KAVANOZ DİPLİ DÜNYA
En güzel günlerimmiş meğer o günler. Neden bitti, ne kadar sürdü bilemeyeceğim. Sanırım çok çabuk büyüdüm, çocukluğum da gün güne öldü. İçimde ağlasa da sarımtırak fırça saçlı çocuk, anladım ki büyümek yarı yarıya ölmekmiş…
Her ilkbahar sıcağı yürekleri sardığında, derinde en derinlerde dönmüş hislerim kıpraşır. Yaza yakın yüreğim sızlar. Yüreğimi sızlatır kaç bahar sonra kavanoz dipli dünyada aniden karşıma çıkışın. Solmuş çiçekler seni sorarken, sağa sola saçılmış zenginlikte kaç sene seni, seni aradığına pişman olacak denli yüreğim sızlar. Yürekten sararım sıcağını, buz tutmuş bedenimde eriyişin hızlanır. Hızlanır ve cemre havaya düşer. Tutarım demet demet elimde seni. dilerim doğadan dilek dilek üstüne. Sadece yüreciğinin üşümemesini.
Şimdi yapma çiçekler boğuyor ilkbaharı. Yaza yakın. Kavanoz dipli dünya içinde neler neler saklıyor…
Çocukluğumun yaz odasını saklıyor mesela. Odadaki misafir odalarına yaraşır antika dolabı. Ve dolaptaki kavanozu. O küçük kavanoz cam kavanoz değil de büyücek bir cam şişeydi sanki. Heveslerimi kristalleştirirdi onun durduğu köşe. Zehirlemişti beni iyiden iyiye. Hasır koltuğun önünde, üstü kalın camdan bir sehpa dururdu. Üstünde küçücek demir aksamlı bir abajur ve kristale yakın camdan vazo. İçinde hep taze çiçekleri olan. Yaz, kış evimiz çiçek açarmış gibi kokardı. Papatya kokardı çoğunlukla. Yayla çiçekleri kokmazdı ama. Gökkuşağı renkleri taşınırdı bu esrarengiz köşeme, göz kamaştırıcı ahenkle.
Elime değişik renk ve tonları sunarlardı bıkmadan usanmadan. Alır saklardım hepsini dolabıma. Sıkıldıkça çıkarır bakar rahatlardım. Elyaf elyaf sarardı sapsarı papatyalar dünyamı. Kitaplarımın sayfaları arasına dizerdim az kuruyanları. Gözlerimde isyan çiçeği, bütünüyle bir başkaldırış olurlardı. Gizlerim dökülürdü sallasan antika dolaptan.
Sıcak su konulmalıymış vazoya, papatyaların ömrü uzun olsun diye onu da öğrendim. Ve her gün bir su bardağı sıcaklık ilave ettim vazoya. Kelebekler dans ederdi bu pistte, çeşitli ebatlarda ve çeşit çeşit renkte. Yaldızlı akşamlarda gökyüzünü yıldızlar boğana dek resim fırçası elimde uyurdum.
Günden geceye ağırdan sallanan hasır koltuğa oturup saatlerce okurdum. Fırçamı dizlerime koyduğum tuvale binlerce defa okşar gibi dokundururdum. Ağaç dalları, gül yanakları, yeşil yaprakları, gelincik çiçeklerini değişik kombinasyonlarla düşlerdim. Çiçekler arasında belli belirsiz seni oluştururdum. Bir demet boşluk olurdu hep yüreğimde. Dönerdi başım rüzgâr fırıldağı gibi, daha bir sabitlerdim kendimi koltuğa. Hasıraltı edemediğim mükemmel hazırlanmış buketler keserdi önümü. Yön bulamazdım zevkime göre. Polisiye romanların ucuzcu sokaklarında kaybolurdum, yaşlı bir nine bulurdu beni çıkmazın başında. Başımı okşar, gözlerimden öper, elimden tutar yine hasır koltuğun yanına ulaştırırdı.
Kavanozun içine akciğerli kırmızı bir süs balığı attım, yönümü o tayin etsin diye. Rengârenk kuyruğunun kıvrak hareketleriyle yol iz buldum derinliğe. Bir gün kavanozun değiştirdiğim suyunu fazla kaçırınca, intihar etti pusulam, süs balığım. Onu antik dolabın yanında iki seksen yatar buldum. Ve bulaşık teliyle yavaş yavaş ovalayarak dolabımı sildim. Acımı dindiren bir keyifle.
İşte o an takılmıştı gözüm kırmızı kadife kaplı resim albümüne...
Sarı sararmış fotoğraflarda tanınmış yüzler aradım. Kimseye sormadan roller biçtim onlara, yakınlık, yarenlik kurdum. Şövalye yüzüklü ince kıyım bir orta yaş delikanlısı yatağına oturmuş bir hap yutuyordu. Şu yanda gördüğün sakallı köylü var ya deden dedi. Bende dedenim. Bir arka sayfada ceketi omzunda yürüyen fulü fotoğraftaki de benim. O hasta olmadan önceki halimdir, ama vurmuş illet de haberim yokmuş, haberim yokmuş hiçbirinden.
Albümdekiler bir bir tanıttılar kendilerini, çok sevdim hepsini de. onlarda beni sevdiler. Kara önlüklü bir fotoğrafımı iliştirdim yanı başlarına. Artık albümü hiç açmasam da sohbet edebilecektim onlarla.
Kavanoz dipli dünyayı anlatabilecektim…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder