka hasretlik, bir damla suyla boğulmak gibidir. Renkleri çalınmış
tabloda, yeminli güneş kızartısı silikleşir. Anılardaki belli belirsiz
okşamalar, sıcacık kucakta üşür. Donuk renkler evindeki, kırık bacakla sahne
becerisi, değme virtüözleri kıskandırır. Yeniyetme mükemmelliği ufukta biter ve
parçalanmış yürek çöplüğünden güpgüzel mabede, çekmecelerdeki mavi mürekkep
donatılı koleksiyonlardan aşk suskunluğuna uzar mevsim. Bir mayıs havası,
aşıkları gözünden öper. Mavi lacivert deniz dillerden düşmez. Gecikmiş
düğünlerde sazlardaki yas, sokaklara taşan yüzlere naz olur. Haza çok özlemişim
meğer denir ve sicim gibi akar göz yaşı.
İçten içe veryansın eder vesvese. Her gün ‘yoksa yoksa’
endişesiyle zar zor geçen iki yıl peşine Ege’de denizden içeri bir kasabaya
atandı Nesim. Elinde avucunda öğretmenine mahcup olmayacak akça birikmişti.
Düğün derneğe rahat yeterdi. Yeşim ile parça pürçük idare ederlerdi sonra.
Nefes nefese vardı Alpunar’a. Alyazmalı anasına yükü tuttum diyecek,
öğretmenine gönderecekti…
- “Alın yazısı çetrefilli anacım, pek yakına atandım. Kasaba
ortaokulu. Paralandım birazcık. Bize koca şehir yolu göründü gari. Punduna
geldik, ‘Aldık Aydın gızını, çekcez gari nazını’ diyelim. Azırlımızı yapalım
ivecenlikle, ‘Değmen gamlı yaslı gönlüme’ hadi. Hayatla dalaşma, benlikle
hırlaşma vakti geçti.”
- “Beri bakıve öksüz öretmen efe olum, yakında ocaama
düşeceni bildiimden, öretmennen gızını sorem bakem dedim. Töbosun örenince
yavan galdım. Yaban başımdan gaynaa sulaa döküldü. Saksak saksaanla habee
uçumamış sana yalım. Zolan dolan bilmem gari sölecem, öretmen gızını
evlendirivemiş…”
- “Esdirekli yürükler an gelir akıllanır, sora düşünüp duru
da belini dorultamazmış anacım. Cennet ve cehennem çukuruna saklı değme
hayatlardan bize de bu dert düştü demek. Gönenmek haram bize gari. Kalp
sessizleşince başka dilekler tutulur anacım. Dile ki senle ben gacveren
buralaadan…”
Tarih en fişçek zamanlarda yemkirir, ağıtlar çemkirir ve
çınlar eşsiz mağaralar. Mabetlerde yarım aşklar kutsanır. Dahası dört yüz elli
basamakla inilen antik çukurda bekler, tanrıçalar. Hayatın yüzüne gözüne
dokunmak orada gerçekleşir. Arsızlar çukurunda, anadan üryan seyirlikler baş
döndürür. Zeus’un yarı tanrı kızları kumrularla dans eder. İç bayıltır armoni.
Mozaikten keklikler çatlar. Dansa katılmayan al başlıklı melikler ve melikeler,
zevk punarından gagasını doldurup uçanları izler. Diz dizeliği arzularken, dize
gelmek ve yarı tanrı mabedinde gaflara heveslenmek mıkırdak mirasyedi harcıdır.
Darbeyi alınca Kırklar konağında hayıflanmak da pek işe ya-ramaz. Epeyce geç
kalınmışlığın yaman paylaşımından kaçınmak, nasip artırmaz. Salt saksak
okuntusu kabullenilir.
Günlerce gatiyen kendine gelemedi, gabaat şoklamasıyla
dağılan Nesim. Artık yoktu Yeşim. Doğup büyünen, uğruna ölürüm denilen cincoflu
şehir mezar olmuştu herifliğine. Sığamadı içine. Gayrı ganimet bolluğundan
kaçış, başı çınarlı yasemin kokulu lalezar kodeste lal olmaktır. Hassas terazi
kaç zaman bekletir muammadır. Asla bilinmez göğüste taşınan en değerli taşın,
artık taşikardi madeni olduğu. Hal buralara varınca başka maraza çıkaramadı
mazlum koflak. Minik adımlarla iki ileri bir geri seyirtti mehteran takımı
gibi. Değerli taşların sırrına ermek, taşların sultanı Yeşim’e varmak varken
yollar yarıldı. Yeşim, imperyal maya. Maya ve Maori kültürlerinin kutsalı. Saf
yeşili gönülleri yakar. Sıra dışı sağlamlığı ve dayanıklı hali kül eder
insanlığı. Demek dayanamadı. Derler ki ‘Altın çok değerlidir, Yeşime ise değer
biçilmez.’ Paha biçilmez zenginliğe doyamayanlar tıpkı Nesim gibi ömrünce yeşim
taşına taparlar. Beri bak Yeşim taşı ‘Bak yeşil yeşil…’
Bak gör yıllar yılları kovaladı, Nesim Ege Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi’nde öğretim görevlisi oldu. Doktor oldu, Doç oldu. Başka
fakültelere kürsüler kurdu. Okudu, okuttu ve yazdı. Bir ‘Doç kamyon’ sırtında
baş kabak kıç cascavlak geldiği ‘Adıbilen Öğretmen Okulu’nda başlamıştı
yazmaya. Hiç bırakmadı, kızıl canlı çalışmaları. Esin kaynağı, asla unutamadığı
yeşile çalar buğulu gözlerdi. Gözü kararana dek gazetelere, dergilere yazdı,
kitaplar yayımladı. Son kitabı ‘Nirvananın Gölgesinde Karmapolitan’a son şeklini
vermek için bir süreliğine, Yeşim’i kendine sunan Alpunar’a geldi. Zaruri
ihtiyaçlarını temin etme dışında kapandı bakla sofasına. Artık anacığı olmayan
evine. Anacığı da acıdan pay çıkarmıştı kendince. Onca konfora rağmen, eli
sıcak sudan soğuk suya girmezken, Ye-şim’den sonrası içine sinmemişti pek.
Kasaba şehir gezerek, Nesim’e hayır dua ederek yaşadığınca yaşadı. Bir guşluk
vakti, ‘gırdı belini gahır bulutunun ve guutuldu.’ Nazik ve yumuşak sonsuzluğa
uçtu. Nesim’i yapayalnız koydu. Nesim, ana ocağında yatıyor kalkıyor yazıyordu.
Kara yazgısına inat bir lokma bir hırka engine dalıyordu. Beş ev, üç arsa ötesi
minare, cızırtılı bir duyuru yaydı. Sonuna dek huşu içinde dinledi.
Öğretmeniydi. Vefat etmişti Yeşim’in babası. Ağzında pabuç kadar laf birikti
‘Ansan ayıp, yutsan böyük’ nefesi kesildi; Cenaze merasimi ikindi vakti…
Dünya koca deniz, öbür dünya deniz kıyısı. Sahilde gezip
dolaşanlar bir garip yolcu. Işkın misali savrulur ölüm. Aşktan yüce aşkın
huzurdan dışarı hali; çok sömürü, fazla yağma, yoğun talan barındırır. Dünya
mesaisi bitenler, çağrışım sözcükleriyle kurulan cümleleri hesapsız kitapsız
yutar. Kitabın ortasından sarf edilenler, aşıkların yüreğini sızlatır. Aşksız
hayata doysan ne yazar, yeryüzü yükü paraya gözün tok olsa ne çıkar. Açlıktan
yürük çocuğu dağa firar eder, garip çocuğu askere gider. Cüzdanı sağlam olan
yırtar. Yurtluk sorun kürsü işgallerine kadar uzar. Yanlışlara şerh koyulur,
şikâyet algılanır. Böyle algılandıkça ve uluorta dillendirilince yaşamak zehir
olur, ölümler bal. Bir ölüm haberiyle doğdu Nesim…
On yılların aşk yarası bu, dışı möhre içi kangren.
İyileşmez. Öğretmeni ve Yeşim canlandı gözlerinde. Nerdeyse aradan geçen kırk
yıl. Hafızasında kalan, genç kızlığın ilk evresindeki Yeşim. Öğretmen sıfır.
Tanıyabilecek miydi acaba? Yazmayı bıraktı. Soğumuş filtre kahvesini dibine dek
yudumladı. Cenaze törenlerine katılma ritüeline başlayabilirdi. İkindiye daha
vardı ama yıllar geçtikçe daha yavaş hazırlanıyordu. Hemen kalktı traş oldu,
yüzü kaymaklandı, banyo aldı vücudu paklandı. Ütülü esvap giydi kisvesi
havalandı. İnadına sağ ayağını dışarı atmayarak kapıdan çıktı. Camii avlusunda
yankılandı yanık bir ses, döndü…
- “Nesim…”
- “Yeşim?”
Yeşim, yeşili pürsak gözleri çakmak çakmak, uçarcasına gelip
Nesim’in boynuna sarıldı. Öğretmenliği cevher işleme sanatı sayan Gevher
öğretmenin dediği gibi ‘gözlerinden tanıdı’ Yeşim’i. Boyu posu, saçı başı epey
değişmiş, endamı aynı sıcaklıkta kalmıştı. Bir şeyler söylemeye çabaladı,
boğulacak oldu. Dili dimağı çöl, dört bir yanı hidrosfer. Koca gezegen, Ege,
Alpunar altı ve üstü birleşik su kütlesi. Dört milyar yıllık dünya hidrosferi
aşkla aktı içine. Su, derya deniz yayıldı karalara. Okyanuslar yeniden
düzenledi kıtaları. İç kayması gerçekleşti dağlarda. Su gibi duruydu Yeşim.
Diğer su kütlesi, dünyadan on iki milyar ışık yılı uzakta. Dünyanın yüz kırk
trilyon katında. Buharlı kuasar, tam ortası çevresindekileri yutan bir büyük
kara delik. Yeşim su gibi sardı Nesim’i. Doldu kabına. Bir anda dünyası
yıkılıyor sandı. Kime niye bilmeden Yeşim’le beraber o da sessizce ağlıyordu.
Kendi haline çağlıyordu gözleri. Sonsuza göçmeden bir anlık da olsa Yeşim’e
kavuşturan ölüme hayretle susuyordu. Susuyordu çünkü on yıllardan sonra şiveli
kekeliyor, salt kehribar kokulu Yeşim’i dinliyordu…
- “Nesim, sen Öğretmen Okulu’ndayken enformasyonum iyiydi.
Tanışlardan haberini alıyordum. Güneydoğu’ya gidince ilişkimiz hepten kesildi.
Bittim. Öylece kaldım. Çaresizdim. Babama da bir şey diyemedim. Fakülte
bitmeden ‘babamın sevdiği biriyle’ evlendim. Okulum, kızım oldu. Adı Resim.
Eşim epey erken öldü. Sen evlendin mi Nesim, Çocuk?”
- “…”
- “Yok demek, çocuğun mu yok, eşin mi? Anlayamadım.”
- “Evv-lenme-dim ben Yeşim. Evlendi-iini ören-dim ama
yine-dee sen-den başkası-yyla evlene-medim…”
- “Demek öyle canım benim. Eşim erken vefat edince, erken
emekli oldum. Yakınlarına yerleştim, hani babamlarla yaşamaya başladım desem
yanlış olmaz. Kızıma da baba oldu Öğretmen. Alpunar’da bildiğim köylülerine hep
seni sordum. Hakkında ayrıntılı bilgi edinemedim hiç. Haklılar, kızgınlar.
Ketum davrandılar. Üniversite hocası olduğunu, yazarlığa başladığını öğrendim.
Kitaplarını görüp aldım. Okudukça içim pır pır etti durmadan. Kitaplarında
daima bizi aradım, bulamadım. Sözümü yuttum diye karşına da çıkamadım. Bak
sözünü tutmuşsun. Babam evlen demeseydi…”
- “Baa-ban baba-mm, ta-mam anla-dım ben. Ol-sun var-sın,
giden gitti. Şim-di öğret-men-im bizi görü-yordur. Nap-sın o ayır-dı yine o
buu-luşturr-du bizi. Mutludur or-da mutlaka…”
Taziyeleri yan yana kabul ettiler. Tekrar tekrar
birbirlerine sarıldılar. Had safhaya yayıldı vuslat. Robot gibi öğrenilen, en
incelikli ayrıntılar sıkmadı. Yeşim, definden hemen sonra kabrin başında
Nesim’in omzuna omzuna sarsıldı. Birbirinden ayrılmak istemeyenlerin iç
heyecanıyla içlendiler. Resim, onları resmetti aklının bir köşesine,
hücrelerine nakşetti. Nesim teklemiyordu artık…
Aşk çölünü çalkalayan şiirsel devrim, aç bırakır fikirleri.
Açlık sahrada vaha misali. Burada ‘aşam bazarı’ karmaşası. Aşkı yarıda
kesilenler iyi bilir Büyük Sahra’yı. Dokuz milyon kilometre karelik sıcak çölü.
Antarktika ve Arktika'nın peşinden üçüncü çöl. Kara Afrika’nın üçte biri. Atlas
Okyanusu'na dek uzandıkça kurak manzara kıyı ovalarına dönüşür. Kurak tropikal
savan iklimi düşman savar. Eksen sapar, sahra musonu yön değiştirir. Çöle veya
savan çayırlarına dönüşümlü kurulan barut kokulu saraylarda, yüksek tavanlı boş
odalarda yalnız geceler aşıklar. Aşk büyür, meşk üşür. Sessiz süzülüşlü
ürpertiler dolaşır damarları. Aşk dünyası mumyalanmış tuzaklarla donanır.
Resim, bunları resmeder tuvaline…
Yeşim ve Nesim on yıllar sonra birbirlerini bulmuşlardı. Hem
de bir ölümle ve yeni doğan bebekliğinde. Uydudan, en uyarıcı saatlerde,
güneşin denizin derinliğine parlak tırnaklarını sapladığı anlarda konuştular.
Yüreğe kök salmış anılardan, ılıman meltemlerle salınan titrek yakamozlara dek
konuştular saatlerce. Asla denize nankörlük etmeden, en komplike senfonik
orkestrayla şarkı söyleyen Ege’ye takıldılar. Değişik fonlarda. Duymayı ve
doymayı bilenlere özgü. Kâinatın sırlarını, kanaatin sınırlarını zorlayan
özgünlükte. En bilindik, en sihirli, en duru, su gibi mavi en berrak şarkıların
eşliğinde. Müjganı tanımayan, duyusal ve görsel körlerin tek kuple duyamayacağı
tonda. Bu arada Resim, sınırsız özgürlüğün akla dokunan ve eyleme dökülen
alemci notalarını netleştirdi. Müzikal ahenkle şarkıya şarkı ekleyen Ege, asla
ulak ve kurye aramadan sırça fanusundan çıkamayanlara cesaret sundu. Deniz
mavisinden mavi atlasa uzanan enstrümantal dengeli icra edildi. Eski aşıklar,
buzdan kalpleri eritecek şarkılar söyledi mutlanan Deniz ile birlikte. Şarkılar
susmadı. Kalp gözüyle görenlerin farkına varabileceği normda…
Bazen Nesim, bazen Yeşim fırsat yaratarak, fırsatı ganimet
sayarak cepten görüştüler, halleştiler. Aşıklar denizlerin ortak hafızasına yer
etti ve aşk tüm çıplaklığıyla yaşanmalı üslubuyla kaynaştılar. Yıllardır
söyleyemediklerini cepten çıkarıp, cepten gönderdiler. Akla düşeni anlatmaya,
öğrenileni paylaşmaya yarıştılar. Ta ki Yeşim’in annesi meme kanserine
yakalanıp vefat edinceye dek. Alpunar’da son görev için tekrar buluştular. Bu
valideye son görev buluşması, yılların ayrılığını sonlandırdı. Başlangıç oldu.
Kim ne der ne demez ne etem ne matem aldırmadan, ölümsüzlüğe yarımay vuran bir
akşamüstü, aşk orucuna son verdiler. Alpunar’da bir bakla sofa, safa ile
birbirlerinin oldular. Önce şakacıktan da olsa güneş battı yarımadaya.
Kirlenmeyen yarım öykülerin insanları, kuş misali. Yerlerine yıldızlar doğdu.
Hepsi sırf ikisini kucakladı...
Sevgiyle kucaklanan ten ve tine mıhlanan sol anahtarının
nota aralıkları, hayata derman, hafızaya ferman yazar. Beste Ege güfte Egece.
Yüksek enerji ve tükenmez nefesle, milyonlarca yıllık kurgunun kucağına sığındı
Yeşim ile Nesim. En çetin coğrafyada çetin ceviz isyanla, mevcut düzene ve
düzensizliğe karşı duruştu sarılışları. Magmadan fezaya, deniz dibinden arşa
yansıyan varoluştu eylemleri. Dokunulan her nota bir başka vurgundu. Dip
vurgunu. Pikine dipine inat, antik disiplinle doğal doku ihanetçilerine dokunan
söylenceyi gerçek kıldılar. Zihinlerini uyaran sinyalle, mücadele bezeli
bilgesel ve belgesel bir yolculuktu çıktıkları. Duyanlara böyle de sevişmek mi
olurmuş dedirten. Her aşk dokunuşu evrene işaret fişeğiydi. Yeşim ve Nesim
yıkılan birlik, bozulan dirlik ve altı oyulan aşk umudunu haykırdılar
şarkılara. Elbette Yeşim’in alına yeşiline, Nesim’in nefsine nefesine özgü.
Resim, ne yazık ki olanları resmedemedi tarihe…
Sakız damlalı mağarada, iki kişi sessiz tarihi filmi üç
boyutlu izleyince geç de olsa akıllanılır. Öylece beklenen Son, beklenmedik
anda gerçekleşir beyne Dong eder. Millî park sınırlarındaki dev mağara ikilinin
gençliğine evcilik oynama evi olur. Hani büyüklüğü ve yüksekliğini lazer ölçme
cihazları bile ölçemez ya kilometrelerce bir evcik. Öyle bir ev ki balta
girmemiş ormanın hemen kıyısında, gürültüyü ve rüzgâr uğultusunu sönümleyen bir
mavi derinlik. Eskilerin yenilerin, yerlilerin yürüklerin, ding gari girmeye
cesaret edemediği türden bir büyük mağara…
- “Nesim, uzun yıllardan sonra dam boyu derinlikte, yolları,
tünelleri, piramitleri ve bambaşka binaları olan büyük bir şehir keşfettirdin
bana. Bir batık şehirde uyandım. Taş piramitlerin, camdan yapılmış
piramitlerin, sfenkslerin, heykellerin, birçok monolitik yapıların olduğu bir
şehre aktım. Aklıma yer eden görüntüleri Resim’e aktaracağım. Kayalara oyulmuş
binaların duvarlarına kazınmış yazıtlarda, taşlardaki kabartmalarda yazacağın
son kitabın izlerine dokundum. İşlik evinde yan yana dizili çerçevelerin her
birinde tam olmamış aşkların ismi yazıyordu. Dert ziyafetine davet bitince,
kıyı köşe zevke bulandım. Şevk ziyafetini, şehvet zarafetini bir tek sen de
gördüm…”
- “Yeşim, eninde sonunda kavuşacaktık. Zerre şüphe duymadım.
Duyardım ölüm çiçeği dibine ölüm bırakırmış ama asla korkmadım. Ölmeden önce
bir gün mutlaka dedim, ziftlenmedim. Köklerimde arandım ciddiyetle. Yaralı
yüreğe kök salmışlıktan başkaca bir şey değildi ki aşk. Aşkın ummanı, umuda
dalgalanan deniz. Yeraltı dereleri erezyonu yüzünden, çökük tavanlı evlerde
yaşamaya geçilince anlaşıldı zaten aşk. Kim tanrı, kim tanrıça. Tanrıçamdın,
her iç kabarmasına nazar ayeti kabartmalar sarkıttım. Gün olur okursun diye.
Suya yazmadım ama hepsi suya gömüldüler…”
- “Ben Yeşim, bir içim su, bir yudum yurdum perisi. Sanki on
dört bin yıl evvel suya batan efsanevi ‘Mu’ kıtasındanım. Muradına eremeyen,
Antik Mısır ve Mezoamerikalıların ilk atalarının soyundan. Soyundukça
iddialardan gördüm, Mu’lar Türklerin de atası. Pek inanmasam da Pasifik’te
popülarize edilmiş bu kavram, bu dramatik kuram, kendimi iyi hissettiriyor
bana. Bilirim, Lemurya'yı da Mu kıtasını da. Fiziksel açıdan olmuş olmaları
mümkün değil, topu iddia. Bilimsellik ötesi. Eski yeni kıtada çam ormanlarına,
sarp koylara saldırmış çam yarmalarının dillerinde on binlerce yıldır ayni
dırdır. Traverten kayalıklar barındıran kayıp kıtalar. Kayıp kıta kompleksi
işte. Bir gün bu kayıp kıtadan bir su Tanrısı gelecek, kayıp Tanrıça-sını
bulacak diye severim. Geldin ya…”
- “Yeşim. Işılyalap ‘bir içim su’ perim. Yakışır sana bir
Platon öyküsü. Bir ülke var; ‘Herkül Sütunları'nın ötesinde, adı Atlantis.
Tarihsel hesap biraz karışık, kanun koyucu-şair Solon'dan dokuz bin yıl önce.
Dokuz bine milat öncesinden beş yüz ekle, milat sonrası artı iki bin yedi, işte
o kadar yıl evvel doğdu Deniz. Toplam tarihe kat on sekiz yıl daha başlar
hikâye. Atina fethedilemeyince bir gecede okyanusa batan uygarlık, Atlantis.
Güç zehirlenmesi yüzünden, tanrılar ve tan-rıçalar tarafından cezalandırılan ve
denize batırılan şehir. Platon diyaloglarındaki alegorik vurgu, suya gömülü
simge. Karışık politik teorileri kolaylaştırmak için yaratılmış, kayıp efsane.
Atlantis öyküsünün ne kadarı gerçek ne kadarı derleme kim tartışabilir ki. Ya
bir yanardağ patlamasıyla veya on yıl süren Truva Savaşı'yla sulara gömüldüyse.
Ya da Atlantis, Mu kıtasının bir kolonisi ise. İddia çok. Yani Sümer
yazıtlarına giren Noh Tufanı ve bu efsane uygarlıklar dinlerin kökenine iner ve
hakkından gelir. Tibet'te bir manastırda on beş bin yıl önce yazılmış belgelere
dayandırılan tufanlar ile bentik bölgede kaybedilenler ‘Bir Gülücük Nirvana’ ya
da girer. Yeşim sen de okursun…”
- “Yaa demek bizi de yazacaksın, öyle mi? Nasıl, bak merak
ettim şimdi. Serin gel huzuruma, derin gel. Anlat…”
- “Sana kavuşmadan veya ebediyen kaybetmeden yazmak
istemedim. Yarım kalsın istemedim öykümüz. Satır aralarında Ege efsanelerini de
dillendirdiğim ‘Nirvananın Gölgesinde Karmapolitan’ adlı bir kitap dosyam var.
Bugüne ve düne özgü canlı gerçek öykülerle bezeli. Öğretmen babamın vefatına
kadar hesapta yoktun. Ama kavuştuk Yeşim, şimdi düşünüyorum…”
- “Vay Nesim vay. Buz tutmuş gönlümde, Olimpos tanrıları ve
tanrıçalarından ateşi çalan Prometheus’umsun sen. Prom, buzulları methet
gitsin. Okyanuslardan sonra dünyanın ikinci büyük su kütlesi ve en büyük tatlı
su deposu buzulları. Yeraltı ve yerüstü tatlı suların neredeyse tamamı. Ateşine
yandığım, istemek, arzulamak, meyillenmek üzerine kurulu kusursuz saltanat
buzullar. Yıllar yılı aşkı susamak ne demek, aşkımızı suya sele kat. Kamp
ateşini yak. Aysberkler erisin, bankizler kalsın…”
- “Âşık olunur elbet huya suya Krassula’m. Ecem, kraliçem,
zulam. Antik kuyudan çekilen bir kova suda parlar, rengârenk balıklar. Başlı
başına hayat, içi dışına çekilen kuyular. Denizler hem yüz hem yıkan, şerbet
tadında. Doyasıya değil azıcık iç kıvamında. Aşkla varılır huzura ve karpuz
çatlatan billur içilir doyasıya. Bilgilenmektir işin özü bugünden yarına…”
- “Sevgili Nesim, nesin sen? Aklımı yoran olaysan eğer kat
bizi de ‘Nirvana Üçlemesi’ne. Kitaba girenleri çoğalt. Ölüm şerbetini içmeden,
içine içine ağlamaları kayan yıldızlara boşalt. Bir gün gülücüklerle uğra mezar
taşıma. Basılmışından ‘oku, oku, oku’ bizi. Ben okursam zorlanırım ama sen
okursan gayet iyi anlarım.”
- “Alla’sen sus Yeşim. Bal çanağı ağzından zehir akmasın.
Yel alsın, sel götürsün. Yeşim gözlerin göç göçerten, bakışların ‘Bir Gülücük
Nirvana’ aldatmacası zaten Toroslarda dumanın tütsün. Kem sözlerle yaralama şu
yürük yetimi…”
- “Demek böyle başlayacak, daha netleştirmediğin belli ama
düşüncede hazırın vardır senin. Varsa okusana biraz…”
- “Öyle bir Deniz ki Ege, Yeşim taşım sensizliği alır benden
seni verir. Suretimi yakar. Su da yanar. Bensizliği alır tuzla yunar. Su da
ağlar. Sonu açık yarım aşkların, altı cehennem üstü cennettir. Yarı sıcak yarı
soğuktur, üzeri alev dibi buz saçağıdır. Dorukları buz kütlesi, karadutlu
dondurmadır. Donuk buz gönülleri yarım aşklar tutuşturur. Bir günlük nirvana
erişimidir, er veya dişi kıvamında esnek kıvranışların özü. Bir sevecen
gülücükle, iki evecen yeşil gözle başlar öykü. Brandalı kamelyada gerisi tasarlanır…”
- “Bravo Nesim, öykü başladı. Girdi yola. Bizi de yaz
gönlünce. Serbestsin. Ben yazmaktan pek anlamam, iyi okurum ama. İyi de
dinlerim. Benim akademik kariyerim de bu n’aparsın. Katkım kadar varım. Devam
et durma, beynim şoklandı valla.”
- “Okuyorum bak… Yeşim, ‘Kürk mantolu’ ölümcül cereyana
çarpılmışçasına sessiz bedenim. Öpüver zevkten titreyen sensiz avurtlarımı.
Aklına son geleni bırak avuçlarıma. Zevkten titreyen nefesin, hayat çizgimi
arşınlasın. Bak ruhumdan uzaklaştıramadığım sıcak rüzgarlar bilgiç bilgiç
esiyor. Aşkına esirliğim, uzaklardan kopup gelen sevgiyi harmanlıyor. Yapışmak
var ya şimdi uzuvlarıma uladığın umuda. Olmuyor. İpek yumuşağı kayıyorsun
avuçlarımdan. Doygun soluğun üstümde dolaşan vardiyalı emekçi. Bir türlü kovalayamadığımsın,
uykulu ve yorgun. Mesai saati dışında aklıma çakılan kadeh kadeh sensin. Silme
dibe çöküyorum. Yakut taşlı koca aşklar bocaladı, kocadı ve gitti. Yeşim
bakışlım, ‘Ben gamlı hazan, sen ise bahar’ her dem taze baharsın. Zorlama
aşklardan bunaldığımda, her türlü ayrılmaları yaşadığımda, loş localarda sırf
seni özlediğimi anladım. Düşlerdeki titrek soluğun, aynılık hüznü yaşattıkça
sıcak rüzgarlara, zevkten eridim.
Dirildim avuçlarında. Yıllarca döşeğimde yeşeriverdi kırık dalgalı
anılar. Bir kurnaz çıplaklık vardı boy aynasının ön yüzünde. Şimdi kadife
yumuşaklığında yakıyorsun avuçlarımı. Lavanta kokan tenin tenime basılı.
Bastırılamaz duygular duayenimsin, ‘Olmaz meleğim, böyle bir aşk, bende vakit
geç…’ Evet geciktim altın tozuna yatırılmış aşklara, artık pul pul hazineler,
zevk rüzgarına kapılmalar olmaz. Yerden göğe bambaşka dünyalar var, öte dünya
olmaz…”
- “Neden olmasın, pekâlâ olur. Nesim bak, sıcak sıcak, azar
azar azaldın sen aşka. On yıllarca. Sevmeden, sevilmeler denkledin büyük
yalnızlığına. Şimdi bana ve sana, çoğalma vaktidir. Benimle çoğal, yıllanmış
aşkınla. Yüzüme dön yüzünü korkma, öp üst dudağımdan, yüzümde biriken hazzı iç
yüz binlerce doyasıya…”
- “Yeşim, gece yarısı hikayesi olacak bu sanki. İçimden
geçenler, bütün bir ömür durduramadığım duygusal resmi geçit. Hızla kendimden
geçip hemen yarın gelsem, hayat hikayem koltuğumda desem, hayatına katar mısın
anlatılarımı. Şehrazat sensin ama Şehriyar’ını bütün gece, gecelerce dinler
misin? Dudağında gök kırmızısı serinliğiyle ‘bir gülücük nirvana’ hikayemi sek
susuz içer misin? Benle sabahın köründe, öykülere ışıldamayı ister misin?”
- “İsterim elbet bak şöyle yapalım Nesim. Yap yani. Sen yaz
hikayeni. Gerisi bende. Hani otobiyografik kitaplar vardır ya, ortasında veya
sonunda aile veya silsile fotoğrafları koyulur bu onlar gibi olsun. Kitabını
tamamladığında, tam ‘Bir gülücük Nirvana’ öykünün başına veya sonuna
fotoğraflar değil de resimler koy. Kızım Resim, biliyorsun ki ressam. Sen yaz o
resimlesin. Antik atmosferli çeşitlemelerin özü aşkımız olsun ve sonu mutlu
bitsin. Resimlerde kavuşalım yani. Ege’nin tarihi kalıntılarında veya antik
eserlerle yan yana gençlik resimlerimizi çizsin Resim. Öyle fotoğrafların varsa
cepten gönder. Bizi de yan yana resimlesin. Resim, siyah beyaz, renkli renksiz
poz poz çizsin. Ben o çizdikçe sana dönerim. Beğendiğini koyarsın bi düşün
bakalım, yazın gülüm…”
- “Yeşim, düşünmek ne alem. Sen olur deyiver olsun. Zaten
Nesim dediğin, çelimsiz kızancık. Neslişah’ım, aslım neslim Yeşim’im, bu
toyboyu efelendiren yerli yerine çivileyen büyük aşkım. Sensin, varım
variyetim. Kollarında kıyamadığı hikayeleri ve aklındakilerden gayrı sermayesi
olmayan çulsuza cansın. Şimdi düş çalan akşam sağanağında, meşru olsun olmasın
bu yürük yetime varır mısın? Öykünün geçtiği yere. Seyri zor, eksik yaşanmış
aşkın şehrine. Gelirsen gözlerinin sahici yeşilinden öpmek isterim…”
- “Nesim ben de gelirim, sen de gelirsin. Kime ne, hayat
bize. Kalan ömrümüz artık ne kadarsa yalnızca bizim. İkimiz de alacaklıyız
hayattan. Unutma yazın Adaburun’dayım. Öğretmen babanın yazlığında. Tatil
günlerini ayarla, kalırız yaz boyu beraber. Resim, arada bir uğruyor zaten can
yoldaşı oluruz birbirimize. Burada yerel ve ulusal iki kitap fuarı yapılıyor.
Bir ay bu imza günlerine katılırsın. Sen bana ben sana katılırız gari. Ömrümce
‘atem tutem ben seni gendime gatem ben seni’ diye avundum. Unutma daha
Alpunar’da bıraktığımız gözleri yaşlı çocukluğumuz var. Yaslı gençliğimiz var,
şenlikli orta yaşlılığımız var. Daha onlar yaşanacak. Ve dahi sahili,
sokakları, dağları, tepeleri, kuytuları gezeceğiz kol kola. Akırbaları,
akbabaları tınmadan pusatsız, çil çılbak denize gireceğiz saklı koylarda. Hadi
saklanma gari çık ortaya…”
Göynüklerin yüreğine garankı vurduğundan, yarına hasretlik
gocuman olur. Ama akideşini bulunca akranlar, hayat dolar ciğere. Yarenler, dik
uçlarda denk burçlarda, pik burçlarda dip çukurlarda hususi soluklanır. Hiçbir
şeyin eskisi gibi kalmadığını bilerek ölüm gününe dek, hayata dair ne varsa
yaşarlar. Mutluluk istiflenir. Tek gaye tarihe not düşmektir. Mesele düşle
gerçeği öpüştürmek, ılım ışık gecelerde kayıp yıldızlarla sıkı sıkıya
örtünmektir. Tümden sanrılar diyarına açılmak, her acılı anı en öteye, her
sancılı rüyayı en nihai noktaya vardırmaktır. Aşkı muhabbet kutsal yolculuk
tasarımıdır. Ancak yaşanmaza serpilmiş şaşırtıcı anlar, harap mekanları dolaşan
akranları bile ürpertir. Düş adasının düşüş yakasında, bilinçdışı öğretilerin
gizemi cansiperane aranır. Yaratıcı hazzı, hazineyi tam bulacakken kaybolur.
Kayıp hayatlar öyküsüne giriş faslı. Hayatın içinde sırf kendinin izini bulmaya
çalışırken, mucize eseri keşfedilen aşkın gücü. Bu güçleniş sayesinde halden
anlayan aşığın umut haline gelişi. Yeşim, köhne hayatın içinde tam
kaybolacakken kendini ‘Bir Gülücük Nirvana’ öyküsüne adayan Nesim’de buldu. Bir
gün yüreği titreyerek ‘Nirvananın Gölgesinde Karmapolitan’ın içinde kaybolan
Nesim’i kısacık çaldırdı. Bi daha aradı uzunca. Bi dahakini daha uzun tuttu.
Nihayet Nesim açana kadar bekledi. Peşpeşe iki üç cümle sarfetti, aniden
kapattı…
- “Nesim, goley değil biliyom ama bitti mi kitap. Peki
öykümüz? Gaari taslak maslak deme, olanı tezden okumak istiyom…”
Nesim, konuyu anlamaya çalışırken, bir kez daha çaldı
telefonu. Yeşim’in sesi bu kez ağlamaklıydı. Mutlu desen mutluydu da sanki
değil gibiydi. Bir şeyler vardı anlatamadığı. Vardı. Birden açıldı pus, sus pus
kalma pahasına enine boyuna dalgalar vurdu dünya yüzeyini. Kuantum mekaniği
parçacıklarının davranışları kesintiye uğradı. Atom altı parçalanma
perçinlendi…
- “Gadeş, ben kanser oluvemişim. Akciğer kanseri. Bir
haftadır hastanedeydim. Yoğun bakımda. Arayamadım gusura galma…”
- “Ne kusuru canım sevgilim. Kusurlu kusursuz işleyen şu
gudubet dünya kusurlu. Garpızı gabak dünya. Yeşim taşım, sen yürekli kızsın.
Yapayalnız neler atlattın. Irlanmak sana yaraşmaz. Ezersin bu illeti elbet. Hem
şimdi birlikteyiz. Azraili yeneceksin ve Alpunar falezinde gezeceğiz. Bahtsız
gezginim…”
- “Gezeriz gezmesine de bunlar çoktan gezmiş de dolaşmış
der, iliman gafalar. Lafı dolandırmadan yaz gari. Yarın veya yarından yakın
anlat tüm herkese, bilsinler hayat hikayemizi. Aşkımızı. Yarım kalmış
yarenliğimizi. Mutluluk çarpıntısı artıyor yüreğimde, ciğer desen zaten bitik.
Derin soluklandığımda bir garip yorgunluk. Oysa ne fetihler gördü bu yeşil
gözler, ne fayda gösen. Dar zamanlı misafirliğe durdu ömrüm ösen. Bu yolcu geç
de olsa azıcık baş tacı edilecek ve kısa zamanda en özel odada inzivaya çekilecek.
Geceden kalma pas ağzımı buruşturuyor kollarımda bi acayip bıkkınlık.
Uyumuşçasına ağzım açık ve dizlerim titriyor. Toy aşık nazı sanma kopup
gelivesen yanıma. Buragidi yaşattıkların için hiç hak etmesem de çok
teşekkürler. Böle ‘rüzgaa gibi geçti’ istemem. Skarlet kırmızısı giyinmeden,
sen son bi ‘klark’ çekmeden ölmem…”
- “Yok öyle deme. Tanrıçam O’haram, ne ölmesiymiş. Yıllardır
her daraldığımda sen belirirdin önümde. Ardımda zoraki sevişmelerin yürek
çarpıntıları. Dönemezdim geri, sapmazdım yolumdan. Daima yokladı yüreğimi
buyurgan soluklanmalar. Acayip keskin bir sızıyla yaşadım. Yani sıra benim
sıram, sakın ola kaynak yapma. Aklım havada zaten yüreğim düştü düşecek. Ne
kıytırık iktidarlar gördü bu deştire gözler ne hedefsiz aşklar. Hedef-tekim
salt sendin. Nasıl özledim, nece bekledim seni. Gidemezsin…”
Nesim gitti. Yeşim’e hastanede günlerce refakatçı kaldı.
Moral oldu. Can oldu. Canan oldu. Her anlamda çekinmesiz tanıştılar. Çekincesiz
aynı somyada ‘bacı gadeş gavilleşdilee’. Kemo radyo, kemo ne? Uzun ve zehirli
terapilerden sonra eve çıktılar. Maruz kaldığı metastaza rağmen Yeşim, her gün
kendini iyi hissettiğini söyledi. Bir gün çok daha iyiyim dedi…
- “Birkaç günlüğüne Alpunar’a gidip dinlen Nesim. Esi nesi
yok, fesi fesleğeni ‘ciğerim Aydın hastanesinde çürüdü’ benim. Adıma lazım
gelen hazırlıkları da yap. Dabanca gibi git pambık gibi gel. Öbür gün gelirsin
ya da gelmeden ara beni. Belki ben de gelirim. Son yakın, sona yakın, içimizde
kalanları yaparız kalmayan ağız tadıyla. Bu aralık, bak sölüyom ‘Resim artık
senin’ kızın. Sana emanetim unutma. Vasiyet deyon, gerisini sona örenirsin…”
Nesim, sevdiceğine geri dönmek için hazırlık yapıyordu. Onu
sevindirecek, mutlu edecek özel yerel ne varsa valizine dolduruyordu.
Yayımlanan yeni kitabından iki tane koydu. Sürpriz yapacaktı Yeşim’e ve
Resim’e. Yeşim’in gelmeden önce telefon edersin dediğini anımsadı. Çaldı,
çaldı, çaldı geç açıldı telefonu…
- “Ben Yeşim’in kızı ressam Resim. Annem dayanamadı daha
fazla. Kendisi dün sonsuzluğa uçtu. Sizi arayacaktım ben de. Yarın öğlen
Alpunar’dan uğurlayacağız…”
Uğurlar ola Yeşim
taşı. Doğada nadir bulunan, küçük parçalar halinde var olan değerli taşların
sultanı, uğurlar olsun. Nefret dünyasına nefrit balansı, esenlikle gidesin
yoluna. El yürek ısındıran, güçlü hissettiren, Yeşim ocağı, yolun açık olsun.
Sert ama kırılgan yapılı, duygusallıkta dengeyi, çakraları en uç noktayı
yaşayan Yeşim, biricik aşkım aşk olsun sana. Aşk olsun. Aşk…
- “Anlayacaksın
sen de Yeşim gözlüm, yalnızlaştıkça insan, hiç alakasız birileri zenginler.
Arsayı kapar, parsayı toplar ve bal tokmak yaşar. Ama ‘gözlerden öç alır her
şiirsel aşk’. Elbette aşkım deyiverince başlar, eşi benzeri ucu bucağı yoktur
sanılan ateşten ummana ulaşım. Aşkım alaşım, narlı ve de harlı uykudur ölüm.
Aşkla uyu aşk denizinde. Işıklarda uyu…”
Yeşim, önünde
sonunda Nesim’e eş olacağını bile bile okudu ve bu umutla yaşadı. Nesim,
öğretmen olursam Öğretmenim Yeşim’i kesin bana verir diye okudu. Hiç durmadan
derslerini çalıştı. Okuyup öğretmen olacağı, öğretmeninin kızıyla evleneceği
umuduna yapıştı. Yeşim çıkmamacasına aklına yer etti. Öğretmen oldu ama
yıllanmış yârini, en mutluyken yel aldı götürdü. Nesim’in aklını sel aldı
götürdü. Adının anlamından nefret etti. Ertesi gün Alpunar merkez mezarlığına,
öğretmen babanın kabri yanına sadece onu değil kalan umutlarını da gömdü.
Kendini de aynı mezara gömecekti ama Resim… Resim hıçkırık hıçkırık omzuna
gömüldü ve Nesim, ölmekten vaz geçti…
- “Yeşim, sevgilim diyebilirim gari. Seni seviyom deyemedim
hiç, seni çok seviyom. Sevgilim, ‘Nirvananın Gölgesinde Karmapolitan” kitabımı
başucuna bırakıyom. Ben gelesiye değin okursun. Resim’e, senin başka
resimlerini çizmesini rica edicem. İkinci baskıya ekliyecem. Ben ölesiye,
annacına yatasıya bakarsın…”
- “Nesim, yalandan olmayan ama yarım kalan aşk öykülerine
özgün aşk güzelliği ve unutulmaz sürprizli geri dönüşler kattın. Sana
tapuladığım Öretmen babanın yazlığında aşka aşk katanları usanmadan yaz. Aşktan
geri kalanlara değil, aşka tapanlara selamlarımı ilet. Selam olsun onlara ve
karmapolitanı yaratan anaya…”
GÜLLERİ SOLDURAN MAYIS AKŞAMLARINA AĞIT…
Her seneyi devriyesi geldiğinde “Gülünün Solduğu Akşam” kızaran damlara vurur ve bıçak sırtı
ayılmalar yaşar, bir başka biçimde ve daha katmerli hüzünlenirim. En baba
gülümü de “Gülünün Solduğu Akşam” toprağa verdiğimdendir, bu beynimdeki diriliş
ve dilimdeki dirilmiş sözcükler. Ve insani diyaloglarla bütünleşirim yeniden…
Solan güllerin dikenleri yüreğimize çentik üstüne çentik
atmış bir kere. Başkalaşım başladığında sanal kahramanlığa özentiden değil,
alnımızda zindan karası belirdiğinden yüreğimize bir kez daha çöker acı.
‘idamlar ve babam’ hakkında unutkanlık ve acizlik potansiyeli
göstermeyişimizdir ası olan.
Yılmaz bir devrimcinin yaşamında çok kırılma noktaları olur.
Olur, ama hayatında iliklerine kadar işleyen ilkler ve acılar yaşamışlığı da
vardır. O variyet, keskin acıları yaşamışlık kontrolü çok az da olsa
kaybettirecek bir etkendir. Zaten yaşamın köklerine inildikçe ideolojiyi
eleştirmeyi kültür edinmişlik derinliği de belirir. Bu öyle bir devrimci
kültürdür ki; yeni ve sade hayatlar kurmayı sürekli engeller. Sıra dışı ve
aykırı yaşamaktır haneye düşülen not. Namı değer başkaldırıların sere serpe
yayıldığı şu yüzyılda elden gelen de budur.
Zaman delice savrulurken ve arzdan arşa sonsuzluğu
içselleştirirken; onlar öldürüldüğünde ve babam öldüğünde kim hiç ağlamadım
diyebilir ki. Kim diyebilir ki manifestolar kaleme almış olsalar bile
Duyguların Efendileri babasına ağlamaz diye. Devrimcilik biraz da Babası
öldüğünde ağlamaktır. Defnederken de hayat aklından öpünce, kalenderliği
babasından geçmişçesine yutkunmaktır. Yoldaşı öldüğünde ise benekli hayallere
dalmadan gerçek hayatı çarpıtmadan yaşamaktır devrimcilik.
“Gülünün Solduğu Akşam”
kaderin bir cilvesidir ve onlarla birlikte babamı da anarım yüreğimdeki tükenmez hasretle ve sönmeyecek
ateşte yanarak. Çıkışsız labirentlerin esrarını ve sırrını hiçbir yazılı
biyografi çözemez. Ama “ yüz metreyi en hızlı koşan çocuklar” seksenlik
ihtiyara elverdiği, omuz verdiği veya kol kola yürüdükleri gün, yersiz zamansız
ölüme mahkûmiyetin ağırlığı tekletir kalpleri. Yani yaşanmazı yaşamak incitir
ve acıtır yürekleri.
Sarsılmadan dünyanın en canlı renklerine aldırmadan,
tıknefes anmak ve dolu dolu yaşamaktır övülmeye layık dostlar ve kalender baba
ayni gün ölünce, o günü…
Ve her “Gülünün Solduğu Akşam” üç kırmızı karanfil karşı yakada dost bağına,
yeşil çotanak babam ise çavuşoğlunun bağrına bir güzel yakışır. Haramzadeler
ile kurşun askerler ölüm korkusunu her an yaşarken onlar ölümsüzlüğe bir kez
daha uğurlanırlar. Zaten çanlar devrim için çınlamaya hazırlandığında
tesadüflerle vurgulanan hayal kırıklıklarıdır insan beynini kuşatan.
Kuşatılmışlık aslında kaç şekerli olduğu belirsiz zifiri demli çay içmeye
yolculuktur, darağacına kurulmuş veya cellâdın tırpanından doğan yepyeni
hayatlarda.
Evet, “Onların başı dikti ve hayal ettikleri güzelim dünya
için, ülkeleri için, memleket için, sıla için, anaları, babaları, kardeşleri
için, kurtuluşa eren isyanları vardı. O yüzden sehpaya-musallaya yürümekten
çekinmediler, asla korkmadılar. Asla yılmadılar, baş eğmediler ve asla
eğilmediler, dimdik durdular ve gittiler. Çünkü onların ince gelecek hesapları,
kişisel kaygıları yoktu. Sadece pırlanta akılları, altın yürekleri, gümüş
parlağı bakışları ve gencecik umutları vardı. Tek cümle ile izahı, onların cesaretleri
ve umutları vardı yığınlara mal olan…”
Her “Gülünün Solduğu Akşam”
neden gam çekerim şu bedeni ve zihni yorgunluk günlerimde bilirim. Şimdi
cümle âlem bilsin ne gam. Bilirim karşı kıyıda çelikten ağlara takılıdır
aklımın ince gülü, gülleri. Uyku bozuğu gecelerde yıpranmış kalbe kuvvet bütün
orijinalliği ile karşımda olurlar buket buket.
Ve Her “Gülünün Solduğu Akşam” iskele, sahil, meydan, memleket esenliği için
turlayanlara babamın da eklendiğini hissederim. Acılarımın zirveye tırmandığı o
anlarda tembel bir gevşeklik kaplar bedenimi, ama en enerjik halden daha
hallicedir. Sabah uykusunun en birinci özlendiği o çocukluk yıllarımdan kalan
süzme hayat önünde babama ve onlara rastlarım en güleryüzlü ve sıcak biçimde.
Babam, övülmeye layık dostlar ve ben izlenecek yolların en
izmlisine vururuz adımlarımızı, inandıkça gören, gördükçe inanan ve
etkilendikçe güçlenen yüreğimizle. Aslında gücümüze, çok gücümüze gider zamanı
iyi değerlendirememişlik. Zorumuza gider bir parça günlük hayat huzuru tatmadan
gerisingeri devrilmek. Gerçeğin özüne zamansız girişin mükâfatıdır, kırk küsur
büklümlü özlem.
Oysa tarihi sulandırmaktır-sulandırılmasıdır insanın içini
en acıtan. Ve zayıf düşmemek içindir her mayısın ilk haftası, dördü ile altısı
arası şu anda en lüzumlu ve özlenenler arasından onları çekip çıkarmak. Derin
uyku hali haraca kesmiş iken düşünceleri onlara sığınmaktır, kösnül yalnızlık
ve tekdüzeliğe inat. Varsın olsun ayrılık şarkıları, yaratının kalıtsallığını
bozmayacak aykırılıkları. Çünkü her içli şarkıda titrer zaman…
“Gülünün Solduğu Mayıs Akşamlarında” kurtuluşa mukabil ise yolculuk dayanılır
babında hayat şeridini bir ucundan diğer ucuna ağır yolcu farkıyla dolaşırım.
İmgeler yeşerdikçe, gece sohbeti yapacak dostlarımı ararım her köşede. Naaşımız
kara toprağı öpene dek sürecek bu kervan. Onlardır, babamdır aradığım,
unutmadığım ve unutamayacağım…
Sonsuz bilgiler gölgesinde inanmak insana gerçekten kuvvet
verir. Zamanla güç kaynağı bile olabilir çekilen tüm acılar. Ortalığı sürüyle
yeşillik-zerzevat istila eder ama en nazlı yetişir olanlardandır onlar. Ey
çıfıt kıyafetli ölüm, sahipsiz ölüm meleği ölüm tek celselik aşktır yiğitlere.
Ve yüzüne vurulacak daha çok ayıp var, çok ayıplısın sen.
Eğer ozan özür dilerse en dalgalandırıcı biçimde diler,
sinkaflayacak ise de çekinmez. Yeter ki, öğüt vermeye kalkışan denizin
diplerinde ayıp arayanlardan olmasın.
Gülün dikeni yüreğimizi kanattığından iğneleyici sözler sarfetmeyeceğiz
bu güne özgü duygusallıkla.
Babam akşam güneşini çimdikleyince yarım kalmış sevdalar,
çok düşünerek yazmak, hiç düşünmeden söze başlamak gibi bir şey oluyor. Affet
babam. Ve biraz daha zaman tanı. Daha zaman var sararan yapraklara ve lacivert
taş üzerine kazılı bilgeliğimize.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder