30 Eylül 2025 Salı

mayıs25

 TURKUAZ NAZAR

Yar, turkuaz yeşili gözlerin sonbahar

ilk yazıma denk geldi.

Gözbebeklerin buhar desenli altıpatlar

kurşunlu okların iliklerime ilişti 

son yaz sarhoşluğumu da acımadan deldi geçti.

Sarfı nazarın nazlı semada yıldız meteoru

Sevgili, kılcal damarlarım sayende ışık seli

yandı bitti Adalı gezginliğimin son demi…

Yar, turkuaz yeşili gözlerinden uzakta yapayalnızım

yeşili boz Ada’yı dolaşıyorum ahir ömrümde

kitapsızlık dip boyu, renksizlik safi sen.

Sevgili, turkuaz yeşili gözlerin iklim sayfası resmim

akademik lalelerin layığına göçtüğü yerde

dillenen alçak gerilim ilim oldu kararan denize.

Yar, vuranga vurgunlar pik yaptı mevsimlere

ısmarlama banketler ıssız hayatıma vurdu pranga

diz boyu değme değersizlik gönül defterimde.

Sevgili, turkuaz yeşili gözlerinin acı gerçeği sürpriz

Şahmeran hayatlar kendine aciz mahpus damına süs

serinus gillerden kanaryamın şakır dilleri şah oldu çaresiz…

Yar, turkuaz yeşili gözlerini koruyan göz kapağınım

kirpiklerinin ucundan kesilen yaşa benzer erlik

kirlendi ki dünya turkuaz yeşili gözlerini ufka kilitledin.

Sevgili, dizlerimde dimağımı dize getiren sıvı kaybı

Sanırsın ki nöromatik sinir ucu hasarlıyım

loş sahnede parlayan turkuaz gözlerinin hastasıyım…

Yar, dinsel kaygısız kusursuz yaratı yaralısıyım

sempatik parasempatik yolculuğun has yalpasıyım

Derdo sarfı nazarın sonbaharıma denk geldi.

Sevgili, akıl bahçemde ıtırlı çiçekler solmasın sonsuza

Yar, uyarına uladığım dizeler turkuaz yeşili gözlerine nazar...

 

BİR GÜLÜCÜK NİRVANA ‘YEŞİM’

Yalandan olmayan ama yarım kalan, özgün ve şaşırtıcı öyküler süründürür okurunu. Aşkın güzelliği ile dönemsel sürprizler, geri çok geri dönüşler damgasını vurur içeriğe. Bazen de çok ileriye sarkar bilinç. Bu ileri geri düzeneğinde, tarihi çatışmalar, gizemli çalkantılar ve kuşak farkı atışmaları renkli ve ilginç olaylar yaratır. Betikler, betimlemeler, adetler ve çapraşık görenekler felaketleri besler. İç içe geçmiş öyküler, kıvrak ve kavlak, akıcı ve akıllı, yalız ve yalın, yalımlı üslupla atmosferi bizzat yaşatır. Gerçekçi öyküler, usçu dil taktiğiyle, usta işi kurguyla hiç yarım kalmaz. Sonu yalandan olsa da mutlaka biter…

Ege merkezli metaforda yeşeren Yeşim, farklı biçimde tamamlanabilir bu öyküde unutulmaz, unutulamaz metaforik sevgili. Eflatuni bir aşkın efsunkar kahramanı. Tüm yolları palaz paldıraz denize çıkan yazlıkçı kasabada ‘Alpunar’ın tek ortaokulunda, bir kutlu öğretmen kızı. Nesim, Alpunar’a gelik, çımkı gibi bir ‘yürük’ yetim. Yaylak kışlak hayatı, bobacığı ani ölüverince bitmiş gariban. Anacığıyla, bir bakla sofa alacıkta kala kalmışlar. Yürük işi, gücük akıl işleyişi, yayla dönüşleri geciktiğinden anca anası bastırınca mektebe yollanmış. Üstelik akranlarından iki üç yaş geç başlamış mektebe. Nesim, sınıfa utanarak girmiş ama utanmadığı Yeşim olmuş. Netcen, yeşil yalpak bakışlı ruh eşini bulmuş, içsel uyum nirvanasına tosla-mış sınıf ortası. Ve öykü başlamış…

Aşkın merkezine çöreklenen metabolizma, sanki meteor yanılması yaşatır ölümüne. Bedenleri ikiz alev yalar, kalpleri kızgın lav kuşatır. Kuru kuşkular daima kölelikten yanılsamalarla birleşir. Kulatözü ‘yürüklük’ kaybetme hissini yüreğe oturtur. Ufecik fesfeseler ve uyumsuz ruh eşi feleği hareketlendirir. Zorlama iyiye geçişte doğan aldatmacalar ve atmacalar dışındaki her şey, aşkın kutsanmışlığıdır. Başta denizi sevmek ve dalgalanma arzusu işlenmemiş elmas netliğinde eklenir faleze. Ve sahici övgülere kapılır aşıklar. Yürük illerindeki kölge arayıcıları, diyardan diyara dağılan, denizin Egeye özgü söylediği gülünç aryaları dillendirir. Derinden duyulan aşk nakaratları sapsız sapansız öylece iki arada üretilmiş, bir derede tüketilmiş, söz temsili uydurulmuş değildir. Her biri önceden belir-lenmemiş ama kalpten benimsenmiş ve özel bir yöntemle aklın karmaşasından kurtulmuş serinliktir. Sözgelimi aşkın varlığından haberli, kara düzen vurulur mızrap. Tellere özenle yaklaşılır. Aşkın kahramanının kabiliyetine göre biçimlenir binlerce yıllık özlem. Yine de en riyasız ve en doğal aşk öyküleri en baştan ta öte başa benzer yaşanır.

Yeşim’in yeşil gözleri göç şiiri yalnızlaşmasıdır. Nesim’i rahatlatan, gönül göçerten o bakışlar ‘Bir Gülücük Nirvana’ aldatmacasıdır. Yetim Nesim, aşkı nerden bilsin, yüreğinin inceden sızıya yakalandığını bilir ama. Şıpbıdak annına yazılanları kara yazgısı beller. Değil mi ki hemencek aklı şaşmış, kalbi şarşar atmıştır. Sırlı sürahi çatlamıştır. Sıvışır anacına, n’olcek çoluk çomak aklı işte…

- “Ana, ben büyüyünce, öretmenimin gızı Yeşim’le evlencem. Yeşim benim eşim olcek. Sana sarı gelin. Sen de varıp isteycen, Alla’n emriyle. Bak ne deyom, duymadım deme, hazırlıını şindiden yap. Hemen ikindiden başla zaman çabuk geçiveriyo…”

- “Biyol du bakem sen, fakır fıçısı. Bak sen, toy toşuk seni. Bizim sırça asarımız, bi gıyıdan para basarımız mı vaa ki şaddanak gidem. Dul yürük bi gadınım. Hemide daha epey vakit vaa evlenmene. Okucen ya sen okucen. Ünleme ööle gaşımda, aranıpduru belasını şu kıçıçıplak. Benden bulma belanı yürü git. Sen bıdışık gal şindicik. Fazla cırlaklama. Niydip durun okulda öle, ganere seni. Savul deli efe savul, gokma düğününde vurur davul. Zangadak duyulusa gıza da yazık, öretmene de. Mükkem ayıp. Duduk yere, nerden çıkıvedi bu evlenme, anlat bakem işin aslını, faslını.”

- “Ana, aynı sınıftayız ya biz. Ama benle oturmuyo. Bi sıra önde bi gızlan. Ama tenefüsleede hep beraberiz. Bazen oturuyoz gonuşuyoz, beşlik bozuyoz. Bazen oynuyoz. Top depikliyoz. Çok seviyoz birbirimizi. Bana ‘büyüyünce benimle evlenir misin, evlenelim mi? deyiveedi. Evet deyiveedim. Söz söz-dür ana, serden geçili sözden geçilmez.”

- “Ey gidi Yürük Ali Efe’nin dizi dibinden ayrılmayan oğul. Demek bu gız sene, gıymatı sakızlı kanfil. Firil firil karamanlık destanlarıyla büyüyen Çalıkakıcı değilmin sen? Len bizim oğlan, neyine güvenisin? De efelik eskiden. Hunu bak gari, ıraatlık ırak bana. Irazca anayım gari. Goskoca öretmen, bizim gibi bir garaltı yürüğe toy-tellal gız verii mi? Ellerin gızları mı bitti. Olmaz balım, bu iş de olmaz çalım. Çırpınma boşuna, oluru yok yalım.”

- “Güzel anam, yaz gış ocak başında ekşi mayalı somun pi-şiren anam. Oklageç erbabı anam. Çırası yağlı çam odunu du-manıyla geçimimiz anam. Yüzü ateşte gızaran gızanam, gızma yüreğine ateş düşen pepi ufulağına. Bak odayı ıtır doldurmuş. Tırlatacam gel etme, büyümsün yegâne varlımsın beni gırma. Yeşim’e ulaşmamın hiç mi mümkünü yok.” 

- “Madem öle, mıy mıy etme. Söz vedin demek, sözü yemek olmaz. Daha çok lüzger harman döve. Ayağa çarık gatmadan gaçış yürüğe yakışmaz. Vakti gelende öretmene varam varmasına ya n’edem de varam. Du bakem bi cırnak atem ınnacık, sen de bi kutlusi öretmen ol, eşiti dengi olalım bari. Şööle yüzümüz olsun gari. Gaydamız vursun. Gide isteriz o vakit gorkmadan. Sıkma canını. Oku çok oku emi, öretmen ol gel. Çık gaaşıma, çıkıverelim gaaşılarına. Alırız gızımızı golaylıkla…”

Ağırdan ağır başlayan öykü, hafiften hızlanır. Olaylar devre göre dolaylı değişir. Bazen apar topar, ana şema zıddına gelişir. Zorlukla kurulan cümleler, yumuşak tat bırakmasa da hak eder öyküyü. İnceliğin ve yaratıcılığın paldımsız konukluğunda, konar göçer Nesim n’etsin. Bidenecik anasının cin aklıyla uçar Yeşim’e. Zerre teklemez. O gün son hatta ömrünce hiç kekelemez bir daha…

       - “Okuyup öretmen olcam Yeşim. Olunca da gelip öretme-nimden seni istecem. Seninle evlenecem.”

- “Nesim, ben de senden başkasıyla evlenmeyecem. Gelmeni bekleyecem. Sıkı çalış derslerine, madem öğretmen olacan…”

Yürek acıtan öyküler, gece yarısından sonra sokağa çıkmanın yasak günlerinden kalma. Yasak kaçak kolaçan tempoyla, boş caddeler gizliden turlanır. Kulak çınlatır, yarım öyküler. Zaman mekân ayıracı altın tozları bulaştırır yüzlere. Ve hayattan kelebeksi ayrılmalarla, geç kalınmış ayılmalarla tamamlanır tarihi öyküler.

Alpunar’ın merkezi, denize açılan sokakları, sahil şeridi bugün acımasızca talan edilmiş. Yeşil alanlar, iki bin beş yüz yıl evvel, denize dahilmiş. Ege’nin bildik ziraat cenneti ovaları, henüz oluşmamış. Boğazlar henüz yarılmamış. Marmara devasa bir göl. Nice kentler su altındaymış, nicesi kocaman bir adanın kıvrımlı uçlarıymış. İç kesimlerin bile mutlaka denize kıyısı varmış. Efes, deniz şehriymiş, tıpkı Yılancı Burnu’ndaki Neopolis gibi. Deniz yüzlerce yıl içinde karadan çekilmiş. Su altında gizli dağlar, yaylalar, ovaların ortaya çıkmasıyla yerleşik yaşam kolaylaşmış. Medeniyet artmış. Yeni site şehirler kurulmuş. Aynen Alpunar gibi…

Bin yıldan beri buradaki kadim kültürün evlatları yürükler, varı yoğu zeytin toplar ve sıkar. Yağını hayvanlara yükler, patika yollardan şehir pazarlarına götürür. Patika yollar karanlık, bir yanı uçurum diğer yanı kayalık. Yağ testileri topraktan. Tatlı sert darbeyle seramik çatlar, zeytinyağı yabana akar. Fire artar, zarar çoğalır. Kayba çareler aranır. Ve keşfedilir hayvan derisinden tulumlar.

Fıstık çamı kozalaklarıyla tulumlar, deri kahverengiye dönünceye kadar zımparalanır. Tulum istenilen kıvama gelince içine zeytin yağı, et, süt, peynir doldurup pazarlara yollanır. Yollar tarihi kuşatan kurtuluş sürecine dek uzar. Düşman yolları kestiğinde, tercihler tutarlı tutarsız prangalanır. Ege'yi gören kesme taş duvarlarda, marjinal kimliksizlik tırmandırılır. Fırsattan istifade palazlanan aşırı fesatlık, aşkın fetbazlık, pik yapmış iğreti kompleksler ve fenalığın komplesi kapkara köşelere siner. Üstelik imparatoryal korku ve kaybetme telaşı özgüveni kemirir. Güven kaybıyla ayağa düşen düşler derya deniz dağılır. Yine de Ege, ‘müjganla ben ağlarız’ kıvamında ve deniz dilinde şarkılar söyler.

Cam fanusu çatlattı tarihi şarkılar, sahile vuran ışıklar. Yüzyıl önce Balkanlar’da fitillendi ateş. Vaktiyle dinlerin, dillerin, milletlerin ve kavimlerin sentezi, yüzyılların ihtişamlı imparatorluğu yorulmuştu. Din, adalet ve zenginlik timsali yaşlı imparatorluğun dört kıta coğrafyasına yayılmış topraklarını koruması, elinde tutabilmesi iyice zorlaşmıştı. Dünyaya hâkim olma heveslisi emperyalist Avrupa, petrol fışkıran topraklara çökme derdindeydi. Ama petrol yollarına Ottomanlar sahipti. Ottomanlı öncelikle Balkanlar, özellikle Kuzey Afrika, sonra Arabistan Yarımadası ve Kafkaslardan sürülmeliydi. Kocamış imparatorluk zaten gelişen dünyayı takip edemiyor, medenileşme çabası ve girişimleri sonuçsuz kalıyordu. Yani çöküş başlamış, ne çare durdurulamıyordu. Vaktiyle Kızıl Sultan epey işlerine yaramıştı. Şimdi tek hamle yeterdi...

Hasta adam Balkanlarda, Rumen, Arnavut, Makedon, Sırp, Hırvat, Bulgar ve Yunan mikro milliyetçi çetelere gereğince direnemedi. İlk kopmalar başladı. Balkanlar ateş topuna dönüştü. Ateş topu İstanbul’a İzmir’e, Ege’ye Anadolu’ya, hâkimiyet altındaki tüm topraklara, petrol deryası Arap bölgelerine yuvarlanıverdi. Alevler dört bir yana sıçradı. Ve felaketi fırsat görenler her yeri kuşattı. Kısa zamanda koca imparatorluk parçalandı, paylaşıldı.

Zümrüd-ü Anka, yüzyıl başından itibaren küllerinden doğdu. Yeni yollar açıldı, demiryolları döşendi, tarlaya traktörler girdi. Küçük büyük üretim çiftlikleri kuruldu. Ardı sıra fabrikalar açıldı. Yokluğa mapıslar maaşa bağlandı. Zeytinler irili ufaklı fabrikalara taşındı. Harcanan emek karşılığı dolgun ücretle tanışıldı. Alpunar’da da yılların geleneği siyim siyim sürdürüldü. Zeytin değirmen taşlarıyla ezildi. Kadınlar ahşap teknelerde ‘ayak yağı’ çıkardı. Yağ tasına ilaç niyetine, sıcak bazlama banıldı…

Baharın her derde deva bu ilaç günlerinde, kutlu öğretmen Alpullu’ya sürüldüğü gibi usandırılmak veya uslandırılmak maksadıyla Ege’nin bir başka diyarına atandı. Bu metazori göçü duyunca Yeşim’i kaybedeceği endişesiyle sarsıldı Nesim. Tam da öğretmen okulu sınavına girecekken müracaat gününü geçirdi. Açıkta kaldı. Anası yattı kalktı vayvara yaptı.

- “Macur torunu muhtaçlığı benimki. Evhamlaa öldürüyo aşkı. Yolunu saptırıyo sevdalıların. Ayrılıklaa yiyip bitiriyo sadelii. Farzet duyumlaa yalan, yine de mübadil tel örgü görünce sınırlı bi sahipleniş ısırı canını. Nesim sorma niye öyle, mataf matrag hikâye sanma. Ben gendi topramda, memeletsiz işgal tafrası göödüm. Şimdi al pullu gelincik tarlasında çıplak ayaklıyım. Canana papatya falları açsam da gök tavandan sarkan karayere ulaşamam bi daa. Uykumda uydurma göçlerle tellenir aklım. Sakın cigara içme emi ırıpçı. Takanı dımbıltını zapt eden, çakır yıldızın gözlenden öpem. Ben ‘Dokuz Dağın Efesi Çakırcalı’ ile Iraz ana çakıcılaandan bi yürüğe vaadım. Vaadım da valla özledim macurluğumu. Biyo bu duygulaa tuvaf ama pek güzel oluu. Bak baken, sana deyon çavurol unutma.  Unutmayasın, gün gelii gerçeklee sırtından öpee…”

Nesim’in Anacığı, yürük babası öleli beri Alpunar’a yakın bir kasabada Numune Çiftliği çalışanıydı. Orada okula yazdırıldı. Durmaksızın, delice derse verdi kendini. Nesim, iftihar listesindeydi her dönem. Bu arada öğretmeninin tayini, Ege’nin en büyük kentine çıkmıştı. Yeşim’i ardı sıra tayinlerde takip ettikçe göçerlik ruhuna karıştı, yürüklük kanına karıştı. Tayın uğruna göçerlik, ‘karlı kayın’ konarında kolay geçmez gecelerde aklına ilişti. Tekrar tekrar çekmeceli raflara doldurdu zihnini. Yalansız hilafsız yarım öyküsünü tamamlayandı, yarım ayda kızaran her öykücükle. Hava kararırken anılar içinde kıpraşır, aklı kurur, kusursuz kurguya odaklanırdı. Sevinç ünlemleriyle, ünsüz şifrelerle ifritlenir, küçük öyküler başladığı yerde biterdi. Bitime yakın narsız nursuz kurgu pas geçilir ve geniş zamana yayılırdı olaylar. Hep en başa dönerdi sanki. Kaç zaman geçer, ömrün yazı kış olurdu ama hep çocuk kalınırdı. İçindeki çocukla oyalanır, onun Alla’na kadar öğrenmesini desteklerdi. Bu sıkı süreçte, sürekli kendi kendine söz verdi…

- “Öğretmen olayım, göçtükleri yer her neresiyse bulurum öğretmenimi. İsteriz Yeşim’i. Evleniriz hemen.”

Nesim’in kişisel gelişim savaşı ön cephede sürüyordu. Cephe gerisi ise içini sızlatan veya için için ısıtan Alpunar ziyaretleriydi. Aklını hafifleten, güçlenme hissi veren, diğer sarıp sarmalamaları yetersiz kılan, yükselen gençliğe ilişkin hırçın dalgalanmalardı. Yaşadığı yerdi Alpunar. Ayrıca arkadaşlarıyla ‘Adaburun’ açıklarından denize çivileme dalınca anladı, sabırlı olma şarttı. Buzdağını eriten ipek böceği gibi ilmek ilmek örülen aşk ve cömert güzellik kuşatırdı bedenini. Bütün takım adalara azar azar azgın öyküler vurur, uyuturdu övgüleri. Yeni göçlerle öç alıyordu yazısızlık, yarınsızlık. Yazgı diyerek zenginleştikçe birileri, kavim kardeş fakirleşiyor, dostlar el oluyor, işler karışıyordu. Nesim, Kavimler Göçü’nü öğrendi. Yürük yürekli yürüdü tarihin loş koridorlarında.

Avrupa, milat sonrası sekizyüzlü yıllara dek, iki dönemde beş yüz yıl, şiddetli göçlere sahne oldu. İlki, Roma İmparatorluğu ile Hunlar’ın sınır davasıydı. Başlangıçta Volga ile Don nehirleri arasına yerleşmiş Hunlar, Batıya yöneldi. Cermen kavimleri Karadeniz düzlüklerinde Hunlara tutunamadı. Cermenler, Vizigotlar, Ostrogotlar, Anglo-Saksonlar, Franklar, Gepidler, Lombardlar, Burguntlar, Vandallar ve Slavlar çaresiz batıya göç etti. İlk göçmenler Hunlar, bunlar ve kendileri göçerken Batı'ya sürdükleri yerli kabilelerdi. İkinci göç dalgasına Türkler, Araplar, Macarlar ve Vikingler katıldı. Uzun ve aralıklı Moğol istilasının da etkisiyle artan göç Anadolu’nun, Kuzey Afrika’nın ve Avrupa'nın çehresini değiştirdi. Romalıların ‘barbar’ nitelediği bu kavimler, önlerine çıkan kavimleri de sürerek İspanya’ya dek ilerlediler. Kavimler Göçü, Avrupa devletlerinin temellerinin atıldığı tarihsel gerçekliktir. İşte o günlerden bugüne göçler ve yas şarkıları bilinçleri kör etti. Gönüllere kin ve nefret ekti. Doruklara uzanan uçuk notalar, ufukta yerle göğü birleştirdi. Apaçık akla sarkan sakıncalı manifestolara aldırmadan, derin dinginlik yaşadı ve yaşattı Ege. Erken yaşlananlara veya genç kalanlara usulca şarkılar söyledi. Egece şarkılar. Keşke ben de duyabilseydim pişmancalığı pekiştiren, uzun menzilli deniz şarkıları. Ege şarkıları söylüyordu Ege, hiç durmadan...

Yürük Nesim, bir çift yeşil göze müjganı yakıştıran, yolu mavi karanlıkla buluşturan nağmelerle, Yeşim’i çağrıştıran şarkılarla yürüdü. Yürüdü yürüdü ve Ortaokulu bitirdi. Leyli öğretmen okulu sınavlarına girdi. Adıyla şanıyla, Adabilen Öğretmen Okulu’nu kazandı. Şehrin en tepesinde, ‘bu tepede yaşanmaz, yaşansa da zor bela yaşanır’ denilen okula girdi. Asla şikâyet etmedi Nesim. Ayrıca hiç de öyle olmadığını gördü. Öğretmenleri çok sevecendi. Anne baba gibi sahip çıkıyorlardı öğrencilere. Her biri tıpkı Yeşim’in babası gibiydi. Tek ereği öğretmen olmaktı. Yeşim’e anca bu sayede kavuşabilir ve sözünü tutabilirdi. Adreslerini bulur bulmaz, ucu yanık bir mektup salladı Adabilen’den;

- “Yeşim taşım, baştacım, Adabilen’i Öğretmen babam bilir, yatılı kazandım. Yatçem, kalkçem, okucem. Hep seni düşüncem. Unutmicem. Dört yıl kaldı öğretmenliğe. Sen de oku, sakın durma. Okumazsan eyer Öğretmen babam seni başkasına verir…”

Geçmiş zamandan beri seyri seferden yorgun düşen ağır yolcular, inceden gölgelere uzanır. Ağrılı başlar zahmetsiz yaslanır pamuk göğüslere. Upuzun sayılan hayat, afili cümleler ardına koyulan iki nokta arasıdır. Üç nokta ise umsan da ummasan da eşi benzeri, ucu bucağı yok ummanda usulca kaybolmaktır. Çünkü bir saatten sonra külahının altına sinmek asla çare olmaz.

Yürük Nesim, Çepni boyundan yazar daha iki yaşındayken kepi külahı fırlattı. Öğretmen Okulu’nu bitirdi. Öğretmendi artık. İlk ataması Güneydoğu’da bir köye yapıldı. Orada neyle karşılaşacağını bilmediğinden Yeşim’e kıyamadı. Çıkmadı öğretmeninin karşısına. Adreslerini bulmuştu ama anacığını yabana atmadı…

- “Öretmen efe, ilk sözünü duttun. Şindi elin eşgare ekmek dutsun. İkinci söze mahcup kalmayalım. Varalım öretmen beye, büle de büle diyelim. Ezilcemiz takı tümbek goymasın gaaşımıza.”

- “Doğru dersin Anacım, bir iki yıl daha dişimi sıkarım. Olduğunca maddi birikim yaparım. Çok para pul lazım olcak bize…”

Nesim böyle dedi ve acil göçtü. Zorlu mesaisi başladı. Yalancı baharlar geçti, gitti, bitti. Nesim’in çıplak gözle gördüğü, emperyallerin hakediş ve hallediş sırasında aç kurtlar gibi bek-lediğiydi. Doğrular söylenmiyor, söylense de doğru yerde söy-lenmiyordu. Yemin gerektirmeyen yalanlarla doğruluktan şaşı-lıyordu. Yersiz yurtsuz kafalar, yalana dolanınca karışıyordu en bilinen meseleler. Üstüne üstlük ileri demokrasi havariliği, suları bulandıran söylemlerle birleşince, eldekinden avuçtakinden oluyordu sahil boyları. Bunca kaotik ortamda Yeşim’i kaybetmekten korktu. Kurulacak yeni hayat şairaneydi ama gelecek şaibelere gebeydi. Vahşi doğaya direnmenin, engellere ve zorluklara göğüs germenin, kazandırdığı akıl ritmiyle hayal kurdu her gün… 

- “Ege’ye atanırsam ki atanırım, tayinim başka bölgeye çıksa da Yeşim’i öğretmenimden isteteceğim. Yazık bize. Gerçi Yeşim sözünü yemez ama Öğretmenimin dediğini de ikiletmez. Sakın ha.”

Düğüm sona yakın bir bir çözülür. Acımtırak gülüşler dolar beyine. Vakitsiz diriliş yaşar kumsallar. Kumdan kaleler iki görüş arasında yıkılır. Görünüşte ‘ölmeye yatmak’ vakti gelir, çatar. Kapaklanılan cennet, cehennemde aşka hasretlik, bir damla suyla boğulmak gibidir. Renkleri çalınmış tabloda, yeminli güneş kızartısı silikleşir. Anılardaki belli belirsiz okşamalar, sıcacık kucakta üşür. Donuk renkler evindeki, kırık bacakla sahne becerisi, değme virtüözleri kıskandırır. Yeniyetme mükemmelliği ufukta biter ve parçalanmış yürek çöplüğünden güpgüzel mabede, çekmecelerdeki mavi mürekkep donatılı koleksiyonlardan aşk suskunluğuna uzar mevsim. Bir mayıs havası, aşıkları gözünden öper. Mavi lacivert deniz dillerden düşmez. Gecikmiş düğünlerde sazlardaki yas, sokaklara taşan yüzlere naz olur. Haza çok özlemişim meğer denir ve sicim gibi akar göz yaşı.

İçten içe veryansın eder vesvese. Her gün ‘yoksa yoksa’ endişesiyle zar zor geçen iki yıl peşine Ege’de denizden içeri bir kasabaya atandı Nesim. Elinde avucunda öğretmenine mahcup olmayacak akça birikmişti. Düğün derneğe rahat yeterdi. Yeşim ile parça pürçük idare ederlerdi sonra. Nefes nefese vardı Alpunar’a. Alyazmalı anasına yükü tuttum diyecek, öğretmenine gönderecekti…

- “Alın yazısı çetrefilli anacım, pek yakına atandım. Kasaba ortaokulu. Paralandım birazcık. Bize koca şehir yolu göründü gari. Punduna geldik, ‘Aldık Aydın gızını, çekcez gari nazını’ diyelim. Azırlımızı yapalım ivecenlikle, ‘Değmen gamlı yaslı gönlüme’ hadi. Hayatla dalaşma, benlikle hırlaşma vakti geçti.”

- “Beri bakıve öksüz öretmen efe olum, yakında ocaama düşeceni bildiimden, öretmennen gızını sorem bakem dedim. Töbosun örenince yavan galdım. Yaban başımdan gaynaa sulaa döküldü. Saksak saksaanla habee uçumamış sana yalım. Zolan dolan bilmem gari sölecem, öretmen gızını evlendirivemiş…”

- “Esdirekli yürükler an gelir akıllanır, sora düşünüp duru da belini dorultamazmış anacım. Cennet ve cehennem çukuruna saklı değme hayatlardan bize de bu dert düştü demek. Gönenmek haram bize gari. Kalp sessizleşince başka dilekler tutulur anacım. Dile ki senle ben gacveren buralaadan…”

Tarih en fişçek zamanlarda yemkirir, ağıtlar çemkirir ve çınlar eşsiz mağaralar. Mabetlerde yarım aşklar kutsanır. Dahası dört yüz elli basamakla inilen antik çukurda bekler, tanrıçalar. Hayatın yüzüne gözüne dokunmak orada gerçekleşir. Arsızlar çukurunda, anadan üryan seyirlikler baş döndürür. Zeus’un yarı tanrı kızları kumrularla dans eder. İç bayıltır armoni. Mozaikten keklikler çatlar. Dansa katılmayan al başlıklı melikler ve melikeler, zevk punarından gagasını doldurup uçanları izler. Diz dizeliği arzularken, dize gelmek ve yarı tanrı mabedinde gaflara heveslenmek mıkırdak mirasyedi harcıdır. Darbeyi alınca Kırklar konağında hayıflanmak da pek işe ya-ramaz. Epeyce geç kalınmışlığın yaman paylaşımından kaçınmak, nasip artırmaz. Salt saksak okuntusu kabullenilir.

Günlerce gatiyen kendine gelemedi, gabaat şoklamasıyla dağılan Nesim. Artık yoktu Yeşim. Doğup büyünen, uğruna ölürüm denilen cincoflu şehir mezar olmuştu herifliğine. Sığamadı içine. Gayrı ganimet bolluğundan kaçış, başı çınarlı yasemin kokulu lalezar kodeste lal olmaktır. Hassas terazi kaç zaman bekletir muammadır. Asla bilinmez göğüste taşınan en değerli taşın, artık taşikardi madeni olduğu. Hal buralara varınca başka maraza çıkaramadı mazlum koflak. Minik adımlarla iki ileri bir geri seyirtti mehteran takımı gibi. Değerli taşların sırrına ermek, taşların sultanı Yeşim’e varmak varken yollar yarıldı. Yeşim, imperyal maya. Maya ve Maori kültürlerinin kutsalı. Saf yeşili gönülleri yakar. Sıra dışı sağlamlığı ve dayanıklı hali kül eder insanlığı. Demek dayanamadı. Derler ki ‘Altın çok değerlidir, Yeşime ise değer biçilmez.’ Paha biçilmez zenginliğe doyamayanlar tıpkı Nesim gibi ömrünce yeşim taşına taparlar. Beri bak Yeşim taşı ‘Bak yeşil yeşil…’

Bak gör yıllar yılları kovaladı, Nesim Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde öğretim görevlisi oldu. Doktor oldu, Doç oldu. Başka fakültelere kürsüler kurdu. Okudu, okuttu ve yazdı. Bir ‘Doç kamyon’ sırtında baş kabak kıç cascavlak geldiği ‘Adıbilen Öğretmen Okulu’nda başlamıştı yazmaya. Hiç bırakmadı, kızıl canlı çalışmaları. Esin kaynağı, asla unutamadığı yeşile çalar buğulu gözlerdi. Gözü kararana dek gazetelere, dergilere yazdı, kitaplar yayımladı. Son kitabı ‘Nirvananın Gölgesinde Karmapolitan’a son şeklini vermek için bir süreliğine, Yeşim’i kendine sunan Alpunar’a geldi. Zaruri ihtiyaçlarını temin etme dışında kapandı bakla sofasına. Artık anacığı olmayan evine. Anacığı da acıdan pay çıkarmıştı kendince. Onca konfora rağmen, eli sıcak sudan soğuk suya girmezken, Ye-şim’den sonrası içine sinmemişti pek. Kasaba şehir gezerek, Nesim’e hayır dua ederek yaşadığınca yaşadı. Bir guşluk vakti, ‘gırdı belini gahır bulutunun ve guutuldu.’ Nazik ve yumuşak sonsuzluğa uçtu. Nesim’i yapayalnız koydu. Nesim, ana ocağında yatıyor kalkıyor yazıyordu. Kara yazgısına inat bir lokma bir hırka engine dalıyordu. Beş ev, üç arsa ötesi minare, cızırtılı bir duyuru yaydı. Sonuna dek huşu içinde dinledi. Öğretmeniydi. Vefat etmişti Yeşim’in babası. Ağzında pabuç kadar laf birikti ‘Ansan ayıp, yutsan böyük’ nefesi kesildi; Cenaze merasimi ikindi vakti…

Dünya koca deniz, öbür dünya deniz kıyısı. Sahilde gezip dolaşanlar bir garip yolcu. Işkın misali savrulur ölüm. Aşktan yüce aşkın huzurdan dışarı hali; çok sömürü, fazla yağma, yoğun talan barındırır. Dünya mesaisi bitenler, çağrışım sözcükleriyle kurulan cümleleri hesapsız kitapsız yutar. Kitabın ortasından sarf edilenler, aşıkların yüreğini sızlatır. Aşksız hayata doysan ne yazar, yeryüzü yükü paraya gözün tok olsa ne çıkar. Açlıktan yürük çocuğu dağa firar eder, garip çocuğu askere gider. Cüzdanı sağlam olan yırtar. Yurtluk sorun kürsü işgallerine kadar uzar. Yanlışlara şerh koyulur, şikâyet algılanır. Böyle algılandıkça ve uluorta dillendirilince yaşamak zehir olur, ölümler bal. Bir ölüm haberiyle doğdu Nesim…

On yılların aşk yarası bu, dışı möhre içi kangren. İyileşmez. Öğretmeni ve Yeşim canlandı gözlerinde. Nerdeyse aradan geçen kırk yıl. Hafızasında kalan, genç kızlığın ilk evresindeki Yeşim. Öğretmen sıfır. Tanıyabilecek miydi acaba? Yazmayı bıraktı. Soğumuş filtre kahvesini dibine dek yudumladı. Cenaze törenlerine katılma ritüeline başlayabilirdi. İkindiye daha vardı ama yıllar geçtikçe daha yavaş hazırlanıyordu. Hemen kalktı traş oldu, yüzü kaymaklandı, banyo aldı vücudu paklandı. Ütülü esvap giydi kisvesi havalandı. İnadına sağ ayağını dışarı atmayarak kapıdan çıktı. Camii avlusunda yankılandı yanık bir ses, döndü…

- “Nesim…”

- “Yeşim?”

Yeşim, yeşili pürsak gözleri çakmak çakmak, uçarcasına gelip Nesim’in boynuna sarıldı. Öğretmenliği cevher işleme sanatı sayan Gevher öğretmenin dediği gibi ‘gözlerinden tanıdı’ Yeşim’i. Boyu posu, saçı başı epey değişmiş, endamı aynı sıcaklıkta kalmıştı. Bir şeyler söylemeye çabaladı, boğulacak oldu. Dili dimağı çöl, dört bir yanı hidrosfer. Koca gezegen, Ege, Alpunar altı ve üstü birleşik su kütlesi. Dört milyar yıllık dünya hidrosferi aşkla aktı içine. Su, derya deniz yayıldı karalara. Okyanuslar yeniden düzenledi kıtaları. İç kayması gerçekleşti dağlarda. Su gibi duruydu Yeşim. Diğer su kütlesi, dünyadan on iki milyar ışık yılı uzakta. Dünyanın yüz kırk trilyon katında. Buharlı kuasar, tam ortası çevresindekileri yutan bir büyük kara delik. Yeşim su gibi sardı Nesim’i. Doldu kabına. Bir anda dünyası yıkılıyor sandı. Kime niye bilmeden Yeşim’le beraber o da sessizce ağlıyordu. Kendi haline çağlıyordu gözleri. Sonsuza göçmeden bir anlık da olsa Yeşim’e kavuşturan ölüme hayretle susuyordu. Susuyordu çünkü on yıllardan sonra şiveli kekeliyor, salt kehribar kokulu Yeşim’i dinliyordu…

- “Nesim, sen Öğretmen Okulu’ndayken enformasyonum iyiydi. Tanışlardan haberini alıyordum. Güneydoğu’ya gidince ilişkimiz hepten kesildi. Bittim. Öylece kaldım. Çaresizdim. Babama da bir şey diyemedim. Fakülte bitmeden ‘babamın sevdiği biriyle’ evlendim. Okulum, kızım oldu. Adı Resim. Eşim epey erken öldü. Sen evlendin mi Nesim, Çocuk?”

- “…”

- “Yok demek, çocuğun mu yok, eşin mi? Anlayamadım.”

- “Evv-lenme-dim ben Yeşim. Evlendi-iini ören-dim ama yine-dee sen-den başkası-yyla evlene-medim…”

- “Demek öyle canım benim. Eşim erken vefat edince, erken emekli oldum. Yakınlarına yerleştim, hani babamlarla yaşamaya başladım desem yanlış olmaz. Kızıma da baba oldu Öğretmen. Alpunar’da bildiğim köylülerine hep seni sordum. Hakkında ayrıntılı bilgi edinemedim hiç. Haklılar, kızgınlar. Ketum davrandılar. Üniversite hocası olduğunu, yazarlığa başladığını öğrendim. Kitaplarını görüp aldım. Okudukça içim pır pır etti durmadan. Kitaplarında daima bizi aradım, bulamadım. Sözümü yuttum diye karşına da çıkamadım. Bak sözünü tutmuşsun. Babam evlen demeseydi…”

- “Baa-ban baba-mm, ta-mam anla-dım ben. Ol-sun var-sın, giden gitti. Şim-di öğret-men-im bizi görü-yordur. Nap-sın o ayır-dı yine o buu-luşturr-du bizi. Mutludur or-da mutlaka…”

Taziyeleri yan yana kabul ettiler. Tekrar tekrar birbirlerine sarıldılar. Had safhaya yayıldı vuslat. Robot gibi öğrenilen, en incelikli ayrıntılar sıkmadı. Yeşim, definden hemen sonra kabrin başında Nesim’in omzuna omzuna sarsıldı. Birbirinden ayrılmak istemeyenlerin iç heyecanıyla içlendiler. Resim, onları resmetti aklının bir köşesine, hücrelerine nakşetti. Nesim teklemiyordu artık…

Aşk çölünü çalkalayan şiirsel devrim, aç bırakır fikirleri. Açlık sahrada vaha misali. Burada ‘aşam bazarı’ karmaşası. Aşkı yarıda kesilenler iyi bilir Büyük Sahra’yı. Dokuz milyon kilometre karelik sıcak çölü. Antarktika ve Arktika'nın peşinden üçüncü çöl. Kara Afrika’nın üçte biri. Atlas Okyanusu'na dek uzandıkça kurak manzara kıyı ovalarına dönüşür. Kurak tropikal savan iklimi düşman savar. Eksen sapar, sahra musonu yön değiştirir. Çöle veya savan çayırlarına dönüşümlü kurulan barut kokulu saraylarda, yüksek tavanlı boş odalarda yalnız geceler aşıklar. Aşk büyür, meşk üşür. Sessiz süzülüşlü ürpertiler dolaşır damarları. Aşk dünyası mumyalanmış tuzaklarla donanır. Resim, bunları resmeder tuvaline…

Yeşim ve Nesim on yıllar sonra birbirlerini bulmuşlardı. Hem de bir ölümle ve yeni doğan bebekliğinde. Uydudan, en uyarıcı saatlerde, güneşin denizin derinliğine parlak tırnaklarını sapladığı anlarda konuştular. Yüreğe kök salmış anılardan, ılıman meltemlerle salınan titrek yakamozlara dek konuştular saatlerce. Asla denize nankörlük etmeden, en komplike senfonik orkestrayla şarkı söyleyen Ege’ye takıldılar. Değişik fonlarda. Duymayı ve doymayı bilenlere özgü. Kâinatın sırlarını, kanaatin sınırlarını zorlayan özgünlükte. En bilindik, en sihirli, en duru, su gibi mavi en berrak şarkıların eşliğinde. Müjganı tanımayan, duyusal ve görsel körlerin tek kuple duyamayacağı tonda. Bu arada Resim, sınırsız özgürlüğün akla dokunan ve eyleme dökülen alemci notalarını netleştirdi. Müzikal ahenkle şarkıya şarkı ekleyen Ege, asla ulak ve kurye aramadan sırça fanusundan çıkamayanlara cesaret sundu. Deniz mavisinden mavi atlasa uzanan enstrümantal dengeli icra edildi. Eski aşıklar, buzdan kalpleri eritecek şarkılar söyledi mutlanan Deniz ile birlikte. Şarkılar susmadı. Kalp gözüyle görenlerin farkına varabileceği normda…

Bazen Nesim, bazen Yeşim fırsat yaratarak, fırsatı ganimet sayarak cepten görüştüler, halleştiler. Aşıklar denizlerin ortak hafızasına yer etti ve aşk tüm çıplaklığıyla yaşanmalı üslubuyla kaynaştılar. Yıllardır söyleyemediklerini cepten çıkarıp, cepten gönderdiler. Akla düşeni anlatmaya, öğrenileni paylaşmaya yarıştılar. Ta ki Yeşim’in annesi meme kanserine yakalanıp vefat edinceye dek. Alpunar’da son görev için tekrar buluştular. Bu valideye son görev buluşması, yılların ayrılığını sonlandırdı. Başlangıç oldu. Kim ne der ne demez ne etem ne matem aldırmadan, ölümsüzlüğe yarımay vuran bir akşamüstü, aşk orucuna son verdiler. Alpunar’da bir bakla sofa, safa ile birbirlerinin oldular. Önce şakacıktan da olsa güneş battı yarımadaya. Kirlenmeyen yarım öykülerin insanları, kuş misali. Yerlerine yıldızlar doğdu. Hepsi sırf ikisini kucakladı...

Sevgiyle kucaklanan ten ve tine mıhlanan sol anahtarının nota aralıkları, hayata derman, hafızaya ferman yazar. Beste Ege güfte Egece. Yüksek enerji ve tükenmez nefesle, milyonlarca yıllık kurgunun kucağına sığındı Yeşim ile Nesim. En çetin coğrafyada çetin ceviz isyanla, mevcut düzene ve düzensizliğe karşı duruştu sarılışları. Magmadan fezaya, deniz dibinden arşa yansıyan varoluştu eylemleri. Dokunulan her nota bir başka vurgundu. Dip vurgunu. Pikine dipine inat, antik disiplinle doğal doku ihanetçilerine dokunan söylenceyi gerçek kıldılar. Zihinlerini uyaran sinyalle, mücadele bezeli bilgesel ve belgesel bir yolculuktu çıktıkları. Duyanlara böyle de sevişmek mi olurmuş dedirten. Her aşk dokunuşu evrene işaret fişeğiydi. Yeşim ve Nesim yıkılan birlik, bozulan dirlik ve altı oyulan aşk umudunu haykırdılar şarkılara. Elbette Yeşim’in alına yeşiline, Nesim’in nefsine nefesine özgü. Resim, ne yazık ki olanları resmedemedi tarihe…

Sakız damlalı mağarada, iki kişi sessiz tarihi filmi üç boyutlu izleyince geç de olsa akıllanılır. Öylece beklenen Son, beklenmedik anda gerçekleşir beyne Dong eder. Millî park sınırlarındaki dev mağara ikilinin gençliğine evcilik oynama evi olur. Hani büyüklüğü ve yüksekliğini lazer ölçme cihazları bile ölçemez ya kilometrelerce bir evcik. Öyle bir ev ki balta girmemiş ormanın hemen kıyısında, gürültüyü ve rüzgâr uğultusunu sönümleyen bir mavi derinlik. Eskilerin yenilerin, yerlilerin yürüklerin, ding gari girmeye cesaret edemediği türden bir büyük mağara…

- “Nesim, uzun yıllardan sonra dam boyu derinlikte, yolları, tünelleri, piramitleri ve bambaşka binaları olan büyük bir şehir keşfettirdin bana. Bir batık şehirde uyandım. Taş piramitlerin, camdan yapılmış piramitlerin, sfenkslerin, heykellerin, birçok monolitik yapıların olduğu bir şehre aktım. Aklıma yer eden görüntüleri Resim’e aktaracağım. Kayalara oyulmuş binaların duvarlarına kazınmış yazıtlarda, taşlardaki kabartmalarda yazacağın son kitabın izlerine dokundum. İşlik evinde yan yana dizili çerçevelerin her birinde tam olmamış aşkların ismi yazıyordu. Dert ziyafetine davet bitince, kıyı köşe zevke bulandım. Şevk ziyafetini, şehvet zarafetini bir tek sen de gördüm…”

- “Yeşim, eninde sonunda kavuşacaktık. Zerre şüphe duymadım. Duyardım ölüm çiçeği dibine ölüm bırakırmış ama asla korkmadım. Ölmeden önce bir gün mutlaka dedim, ziftlenmedim. Köklerimde arandım ciddiyetle. Yaralı yüreğe kök salmışlıktan başkaca bir şey değildi ki aşk. Aşkın ummanı, umuda dalgalanan deniz. Yeraltı dereleri erezyonu yüzünden, çökük tavanlı evlerde yaşamaya geçilince anlaşıldı zaten aşk. Kim tanrı, kim tanrıça. Tanrıçamdın, her iç kabarmasına nazar ayeti kabartmalar sarkıttım. Gün olur okursun diye. Suya yazmadım ama hepsi suya gömüldüler…”

- “Ben Yeşim, bir içim su, bir yudum yurdum perisi. Sanki on dört bin yıl evvel suya batan efsanevi ‘Mu’ kıtasındanım. Muradına eremeyen, Antik Mısır ve Mezoamerikalıların ilk atalarının soyundan. Soyundukça iddialardan gördüm, Mu’lar Türklerin de atası. Pek inanmasam da Pasifik’te popülarize edilmiş bu kavram, bu dramatik kuram, kendimi iyi hissettiriyor bana. Bilirim, Lemurya'yı da Mu kıtasını da. Fiziksel açıdan olmuş olmaları mümkün değil, topu iddia. Bilimsellik ötesi. Eski yeni kıtada çam ormanlarına, sarp koylara saldırmış çam yarmalarının dillerinde on binlerce yıldır ayni dırdır. Traverten kayalıklar barındıran kayıp kıtalar. Kayıp kıta kompleksi işte. Bir gün bu kayıp kıtadan bir su Tanrısı gelecek, kayıp Tanrıça-sını bulacak diye severim. Geldin ya…”

- “Yeşim. Işılyalap ‘bir içim su’ perim. Yakışır sana bir Platon öyküsü. Bir ülke var; ‘Herkül Sütunları'nın ötesinde, adı Atlantis. Tarihsel hesap biraz karışık, kanun koyucu-şair Solon'dan dokuz bin yıl önce. Dokuz bine milat öncesinden beş yüz ekle, milat sonrası artı iki bin yedi, işte o kadar yıl evvel doğdu Deniz. Toplam tarihe kat on sekiz yıl daha başlar hikâye. Atina fethedilemeyince bir gecede okyanusa batan uygarlık, Atlantis. Güç zehirlenmesi yüzünden, tanrılar ve tan-rıçalar tarafından cezalandırılan ve denize batırılan şehir. Platon diyaloglarındaki alegorik vurgu, suya gömülü simge. Karışık politik teorileri kolaylaştırmak için yaratılmış, kayıp efsane. Atlantis öyküsünün ne kadarı gerçek ne kadarı derleme kim tartışabilir ki. Ya bir yanardağ patlamasıyla veya on yıl süren Truva Savaşı'yla sulara gömüldüyse. Ya da Atlantis, Mu kıtasının bir kolonisi ise. İddia çok. Yani Sümer yazıtlarına giren Noh Tufanı ve bu efsane uygarlıklar dinlerin kökenine iner ve hakkından gelir. Tibet'te bir manastırda on beş bin yıl önce yazılmış belgelere dayandırılan tufanlar ile bentik bölgede kaybedilenler ‘Bir Gülücük Nirvana’ ya da girer. Yeşim sen de okursun…”

- “Yaa demek bizi de yazacaksın, öyle mi? Nasıl, bak merak ettim şimdi. Serin gel huzuruma, derin gel. Anlat…”

- “Sana kavuşmadan veya ebediyen kaybetmeden yazmak istemedim. Yarım kalsın istemedim öykümüz. Satır aralarında Ege efsanelerini de dillendirdiğim ‘Nirvananın Gölgesinde Karmapolitan’ adlı bir kitap dosyam var. Bugüne ve düne özgü canlı gerçek öykülerle bezeli. Öğretmen babamın vefatına kadar hesapta yoktun. Ama kavuştuk Yeşim, şimdi düşünüyorum…”

- “Vay Nesim vay. Buz tutmuş gönlümde, Olimpos tanrıları ve tanrıçalarından ateşi çalan Prometheus’umsun sen. Prom, buzulları methet gitsin. Okyanuslardan sonra dünyanın ikinci büyük su kütlesi ve en büyük tatlı su deposu buzulları. Yeraltı ve yerüstü tatlı suların neredeyse tamamı. Ateşine yandığım, istemek, arzulamak, meyillenmek üzerine kurulu kusursuz saltanat buzullar. Yıllar yılı aşkı susamak ne demek, aşkımızı suya sele kat. Kamp ateşini yak. Aysberkler erisin, bankizler kalsın…”

- “Âşık olunur elbet huya suya Krassula’m. Ecem, kraliçem, zulam. Antik kuyudan çekilen bir kova suda parlar, rengârenk balıklar. Başlı başına hayat, içi dışına çekilen kuyular. Denizler hem yüz hem yıkan, şerbet tadında. Doyasıya değil azıcık iç kıvamında. Aşkla varılır huzura ve karpuz çatlatan billur içilir doyasıya. Bilgilenmektir işin özü bugünden yarına…”

- “Sevgili Nesim, nesin sen? Aklımı yoran olaysan eğer kat bizi de ‘Nirvana Üçlemesi’ne. Kitaba girenleri çoğalt. Ölüm şerbetini içmeden, içine içine ağlamaları kayan yıldızlara boşalt. Bir gün gülücüklerle uğra mezar taşıma. Basılmışından ‘oku, oku, oku’ bizi. Ben okursam zorlanırım ama sen okursan gayet iyi anlarım.”

- “Alla’sen sus Yeşim. Bal çanağı ağzından zehir akmasın. Yel alsın, sel götürsün. Yeşim gözlerin göç göçerten, bakışların ‘Bir Gülücük Nirvana’ aldatmacası zaten Toroslarda dumanın tütsün. Kem sözlerle yaralama şu yürük yetimi…”

- “Demek böyle başlayacak, daha netleştirmediğin belli ama düşüncede hazırın vardır senin. Varsa okusana biraz…”

- “Öyle bir Deniz ki Ege, Yeşim taşım sensizliği alır benden seni verir. Suretimi yakar. Su da yanar. Bensizliği alır tuzla yunar. Su da ağlar. Sonu açık yarım aşkların, altı cehennem üstü cennettir. Yarı sıcak yarı soğuktur, üzeri alev dibi buz saçağıdır. Dorukları buz kütlesi, karadutlu dondurmadır. Donuk buz gönülleri yarım aşklar tutuşturur. Bir günlük nirvana erişimidir, er veya dişi kıvamında esnek kıvranışların özü. Bir sevecen gülücükle, iki evecen yeşil gözle başlar öykü. Brandalı kamelyada gerisi tasarlanır…”

- “Bravo Nesim, öykü başladı. Girdi yola. Bizi de yaz gönlünce. Serbestsin. Ben yazmaktan pek anlamam, iyi okurum ama. İyi de dinlerim. Benim akademik kariyerim de bu n’aparsın. Katkım kadar varım. Devam et durma, beynim şoklandı valla.”

- “Okuyorum bak… Yeşim, ‘Kürk mantolu’ ölümcül cereyana çarpılmışçasına sessiz bedenim. Öpüver zevkten titreyen sensiz avurtlarımı. Aklına son geleni bırak avuçlarıma. Zevkten titreyen nefesin, hayat çizgimi arşınlasın. Bak ruhumdan uzaklaştıramadığım sıcak rüzgarlar bilgiç bilgiç esiyor. Aşkına esirliğim, uzaklardan kopup gelen sevgiyi harmanlıyor. Yapışmak var ya şimdi uzuvlarıma uladığın umuda. Olmuyor. İpek yumuşağı kayıyorsun avuçlarımdan. Doygun soluğun üstümde dolaşan vardiyalı emekçi. Bir türlü kovalayamadığımsın, uykulu ve yorgun. Mesai saati dışında aklıma çakılan kadeh kadeh sensin. Silme dibe çöküyorum. Yakut taşlı koca aşklar bocaladı, kocadı ve gitti. Yeşim bakışlım, ‘Ben gamlı hazan, sen ise bahar’ her dem taze baharsın. Zorlama aşklardan bunaldığımda, her türlü ayrılmaları yaşadığımda, loş localarda sırf seni özlediğimi anladım. Düşlerdeki titrek soluğun, aynılık hüznü yaşattıkça sıcak rüzgarlara, zevkten eridim.  Dirildim avuçlarında. Yıllarca döşeğimde yeşeriverdi kırık dalgalı anılar. Bir kurnaz çıplaklık vardı boy aynasının ön yüzünde. Şimdi kadife yumuşaklığında yakıyorsun avuçlarımı. Lavanta kokan tenin tenime basılı. Bastırılamaz duygular duayenimsin, ‘Olmaz meleğim, böyle bir aşk, bende vakit geç…’ Evet geciktim altın tozuna yatırılmış aşklara, artık pul pul hazineler, zevk rüzgarına kapılmalar olmaz. Yerden göğe bambaşka dünyalar var, öte dünya olmaz…”

- “Neden olmasın, pekâlâ olur. Nesim bak, sıcak sıcak, azar azar azaldın sen aşka. On yıllarca. Sevmeden, sevilmeler denkledin büyük yalnızlığına. Şimdi bana ve sana, çoğalma vaktidir. Benimle çoğal, yıllanmış aşkınla. Yüzüme dön yüzünü korkma, öp üst dudağımdan, yüzümde biriken hazzı iç yüz binlerce doyasıya…”

- “Yeşim, gece yarısı hikayesi olacak bu sanki. İçimden geçenler, bütün bir ömür durduramadığım duygusal resmi geçit. Hızla kendimden geçip hemen yarın gelsem, hayat hikayem koltuğumda desem, hayatına katar mısın anlatılarımı. Şehrazat sensin ama Şehriyar’ını bütün gece, gecelerce dinler misin? Dudağında gök kırmızısı serinliğiyle ‘bir gülücük nirvana’ hikayemi sek susuz içer misin? Benle sabahın köründe, öykülere ışıldamayı ister misin?”

- “İsterim elbet bak şöyle yapalım Nesim. Yap yani. Sen yaz hikayeni. Gerisi bende. Hani otobiyografik kitaplar vardır ya, ortasında veya sonunda aile veya silsile fotoğrafları koyulur bu onlar gibi olsun. Kitabını tamamladığında, tam ‘Bir gülücük Nirvana’ öykünün başına veya sonuna fotoğraflar değil de resimler koy. Kızım Resim, biliyorsun ki ressam. Sen yaz o resimlesin. Antik atmosferli çeşitlemelerin özü aşkımız olsun ve sonu mutlu bitsin. Resimlerde kavuşalım yani. Ege’nin tarihi kalıntılarında veya antik eserlerle yan yana gençlik resimlerimizi çizsin Resim. Öyle fotoğrafların varsa cepten gönder. Bizi de yan yana resimlesin. Resim, siyah beyaz, renkli renksiz poz poz çizsin. Ben o çizdikçe sana dönerim. Beğendiğini koyarsın bi düşün bakalım, yazın gülüm…”

- “Yeşim, düşünmek ne alem. Sen olur deyiver olsun. Zaten Nesim dediğin, çelimsiz kızancık. Neslişah’ım, aslım neslim Yeşim’im, bu toyboyu efelendiren yerli yerine çivileyen büyük aşkım. Sensin, varım variyetim. Kollarında kıyamadığı hikayeleri ve aklındakilerden gayrı sermayesi olmayan çulsuza cansın. Şimdi düş çalan akşam sağanağında, meşru olsun olmasın bu yürük yetime varır mısın? Öykünün geçtiği yere. Seyri zor, eksik yaşanmış aşkın şehrine. Gelirsen gözlerinin sahici yeşilinden öpmek isterim…”

- “Nesim ben de gelirim, sen de gelirsin. Kime ne, hayat bize. Kalan ömrümüz artık ne kadarsa yalnızca bizim. İkimiz de alacaklıyız hayattan. Unutma yazın Adaburun’dayım. Öğretmen babanın yazlığında. Tatil günlerini ayarla, kalırız yaz boyu beraber. Resim, arada bir uğruyor zaten can yoldaşı oluruz birbirimize. Burada yerel ve ulusal iki kitap fuarı yapılıyor. Bir ay bu imza günlerine katılırsın. Sen bana ben sana katılırız gari. Ömrümce ‘atem tutem ben seni gendime gatem ben seni’ diye avundum. Unutma daha Alpunar’da bıraktığımız gözleri yaşlı çocukluğumuz var. Yaslı gençliğimiz var, şenlikli orta yaşlılığımız var. Daha onlar yaşanacak. Ve dahi sahili, sokakları, dağları, tepeleri, kuytuları gezeceğiz kol kola. Akırbaları, akbabaları tınmadan pusatsız, çil çılbak denize gireceğiz saklı koylarda. Hadi saklanma gari çık ortaya…”

Göynüklerin yüreğine garankı vurduğundan, yarına hasretlik gocuman olur. Ama akideşini bulunca akranlar, hayat dolar ciğere. Yarenler, dik uçlarda denk burçlarda, pik burçlarda dip çukurlarda hususi soluklanır. Hiçbir şeyin eskisi gibi kalmadığını bilerek ölüm gününe dek, hayata dair ne varsa yaşarlar. Mutluluk istiflenir. Tek gaye tarihe not düşmektir. Mesele düşle gerçeği öpüştürmek, ılım ışık gecelerde kayıp yıldızlarla sıkı sıkıya örtünmektir. Tümden sanrılar diyarına açılmak, her acılı anı en öteye, her sancılı rüyayı en nihai noktaya vardırmaktır. Aşkı muhabbet kutsal yolculuk tasarımıdır. Ancak yaşanmaza serpilmiş şaşırtıcı anlar, harap mekanları dolaşan akranları bile ürpertir. Düş adasının düşüş yakasında, bilinçdışı öğretilerin gizemi cansiperane aranır. Yaratıcı hazzı, hazineyi tam bulacakken kaybolur. Kayıp hayatlar öyküsüne giriş faslı. Hayatın içinde sırf kendinin izini bulmaya çalışırken, mucize eseri keşfedilen aşkın gücü. Bu güçleniş sayesinde halden anlayan aşığın umut haline gelişi. Yeşim, köhne hayatın içinde tam kaybolacakken kendini ‘Bir Gülücük Nirvana’ öyküsüne adayan Nesim’de buldu. Bir gün yüreği titreyerek ‘Nirvananın Gölgesinde Karmapolitan’ın içinde kaybolan Nesim’i kısacık çaldırdı. Bi daha aradı uzunca. Bi dahakini daha uzun tuttu. Nihayet Nesim açana kadar bekledi. Peşpeşe iki üç cümle sarfetti, aniden kapattı…

- “Nesim, goley değil biliyom ama bitti mi kitap. Peki öykümüz? Gaari taslak maslak deme, olanı tezden okumak istiyom…”

Nesim, konuyu anlamaya çalışırken, bir kez daha çaldı telefonu. Yeşim’in sesi bu kez ağlamaklıydı. Mutlu desen mutluydu da sanki değil gibiydi. Bir şeyler vardı anlatamadığı. Vardı. Birden açıldı pus, sus pus kalma pahasına enine boyuna dalgalar vurdu dünya yüzeyini. Kuantum mekaniği parçacıklarının davranışları kesintiye uğradı. Atom altı parçalanma perçinlendi…

- “Gadeş, ben kanser oluvemişim. Akciğer kanseri. Bir haftadır hastanedeydim. Yoğun bakımda. Arayamadım gusura galma…”

- “Ne kusuru canım sevgilim. Kusurlu kusursuz işleyen şu gudubet dünya kusurlu. Garpızı gabak dünya. Yeşim taşım, sen yürekli kızsın. Yapayalnız neler atlattın. Irlanmak sana yaraşmaz. Ezersin bu illeti elbet. Hem şimdi birlikteyiz. Azraili yeneceksin ve Alpunar falezinde gezeceğiz. Bahtsız gezginim…”

- “Gezeriz gezmesine de bunlar çoktan gezmiş de dolaşmış der, iliman gafalar. Lafı dolandırmadan yaz gari. Yarın veya yarından yakın anlat tüm herkese, bilsinler hayat hikayemizi. Aşkımızı. Yarım kalmış yarenliğimizi. Mutluluk çarpıntısı artıyor yüreğimde, ciğer desen zaten bitik. Derin soluklandığımda bir garip yorgunluk. Oysa ne fetihler gördü bu yeşil gözler, ne fayda gösen. Dar zamanlı misafirliğe durdu ömrüm ösen. Bu yolcu geç de olsa azıcık baş tacı edilecek ve kısa zamanda en özel odada inzivaya çekilecek. Geceden kalma pas ağzımı buruşturuyor kollarımda bi acayip bıkkınlık. Uyumuşçasına ağzım açık ve dizlerim titriyor. Toy aşık nazı sanma kopup gelivesen yanıma. Buragidi yaşattıkların için hiç hak etmesem de çok teşekkürler. Böle ‘rüzgaa gibi geçti’ istemem. Skarlet kırmızısı giyinmeden, sen son bi ‘klark’ çekmeden ölmem…”

- “Yok öyle deme. Tanrıçam O’haram, ne ölmesiymiş. Yıllardır her daraldığımda sen belirirdin önümde. Ardımda zoraki sevişmelerin yürek çarpıntıları. Dönemezdim geri, sapmazdım yolumdan. Daima yokladı yüreğimi buyurgan soluklanmalar. Acayip keskin bir sızıyla yaşadım. Yani sıra benim sıram, sakın ola kaynak yapma. Aklım havada zaten yüreğim düştü düşecek. Ne kıytırık iktidarlar gördü bu deştire gözler ne hedefsiz aşklar. Hedef-tekim salt sendin. Nasıl özledim, nece bekledim seni. Gidemezsin…” 

Nesim gitti. Yeşim’e hastanede günlerce refakatçı kaldı. Moral oldu. Can oldu. Canan oldu. Her anlamda çekinmesiz tanıştılar. Çekincesiz aynı somyada ‘bacı gadeş gavilleşdilee’. Kemo radyo, kemo ne? Uzun ve zehirli terapilerden sonra eve çıktılar. Maruz kaldığı metastaza rağmen Yeşim, her gün kendini iyi hissettiğini söyledi. Bir gün çok daha iyiyim dedi…

- “Birkaç günlüğüne Alpunar’a gidip dinlen Nesim. Esi nesi yok, fesi fesleğeni ‘ciğerim Aydın hastanesinde çürüdü’ benim. Adıma lazım gelen hazırlıkları da yap. Dabanca gibi git pambık gibi gel. Öbür gün gelirsin ya da gelmeden ara beni. Belki ben de gelirim. Son yakın, sona yakın, içimizde kalanları yaparız kalmayan ağız tadıyla. Bu aralık, bak sölüyom ‘Resim artık senin’ kızın. Sana emanetim unutma. Vasiyet deyon, gerisini sona örenirsin…”

Nesim, sevdiceğine geri dönmek için hazırlık yapıyordu. Onu sevindirecek, mutlu edecek özel yerel ne varsa valizine dolduruyordu. Yayımlanan yeni kitabından iki tane koydu. Sürpriz yapacaktı Yeşim’e ve Resim’e. Yeşim’in gelmeden önce telefon edersin dediğini anımsadı. Çaldı, çaldı, çaldı geç açıldı telefonu…

- “Ben Yeşim’in kızı ressam Resim. Annem dayanamadı daha fazla. Kendisi dün sonsuzluğa uçtu. Sizi arayacaktım ben de. Yarın öğlen Alpunar’dan uğurlayacağız…”

 Uğurlar ola Yeşim taşı. Doğada nadir bulunan, küçük parçalar halinde var olan değerli taşların sultanı, uğurlar olsun. Nefret dünyasına nefrit balansı, esenlikle gidesin yoluna. El yürek ısındıran, güçlü hissettiren, Yeşim ocağı, yolun açık olsun. Sert ama kırılgan yapılı, duygusallıkta dengeyi, çakraları en uç noktayı yaşayan Yeşim, biricik aşkım aşk olsun sana. Aşk olsun. Aşk…

       - “Anlayacaksın sen de Yeşim gözlüm, yalnızlaştıkça insan, hiç alakasız birileri zenginler. Arsayı kapar, parsayı toplar ve bal tokmak yaşar. Ama ‘gözlerden öç alır her şiirsel aşk’. Elbette aşkım deyiverince başlar, eşi benzeri ucu bucağı yoktur sanılan ateşten ummana ulaşım. Aşkım alaşım, narlı ve de harlı uykudur ölüm. Aşkla uyu aşk denizinde. Işıklarda uyu…”

      Yeşim, önünde sonunda Nesim’e eş olacağını bile bile okudu ve bu umutla yaşadı. Nesim, öğretmen olursam Öğretmenim Yeşim’i kesin bana verir diye okudu. Hiç durmadan derslerini çalıştı. Okuyup öğretmen olacağı, öğretmeninin kızıyla evleneceği umuduna yapıştı. Yeşim çıkmamacasına aklına yer etti. Öğretmen oldu ama yıllanmış yârini, en mutluyken yel aldı götürdü. Nesim’in aklını sel aldı götürdü. Adının anlamından nefret etti. Ertesi gün Alpunar merkez mezarlığına, öğretmen babanın kabri yanına sadece onu değil kalan umutlarını da gömdü. Kendini de aynı mezara gömecekti ama Resim… Resim hıçkırık hıçkırık omzuna gömüldü ve Nesim, ölmekten vaz geçti…

- “Yeşim, sevgilim diyebilirim gari. Seni seviyom deyemedim hiç, seni çok seviyom. Sevgilim, ‘Nirvananın Gölgesinde Karmapolitan” kitabımı başucuna bırakıyom. Ben gelesiye değin okursun. Resim’e, senin başka resimlerini çizmesini rica edicem. İkinci baskıya ekliyecem. Ben ölesiye, annacına yatasıya bakarsın…”

- “Nesim, yalandan olmayan ama yarım kalan aşk öykülerine özgün aşk güzelliği ve unutulmaz sürprizli geri dönüşler kattın. Sana tapuladığım Öretmen babanın yazlığında aşka aşk katanları usanmadan yaz. Aşktan geri kalanlara değil, aşka tapanlara selamlarımı ilet. Selam olsun onlara ve karmapolitanı yaratan anaya…”

 

GÜLLERİ SOLDURAN MAYIS AKŞAMLARINA AĞIT…

Her seneyi devriyesi geldiğinde “Gülünün Solduğu Akşam”  kızaran damlara vurur ve bıçak sırtı ayılmalar yaşar, bir başka biçimde ve daha katmerli hüzünlenirim. En baba gülümü de “Gülünün Solduğu Akşam” toprağa verdiğimdendir, bu beynimdeki diriliş ve dilimdeki dirilmiş sözcükler. Ve insani diyaloglarla bütünleşirim yeniden…

Solan güllerin dikenleri yüreğimize çentik üstüne çentik atmış bir kere. Başkalaşım başladığında sanal kahramanlığa özentiden değil, alnımızda zindan karası belirdiğinden yüreğimize bir kez daha çöker acı. ‘idamlar ve babam’ hakkında unutkanlık ve acizlik potansiyeli göstermeyişimizdir ası olan.

Yılmaz bir devrimcinin yaşamında çok kırılma noktaları olur. Olur, ama hayatında iliklerine kadar işleyen ilkler ve acılar yaşamışlığı da vardır. O variyet, keskin acıları yaşamışlık kontrolü çok az da olsa kaybettirecek bir etkendir. Zaten yaşamın köklerine inildikçe ideolojiyi eleştirmeyi kültür edinmişlik derinliği de belirir. Bu öyle bir devrimci kültürdür ki; yeni ve sade hayatlar kurmayı sürekli engeller. Sıra dışı ve aykırı yaşamaktır haneye düşülen not. Namı değer başkaldırıların sere serpe yayıldığı şu yüzyılda elden gelen de budur.

Zaman delice savrulurken ve arzdan arşa sonsuzluğu içselleştirirken; onlar öldürüldüğünde ve babam öldüğünde kim hiç ağlamadım diyebilir ki. Kim diyebilir ki manifestolar kaleme almış olsalar bile Duyguların Efendileri babasına ağlamaz diye. Devrimcilik biraz da Babası öldüğünde ağlamaktır. Defnederken de hayat aklından öpünce, kalenderliği babasından geçmişçesine yutkunmaktır. Yoldaşı öldüğünde ise benekli hayallere dalmadan gerçek hayatı çarpıtmadan yaşamaktır devrimcilik.

“Gülünün Solduğu Akşam”  kaderin bir cilvesidir ve onlarla birlikte babamı da anarım  yüreğimdeki tükenmez hasretle ve sönmeyecek ateşte yanarak. Çıkışsız labirentlerin esrarını ve sırrını hiçbir yazılı biyografi çözemez. Ama “ yüz metreyi en hızlı koşan çocuklar” seksenlik ihtiyara elverdiği, omuz verdiği veya kol kola yürüdükleri gün, yersiz zamansız ölüme mahkûmiyetin ağırlığı tekletir kalpleri. Yani yaşanmazı yaşamak incitir ve acıtır yürekleri.

Sarsılmadan dünyanın en canlı renklerine aldırmadan, tıknefes anmak ve dolu dolu yaşamaktır övülmeye layık dostlar ve kalender baba ayni gün ölünce, o günü…

Ve her “Gülünün Solduğu Akşam”  üç kırmızı karanfil karşı yakada dost bağına, yeşil çotanak babam ise çavuşoğlunun bağrına bir güzel yakışır. Haramzadeler ile kurşun askerler ölüm korkusunu her an yaşarken onlar ölümsüzlüğe bir kez daha uğurlanırlar. Zaten çanlar devrim için çınlamaya hazırlandığında tesadüflerle vurgulanan hayal kırıklıklarıdır insan beynini kuşatan. Kuşatılmışlık aslında kaç şekerli olduğu belirsiz zifiri demli çay içmeye yolculuktur, darağacına kurulmuş veya cellâdın tırpanından doğan yepyeni hayatlarda.

Evet, “Onların başı dikti ve hayal ettikleri güzelim dünya için, ülkeleri için, memleket için, sıla için, anaları, babaları, kardeşleri için, kurtuluşa eren isyanları vardı. O yüzden sehpaya-musallaya yürümekten çekinmediler, asla korkmadılar. Asla yılmadılar, baş eğmediler ve asla eğilmediler, dimdik durdular ve gittiler. Çünkü onların ince gelecek hesapları, kişisel kaygıları yoktu. Sadece pırlanta akılları, altın yürekleri, gümüş parlağı bakışları ve gencecik umutları vardı. Tek cümle ile izahı, onların cesaretleri ve umutları vardı yığınlara mal olan…”

Her “Gülünün Solduğu Akşam”  neden gam çekerim şu bedeni ve zihni yorgunluk günlerimde bilirim. Şimdi cümle âlem bilsin ne gam. Bilirim karşı kıyıda çelikten ağlara takılıdır aklımın ince gülü, gülleri. Uyku bozuğu gecelerde yıpranmış kalbe kuvvet bütün orijinalliği ile karşımda olurlar buket buket.

Ve Her “Gülünün Solduğu Akşam”  iskele, sahil, meydan, memleket esenliği için turlayanlara babamın da eklendiğini hissederim. Acılarımın zirveye tırmandığı o anlarda tembel bir gevşeklik kaplar bedenimi, ama en enerjik halden daha hallicedir. Sabah uykusunun en birinci özlendiği o çocukluk yıllarımdan kalan süzme hayat önünde babama ve onlara rastlarım en güleryüzlü ve sıcak biçimde.

Babam, övülmeye layık dostlar ve ben izlenecek yolların en izmlisine vururuz adımlarımızı, inandıkça gören, gördükçe inanan ve etkilendikçe güçlenen yüreğimizle. Aslında gücümüze, çok gücümüze gider zamanı iyi değerlendirememişlik. Zorumuza gider bir parça günlük hayat huzuru tatmadan gerisingeri devrilmek. Gerçeğin özüne zamansız girişin mükâfatıdır, kırk küsur büklümlü özlem.

Oysa tarihi sulandırmaktır-sulandırılmasıdır insanın içini en acıtan. Ve zayıf düşmemek içindir her mayısın ilk haftası, dördü ile altısı arası şu anda en lüzumlu ve özlenenler arasından onları çekip çıkarmak. Derin uyku hali haraca kesmiş iken düşünceleri onlara sığınmaktır, kösnül yalnızlık ve tekdüzeliğe inat. Varsın olsun ayrılık şarkıları, yaratının kalıtsallığını bozmayacak aykırılıkları. Çünkü her içli şarkıda titrer zaman…

“Gülünün Solduğu Mayıs Akşamlarında”  kurtuluşa mukabil ise yolculuk dayanılır babında hayat şeridini bir ucundan diğer ucuna ağır yolcu farkıyla dolaşırım. İmgeler yeşerdikçe, gece sohbeti yapacak dostlarımı ararım her köşede. Naaşımız kara toprağı öpene dek sürecek bu kervan. Onlardır, babamdır aradığım, unutmadığım ve unutamayacağım…

Sonsuz bilgiler gölgesinde inanmak insana gerçekten kuvvet verir. Zamanla güç kaynağı bile olabilir çekilen tüm acılar. Ortalığı sürüyle yeşillik-zerzevat istila eder ama en nazlı yetişir olanlardandır onlar. Ey çıfıt kıyafetli ölüm, sahipsiz ölüm meleği ölüm tek celselik aşktır yiğitlere. Ve yüzüne vurulacak daha çok ayıp var, çok ayıplısın sen.

Eğer ozan özür dilerse en dalgalandırıcı biçimde diler, sinkaflayacak ise de çekinmez. Yeter ki, öğüt vermeye kalkışan denizin diplerinde ayıp arayanlardan olmasın.  Gülün dikeni yüreğimizi kanattığından iğneleyici sözler sarfetmeyeceğiz bu güne özgü duygusallıkla.

Babam akşam güneşini çimdikleyince yarım kalmış sevdalar, çok düşünerek yazmak, hiç düşünmeden söze başlamak gibi bir şey oluyor. Affet babam. Ve biraz daha zaman tanı. Daha zaman var sararan yapraklara ve lacivert taş üzerine kazılı bilgeliğimize.

Her seneyi devriyesi geldiğinde, “Gülünün Solduğu Akşam” sizi özlemle anıyorum

Hiç yorum yok: